Devrimci sosyalist liderlik oluşturmak gerekiyor

Son dünya düzeninin çökmesinden sonra başlayan ve halen sürmekte olan genel düzensizlik döneminin siyasal sonuçlarından birisi, emperyalist sistem içinde artan gerilim ve çelişkilerin hegemonik dünya sisteminde bir tür fetret dönemini (“interregnum”) yükseltmiş olmasıdır.

Bununla eş zamanlı olarak sosyalist sol siyasetteki liderlik eksikliği de temel bir sorun olarak görünmektedir.

Bugün bu halin daha fazla sürdürülemeyeceğinin işaretleri geliyor.

ABD bir kez daha emperyalist cephenin liderliğini ele almış, Avrupa ve Japonya’yı kendi etrafında tahkim etmiştir. Bugünkü görüntü böyle. Karşı taraftaysa, güç merkezleri epeydir belirgin hale gelmiş olsalar da, aralarında açık ya da örtük dayanışma, işbirliği eğilimleri bulunsa da, henüz jeo-ekonomi-politik bir bağlaşmadan söz edemeyiz. Bunun önemli bir nedeni, hemen hepsi kapitalist olan bu devletlerin halen Anglo-Amerikan hegemonyası altındaki kapitalist-emperyalist sisteme entegre konumlarıdır.

Bir büyük savaş tehlikesini canlı tutan da asıl bu entegrasyon içindeki çelişkiler ve gerilimler ve bunun yol açtığı fetret dönemidir. İki farklı dünya sisteminin rekabet ettiği eski dünya düzeninde, sanılanın aksine, şimdiki kadar canlı bir savaş riski yoktu. Göreli bir denge durumu vardı.

Britanya emperyalizminin 1.Dünya savaşı öncesinde formüle ettiği jeo-politik öncelikleri daha sonra Anglo-Amerikan hegemonyasının da öncelikleri olmayı sürdürmüş, bu hegemonik sistemin, yaratılmasında çok büyük bir rol aldığı Çin kapitalizmi (özellikle 1979’dan itibaren ABD, Çin’i güçlü bir kapitalist ülke haline getirerek, sosyalist bloğu çökertmek için onu tam anlamıyla bir müttefik yapmayı planladı), onun altını öncelenmemiş ölçüde oymuş, kendisi için zamanı iyice daraltmıştır.

Yani ABD, sosyalist bloğun çökertilmesi bakımından amacına ulaşırken, kendi “tek-kutuplu dünya düzeni” nin mezar kazıcısını da yaratmış oluyordu.

Bir savaş olasılığının azaltılması ancak iki olasılıktan birisinin ya da her ikisinin birlikte gerçekleşmesiyle bertaraf edilebilir: Çin’in bütün emperyal iddia ve heveslerinden vazgeçmesi ve böylece, nihai olarak, emperyalist sistem içinde 19.yy’daki konumuna benzer bir duruma düşmesi ; ikincisi, Çin’in ekonomik büyümesinin sınırlarına beklenenden erken ulaşması, büyüme ivmesinin düşerek, gerilemeye başlaması.

Birinci olasılığın gerçekleşmesi çok zor görünüyor. İkincisi olabilir tabii. Hatırlayacak olursak, Japonya özellikle 80’li yıllarda büyük bir çıkış yapmış, bütün dünya güçlerinin Japonya’yı sorgulamasına neden olmuştu. 80’li yıllarda Batı’da, Doğu’da, örnek alınacak bir olgu ya da büyük potansiyel bir tehdit olarak, “Japon mucizesi” senaryoları yapılıyordu. 90’lı yıllarda, Japonya’nın inişi başlayınca, Japonya “sorun” olmaktan çıktı.

Geçerken şunu belirtmek isterim : Nasıl ki kapitalizmde bir şirket siyasete dahil olmadan büyüyemezse, Çin de büyük bir siyasal güç olmadan ekonomik gelişmişliğini sürdüremez, emperyal hedeflerine ulaşamaz.

Bu arada, Çin dünya imparatorluğu olmak gibi bir tarihsel vizyona hiç bir zaman sahip olmamıştır. Sahip olduğu karasal kültür de bunun göstergesidir. Çin her zaman bir bölgesel güç olmak ister ve bu bölgeye müdahale edilmesini kabul etmez. Yani kendisine özgü bir “Monroe Doktrini” ni gözetir. Bugün de durumun farklı olmadığını söyleyebiliriz. Ancak oradan nereye doğru evrilir, şimdiden kestiremeyiz tabii. ABD de Monroe Doktrini’yle işe başlamıştı. Hegemonik bir dünya gücü haline geldi.

Obama, Trump ve Biden doktrinleri açık bir şekilde Çin’i kendi jeo-ekonomi-politik çıkarları önünde en büyük tehdit olarak ilan ettiler. Buna göre, Rusya Çin’i kuşatmak bakımından düşürülmesi zorunlu görünen ilk kale olarak sorunsallaştırıldı. Sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynakları, askeri gücüyle Rusya, etrafındaki tarihsel coğrafyasıyla birlikte (özellikle Ukrayna ve Belorusya) Avrasya’nın Batı’daki en stratejik kapısıdır. Bu kapı Çin’le işbirliği yapmak yönünde güçlü eğilimlere sahiptir.

Epeydir ABD “think-tank”leri içinde Rusya’nın düşmanlaştırılmasının doğru olup olmadığı tartışılmaktadır. Britanya jeo-politiğinin temsilcilerinden Brzezinski ekolü, Rusya’yı düşmanlaştırmanın öncelik olduğunu öne sürüyor. Bu bakımdan, mesela Brzezinski bir röportajında, Rusya’nın yayılmasını durdurmak için Ukrayna’nın ondan mutlaka kopartılması gerektiğini öne sürer. Hatta (mealen) şöyle bir veciz ifadesi vardır: “Ukrayna olmadan Rusya Avrasya imparatorluğu haline gelemez. Kolu kanadı kırılır.” (Bu arada, Brzezinski’nin de Batı Ukrayna kökenli olduğunu hatırlatayım). Brzezinski okulunun bu analizi, ABD’nin uluslararası siyaset alanında, en etkili grubu teşkil eden “liberal hegemonik dünya düzeni” kuramcılarının geneli tarafından kabul görür.

Brzezinski okulu, son dönemde, İran ve Suriye’deki ABD politikalarına karşı hayli eleştirel bir tavır almış, Rusya’nın kuşatılması bakımından İran’ın son derece önemli bir müttefik olarak yeniden değerlendirilmesini talep etmişti. İran’ın kazanılması, Suriye’nin de kazanılması olacak, Rusya’nın Doğu Akdeniz’e açılması engellenmiş olacaktı. Bu yüzden, İran İsrail’den daha önemliydi. İran’ı kazanınca, Rusya’nın kuşatılması büyük ölçüde tamamlanacaktı. İran demek, aynı zamanda, Hindistan ve Çin’e açılan kapı demekti. Böylece, Afganistan sorunu da İran sayesinde emperyalistler lehine bir çözüme kavuşacaktı.

Yeri gelmişken, Brzezinski’yle ilgili bir kaç şey söylemek istiyorum. Brzezinski, Sovyetler Birliği’ni İran, Pakistan ve Afganistan üzerinden İslamcı (“yeşil”) kuşatmaya alma politikasının en önemli hazırlayıcısıydı. Bu üç ülkenin islamcı rejimlere teslim edilmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. Carter’ın başkanlığı döneminde (1978-81), onun Ulusal Güvenlik Danışmanı’ydı. Afganistan’da sol bir askeri darbenin işaretleri alınmaya başladığı sıralarda, İran’da ABD dostu olarak bilinen Şah Rejimi’nin ipinin İslam devrimi lehine çekilmesini ısrarla talep etmişti. Humeyni’nin devrimin başına geçmesinde önemli bir rol oynamıştı. Humeyni de Afganistan’da kendisinden beklenen rolü oynamıştı.

Brzezinski, David Rockefeller’in himayesindeki oligarşik Trilateral Komisyonu’nun en önemli kurucularındandı. Nitekim, Carter da Trilateral Komisyon’un kukla başkanı olmuştu. Brzezinski, Britanya’da, H.MacKinder’la (1861-1947) başlayan ve ABD’de Spykman (1893-1943) ile devam eden jeo-politik anlayışın temsilcisiydi. Öncellerinden farklı olarak, Rusya’yı takıntı derecesinde sorunsallaştırdı. Hem Rusya coğrafyasında hem de genel olarak Avrupa’da mikro devletçikler kurulmasından yanaydı.

Son olarak, onun Ukrayna’daki CIA darbesinde Soros ile birlikte önemli bir oyun kurucu olduğunu belirtmek isterim. Bu darbede oğlu aktif bir rol üstlenmişti. Neyse, biz kaldığımız yerden devam edelim.

Brzezinski’nin bu telkinleri doğrultusunda, Obama yönetimi İsrail’i öteye iterek, onun bütün itirazlarına, Suriye sorununu körükleme çabalarına rağmen İran’la iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Ancak ABD siyasal yapısıyla iç içe geçmiş İsrailci lobiler ( S.Arabistan, BAE, Katar gibi petrol monarşilerinin İsrail’le çıkar birlikteliği içinde oduğunu da unutmayalım) aşılamadı. Trump devrinde de, malum, tersi gelişmeler oldu.

ABD dış siyasetine yön vermeye çalışan Brzezinski karşıtı olarak görülebilebilecek “yapısalcı-gerçekçi” tabir edilen okulsa, asıl tehditin Rusya değil, Çin olduğunu vurgular. Bu okula göre, ABD hegemonyasına karşı kendi hegemonyasını kurabilme kapasitesine sahip tek güç bu ülkedir. Bu potansiyel hegemonik gücün bertaraf edilebilmesi için gerçekçi yolun Rusya’nın müttefikleştirilmesi, böylece Çin’in hareket alanının iyice daraltılması olduğunu öne sürer. Rusya olmadan Çin’i kuşatmanın mümkün olamayacağının altını çizer. Çin’in Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi üzerindeki iddialarının ABD tarafından kabul edilmesinin mümkün olmadığını hatırlatarak, Çin’in kendisi için yaşamsal olduğunu öne sürdüğü Doğu ve Güney Çin Denizleriyle ilgili iddialarını geri almadığı takdirde, bir ABD-Çin savaşının kaçınılmaz olacağını ilave eder.

Çin’in komşularının Rusya, onun etki alanında görülebilecek Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Moğolistan, Hindistan, Laos, Vietnam; ve Afganistan, G.Kore olduğuna işaret eden söz konusu okul, Rusya olmadan Çin’in kuşatılmasının olanaklı olamayacağını söyler. Çin’in bu karasal komşularından, Rusya faktörü dolayısıyla her türlü ekonomik ve askeri-lojistik desteği temin edebileceğine vurgu yapar.

Brzezinski son döneminde Çin’in devasa bir ekonomik güç haline gelmekte olduğunu görmüş ve Rusya karşısındaki tutumunu yumuşatmış, asıl hedefin Çin olması gerektiğini kabul etmişti. Ancak kendisinin oluşturucuları arasında bulunduğu yerleşik anti-Rusya siyasetini değiştirmek için gecikmişti.

Bugün itibarıyla, ABD Rusya’yı düşmanlaştırma siyasetini tercih etmiştir. Sanırım buradaki en önemli saik, Almanya ve/veya AB’yi kendi yanında tahkim etmektir. Oysa, Avrupa’nın dünya jeo-ekonomi-politiğindeki önemi sürekli azalmaktadır. Bu kıta büyük bir endüstriyel kapasiteye sahip olsa da, kendisini ekonomik olarak sürekli genişleyen bir ölçekte sürdürebilmek bakımından Rusya dışında reel “ekonomik” bir olanağa sahip değildir.

Almanya, bugün itibarıyla, Anglo-Amerikan hegemonyasına teslim olmakla 4.Reich hayallerine de reel olarak ihanet etmiş oluyor. Ukrayna’yı kendi Avrupa kolonisine dahil etme hevesi elde patlayan bir bomba haline dönüşme potansiyeli taşımaktadır.

Kısa kesmek gerekirse, ABD’nin bu stratejik akılla Çin’i durdurması, eğer Çin’in kendisi durmazsa, olanaklı görünmüyor. Bu yolda ısrar, hem ABD’nin hem de AB’nin sönüşünü hızlandıracaktır.

Emperyalist sistemin kendi içindeki bu çatışmalar, sistemi daha kırılgan hale getiriyor. Bu da sosyalistler açısından devrim olanakları demektir.

Öyle bir iki semtin kafelerine, ilçe binalarına sıkışıp, üye kaydetmeyi, önüne gelene parti rozeti takmayı, başlıca siyasal çalışma olarak görenlerin, tabii eğer devrimci kayguları varsa, devrimci perspektifleri zayıflıyor.

Giderek, “biz ille de Rusya ya da ABD’den birini desteklemeli miyiz”, ” ne NATO ne Putin”, “Putin bu işgalle neo-nazileri kahraman yaptı”, “Putin, Ukrayna ordusuna darbe çağrısı yaparak gayri-ahlaki davrandı”, “Rusya tuzağa düşürüldü.Şimdi onu uzun süre yıpratacaklar” gibi naif, hiç bir devrimci siyasal analize dayanmayan, jeo-ekonomi-politik bakımdan miyop ifadelerle, kapitalist-emperyalist ateş çemberinin her tarafı sarmaya başladığı koşullarda, parkta çember çevirmeyi tercih eden çocuklar gibi davranıyorlar. Gerçeklikle siyasal devrimci bağlantılarının kopmuş olduğu görülüyor.

Ne yani, Ukrayna’yı NATO himayesinde, oligarkların parasal desteğine dayanarak yöneten neo-nazi klikle , “kahraman” olurlar diye savaşılmasın mı? Savaşan tarafların her biri kendi açısından ve onlarla aynı çıkarları paylaşanlar için kahramandır. Kahramanlaştırılırlar. Sonra, her savaş yıpratıcıdır. Varoluşsal bir savaşı göze alıyorsanız, elbette yıpratılacağınızı da göze alacaksınız. Devrim süreci de yıpratıcı değil midir?

Sol teorileri var. Kuru kuruya yineleyip duruyorlar. Bunu yaparken liberal bir politik kültüre yaslanmaktan, onun diliyle konuşmaktan imtina etmiyorlar. Rusya ne yapabilirdi mesela? Diplomasi, Rusya, Almanya ve Fransa’nın gayretlerine rağmen ABD ve İngiltere tarafından engellendi. Bunu göremiyor muyuz? Yarın bu görüşmelere katılmış olanlar anılarını yayınladıklarında mı öğreneceğiz? Peki, bugün Rusya teslim olsaydı, ne olacaktı? Suriye’de devreye girmese ne olurdu? Yani Nato kazanımlarını daha ötelere taşısaydı… Eğer Rusya’nın set olmaya çalışmasına karşıysanız, emperyalist hegemonyanın kendisini tahkim ederek sürdürmesini istiyorsunuz. Bunun siyaseten başka bir izahı yok. Devrimci perspektif bütün derinliğiyle stratejik bir akla referans verir. Bu akıl yoksa, perişanlık kaçınılmaz olur.

Marksist-leninist eğitimin amacı kuramı belletmek, Marks’ın, Lenin’in söylediklerini, yazdıklarını ezberletmek değildir. Somut durumlarda, sorunlar karşısında Marks’ın, Lenin’in nasıl davranabileceğini kestirmek, sorunlara, bugünkü dünyaya yaklaşımlarına kılavuzluk edecek yöntemi kavramaktır.

“Darbe” çağrısına gelince, Putin, oyunu emperyalistlerin kurallarıyla oynamaya çalışıyor. Aksini mi bekliyordunuz? Sonra, darbe kategorik olarak ret edilemeyecek bir bir iktidar tekniğidir. Tayyip Erdoğan ve onun rejiminin sol-liberal organik aydınları da darbelere karşıydılar. Sonra arka arkaya iki darbe yapma ihtiyacı duydular. Bu arada, Lenin ve bolşevikler de Ekim 1917’de hükümet darbesi yapma kararı almamışlar mıydı?

Bugüne kadar ki, devrimlerin hepsi ya büyük savaşlardan ya da o savaşlar sonrasında kurulan dünya düzeninin sağladığı jeo-ekonomi-politik olanaklardan çıktılar.

Ancak şimdi bu solun derdinin bir seçim seçeneği haline gelmek olduğu görülüyor. Liberal etkiler altındaki hedef kitlelerine hitap ediyorlar. Aksi yöndeki ifadelerin bir geçerliliği yok. Pratikleri böyle.

Aslında bu eğilim 1956’tan, hatta biraz daha öncesinden itibaren SSCB’nin komünist partilere atfetmiş olduğu rolün yeni koşullardaki tezahürü olarak da görülebilir. O zaman da, karizmayı çizdirmemek adına, bir yandan “proletarya diktatörlüğü” ve “sosyalizm” vazgeçilemez kırmızı çizgiler olarak sunuluyor, ama “tüm halkın devleti” bir anayasa maddesi haline sokuluyor, “kapitalist-olmayan yol” de-facto kabul görüyordu. Komünist partilere de aynı anlayış empoze ediliyordu. Bu partiler devrimci bir anlayışa yabancılaştırılıp, ülkelerindeki burjuva siyasetine karşı bir seçim seçeneği, dolayısıyla düzen açısından “evcil” siyasal bir koz, ya da isterseniz, bir “şantaj aracı” haline getirilmeye çalışılıyordu.

Eskinin bu yaşayan etkilerinin yanı sıra, 80’lerin ortalarından itibaren maruz kalınan neo-liberal ideolojik bombardıman (Batı Avrupa’da bu bombardıman 68’den itibaren başlar) da sol aklı tahrip etti. Geniş kesimleriyle sol bugün liberal kültürün dairesi içinde yer alıyor. Seçim kaygusuyla hareket etmeleri de bu kültürü iyice tahkim etmelerini teşvik ediyor. Zaten zayıf olan devrimci reflekslerini köreltiyor.

Son olarak, bu tartışmalar sırasında tabii sık sık SSCB de gündeme gertiriliyor. Onun etrafında aslı astarı olmayan iddia ve iftiralarda bulunuluyor. Bu arada da, onun çöküşüyle ilgili yanlış değerlendirmeler yapılıyor. Bunlardan birisi, SSCB’nin Çin gibi sanayileşmeye ağırlık vermediği, sadece askeri sanayileşme hedefini gözettiği, bu yüzden de çöktüğü şeklindeki dayanaksız tespittir.

Bir kere, SSCB çöktüğü zamanda bile dünya sanayi üretiminin neredeyse yüzde yirmisini yapıyordu. Evet doğrudur, tüketim malları üretimi konusunda sorunları vardı. Sovyet sanayisinin ağır sanayi alanında yoğunlaşması, sadece askeri sanayinin taleplerinden değil, Batı’nın teknoloji konusundaki yaptırımlarından da kaynaklanıyordu. Unutmayalım, çöktüğü güne kadar SSCB ekonomik olarak da kuşatılmış bir ülkeydi.

Çin’e gelince, yukarıda değindim. Çin 70’lerin başından, Nixon-Kissinger ziyaretinden itibaren SSCB’ye karşı emperyalizmin siyasal müttefiki olması karşılığında ekonomik olarak desteklenecekti. 1962’den itibaren Çin liderliği Büyük Proleter Kültür Devrimi hazırlıklarına başlamıştı. 50’lerin sonlarındaki ütopik Büyük İleri Atılım’ın başarısızlığı, ve SSCB’de Hruşçov’un restorasyonunun başlamasından sonra Mao’ya yönelik eleştiriler parti içinde yoğunlaşarak arttı. O kadar öyle ki, Mao partideki yönetimi, sonradan “kapitalist yolcular” olarak suçlayacağı, sağ kanat (Bunları siyasal çizgileri itibarıyla Sovyetler Birliği’ndeki bukarincilere benzetebiliriz. Ve tabii SSCB’de Hruşçov anlayışının hakim olduğu koşullarda partide etkili olmalarını tesadüf olarak değerlendiremeyiz) liderliğe, Liu Shaoqi ve Deng Xiaoping’e bırakmak zorunda kalmıştı. Mao’nun parti üzerindeki kontrolü hayli azalmıştı.

Bu koşullarda 1931-1949 arasındaki ulusal kurtuluş savaşının askeri önderlerinden Mareşal Lin Biao’yu yanına çekerek, askeriye ve öğrenci gençliğin ittifakını kurdu ve Kültür Devrimi sürecini başlattı. Askeriyenin ön almasıyla parti geri itildi. Partideki “kapitalist yolcu” sağ kanat liderlik tasfiye edildi. Yerine, liderleri arasında Mao’nun eşinin de bulunduğu, sol kanadın hakimiyeti sağlandı. Bu kez bu sivil sol kanatın devreye sokulmasıyla, öğrenci ve askeriye arasındaki ittifak bozularak askeriye geri plana çekildi. Lin Biao ve ailesi fiziksel olarak tasfiye edildi. Partiden sonra ordu da Mao karşısında zayıflatılmış oldu.

Bütün bu süreç içinde aslında alttan altta sınıf mücadeleleri sürüyordu. 1966’dan itibaren oluşan kaotik süreçte yeraltı pazar ekonomisi giderek güçlendi. Kültür Devrimi sürecini sosyalizmin kuruluş sürecine dönüştürmek düşüncesindeki sol kanat liderlik, Mao’nun girişimleriyle, “Dörtü Çete” yaftasıyla tasfiye edildi. Deng Mao tarafından göreve çağrıldı. Böylece, soldan yola çıkan devrim sağa dönerek yolculuğunu tamamlamış oldu.

Kültür Devrimi esasen 1969 yılından itibaren bir yol ayrımına ulaşmıştı. Ya sosyalizme yönelecek ya da “kapitalist yolcu” olacaktı. Mao liderliği ikinci yolu tercih etti.

Deng esasen fiilen işleyen yeraltı pazar ekonomisinin temsilcisiydi. O yapının üzerine oturdu. Bu arada, Mao’nun ölümünden sonra, SSCB’deki, Çernenko benzeri silik bir figür olan Hua Guafeng parti içindeki hiyerarşik güç dengelerine dayanarak kısa bir süre Mao’nun koltuğunda oturdu.Ancak fiili pazar ekonomisinden nemalanan reel bir küçük-burjuva toplumsal güce dayanan partideki sağ koalisyon tarafından kızağa çekildi.

Meydan Deng’e kalınca, temsilcisi olduğu kontrollü pazar ekonomisinden yana olan grupların talepleri doğrultusunda hareket ederek 1979’da, ABD ile sıkı ve programatik bir işbirliği sürecini başlattı. Çin zaten 70’lerin başlarından itibaren ABD tarafından soğuk savaşın düşman cephesinden çıkartılmış, dost kuvvet haline gelmişti. Bu rolüyle de SSCB’nin yıkılmasında etkili bir rol oynamıştı. Yani Çin Halk Cumhuriyeti, ilk soğuk savaştan, SSCB’nin düşmanlaştırılmasından, günümüzde etkileri süren sonuçları bakımından değerlendirildiğinde, en çok nemalanan ülkelerin başında gelir. SSCB’nin düşmanlaştırılması adına ideolojik alanda bu yönde, amiyane tabirle, sürekli gaz vermesi ancak bu bağlamda anlaşılabilir.

Dolayısıyla, Çin ve SSCB’nin farklı jeo-ekonomi-politik gerçeklikleri vardı. Değerlendirmeyi buna göre yapmak gerekir.

Bizdeki devrimci sosyalist siyaset, geneli itibarıyla, tekelci-kapitalizmin reel, uluslararası çapta bir olgu olduğunu, emperyalizmin sınıf savaşımının yoğunlaşmış haliyle uluslararası düzeyde cereyan edişi olduğu gerçeğini pratik olarak kavrayamıyor. Olaylara, olgulara jeo-ekonomi-politik uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakamıyor.

Tarihi global olan ve lokal olan arasındaki diyalektiği gözeterek, sadece art-süremli değil, aynı zamanda, eş-süremli bir yöntemle, süreklilikleri, kopuşları tespit ederek okumak lazım. Bunu beceremiyor.