İstiklal Caddesi patlamasından sonra Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta ne zamandır beklenen operasyonu başlatıldı. İstanbul’daki patlama bir vesile oldu. İstanbul’daki patlamanın devlet içindeki güçler tarafından planladığı, görmek isteyenler için açıktır. Patlamanın hemen ardından başlatılan bu operasyonla hem rejimin dayandığı mevcut koalisyonun sürdürüleceği hem de seçimlerin, eğer yapılırsa, ne pahasına olursa olsun kazanılacağının işaretleri gayet açık olarak verilmiştir.
Zaten AKP rejiminin kat ettiği etaplar içinde bu rejimin operasyonlarıyla oluşturulmuş olan “muhalefet” bir kez daha, ama bu kez HDP’yi de kapsamına alarak yönetimin yanında hizaya sokulmuştur. Önce Demirtaş üzerinden HDP’ye olta atılmış, ardından oldukça acemice ya da aceleyle hazırlananan patlama senaryosu devreye sokulmuş, gelişmelerle ilgili sorgulamalara meydan verilmeksizin askeri operasyona girişilmiştir.
Daha önce de bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu rejim emperyal bir savaş stratejisinin oyuncusu olarak dizayn edilmişti. Bütün siyasal yolculuğu emperyal savaşların gösterdiği güzergah üzerinde, zaman zaman yoldan çıkma eğilimleri gösterse de, devam etmiştir. Ediyor.
Türkiye’deki yönetim, Suriye ve Irak’a istikrar gelmesini istemez. Yaratılmasında çok önemli bir rol oynamış olduğu Irak ve özellikle Suriye’deki mevcut bataklıktan besleniyor. Bu son bombardıman için hem ABD ve hem de Rusya’nın yeşil ışık yakmış olmaları, her iki ülkenin de mevcut rejimin, Tayyip Erdoğan liderliğinde sürmesini istedikleri şeklinde yorumlanabilir. En azından halen bu anlayışta oldukları düşünülebilir.
Öte yandan, muhalefet “aday” tartışmalarıyla meşgul edilirken, iktidar bir dönem daha devam edebilmek için yolu döşemektedir. Aday demişken, Saray tarafından en çok arzulanan adayın Kılıçdaroğlu, en çekinilen adayınsa, içeride büyük sermaye, dışarıda ABD ve İngiltere ile ilişkileri dolayısıyla İmamoğlu olduğu izlenimi ediniliyor.
Son olarak, Rusya’da Ekim 1917’deki devrim, Çin’deki, Vietnam’daki, Küba’daki devrimler bu ülkelerin devrim öncesinde fiilen çökmüş olan ekonomi-politik yapılarını, sosyalist bir anlayışla yeniden oluşturarak bu ülkelerin daha sağlam toplumsal temeller üzerinde varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştı. Aynısı dolaylı olarak, Rusya’daki devrime tutunmuş Kemalist devir Türkiye’si için de söylenebilir.
Araştırılacak olursa, bu ülkelerin hiç birinde mevcut kurumsal yapılar ve bürokrasi tamamen ilga edilmiyor. Dahası, devrimci süreç içersinde mevcut bürokrasinin zaten reel bir arayış içindeki en yurtsever kesimleriyle dirsek teması halinde olunuyor. Bu durum özellikle Ekim 1917 ve Mayıs 1919 sonrasında gayet net olarak görülebiliyor.
Bugün de devlet içindeki yurtsever güçlerin bu sermaye sınıfına dayanarak, bu uluslararası emperyal bağlam içinde kalarak ülkeyi kurtaramayacaklarını, tersine daha da batıracaklarını görmeleri gerekiyor.