İlk turu gerçekleşen seçimlerde yine bir “AKP devri klasiği” ne tanık olundu. AKP, daha önceki seçimlerde de görüldüğü gibi, göstere göstere tezgahını kuruyor, oyları istediği gibi manipüle ediyor, muhalefet de izliyor. İzlerken, zaman zaman cılız bazı itirazlarda bulunuyor. Sonuçta, “atı alan Üsküdar’ı geçiyor”. Solcular dahil, muhalefet de bu sahte sonucu kabulleniyor.
Bu kez, seçim kararı alınmadan önce AKP, YSK’yı ve seçimlerle ilgili mahkemeleri yeniden düzenledi. . Karşısına çıkacak adayın kim olacağına bile kendisi karar vererek, muhalefeti dizayn etti. Muhalefetse, daha önceleri yapmış olduğu gibi, siyasal akılla izahı mümkün olmayan, adeta her şeyi kabullenen davranışlar sergiledi.
Muhalefet, seçimler gündeme gelirken vahim bir anayasal suça da, ahmakça bir özgüvenle, ortak oldu. Bu ülkenin demokratikleşme tarihi anayasa mücadelesi tarihi olarak da okunabilir. Bizzat CHP’nin kendisi de bu mücadeleden çıkmıştır.
Gelgelelim, öncelikle Erdoğan ve ailesinin ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş, onların çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde işlerliği olan bu rejimin anayasal çerçevesinin dahi AKP tarafından ihlal edilmesi karşısında CHP ve sosyalistler kararlı, etkili bir direnç gösteremediler. Bu mevcut “kişiye özel” anayasanın çerçevesi içinde hareket edilmesi için direnmediler. Anayasının aksi yöndeki maddelerine rağmen Erdoğan’ın aday olmasına CHP resmen itiraz dahi etmedi.
Yani muhalif güçler hukuksuzluktansa, düzenin (ne kadar sorunlu olursa olsun) hukuksal çerçevesi içinde hareket edilmesi talebini kararlı olarak yükseltemediler.
Erdoğan için her hukuksal kodlamanın bir sınırlama anlamına geldiğini, hangi anayasa ya da hukuksal düzenlemeyi keyfi şekilde uygulamaya koyarsa koysun, bir süre sonra bu düzenlemenin Erdoğan Ailesi ve yandaşlarının ülkeyi yağmalama iştahı ve hızı karşısında bir engel haline geldiğini görmek istemediler. Böylece de AKP’yi kendi silahıyla vurma avantajını kullanamadılar.
Otokratın kişiliğinde somutladıkları siyasal kavganın aynı zamanda bir anayasa kavgası olduğunu ihmal ettiler. Bu bakımdan, muhalefetin anayasa karşısındaki tavrı fiilen otokratın kaale almama tavrından farklı olmamıştır.
Genel olarak devrimci sosyalist harekete baktığımızdaysa, özellikle 2013 Gezi Ayaklanması’ndan sonra parlamento ve başkanlık seçimlerinin odağında yer aldığı bir savaşımın fiili stratejik hedef olarak benimsenmiş olduğunu saptıyoruz. Devrimci perspektif lafta kalmıştır. Devrimciler devrimi unuttular.
2013 sonlarından itibaren sürekli olarak seçimler etrafında demokratik mücadeleye yoğunlaşmak sol hareketi, reel olarak, “Tayyip Erdoğan’sız AKP rejimi” talebini yükselten düzen muhalefetinin peşine takmıştır.
Şimdi durum böyleyse, daha ileride, parlamentoya girildiğinde, örneklerini daha önce Batı Avrupa’da görmüş olduğumuz gibi, devrimden söz etmenin “aşırılık” veya “çoçukluk hastalığı” olarak yaftalanması beklenmelidir.
Parlamento için savaşım devrimci sosyalistler için işlevsel manada bıçak gibidir. Hem ekmek hem insan kesmek mümkündür. Burjuva düzeni ancak devrimle sosyalizme dönüştürülebilir. Çok özel koşullar gerektiren çok küçük bir olasılığı abartmak “çocukluk hastalığı” olamaz. Bunun tersini savunmak oportünist bir tavır olarak düzeni meşrulaştırmaya hizmet eder.
Devrimi gerçekleştirmiş, özgüvenli, yüksek moralli bir partinin gerçekliği okuma biçiminin, zor bir mücadele içinde devrim gerçekleştirmeye çalışan partinin gerçekliği okuma biçimine göre esneklikler göstermesi, barışçıl araçları olumlaması tolere edilebilir. Ancak bu onun kabul edileceği anlamına gelmemelidir. Kaldı ki bu tür bir olasılığı dile getirenlerin kendileri dahi barışçıl olmayan bir kalkışma sonucunda iktidarı almışlardı.
Bugüne kadar hiç bir gerçek toplumsal devrim zorsuz, şiddetsiz, terörsüz gerçekleşmemiştir. Robespierre’imizin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, “devrimsiz devrim olmaz”. Hiç kuşkusuz, bu durum devrimcilerin tercihinden değil, düzenin tercihlerinden, devrimcilere karşı kullandığı araçlardan kaynaklanıyor.
Özellikle Gezi’nin sönümlenmesinden hemen sonra devrimci sol oluşumların kadroları arasında giderek ivmelenen konformist, Kürt ulusalcılığına yaslanmak gibi kolaycı eğilimlerin konsolide edilmiş olduğu gayet net olarak saptanabiliyor.
Buradan çıkmak zorundayız. Öncelikle devrimci sol siyaseti düzen ve onun muhalefeti karşısında, bilindik stratejik hedeflere vurgu yaparak, tabii konformizm engelini aşarak, bağımsız bir siyasal odak olarak konumlandırmak gerekiyor.
Seçime gelince, artık olan olmuştur. En azından yetersizliklerimizle, konformizmle oluşmasında bizim de siyasal katkımızın bulunduğu bugünkü koşullarda, seçimin ikinci turuna mümkün olan en geniş katılımla gitmek, sandık güvenliği için örgütlenmek elzemdir. Bunu sadece Kılıçdaroğlu’na kazandırmak için değil, yüzde ellinin çok üstünde bir oyla “adama kazandırmamak” adına yapmamız gerekiyor. Erdoğan ne kadar fazla oy alırsa, rejimi o kadar çok fütursuzlaşacaktır. Kimsenin şüphesi olmasın.