Pakistanlaşma

Suriye’ye emperyalist müdahale başlatıldığında, Türk devletine biçilen lojistik merkez işlevinin Türkiye’nin pakistanlaşacağı bir süreci başlatacağını o zamanki yazılarımda belirtmiştim. Söz konusu lojistik işlevin Türk devleti tarafından benimsenmesiyle, çok geçmeden, Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca Peşaver benzeri bir alan yaratıldı. Türkiye bir yandan da bir mülteci deposu haline getirildi. Bütün bu süreç, Türkiye’nin Suriye sorununa kaçınılmaz olarak doğrudan müdahil olacağı koşulları hazırladı.

Bu noktada geriye dönerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluş aşamasında sonradan zuhur edecek Pakistan devletine benzer bir yapıda ortaya çıkması için emperyalistlerin ve onların içerideki uzantılarının (Örnekse, bir yanda general Kazım Karabekir, Rauf Orbay vb figürler; diğer yanda, Avrupa finans kapitalinin ülkedeki has temsilcisi Cavit bey ve benzeri İttihatçı meşruti monarşistler) girişimlerinin Kemal Atatürk önderliğinde boşa çıkartılmış olduğunu hatırlatmak isterim.

Bilindiği gibi, kurucu Kemalistlerin emperyalist dünyada neden oldukları rahatsızlığı bertaraf etmek için Britanya emperyalizmi Ortadoğu’da, Türkiye’yi model alma olasılığı en yüksek olan Mısır’da İhvan’ı (Müslüman Kardeşler) kullandı. Daha sonra Hindistan ve Pakistan’da Cemaat-i İslami’yi; Endonezya’da Dar-ül İslami’yi kullanacaktı.

Bunların hepsi kırklı yılların sonunda oluşturulan emperyalist “yeşil kuşak” stratejisinin hizmetindeki fiili “İslami enternasyonal”in bileşenleri haline getirildiler. Emperyalist çıkarlarla iç içe geçmiş, emperyalist finansal ağlarla birbirine bağlanmış bu fiili enternasyonal halen işlerliğini sürdürüyor.

Finansal ağlar derken basitçe “tarikat-ticaret” tabir edilen mütevazi ilişkileri kast etmiyorum. İçinde emperyalist finans merkezlerinin denetiminde milyarlarca doların dolaştığı damarlardan söz ediyorum. Samir Amin bir yazısında, Mısır’ın en zeginleri arasında, milyarlarca dolarlık servetleriyle İhvancı ağın üst düzey yöneticilerinin yer aldığını, Morsi’nin de bu figürlerden biri olduğunu belirtmişti.

Yine mesela, Bin Ladin’in ve ailesinin şirketleri, Ladin’in arandığı sıralarda, Sudan’da milyarlarca dolarlık otoyol ihaleleri alıyordu. Bunlara erken yazılarımda daha ayrıntılı olarak değinmiştim.

Evet, Kemal Atatürk bu tezgahı bir süreliğine boşa çıkardı. Ancak kurduğu bağımsız ve laik cumhuriyeti kapitalist temeller üzerinde inşa edebileceğini düşünmesi büyük bir yanlıştı. Cumhuriyetini emperyalistlere rağmen kurmuş, ama onlara entegre olmayı da başlıca hedef olarak görmüştü. SSCB ile kurduğu ilişkileri, 20’li yılların sonlarında başgösteren büyük buhran koşullarında, söz konusu entegrasyona konjonktürel bir hazırlık evresi olarak değerlendirmek istemişti.

Kemalist kadrolar böyle bir entegrasyonun eşit bir bileşeni olacaklarına samimi olarak inanıyorlar, kendilerini aksi yönde uyarmaya çalışan solculara dünyayı dar ediyorlardı. Bunu yaparken, giderek Türkçü-İslamcı gerici emperyalist ideolojiye abanıyorlardı. Bunlar liberal kapitalizme inanan Atatürk’ün sağlığında, onun yönetimi altında başladı.

Nitekim, 1937’de Celal Bayar’la ilk ciddi hamlesini gerçekleştirdi. Kemal Atatürk gelmekte olan savaşı öngörüyor ve bir an önce hegemonik Anglo-Amerikan emperyalist güçle entegrasyon sağlamak istiyordu. Sovyetler’le mevcut ilişkinin bir süre daha sürdürülmesinden yana olduğu anlaşılan İsmet Paşa’nın tasfiyesi, Atatürk’ün bu gayesiyle bağlantılı olmalıdır.

İsmet Paşa’nın 1938’de cumhurbaşkanı olması için o devrin Sovyet yönetimi Ankara’da ciddi kulis çalışmaları yapmış, İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi SSCB’de büyük bir sevinç yaratmıştı. Devrin Sovyet matbuatına, özellikle Komünist Enternasyonal yayınlarına bakınız. “Faşist Bayar kaybetti. İlerici İnönü kazandı ” diye başlıklar atılıyor. Büyük Millet Meclisi’nde seçimi izleyen Sovyet heyeti ve medyası, İnönü’nün kazanmasını büyük ve pek alışık olunmadık bir tezahürat ve sevinç gösterisiyle kutluyordu.

Elbette İnönü, Cumhuriyetin ta başından kararlaştırılmış siyasal yönünün neresi olması gerektiğini en iyi bilenlerden birisiydi. Zamanı geldiğinde de gereğini yapıyordu. İleriki yıllarda, Doğan Avcıoğlu ve Abdi İpekçi’nin kendisiyle yapmış oldukları mülakatlar okunduğunda, bu gerçeğin bir kez daha teyit edildiğini görürüz.

1946’dan itibaren TC devleti yeni bir kuruluş aşamasına geçiyor. Böylece emperyalist sisteme entegrasyon sürecini başlatarak eski CHP misyonunu tamamlıyordu.

Yeni işlerin yeni araçlar ve yeni figürlerle, ve tabii yeni politikalarla yapılması gerekiyor. Demokrat Parti bu ihtiyaçtan doğuyor. Önü açılıyor. Ancak bu partinin karizmatik ve tabii popülist lideri Menderes başta olmak üzere yöneticilerinin deneyimsizlikleri, kasaba politikacılarına özgü davranış tarzları, seçimler aracılığıyla geniş halk desteğini arkalarına aldıktan sonra baştan ve kontrolden çıkmalarına yol açıyor.

Tarihimizde Sultan Abdülaziz devrinden sonra gerçekleşen ikinci moratoryum, siyaseten nasıl ilkinde Abdülaziz’in başını yediyse, bu kez de Menderes ve kimi arkadaşlarının kellelerini vermeleriyle sonuçlanıyordu. Ardından Bayar ve Menderes’siz, İnönü başkanlığında adeta yeni DP hükümetleri kurulmuştu.

27 Mayıs bir devrim değil, ülkemizdeki ilk NATO ve CENTO (ya da diğer adıyla, temelleri Atatürk’ün sağlında atılmış Bağdat Paktı) askeri darbesiydi (1). Bu konuyu daha önceki yazılarımda işlemiş olduğum için burada üzerinde durmayacağım. Yalnız, siyasal olayları çözümlerken aktörlere ve onların söylemlerine fazla takılmadan, ülkenin dahil olduğu uluslararası bağlamı ihmal etmeden, siyasal programa, hedeflere odaklamanın gerekli olduğunu söylemekle yetineceğim.

Her askeri darbeyle TC devletine bir ayar verilmiştir. Devlet, emperyalizmin ya da uluslararası tekelci sermayenin ekonomi-politik ihtiyaçlarına yanıt verebilecek şekilde yeniden düzenlenmiştir. Siyasal partiler (Mesela CHP’ye bir türlü adapte olamadığı “ortanın solu” rolü biçilmişti. 60’lı yıllarda dünya genelinde sol siyasetin yıldızının parlaması, Türkiye’de çatı partisi TİP’in başarıları acilen İsmet Paşa’nın devre dışı bırakılmasını, yeni bir figür olarak bütün kifayetsizliğine rağmen Ecevit’in yükseltilmesini, böylece kabaran sol dalganın kontrol altına alınarak evcilleştirilmesini gerekli kılmıştı) dahil devlet içindeki kurumlar, tabii hukuksal çerçeve de, buna göre yeniden dizayn edilmiştir.

27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri aksak darbelerdir. Ancak onlar olmaksızın 12 Eylül’deki “tam teşekküllü” darbe zor gerçekleştirilirdi.

Siyasette, hele uluslararası siyasette bir vuruşta hedefinize ulaşmanız çok özel koşulları öngerektirir. Devrimler de dahil siyaset her zaman reel bir süreç olarak değerlendirilmek gerekir. Emperyalistler dahil hiç bir güç yazdığı siyasal senaryoyu harfiyen uygulayamaz. Hayatta böyle bir şey olamaz. Her zaman karşı güçler, merkezkaç güçler, direnme odakları vardır. Siyasal güçler arasında her zaman genel, uzun süreli denge durumları olmaz. Hatta nadiren olur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD hegemonik güç olarak çıkınca Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, hegemonya mücadelesi içine girdiği geleneksel kolonyalist tarzıyla emperyalist Britanya’ya karşı Wilson doktrininde ifadesini bulan modern liberal emperyalist bir hegemonik anlayışı uygulamaya koydu. Geleneksel sömürge sisteminin çözülmesini teşvik etti.

Kendi sistemine entegre, şeklen bağımsız ve egemen ama esas olarak kendi kontrolü altında yönlendirebildiği, asli düşmanlarını çevreleyecek surette vassal devletler yaratmaya yöneldi. Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya gibi çok ağırlıklı olarak müslüman nüfuslu ülkelere “yeşil kuşak” stratejisinin uygulanabilmesi bakımından vazgeçilemez bir konum atfedildi.

Bu ülkelerin hepsinde İslamcılık ideolojisi yer yer milliyetçi bir söylemle takviye edilerek dolaşıma çıkartıldı. Türkiye’de mesela, İlim Yayma Cemiyetleri, sonradan TÜSİAD’da birleşecek işbirlikçi büyük sermayenin girişimleriyle kuruldu. Emperyalist siyasetin hizmetindeki Türkçü akımlar, şu ya da bu derecede, İslamcı siyaset içinde eritildiler.

Endenozya popülist karizmatik bir figür olan Sukarno liderliğinde ne İslamcı ne laik, öyle iki arada bir derede tabir edilen şekilde, ikisi arasında salınarak bir süre yoluna devam etti. Karizmatik liderlik genellikle olduğu gibi, belli bir geçiş süreci boyunca bir tür siyasal çimento işlevi gördü. Endonezya nüfusunun çoğunluğu müslüman olmakla birlikte, bu çoğunluğun İslam hakkında fazla bilgisi yoktu. Örneğin ülkede kurtuluştan sonra bile camilerde ezan yerine çan çalınmaktaydı. Cami sayısı da nüfusuna göre hayli azdı. Din eğitimi sistematik hale getirilmemişti.

Sukarno, kendilerini sosyalist ve İslamcı olarak tanımlayan siyasal gruplar arasında dengeyi sağlıyordu. Elbette bu sürdürülebilir bir genel denge durumu değildi. İslamcılar daha sonraki anlamında İslamcı değildiler. İslamcı etiketi sömürgeci Hollanda ve işgalci Japonya karşısında bir kimlik ihtiyacından doğmuştu. Dinden söz edenin çok ama dini bilenin çok az olduğu yabancısı olmadığımız bir durum söz konusuydu yani.

Sosyalist hareketin parçalanmasıyla onun içinden çıkan komünistler, izledikleri halk cephesi taktiği ve ona uygun siyasal-ideolojik revizyonlarla geniş bir halk desteğine ulaştılar. Proletaryayı değil, tüm halkı temsil ettiklerini belirtiyorlar, Çin ve SSCB’den bağımsız, o sıralarda popüler olan ve cepheci taktikle de uyuşan Milli Demokratik Devrim anlayışını daha da sulandırılmış olduğu halde savunuyorlardı. Özcesi, komünist hareket ulusal kurtuluş savaşı veren, o savaştan çıkan çoğu ülkede karşılaşılan sağa savrulma eğilimine yenik düşmüştü.

Endonezya Komünist Partisi bu haliyle ÇKP’den sonra Asya’nın ikinci en büyük komünist partisi olmuştu. Üstelik soğuk savaşın şiddetlendiği ve merkezinin Çin, Kore, Vietnam, Kamboçya sorunları etrafında Asya’ya kaydığı koşullarda.

Sukarno bu koşullarda zekice organize edilmiş konuşmalarıyla dengeyi tutmayı başardı. Ancak ülkenin henüz bütün tarafların üzerinde uzlaştığı bir anayasası dahi yoktu. Fiili bir durum vardı. Devletin kurum ve kuralları gerçek anlamda oluşmamıştı. Devlet yönsüz kalmıştı.

ABD’nin girişimleriye 1965’te Suharto’nun askeri darbesi gerçekleşti. Komünistler imha edildi. İslamcı siyaset programatik hale getirildi. Endonezya adeta yeniden İslamlaştırıldı. Bu vesileyle ABD, Endenozya’dan çok şey öğrenmiş oldu.

Pakistan’a gelince, Pakistan’ın Hindistan’dan bağımsız bir devlet olarak ayrılması, ulusal değil (Çünkü bir Pakistan ulusu yoktu) dinsel bir gerekçe üzerinde temellendirildi. Şii-İsmaili Cinnah’a sünni bir İslam devleti kurduruldu. Daha doğrusu, süreç içerisinde islamileşecek bir devlet kurduruldu. Pakistan laik bir devlet olarak kurulmadı. Ancak bugünkü anlamında İslami bir devlet olarak da kurulmadı. O da Endonezya gibi salınıyordu.

Endonezya’daki askeri darbeden öğrenen ABD, işi sıkı tutarak, Pakistan’ı da İslamcılık doğrultusunda yönlendirdi. Aynı sıralarda, Türkiye’de de İslamcılık takviye edildi. İslami vakıflar, okullar, kurslar, cemiyetler yaygınlık kazandı. 27 Mayıs darbesinden sonra İnönü ve Menderes dönemlerinde başlatılan islamlaştırma kampanyasına ivme kazandırıldı.

12 Mart 1971’de Türkiye’de Endonezya tipi bir askeri darbe yapılamazdı. Ülkede asgari ölçüde de olsa, demokratik bir siyasal yapı, 1961 Anayasasının temin ettiği kurumlar ve kurallar halinde işleyen bir devlet aygıtı vardı. O zaman planlanan bu anayasal demokratik yapıyı tamamen güdümlü hale dönüştürmekti.

Türkiye’de, Mısır’da, Endonezya’da, Pakistan’da aynı hedefe başarıyla ulaşıldı. Daratılmış bir siyasal alanda, devlet tarafından medya dahil bütün devlet kurumlarına empoze edilmiş kırmızı çizgiler çerçevesinde, gerekli görüldüğünde partilerin iç işleyişine müdahalelerin söz konusu olduğu, belirli aralıklarla seçimlerin yapıldığı, milliyetçi soslu İslamcı bir ideolojinin resmen yayıldığı güdümlü rejimler yaratıldı. Anglo-Amerikan emperyalizminin beklentilerini karşılamak bakımından bu uygulamanın en başarılı olduğu ülke Pakistan oldu.

SSCB’de Hruşçov devrinde, sosyalist dünya etrafındaki kuşatmayı kırmak, yeni müttefikler kazanmak için marksist-leninist teoride bir takım revizyonlara gidildi. Bu çerçevede, “kapitalist olmayan yol”, “tüm halkın devleti” gibi tezler kabul gördü.

3.Dünya tabir edilen camiada yer alan çoğu ülkede sosyalizmin emekçi sınıflar ve devlet elitleri nezdinde benimsenmesinin olanaklı olmadığı saptamasından hareketle, bu ülkelerde SSCB destekli askeri darbeler aracılığıyla otoriter, kapitalist-olmayan bir modernleşmenin mümkün olabileceği, zamanla bu yapıların sosyalizme dönüşebileceği, en azından oraya kadar da bu ülkelerin SSCB ile dostane ilişkiler içinde kalabileceği öngörülmekteydi.

O zaman SBKP Merkez Komitesi’nin özellikle Arap dünyasıyla ilgili başdanışmanları arasında bulunan Gregory Mirskii gibi Nasır deneyiminden sonuçlar çıkarmış akademisyenler bu anlayışın sözcülüğünü yapıyorlardı.

Sovyetler Birliği’ni Afganistan’a (KGB’nin aksi yöndeki uyarılarına rağmen askeriyenin gazıyla, olası sonuçları iyi hesaplanmamış) müdahaleye götüren süreç bu doktrinin bir sonucu olarak görülebilir. Savaş 9 yıl sürdü. Bu savaşta Pakistan emperyalist bloğun ve onun Çin gibi “sosyalist” müttefiklerinin başlıca lojistik destek üssü haline getirildi. Ülkede milyonlarca Afgan mülteci depolandı. Ülkenin kaynakları bu uğurda hoyratça tüketildi. Pakistan gittikçe daha fazla Afganistan sorununa dahil olmak zorunda kaldı. Afgan olayından iki yıl önce gerçekleştirilen askeri darbeden sonra Pakistan’da toplumun ve devletin islamizasyonu ivme kazanmıştı.

Askeriyenin bir yandan islamizasyonu teşvik ederken, diğer yandan yolsuzluk, yağma düzeninin sürmesini teminat altına alıp, kendisini de bunun merkezinde konumlandırması 1977’deki Ziya ül-Hak darbesiyle konsolide edildi. Afganistan savaşına emperyalizm adına dahil olmak devletin bütün kurumlarını ve bu arada ekonomisini çökertti.

Bugün borç batağındaki ülke, esas olarak ucuz emek-gücüne dayalı fason üretimin motor rolü oynadığı bir dışsatım stratejisi izliyor. Pakistan sürekli dış finansman bağımlısı olarak İMF programlarına mahkum hale getirildi. Bugün de bu hal devam ediyor.

ABD’nin denetimindeki askeriyenin merkezinde yer aldığı bir oligarşi ülkenin siyasetini baskılarla, yasaklarla, ya da darbe tehditleriyle yönlendiriyor. Seçimleri istediği gibi manipüle ediyor. Güçler ayrılığı ilkesinin fiilen işlemesine izin vermiyor. Topluma İslami kuralları dayatıyor. Ordu dahil bütün kurumlar, bu arada eğitim ve öğretim sistemi de sünni İslami anlayışa göre dizayn edilmiş halde.

Oligarşi düzeninin sürdürülmesinde engel olarak gördüğü siyasileri ya sürgüne gönderiyor ya da öldürüyor. Bir süre önce sürgüne göndermiş olduklarına ihtiyaç duyulduğunda, koşullarını kabul etmesi halinde, tekrar görev veriyor. Bu arada geleneksel olarak sivil siyaset Butto-Zarhari, Şerif gibi aile hanedanlıklarının timarı haline getirilmiş. Resmi muhalefet dizayn edilmiş, kendisine iktidar görevi verilecek zamanı bekliyor.

Bilindiği gibi, geçen Nisan ayında başbakan İmran Han askeriyenin girişimleriyle alaşağı edildi. Han’ın Afganistan ve Ukrayna konusunda ABD’nin telkin ettiği politikaları izlemeyi reddettiğini biliyoruz. İmran Han ABD’nin ülkesindeki hakim konumunu Rusya ile dengeleme düşüncesindeydi.

Tabii Han ve ailesi de bu yolsuzluktan, yağmadan nemalanan oligarşinin içinde yer alıyor. Tıpkı onu görevden alan güçler gibi. İmran Han ve son eşinin adları kara para aklama operasyonlarında geçiyor.

Gelgelelim, kamuoyu yoklamaları onun tekrar aday olması halinde büyük bir çoğunluk sağlayarak iktidara geleceğini öngörüyorlar. Oligarşi de, ABD de bunun farkında. Bu yüzden tutuklandı. Ancak suni dengeler üzerinde duran devletin yüksek yargı kanadı Han’ın tutuklanmasına karşı çıktı. Derhal serbest bırakılmasını istedi.

Bu arada hiç beklenmedik bir gelişme daha oldu. Han’ın binlerce taraftarı Lahor ve Rawalpindi gibi onun güçlü olduğu yerlerde askeri garnizonlara saldırdı. Askeri araçları, bu arada, devletin övünç nesnesi olan “yerli ve milli” İHA tipi bir uçağı tahrip ettiler. Kolordu komutanının ikametgahını ateşe verdiler. Bu saldırılara siyasal elit arasında yer alan bir ailenin moda tasarımcısı kızı olan 34 yaşındaki Hatice Şah’ın önderlik ettiğini medyadan öğreniyoruz.

Mayıs ayı boyunca olaylar durulmadı. Rejim yanlılarının çoğunluğu teşkil ettiği Pencap’ta bile binlerce gösterici kışlaları hedef aldı. Çatışmalar çıktı. Binlerce kişi gözaltına alındı veya tutuklandı. Son olarak genelkurmay başkanlığı göstericilerin askeri mahkemelerde yargılanacağını duyurdu.

Bu direnişler orduda paniğe yol açtı. Ordu içindeki çatlakları da ortaya çıkardı. Ordunun alt ve orta kademelerinde İmran Han taraftarlarının önemli bir ağırlığı oluşturduğu söyleniyor. Üstelik İmran Han Pakistan’da orduya açıkça meydan okuyan bilinen ilk üst düzey siyasetçi.

İmran Han yüksek enflasyon, artan işsizlik, sürekli emekçiler aleyhine bozulan gelir dağılımına neden olan ağır ekonomik koşullar altında, halkın siyasetten ve siyatsetçiden umudunu kesmiş olduğu bir sırada, güdümlü siyasal yapının bilindik bir görevlisi olmaması, ABD’nin ülke üzerindeki hegemonyasına yüksek sesle meydan okumasıyla geniş bir kitlenin umudu oldu. Halk içinde egemen dinsel-mesiyanik kültürün de katkısıyla, popülist söylemi ve tarzıyla bir anda karizmatik bir figür haline geldi. Liderliğini yaptığı Pakistan Adalet Hareketi (PTI) kısa sürede iktidar oldu.

Şimdi ya güdümlü demokrasinin gereklerine uyarak sürgüne gitmeyi kabul edecek ya da yargılanıp, (belki Butto gibi idama) mahkum edilecek. Tabii bir üçüncü yol da serbest bırakıldıktan sonra bir suikaste uğramasıdır.

Öte yandan bu güdümlü siyasal yapıyı güdenler, şimdiden İmran Han’ın yerine geçirmeyi planladıkları partisindeki iki muhalif hizbin liderleri arasında bir tercih yapmaya çalışıyorlar.

Evet, pakistanlaşma böyle işliyor.

NOTLAR:

(1) Kemalist cumhuriyetin kendi ideolojisi doğrultsunda yetiştirmiş olduğu ( sonra da savunucusu olduğu bu cumhuriyeti terk etmesi için ne gerekiyorsa yaptığı ) en çaplı, en önemli aydını Niyazi Berkes, Asya Mektupları’nda, 1959’da Kalküta’da bir üniversitede karşılaştığı, Türkiye’de de bulunmuş bir Amerikalı görevlinin kendisine, “sizce Türkiye’de bir ihtilâl olur mu” diye sorduğunu, kendisinin şaşırarak olumsuz bir yanıt verdiğini, bunun üzerine Amerikalının, “siz herhalde uzun süredir Türkiye’yi izlemiyorsunuz, ülkenizde vahim olaylar oluyor. Menderes yönetimi demokratik kuralları, insan haklarını ihlâl ediyor, biz Amerikalılar çok kaygılıyız, ülkenizde her an bir ihtilâl olabilir, Menderes’in işi bitti, günleri sayılı artık” dediğini anlatır.