“Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak Artık”

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’ya askeri müdahalesi sonrasında malum medya klişelerini tekrar işitiyoruz. Bunlardan en çok dile pelesenk edileniyse, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık”. Çok geriye de gitmeye gerek yok, her şey olmasa da, bir çok şey, hem de spektaküler bir şekilde, eskisi gibi olmaya devam ediyor.

Ukrayna söz konusu olduğunda, bundan 6-7 yıl önce de uluslararası ilişkilerde benzer tartışmalar yaşanmış, sonunda Rusya Federasyonu Kırım’a yönelik bir operasyon yapmıştı. Daha geriye gidersek, Gürcistan’da da iki kez benzer restleşmeler olmuş, Rusya müdahalelerde bulunmuştu. Daha bu yakınlarda, Ermenistan NATO’yla olası bir flörtün işaretlerini vermeye başlayınca, tekrar hizaya sokulmuştu. Yani benzer şeyler olmaya devam ediyor. Devam edeceği de anlaşılıyor.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeni 1991’de resmen sona ermişti. Daha önce bir çok kez hatırlatmış olduğum gibi, bu dönem dünyada en uzun sürmüş göreli barış dönemidir. Yanı sıra, Batı Avrupa’da en uzun sürmüş liberal demokratik dönemdir. Sonra, dünyada genel olarak, sosyal devlet anlayışının, refahçı politikaların da en uzun süre uygulanmış olduğu devirdir. Tabii bu kırk yıla yakın bir süre kesintisiz devam eden “soğuk savaş” olarak tabir edilen, görünüşte iki farklı sistem arasında cerayan eden total bir rekabetin de dönemidir.

Söz konusu dünya düzeni çöktükten sonra ABD, AB ve Japonya sac ayağı üzerinde yükselen, ABD hegemonyasının taşıyıcısı olan emperyalist Troyka zafer naraları atarak, “tarihin sonu” na ulaşıldığını, artık liberal kapitalizmin dünya egemenliği önünde bir engelin kalmadığını duyurarak, küresel “neo-liberal”, “yeni-muhafazkâr”, özcesi, postmodern bir “haçlı” seferini başlattığını ilan etmişti. Dünyaya şöyle seslenilmişti: “Ya bizden yanasınız, ya ‘ötekiler’den”. Bu “ötekiler”in içeriği yapılan hamlelerin seyrine, koşullara göre doldurulup, boşaltılıyordu.

Burada en dikkat çekici nokta, emperyalistlerin özellikle dünyanın bir bölgesine, Yakın Doğu’yu da ihtiva eder şekilde, daha önce büyük bir kısmı ya doğrudan SSCB’nin parçası olan, ya da yine bu ülkenin etki alanında bulunan Avrasya tabir edilen geniş bölgeye odaklanmış olmasıydı. SSCB tasfiye edilince, artık komünizmin işi bitmiş, iki uzlaşmaz sistem arasında cereyan ettiği görülen soğuk savaş sona ermişti. Görüntü buydu.

Amerikan “establishment” ının entelektüel olarak en itibar edilen figürlerinden Brzezinski, daha soğuk savaş devrindeki bir söyleşisinde mealen şöyle diyordu: ” Bizim için SSCB’nin komünist ya da kapitalist olmasının o kadar önemi yok. Bizim için önemli olan, bu ülkenin jeo-politik çıkarlarımıza göre hangi konumda bulunduğudur. Bu çıkarlarımızın önünde engel teşkil edip etmediğidir”.

O zaman ki SSCB liderliği bu emperyalist “jeo-politik” kavramının karşısına bilindik marksist-leninist argümanlarla çıkyordu. Bir takım savunmacı uygulamalara başvuruyordu, ama bu emperyalist jeo-politik kavramını kavramsal düzeyde karşılayabilecek bir araçtan yoksundu. Bu yüzden analizleri, karşı-hamleleri cılız kalıyor, yer yer bir bumeranga dönüşebiliyordu.

Emperyalist jeo-politik, Britanya emperyalizminin hegemonyası sırasında, daha ilk dünya savaşından önce ve söz konusu hegemonyanın sönmeye yüz tuttuğu sürecin, sürdürülebilirlik ve tabii güvenlik kaygularının yakıcı bir görünüm aldığı, belli bir aşamasında, Avrasya olarak tabir edilen coğrafyanın “eksen”” ya da “öncelikli hedef” olarak sorunsallaştırılmasıyla oluşturuldu.

Buna göre, Britanya emperyalizminin sürdürülebilirliği, yeraltı, yerüstü ve insan kaynakları ve geniş tarımsal alanları bakımından vazgeçilemez olan bu bölgenin kontrol altına alınmasıyla mümkün olabilirdi. Bu anlayışın uygulanması önünde en büyük engel, bu coğrafyanın büyük bir kısmını kontrol eden Çarlık Rusyası olarak görülüyordu. Yani baş düşman oydu. İngiltere’nin bu doktrinin mimarı ve kadim Rus düşmanı olduğunu hiç unutmayalım.

Bu öğreti, yan coğrafyalara metaztasıyla, ABD hegemonyasındaki emperyalizm devrinde de aynen benimsendi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’ye yönelik fiziksel ve ideolojik kuşatma stratejileriyle uygulamaya konuldu. Yarı-feodal Çarlık Rusyası yerini iki devrimden sonra sosyalist SSCB’ye bırakmıştı. Yani baş düşmanın toplumsal-ekonomik sistemi ve ideolojik anlayışı uzlaşmaz şekilde değişmişti. İlk soğuk savaş, kuşatma stratejisiyle bu koşullarda başladı.

SSCB’nin bu stratejiye yanıtının ipuçları savaşın son seyrinin yarattığı koşullar içinde ortaya çıkmıştı zaten. Bunun marksist-leninist kuramda, “dünya devrimi” anlayışının tezahürü olarak görülebilecek, referansları vardı.

Geçerken, Troçki ve Troçkizmi yanlış bir bir figür ve giderek anti-komünist bir akım yapan, bizatihi bu marksist-leninist “dünya devrimi” anlayışı değil, bu devrimin gerçekleşmeyeceğinin, ve Rusya’da gerçekleşmiş devrimin, Polonya örneğinde olduğu gibi, askeri araçlarla başka ülkelere taşınmasının da mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, reel olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” uygulamasına, karşı-devrimciliğe, anti-komünizme kapı aralayarak, devrimin kazanımlarını tehdit eder şekilde karşı durmasıdır. Yoksa, “dünya devrimi” talebi marksist-leninist bir taleptir. Talebin kendisi yanlış değildir. Yanlış olan, somut durumun somut analizinin Troçki tarafından yapılamamış olmasıdıydı. Farklı nedenlerle, hem “dünya devrimi” hem de “tek ülkede sosyalizm” talepleri, tezleri marksizm-leninizme aykırı değildir. Birincisi, o güne kadar ki mevcut kuramda içkindir. İkincisi, pratik koşulların yerleşik kurama müdahalesidir. Troçki (kişisel -psikolojik sorunlarının da etkisiyle) bu diyalektiği kabullenmediği için kendi kendisini tasfiye etmiştir.

SSCB, emperyalist kuşatma stratejisine karşı “cordon sanitaire” tabir edilen tampon devletlerle etrafını çevreleyerek yanıt verdi. Emperyalistlerle SSCB arasındaki olası bir doğrudan savaşı engellemede bu uygulamanın büyük bir payı olmuştur. Ancak Hruşçov döneminde hoyratça ve stratejisiz, programsız olarak başlatılan ve Brejnev-Suslov dönemi boyunca da (inişli çıkışlı bir seyirle) programlı bir şekilde devam eden restorasyonun elbette uluslararası siyasette de yansımaları olacaktı. Nitekim, bu “cordon sanitaire” anlayışı Afganistan’da ağır bir darbe yedi. SSCB’nin sürdürebilirliği bakımından için geri sayım hızlandı.

Restorasyoncu anlayışın entelektüel sonuçları da olur. SSCB’ de, marksizm-leninizmin yaratcı şekilde ve devrimci perspektifi yitirmeden yorumlanması yerine klişelerle, içi boş hamasetle durum idare edilmeye çalışıldı. İdeolog Suslov bu restorasyoncu aklın baş temsilcisiydi. Amiyane bir anlatımla, Sovyet liderliği, gol atma derdi olmayan, gol yememeye çalışan bir oyun anlayışıyla, kendi yarı sahasında top çevirip duruyordu.

Sovyetler Birliği bir çok nedenden dolayı çöktükten sonra troyka emperyalizmi kendisini “son dünya düzeni” olarak görme kuruntusuna kapıldı. Yoksa, tarihin sonu gelmemişti. Tarihin sadece bir devresi sona ermişti. Emperyalistler bunu göremediler. Şimdi artık kapitalist olmuş (bu kapitalizmini de hukuksal altyapısı zayıf olduğu halde fütursuz bir anlayışla uygulayan) Rusya, güçlü emperyal ve rövanşist eğilimleriyle onlara bunu spektaküler şekilde gösteriyor. Göstermeye devam edecek. Bu kez Rusya emperyalist düşmanlarını bir tür restorasyona zorluyor. Bu yolda son 20 yılda epey mesafe kat ettiği de görülüyor. Emperyalizm restorasyonunu kabul etmeden yeni dünya düzeni kurulamayacaktır. Bu elbette, görüyoruz, yaşıyoruz, kanlı bir süreçtir.

Bu eksen coğrafya, jeo-politik olarak kavramsal bir çerçevede sorunsallaştırıldıktan sonra iki kez büyük, genel savaşların alanı olmuştu. Halen bu emperyalist jeo-politik kararlılıkla izlendiğine göre, bir kez daha, en az öncekiler kadar kanlı, büyük savaşı tetikleyebilir.

Bu arada, eski ve yeni soğuk savaşları başlatan ya da ilan eden ülke SSCB ve Rusya Federasyonu değildir. Avrasya odaklı jeo-politiğin programatik pratiğini gerçekleştirmeye çalışan emperyalistlerdir. Bu ikinci soğuk savaş 2002’de ABD’nin SSCB (ve sonra Rusya tabii) ile arasındaki 1972’de imzalanan SALT 1 Antlaşmasını (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması) tek yanlı olarak bozması ve NATO’nun daha önce Gorbaçov döneminde SSCB’ye, eski Varşova Paktı ülkelerini kapsamına almayacağına dair verdiği taahütleri yok sayarak, Rusya’yı NATO kuşatmasına almasıyla fiilen başlamıştır.

Burada SALT 1 demişken, ondan bir kaç yıl sonra imzalanan ve esas amacı ABD hegemonyasının meşruiyetini dünyaya kabul ettirmek olan ve SSCB ve bağlaşıkları tarafından imzalanan Helsinki Senedi’nin, ilk soğuk savaşı ABD’nin kazandığının en erken belgesi olduğunu da belirtmek isterim. Tekrar olsun, bu senedin altında SSCB ve diğer Varşova Paktı üyelerinin imzası vardı. Bir ayaktopu tabiriyle, Sovyet liderliğinin emperyalistlerle uluslararası ilişkileri bağlamında, kendi kalesine atmış olduğu ilk goldür. Yenen bu gol, Sovyetler Birliği’nin geleceğini emperyalistler lehine ipotek altına sokmuştur.

90’lı yıllardan itibaren NATO’nun gün bugündür deyip, adeta bir Amok Koşucusu semptomuyla Balkanlar’dan Avrasya’ya kadar önüne geleni NATO’ya dahil etmesi ya da dahil etmeye çalışması, onun stratejik aklının ne denli köreldiğinin en somut göstergesidir. Bunun bir bumeranga dönüşmekte olduğunu görememektedir.

NATO’nun artık 16 yerine 30 üyesi vardır. Bu ülkelerin farklı jeo-ekonomi-politik kaygularının olduğu açıktır. 30 üyenin birlikte karar alıp, ortak hareket etmesi nasıl mümkün olacaktır? Nitekim, bugün Rusya karşıtı açıklamalarına rağmen NATO’nun Avrupalı üyeleri etkin tavır koymaya yanaşmamaktadırlar. Balkanlardaki üyeler zaten Rusya’ya karşı bir savaşta yer almayacaklarını ilan etmişlerdir. Halen yeri göğü natolaştırmak hevesinin emperyalistler için bile akılla izahı yoktur. Avrasya odaklı jeo-politik anlayışının kuşatma stratejisi artık emperyalist Troyka bakımından bile tehlikeli bir ayak bağı halini almıştır.

Rusya’nın açık denizlere çıkışlarını kapatmak, onun nefes borusunu tıkamak demektir. Rusya böyle ölmektense, vuruşarak ölmeyi tercih edecektir. Gorbaçov-Yeltsin-Yakovlev devri ülkesi yok artık. O tarih oldu. Ancak emperyalistler kendi kendilerine ilan ettikleri şizofrenik “tarihin sonu” nda kaldılar. O sonun kurduklarını sandıkları “yeni dünya düzeni” nin de sonu olduğunu halen göremiyorlar. Ya da görmemek için direniyorlar. Neyi bekliyorlar? Putin’in “tamam arkadaşlar ben artık oynamıyorum, siz kazandınız, zaten Baltık Denizi’ni bana kapatmıştınız, şimdi Karadeniz’i de kapatın, ben gemilerimi Hazar Denizi’nde yüzdürürüm” demesini mi bekliyorlar? Ki Putin, böyle teslim olduğu halde dahi gemilerinin Hazar Deniz’inden de kovulacağını çok iyi biliyordur şüphesiz.

Ukrayna’ya gelince, daha önce burada bir çok kez yazdım. Ukrayna, iki dünya savaşının anahtar coğrafyasıdır. En şiddetli çarpışmaların alanı olmuştur. Stratejik açıdan bir kavşak noktasıdır. Söz konusu olan sadece ülkenin içerdiği ekonomik kaynaklar değil, bundan çok daha önemli olan, emperyalistler tarafından Rusya’nın kuşatılmasında, boğazının sıkılmasında coğrafi konumu itibarıyla oynayabileceği roldür. Bunu hiç akıldan çıkarmayalım.

Emperyalistlerin Yakın Doğu’da, Orta Doğu’da, Afrika kıtasında, L.Amerika’da SSCB’nin tasfiyesinden sonra neler yaptıklarını, el attıkları her yere felaket, kan, açlık, hırsızlık, her türlü baskı, korkunç bir gericilik götürmüş olduğunu görmüyor muyuz?

Yok, ne Rusya ne Çin emperyalist ülkelerdir. İkisi de kapitalist, ikisinin de emperyal, yayılmacı eğilimleri var. Ancak bugüne bakmamız gerekiyor. Bugün en öncelikli hedefimiz, emperyalizmin geriletilmesi olmalıdır. Emperyalizm hâlâ çok güçlü, çok saldırgan. Sadece devasa bir savaş makinesine ve enformasyon aygıtına değil, aynı zamanda buna olanak veren büyük ekonomik araçlara da sahip.

Sonra bu basitçe bir Rusya-Ukrayna savaşı da değil. Asıl savaş halklar üzerinden silindir gibi geçmek pahasına, onların sahip oldukları bütün kaynaklara çökmeye çalışan emperyalizm ile emekçi halklar arasındadır.

Rusya elbette öncelikli olarak kendi ulusal-kapitalist emperyal emelleri adına emperyalist Troyka ile didişiyor. Ancak, Rusya’nın bu direnişleri, müdahaleleri ilericilere, devrimcilere toparlanmaları için zaman kazandırıyor. Bu direniş, emperyalist sistemde ekonomi-politik bağlamda gedik açma olanaklarını içinde barındırıyor.

Bugün sadece emperyalist devletlerde, genel olarak burjuva siyasetinde, ülkemizi bu hale birlikte sokmuş iktidar ve muhalefette (“düzen partisi”nde) yakıcı bir liderlik sorunu yaşanmıyor, dünya devrimci sosyalist hareketi de aynı sorundan muzdariptir. Böyle bir dönemden geçiyoruz.

Bu halimizi de dikkate alarak değerlendirmeler yapmamız gerekir. Yaşamda bir işe yaramıyorsa, kendi başına teorik doğruların tekrarlanması bir işe yaramaz. Dahası, bir bumerang işlevi de görebilir. Teorik doğrular önemlidir. Ancak bunlardan pratik sorunlar karşısında isabetli talepler, taktiklerle siyasetler üretmek çok daha önemlidir. Öncü partinin de esas işlevi budur.

Not: Burada, geçmiş yıllardaki yazılarımda Ukrayna konusuna bir çok kez değinmiş olduğum için aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. İlgilenenler o yazılara bakabilirler.