Türkiye’deki mevcut rejim emperyalist BOP senaryosunun oyuncularından birisi olarak kurgulanmıştı. Buna göre, Orta Doğu’da emperyalist siyasetin planladığı doğrudan ve dolaylı savaşlarda, esas olarak, lojistik roller üstlendi. Kısacası, bu rejim emperyalist savaş planlarının parçası olarak yükseldi.
Söz konusu savaşın evreleri, etapları, ileri/geri hamleleri içinde zaman zaman yeni ayarlara maruz kaldı. Yine bu kararsız koşulların yarattığı boş alanlarda bazen kendi başına buyruk hareket edebileceği manevra olanakları buldu.
BOP stratejisinin Suriye’de tıkanması, alt edilmesi güç bir direnişle karşılaşması, bir yandan emperyalistlerin hesaplarını alt üst ederken; diğer yandan, akılcı hareket etme kapasitesi iyice körelmiş Türk devletinin sahadaki rakip güçler açısından giderek kontrolden çıkmasını da teşvik etti.
İdlip, Türk devleti için uzatma dakikalarının oynandığı saha haline geldi. Buna karşın, o hâlâ kendisinin bu senaryodaki rolünün tamamlanmış olduğunu kabullenemiyor. Kendisi için bir senaryo yazarak yeni bir oyun kurmak istiyor. Bu kez, güreşe doymayan mağlup pehlivan rolündedir.
Daha önce de bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu tür emperyalist proje rejimleri, proje duvara toslayınca ya da çökünce son hamlelerini yaparak, sahneden çekilmek zorunda kalıyorlar. Bugün aynısı, AKP ve Erdoğan rejiminin başına gelmektedir.
Şimdi bir yandan Suriye sahasındaki ABD müttefiki Kürt gruplarla temas ederek; diğer yandan, NATO ve ABD’yi harekete geçirerek, kendi çabasıyla yarattığı, giderek kendisini yuttuğunu da hissettiği girdaptan çıkmaya çalışıyor. Ne var ki, ortada bırakılmış olduğunu göremiyor.
Artık ne ABD-AB-S.Arabistan ve İsrail; ne de Rusya, İran ve Suriye Tayyip Erdoğan sonrasını sorunsallaştırıyor. Hepsinin nazarında Erdoğan için çok geçtir. Erdoğan sonrası hepsi için mevcut Türkiye siyasal yapısının sunduğu manzara içinde giderek netleşiyor. Bu netleşen tablo da hiç birisini (şimdilik) rahatsız etmiyor. Abdullah Gül’ün mesajının böyle bir okunuşu da mümkündür.
Gelgelelim, çarşı, pazar hesabının evdeki hesaba göre şaşabileceğini de ihmal etmemek lazım. Uzatmaları oynayan sadece Türkiye’deki rejim değil, 1946’da soluk almaya başlamış ama 1991’de soluğu tükenmiş, o zamandan beri sunni teneffüsle yaşatılmaya çalışılan dünya düzenidir.
Türkiye’deki mevcut rejimin bu şekilde, öngörüldüğü gibi, devre dışı kalması, ülkedeki halk kitlelerinin önündeki bir siyasal engelin aşılması ama daha çetin olanının yerine geçmesi anlamına gelir. Bu senaryoya göre gidene evet, ama gelene de hayır demek zarurettir.
Bugün AKP’nin maruz kaldığı bu sefil tablo, her şeyden önce, Gezi’nin ilanı gecikmiş zaferi olarak görülmek gerekir. Hiç bir ilerici toplumsal mücadele boşa gitmez. Gezi de boşa gitmemiştir.
Gezi daha bitmemiştir. Dünyaya baktığımızda, Gezi yönteminin giderek daha global düzeyde kabul görerek, yeni bir etaba girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Artık kapitalizmin, onun düzen siyaset ve siyasetçilerin halk sınıflarının en temel taleplerini karşılama kapasitesini süreğen bir hal olarak kaybetmiş olduğu bir devredeyiz.
Mesela, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile sistem, vasıflı olanlar da dahil, neredeyse çalışanların büyük çoğunluğu için -açık ya da örtük- bir “asgari veya düşük ücret kapitalizmi” haline dönüşmüş olmasına, bir çok aktüel vak’ada gözlemlendiği gibi, hemen hemen 19.yy çalışma koşullarını dayatmasına rağmen öznelerinin en temel “iş” taleplerini yanıtlayamıyor.
Bugün dünyanın en kalabalık ordusu, “yedek iş gücü” ordusudur. Bu orduya önderlik ederek dünyayı fethetmek en güncel devrimci sorundur.