1- Bir kez daha belirtmek ihtiyacı duyuyorum : AKP rejimi bir seçim sonucunda gitmez. Son belediye seçimleri bu iddiayı güçlendirmiştir. Haziran ayında yapılacak İstanbul seçimlerini AKP kaybetmemek için (seçimin iptali de dahil) her yola başvuracaktır. Bu arada, Stalin yoldaşın veciz ifadesidir : “Oyları kimin saydığı, kimin oy verdiğinden daha önemlidir”.
2- Bu rejimin yıkılması, ancak bir halk kalkışmasıyla mümkün olabilir. Bu kalkışma gerçekleştiğinde de bütün mesele, acilen bir önderliğin teşkil edilerek devrimin kaptırılmaması olacaktır. AKP’siz bir AKP rejimi tasarlayan iç ve dış güçlere aman vermemek lazım.
3- Bu yönetimin doğrudan, bir takım ekonomik önlemlerle dış güçler tarafından yıkılmasını beklemek doğru değildir. Söz gelimi, S-400 sorunu etrafında ABD’nin ekonomik müdahaleleriyle yönetimin düşeceği beklentisi içinde olmamak gerekir. ABD’nin yapabilecekleri sınırlıdır. Öyle ABD düğmeye basacak, iktidar hemen gidecek beklentisi içinde olmamak gerekir. Türkiye’deki büyük bir ekonomik çöküşün zaten hayli kırılganlaşmış olan uluslararası ekonomi üzerinde de olumsuz etkileri olacaktır. Bunu ihmal etmeyelim. Yaptırımlarla mesela, döviz sepeti lira karşısında biraz daha değerlenir. Zaten epey azalmış olan sıcak para girişinde sıkıntılar büyür. Sonuçta, ekonomi felç olabilir. Tamam, kabul. Gelgelelim, Türkiye’deki gibi toplumsal örgütlenme düzeyinin hayli düşük olduğu toplumlarda ekonomik sıkıntıların, iktidarlar açısından bir anda olumsuz politik sonuçları olmayabiliyor. Sonra, Kıbrıs ambargosu sırasında da görülmüş olduğu gibi, açık ya da örtük bir tür “Türkiye ittifakı” yla dayanma süresi uzatılabiliyor. Bu tür yaptırımlar ancak kitlelerin huzursuzluğunu sokaklara taşıdığında işlevselleşebilir. O zaman devrimci güçler için liderlik büyük önem kazanır. Unutmayalım, liderlik yoksa, perişanlık vardır.
4- Nisan ayındaki yazılarımdan birisinde altını çizmiş olduğum bir iddiamı tekrar hatırlatmak istiyorum. Erdoğan’ın seçimi iptal ettirmesinde tek faktör, İstanbul belediyesinin Erdoğan ailesi, çevresi ve partisi açısından temsil ettiği ekonomi-politik anlam değildir. 15 Temmuz neo-con kalkışmasından itibaren Erdoğan’ı himayelerine alan iç ve dış devlet güçlerinin ona hâlâ ihtiyaç duymalarıdır. Yani bu güçler Erdoğan’ın gitmesini henüz istemiyorlar.
5- İçerideki söz konusu devlet güçleri, Rusya, İran ve hatta Suriye yönetimi, Erdoğan’ın, kendi siyasal çıkarlarına hizmet edecek bir alternatifini yaratmadan, gitmesinin rejimin Temmuz 2016 öncesindeki karakterinin ihya edilmesi anlamına geleceğini düşünüyor olabilirler. Erdoğan’ın, mesela, S-400 konusunda şimdiye kadar kararlı bir görüntü vermesinde kendisini arkalayan bu güçlerin telkini önemli olabilir. Yoksa, Erdoğan gibi bir popülist politikacının, bu konuda olası bir çark edişi kitlesine izah etme gibi bir sorunu olmaz. Bu noktaya kafayı takmamak gerekir( Erdoğan’ın bir ideolojik dar kitlesi var. Bir de yemlediği, “banko oylar” ı kullanan seçmenleri var. Geçen gün öğrendim, Fatih Belediyesi her ay 20 bine yakın kişiye yardım adı altında doğrudan para veriyormuş. Tabii bir de ayni yardım alanlar var. Bazı muhtarlıklarda beyaz bez 10 kg’lık torbalar halinde istiflenmiş, içinde bakliyat olduğu anlaşılan “yardım” maddeleri var). Asıl sorun, Erdoğan rejiminin Temmuz 2016’ten sonra girmiş olabileceğini sandığım yeni siyasal bağlamıdır. Rejimin S-400 konusundaki nihai tavrı, bu iddiamın pratik olarak sınanması anlamına da gelecektir.
6- Hiç şüphesiz Akar ve Fidan gibi figürler yakın zamana kadar ABD’nin kontrolündeydiler. Hatta muhtemelen 15 Temmuz neo-con kalkışmasının en önemli oyun kurucuları arasındaydılar. Ancak her ikisi de Beyaz Saray’ın tavrına göre hareket etmiş olmalıdır. Onay gelmeyince, kalkışanları terk ettiler. Sonuç olarak, Erdoğan ve NATO arasında sıkışmış vaziyette kaldılar.
7- Erdoğan’a sahip çıkan güçler, onları da rehin almış olabilirler. Bakınız, TC devleti içinde büyük bir güç mücadelesi var. Belki de son 70 küsur yılda hiç olmadığı kadar keskin bir mücadele… Bazı ezberlere bel bağlamamak lazım. Örneğin, “Rusya’ya yanaşan gider” tezi bu defa kolayca doğrulanamayabilir. Bu kez, önceden olduğu gibi kolay bir gidiş, hem Rusya’nın bugün SSCB’ye göre, uluslararası konumu bakımından, daha serbest ( Rusya’nın artık kapitalist bir ülke olduğunu unutmayalım) ve daha fazla manevra alanına sahip olması; diğer yandan, iktidarın içeride güçleri yabana atılamayacak bir askeri ve sivil bloğa dayanması (Bence 19 Mayıs Samsun fotoğrafını çektiren güçlerle, Çubuk’taki yumruğu attıran güçler arasında anlamlı bir mesafe yoktur) gibi etkenler yüzünden mümkün olamayabilir.
8-Akar ve Fidan’a tekrar dönecek olursak, bu ikisinin yaptıkları çok açık şekilde biliniyor olmasına rağmen henüz rejim tarafından ıskartaya çıkartılmamış olması çok anlamlıdır. Dikkat edilirse, özellikle, bir taraftan, ABD ve NATO’yla; diğer taraftan, Rusya,İran ve Suriye ile temas halen bunlar ve bunlarla benzer konumda olan devlet figürleri tarafından yürütülmektedir.
9- S-400 ısrarı, her şeyden önce 2016 kalkışması sonrasında oluşan iktidar bloğunun kendisini ABD’nin ve NATO’nun olası bir yeni kalkışmasına karşı emniyet altına alma ihtiyacına referans veriyor. Bunun altını çiziyorum. Bugünkü iktidar bloğunun Rusyacı olduğunu iddia etmiyorum, ancak ABD’ye ve NATO’ya kuşkuyla baktığını, en azından onlara karşı bir takım ciddi rezervlerinin bulunduğunu söylemeye çalışıyorum. Rusya’yı da ABD ve NATO’ya karşı kullanılacak bir kart gibi görüyorlar.
10- Türkiye finans-kapitalinin iktidar bloğunda bugün için egemen gibi görünen bu yaklaşıma karşı mesafeli olacağı aşikardır. Bu finans kapital, Wall Street ve City of London’ın taleplerine göre yön tayin eder. Yaşanan ekonomik kriz, iktidar bloğu içinde ellerini şimdilik bir miktar zayıflatmıştır. Ancak Batı bloğuyla restleşmeye izin vermemek adına ne gerekiyorsa onu yapacaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.
11- Devlet içinde sınıfların, sınıf fraksiyonlarının, oligarşilerin mücadelesinin hayli şiddetlenmiş olduğu bugün hemen hemen bütün kapitalist devletlerin gerçeğidir. Buna Rusya,Almanya ve Çin de dahildir. Bununla birlikte, bu tür mücadelelerin en keskin ve en açık haliyle dışa vurulduğu yer, şu an için ABD devletidir.
12- Trump kafasız, cahil bir adam değildir. Ne yapmak istediğini gayet iyi bildiği anlaşılıyor. Popülist yöntemler kullanarak içeride kitleler arasında desteğini arttırıyor. İç ve dış politikası arasında şu ana kadar bir tutarlılık olduğu söylenebilir. Böyle devam ederse, muhtemelen gelecek başkanlık seçimini de kazanacaktır. Trump, katı finansçı ekonomik anlayışın bir tür neo-Keynesçi diyebileceğimiz restorasyonunu talep ediyor. Uluslararası sahada bu anlayış, belli bir ölçüde, korumacılığa referans veriyor. Sorun, finans oligarşilerinin oluşturduğu merkezi bir blok olarak FED’in, uzlaşmacı bir tavır sergileyerek de olsa, Trump’la ve onu destekleyen oligarşik gruplarla aynı hizaya gelmeyi reddetmesidir. FED yaklaşmakta olan büyük çöküşü görüyor. Farklı önceliklerin devreye sokulmasını talep ediyor.
13- Evet, Trump bir çok ülkeyi askeri müdahaleyle tehdit ediyor.Doğru. Ancak şimdiye kadar hiç bir ülkeye askeri olarak saldırmadı. Tersine, ABD’nin önceki “demokrat” yönetimler devrinde de sürdürdüğü doğrudan işgalci yaklaşımdan vazgeçmek eğiliminde oldu. ABD askerlerini geri çekme talebini seslendirdi. Bu son talebinde başarılı olmasını kimse beklemiyordu zaten. Yine de işgalleri şimdilik frenledi. Bu arada, 2.D.Savaşı sonrasındaki hiç bir ABD başkanının yapmayı dahi düşünemeyeceği bir şey yaptı mesela. K.Kore ile doğrudan temas kurdu. Öncesinde bu ülkeye de tehditler savurmuştu. Bu tehditleri müzakere ortamı yaratmak gayesiyle yapıyor olabilir. Yani “ölümü göster, sıtmaya razı et” anlayışıyla hareket ediyor. Onun popülist araçları kullanmayı tercih ettiğini biliyoruz. İran’a da saldıracağını sanmıyorum. Ancak İran’dan daha fazla taviz kopartmaya çalışıyor (Özellikle de Suriye ve Irak konusunda). İran gibi köklü gelenekleri olan modern bir devletin provoke olacağına da inanmıyorum. İran’la da yakında “masa kurulması” şaşırtıcı olmayacaktır. Çin’le “ticaret savaşları” da tehditler, diyaloglar, geri adımlar şeklinde sürdürülüyor. Şu ana kadar Çin’i tedirgin etmiştir, ancak ekonomik olarak Çin’e büyük zararlar vermiş olduğu söylenemez. Trump, restleşme halinde ABD’nin ekonomik kayıplarının da büyük olacağını biliyor. Kontrollü gidiyor. Tekrar olsun, Trump ABD’nin içeride ve dışarıda siyasal meşruiyetinin erozyona uğradığı, uluslararası sahada devamlı zemin yitirdiği şartlarda, işgalleri öngören emperyalist hegemonik siyasetin revize edilmesini isteyen oligarşik güçlerin desteğiyle başkan olabildi. Önceki başkanlardan ve başkan adaylarından farkı, “kukla” olmaması, çünkü kendisi de kuklacılar arasında yer alıyor. Tabii Trump ABD gibi global çapta hegemonik bir devletin başkanı, bir emperyalist siyaset adamı olarak, şimdiye değin izlediğimiz bu doğrudan sıcak çatışmadan kaçınmak yönündeki önceliklerini nereye kadar sürdürür bilemeyiz. Kendi bloğu içinde bile şahince çıkışlar var. Ne kadar direnebilir, nasıl uzlaşır, bilinmez. ABD’deki, genel olarak da, Batı’daki entelektüellerin tepkisine bakarak onlarla aynı paralelde değerlendirmeler yapmak doğru olmaz. Oradaki “sol” aydının gündemi bizim gündemimizden farklı. Yeşilçam ağzıyla ifade edecek olursak, “farklı dünyaların insanlarıyız”. Geçerken, Türkiye devrimci aydını 1968’le birlikte kendisini iyice tüketmiş olan, konformizmini kof entelektüel belagatiyle gizlemeye çalışan batıdaki “sol”, “yeni-sol”, “radikal”, “anarşist” vb etiketleriyle konuşan, yazan,ortak paydaları anti-komünizm, devrim düşmanlığı, “liberal emperyalizm” olan entelektüellerin görüşlerine, tespitlerine, fikirlerine kuşkuyla yaklaşmalıdır. Emperyalist işgaller, katliamlar onların umurunda bile değil. Onların demokrasi ve insan haklarından anladıkları, sadece eşcinsel evliliklerine onay vermek, ve benzeri konulardır. Milyonlarca insan, emperyalist devletlerinin müdahalesi sonucu ölmüş, yaralanmış, aç kalmış, ülkesini terk etmiş, onların derdi değil. Emin olunuz böyle. Ne zaman bunlarla konuşmaya başlasanız, hele devrimci solcu olduğunuzu anladıklarında, o malum, (psikopatolojik yansıtma vak’alarında görüldüğü gibi) tekmili birden Stalin edebiyatına başlarlar.
14- Bir başka konu, olası bir dünya savaşının Orta Doğu’dan, İran’dan çıkacağını iddia edenlerin sayısı son günlerde arttı. Bakınız, bugüne kadar ki bütün dünya savaşlarının tetiklendiği asıl coğrafya Avrupa’dır. Napolyon savaşları, Kırım Savaşı, 1. ve 2.harpler… Eğer olacaksa, üçüncüsü de yine bu coğrafyadan patlar. Neden, çünkü rekabet halindeki ana emperyalist güçlerin çıkarlarının kesiştiği esas coğrafya burasıdır. Önceki iki savaşta, en şiddetli çarpışmaların cereyan etmiş olduğu alanlar arasında, malum, Ukrayna, Güney Kafkasya ve Baltık coğrafyası önemli bir yer tutuyordu.. Bu fay hatları bugün de gayet aktiftir. Soğuk savaş sona erdikten sonra tekrar harekete geçmiştir. Yani dünkü emperyalist jeo-ekonomi-politik bugün de değişmedi. Daha fazla derinlik kazandı. Son iki dünya savaşına bakarsak, bu savaşlardan önce Orta Doğu, Balkanlar, Afrika,Uzak Asya gibi yan cepheler diyebileceğimiz coğrafyalarda hazırlık, ısınma, mevzi kazanma, ya da her ne diyeceksek, hamleleri var. Dolaylı (yani “asıl oğlan” ın doğrudan sahne almadığı) lokal savaşlar yaşanmıştı. Tabii bunlar hep basıncı arttıran, manevra alanlarını daraltan etkenler olmuştu.
15- Daha önce bir çok kez yinelemiştim. Savaş çıkacaksa, Almanya kendisini hazır hissettiğinde çıkacaktır. Almanya’nın nihai seçimi savaşın taraflarını, cephelerini net olarak ortaya çıkartacaktır. Önceki iki savaşta da Almanya’nın ilk hedefi, Almanya etrafında Avrupa Birliği’ni yaratmaktı. Esasen 3.Reich’tan anladıkları da buydu. 3.Reich, her şeyden önce bir Avrupa Birliği projesi olarak uygulamaya konmuştu. İkinci hedefi, Britanya’yla rekabette, SSCB coğrafyasını, ve hinterlandını “Almanya’nın hindistanı” haline getirmekti. Savaşlarla gerçekleşmeyen ilk hedef bugün NATO şemsiyesi altında hemen hemen olanaklı olmuştur. En azından ekonomik olarak bu hedefe çok yaklaşıldı. İkinci hedef ise Almanya için hâlâ bir sorunsal olarak duruyor. Bu Avrasya coğrafyasının kapısı nasıl açılacak?