Venezuela

ABD kuruluşundan itibaren  her zaman bulunduğu coğrafyada, bölgede egemen konumda bulunmayı şiar edinmiştir. Güney ve Kuzey Amerika’ya yabancı güçlerin müdahalesini önlemeye çalışmış, bu anlayışla, İngilizleri, Fransızları, İspanyolları bölgeden kovmuş, bu coğrafyada kendi çıkarlarına karşı olan ekonomik-siyasal gelişmelere mümkün olan her aracı kullanarak karşı koymuştur. ABD, biraz daha sonra bu anlayışı siyasal bir doktrin haline getirmişti.

ABD’nin oluşturduğu bu kalkanda açılan ilk gedik Küba’dır. Küba’da bilindiği gibi, işin başında, devrimciler tarafından sosyalist bir devrim öngörülmemiş, sonradan Sovyetler Birliği’nin desteği olmadan iktidarı tutmanın mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, ülkede tarihsel olarak, nispeten  güçlü bir şekilde var olan komünist işçi hareketinin çizgisi benimsenerek sosyalist yola girilmişti.

Geçerken şunu da söylemeliyim: Sovyet devriminden sonra gerçekleşen veya gerçekleşemeyen bütün devrimler, SSCB’nin varlığı, merkezi siyasal rolü olmadan tahlil edilemezler. SSCB’yi bu bakımdan da değerlendirmek gerekir. Bunun (emperyalistler tarafından değil ama devrimci solcular tarafından) ihmal edildiğini düşünüyorum. Böyle bir ihmalde, “sürekli devrim” ya da “dünya devrimi” belagatından başka sermayesi olmayanların da etkisi olmuştur.

SSCB etrafında yine sol tarafından ihmal edilen bir başka önemli gerçek de, bu ülkenin, Marks ve Engels tarafından esas hatlarıyla “sosyal-demokratik” olarak adlandırılabilecek bir çerçevede betimlenmiş toplumsal vizyonun zirvesini oluşturmuş olmasıdır. Bu vizyon kabaca, herkese iş, herkese konut, ücretsiz eğitim-öğretim  ve ömür boyu sağlık hizmetleri vb gibi sosyal olanaklara işaret eder. Yükselen üretim kapasitesi üzerinde sürekli artan bir tüketim kalitesini üretime dahil olan bütün yurttaşlar için erişilebilir bir şekilde, eşitlikçi bir anlayışla temin eden refahçı toplumsal kazanımlarda somutlaşır.

Yapılmayanlar, yapılamayanlar, araçlar, yanlışlar, sapmalar ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak SSCB, söz konusu marksist tasarımı esas hatlarıyla başarılı bir şekilde realize etmişti. Maruz kaldığı bütün saldırılara, izolasyona rağmen kapitalist dünyayı da etkisi altına alan, hatta emperyalist sermayenin hareket alanını oldukça daraltan sosyal-demokratik diyebileceğimiz bir uygarlık yaratmıştı. Bunu teslim etmek lazım.

Dikkat edilecek olursa bu sosyal-demokratik anlayış, Marks ve Engels’ten hatta kısmen daha öncesindeki, ütopik sosyalistlerden intikal eden sonraki (birbirlerine muhalif olan) bütün marksist anlayışlarca ortak şekilde paylaşılan bir toplumsal vizyondu. Bu vizyon ne Lenin’in ne de Stalin’in eseriydi. Onlar bu anlayışın yarı-feodal, yarı-kapitalist bir ülkede uygulamasını yaptılar. Hem de başarıyla yaptılar.

Mevzumuza dönecek olursak, Küba’da ve onun etrafında sonradan olup bitenleri biliyoruz. ABD, kendisi için bu acı deneyimin bir daha tekrar etmemesi için işi daha da sıkı tutmaya başlamıştı. Bugün de bu durum devam ediyor.

Latin Amerika’da köklü, bir çok durumda birbirinden ayırt edilmesi zor,  sağ ve sol popülist gelenekler var. Bu gelenekler sıklıkla  faşizm ve sosyalizmle karıştırılıyor. Bundan başka, bir de yanlış bir algı var. Sosyalist bir kişinin genel seçimlerden sonra hükümet başkanı olması,  o ülkenin sosyalist olduğu veya hemen sosyalist olacağı anlamına da gelmiyor. Böyle bir şey yok.

Bugüne kadar ki bütün başarılı sosyalist deneyimler radikal devrimlerle gerçekleşmiştir. “Milli irade” ile gelen gelen sosyalizm yok; ama giden çok. Sosyalizm ancak “devrimci irade” ile gelebilir.

Venezuela’da bir devrim olmadı. Karizmatik politik bir kişilik olarak Chavez, kendisini en başından “ne marksistim, ne de anti-marksistim” diye tanımladı. “Bolivarcıyım” deyip, işin içinden çıktı. Daha önce bir askeri darbeyle ele geçiremediği iktidarı, seçimleri kazanarak aldı. Oysa mesela, kıtanın en yoksulu olan Bolivya’daki, marksist olduğunu en başından itibaren açıklamış, Morales kalibresinde sol popülist bir lider olduğu bile söylenemezdi. Sol kültürden gelmiyordu.

İktidarda, Chavez ve onun açtığı yolda yürüyen Maduro hiç bir ciddi sosyalist önlem almadılar.  Söyleme aldanmamak lazım. Sosyalist yönelimli bir eşik toplumu kurmak için devrimci koşulların oluşacağı anlamlı bir kamusalcı sosyalizasyon politikası uygulamadılar. Burjuvazinin ekonomik dayanaklarını çökertmek yerine yeni “yandaş” burjuvalar yarattılar. Petrol gelirlerine dayanan bir rant ekonomisini sürdürmeye devam ettiler. Nepotizm, yandaş kayırma, kamusal işletmeleri yandaşlara peşkeş çekme, yağma düzeni değişmedi.

Önceki yönetimlerden farkı  şuradaydı: Milyonlarca yoksul veya dar gelirli aileye aylık para yardımları, gıda yardımları yapıldı. Bu sayede “bolivarcılar” her seçimin banko kazananı oldular. Milyarlarca dolarlık petrol gelirleri bir “ulusal fon” da toplandı. Bu paralar aynı zamanda yandaş firmaların inşaat faaliyetleri için yağmalanmaya başladı. Bir süre sonra petrol fiyatlarındaki düşüşle birlikte ekonomik ve sosyal kriz derinleşti.

Bolivarcıların şu ana kadar sosyalizmle, sosyalist kuruculukla ilişkilendirilebilecek kayda değer bir pratiği yok. Sosyalist önlemleri, “fak-fuk fon” kurmaya, abone fakir-fukaralara para dağıtmaya, “gıda yardımı” yapmaya indirgediler.   Bu anlayışın marksist sosyal-demokratik toplumsal vizyonla uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Venezuela’da kamusal bir üretici ekonomik faaliyete girişilmedi. Petrol fiyatları, Chavez’in erken zamanlarında olduğu gibi, yükseldiğinde, işler idare edildi. Petrol fiyatları düşünce, sorunlar defolar ortaya çıktı. Bir burjuva siyaseti ve ideolojisi olarak Bolivarcılığın Venezuela versiyonunun boyaları dökülmeye başladı. Bunun sorumlusu  elbette kendi devrinde, kıtanın tarihsel-toplumsal sorunları karşısında ilerici bir tavır alan Bolivar değildir, ama öyle bir tarihsel kişiliği popülist demagojilerine malzeme yapanlardır.

Sağıyla soluyla popülist rejimler aşağı yukarı benzer ekonomik politikaları, sol veya sağ soslara bandırılmış benzer söylemleriyle uyguluyorlar.  Bu rejimlerin kapitalizmle bir sorunları yok, gelir dağılımıyla -çoklukla da sürdürülemez şekillerde- oynamaları kitlelere dönük başlıca ekonomik politikalarıdır. Türkiye ve Venezuela örneklerinde gördüğümüz gibi,  temsil ettikleri  “yeni elitler” e yönelik olarak ise büyük sermaye transferleri yaparlar. İsterseniz, kendi etraflarında, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmek pahasına, yeni sermayedarlar yaratırlar diyelim.

Burjuva sınıf siyasetlerini gizlemek için kullandıkları anti-elitist söylemle iktidara tırmanırlar. Bir kez oraya tırmandıklarında da, Türkiye örneğinde olduğu gibi, cehaletleri ve vasatlıklarıyla, lumpen meşrepleriyle eskilerine rahmet okutacak, yeni elitlerini yaratırlar.

Plansız, programsız, üretimsiz, dış borca dayalı kapitalist ekonomi tükenince, bu rejimlerin özellikle bir karizmatik liderin yönetiminde üst üste iktidara gelme başarısı göstermiş olanları, içinden çıktıkları ve o zamana kadar savundukları burjuva demokratik çerçeveye, hatta çoğulculuğa karşıt olarak savundukları çoğunlukçu anlayışın alameti farikası olan “milli irade” ye, malum popülist belagatlarıyla itiraz ediyorlar. Başta hukuk kurumları olmak üzere burjuva devletin kurumsal aklını yıkıyorlar.

Emekçi sınıf siyasetiyle alakaları yok. Demagojik anlayışlarıyla, kendi iktidarlarını her koşulda  olumlamayanları halktan bile saymıyorlar. Halk derken sadece sürekli olarak yemledikleri, kim olursa olsunlar, banko seçmenlerini kast ediyorlar.

Bütün ipleri ellerinde tutmak için bazısı, Türkiye örneğinde olduğu gibi, otokrasiye doğru evriliyor. Popülist deneyimlerden hiç bir zaman, sosyalizmden vazgeçtik, burjuva demokratik yapılar dahi çıkmıyor. Bu yapıların şu ya da  bu derecede var olanları da ortadan kaldırılıyor. Popülist deneyimler, bir çok vak’ada görüldüğü gibi, vahşi kapitalist uygulamaların önünün sonuna kadar açıldığı daha otoriter rejimlerle sona eriyorlar.

Venezuela’daki rejim sol adına değerli olabilecek bir fırsatı heba etmiştir. ABD hegemonyasının gerilediği, yükselen rakip hegemonik girişimlerle arasındaki mücadelenin kızıştığı, dolayısıyla petrol ve doğal gaz gibi stratejik metaların öneminin kat be kat arttığı koşullarda, ABD’nin kendi arka bahçesi olarak gördüğü, yakın kontrolü altındaki bir bölgede, ayakta durması güçleşiyor.

Eğer ekonomik olarak Çin’e; askeri olarak Rusya’ya dayanırsa bir ihtimal biraz daha dayanabilir. Ama ne pahasına? Tayyip de şimdilik, ABD ile arasındaki köprüleri atmadan,  güvenliği için Rusya’ya dayanıyor. Pekiy böyle devam edebilir mi? Edemez.

Bu noktada, bir Küba’ya bir de Venezuela’ya bakınız. Küba devriminin, Kastrist liderliğin, bütün eksikliklerine rağmen,  ne anlama geldiğini böylece daha iyi kavramak mümkün olacaktır. Küba, sosyalizm tesisi bakımından dezavantajlı ölçeği ve yok denecek kadar kısıtlı ekonomik olanaklarıyla, devrimden itibaren ağır ambargolara maruz kalmış bir ülke olarak, kim ne derse desin, bir destan yazmıştır.

Venezula’da düzenin sınıfsal içeriği değişmemiştir. Yani bir devrim olmamıştır. Önceki yağma düzeninin oyuncuları ve dili değişmiştir. İlave olarak, yoksul ailelere maddi yadımlar yapılmıştır. Türkiye’de de yapılıyor. Her iki ülkede de milyonlarca insan hazineden yardım alıyor (Bundan bir kaç yıl önce, AKP’nin Samsun belediye başkanı mealen, ” Samsun’un nüfusu 1 milyon kadar ve 500 binden fazla insan belediyeden her ay para yardımı alıyor” diye medyaya  yakınmıştı. Bunun sadece Samsun’a özgü olmadığını biliyoruz)

Elbette bütün bu gelişmeler, ABD’nin Venezuela’ya müdahalesini haklı çıkarmaz. Buna şiddetle karşı çıkmak gerekir. Gelgelelim, Venezuela’daki durumu da gerçekçi bir şekilde görelim.

Hegemonya bunalımının yaşandığı bir devirde dünyanın her yanı mücadele halindeki kapitalist güçlerin açık avlanma alanı haline gelir. Bir kez daha bu oluyor. Bakınız, daha çok yakınlarda, ABD tarafından yaratılmış IŞİD, Sri Lanka gibi güçler arası siyasal oyuna henüz aktif olarak dahil olmamış, kıyıda kalmış izlenimi veren yoksul bir ülkede terörist  saldırılar düzenledi.Bu çapta bir saldırı arkasında büyük bir devlet gücü ve elbette Sri Lanka devleti içinden destek görmeden gerçekleştirilemezdi.

ABD ve Çin arasındaki hegemonya mücadelesinin Doğu ve Güney Doğu Asya’daki denizleri kontrol etmeye odaklandığı son yıllarda, Hint yarımadasının altında, stratejik bir konumda bulunan bir ada ülkesi olarak Sri Lanka’nın öneminin mücadele halindeki iki güç için daha da artacağı aşikardır.

Son yıllarda Çin’in bu ülkeye sermaye ihraç ettiğini, ülke ekonomisini kendi ekonomisine bağımlılaştırmaya çalıştığını  biliyoruz. Son terörist saldırılar ülkenin Çin’le ekonomik yakınlaşmasının arttığı bir zamanda gerçekleşti.

Bugün dünyadaki hiç bir siyasi gelişmeyi bu hegemonya bunalımı ve  mücadelesini dikkate almadan değerlendiremeyiz. Bu dönemlerde dış dinamik çok öne çıkar. Tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelesinde, iktidar bloğu içindeki mücadelelerde siyasi manevra alanlarının açılmasında, daraltılmasında ve nihayet ortadan kaldırılmasında dış dinamik kritik bir rol oynuyor. Bunu ihmal etmemek gerekir.