Yeniden seçime gidilirken

Yeni bir seçim dayatmasına maruz kaldığımız koşullarda, dünyaya ve bölgemize baktığımızda, emperyalizmin krizinin derinleşmekte olduğunu, epeydir irtifa kaybetmekte olan ABD ve diğer emperyalist güçler arasındaki çatlakların büyümekte olduğunu; öte yandan, emperyalist sistem içindeki konumlarını daha avantajlı hale getirmek derdindeki yeni yükselen kapitalist güçlerin, sistem içinde kağıtların kendi lehlerine yeniden karılması taleplerinin yükseldiği bir didişme ortamını tespit ediyoruz.

1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren giderek derinleşen krizine neo-liberal önlemlerle yanıt veren dünya kapitalist sistemi, 80’li yılların sonunda dünya sosyalist sistemini önüne katıp sahnenin dışına atarak yeniden global çapta birikim ve genişleme olanaklarına kavuşmuş, bir süre bu şartların kredisini kullanarak idare etmişti.

Emperyalist sistem 2.D.Savaşı sonrasında açıkça ilan edilmiş olan  iki dünya sistemi arasındaki çatışma ve mücadele koşulları içinde evrim geçirmiş, enerjisini, kapasitesini buna göre ayarlamıştı. Daha doğrusu, bu çatışma ortamı,  aynı zamanda, onun yaşamsal enerjisini temin ettiği ortamdı. Sosyalist sistemin çökmesiyle “tarihin sonu”nu getirecek golü atacağını hesaplarken, boşa çıkmış kaleci konumuna düştü.

Uzatmayalım, günümüze gelelim. Karşılıklı olarak ekonomik ceza kesmeler, kısıtlamalar, ambargolar, “ticaret savaşları”, şimdilik dolaylı da olsa, askeri  müdahaleler, el ense çekmeler günlük vak’a haline geldi. Bunlara daha önce defalarca değinmiştim.  Özcesi, emperyalist sistemin 2.D.Savaşı sonrasındaki genişlemesini izleyen, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren belirgin hale gelen krizi, 90’ların sonunda ve özellikle 2008’de yediği ağır darbelerle birlikte  artık olağan ekonomi-politik araçlar kullanılarak içinden çıkılması çok zor olan bir durum yaratmıştır.

Bölgemize baktığımızda, bütün dolayımlarıyla birlikte Suriye ve Ukrayna sorunları, yarattıkları inişli çıkışlı gerilimlerle gündem oluşturmayı sürdürmektedirler. Türkiye’nin ta başından beri daha çok lojistik roller üstlenerek dahil olduğu Suriye sorununda, ABD ve Rusya arasında, Suriye’nin kuzeyini, Fırat’ın doğusu ve batısı olarak  iki bölgeye bölen, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki işgalini şimdilik onaylayan zımni bir antlaşmadan söz edilebilir.

Bu koşullarda, Türkiye, ABD ve Rusya arasında, bu iki ülkenin talepleri doğrultusunda  işler görmeye, bu iki ülke için bu durum sürdürülebilir olmaktan çıkıncaya kadar, devam edebilir. Türkiye,Suriye’de hiç bir şekilde siyaset belirleyici olmamıştır. Olamaz da. Her zaman bu ikisi tarafından kendisine verilmiş lojistik anlam taşıyan görevler üstlenmiştir. Bundan sonra da farklı bir işlevi olmayacaktır. Bu geçici şartlar sürdüğü müddetçe, kendisine izin verilen verilen alanda, yine izne tabi işler görecektir.

Türkiye, Afrin kırsalına Rusya’nın; Menbiç kırsalına da ABD’nin izniyle, onların kendi ihtiyaçlarına yanıt verecek surette gidebilmiştir. ABD, sadece müttefik Kürt oyuncularla bölgede tutunmasının kolay olmayacağını görmektedir. Rusya, cihatçıları kendi lehine kontrol edip, yönlendirebilmek için Türkiye’yi kullanmaktadır. Elbette bu şartlar değişecek, sonuç olarak, Türkiye tablonun dışına çıkartılacaktır. Esad’ın kesin zaferinden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bugün AKP rejiminin zayıflamış olmasında Esad’ın zafere ilerleyişinin de önemli bir payı vardır.

Bu arada, Rus füzeleri, F-35 jetleri konusuna kafayı fazla takmamak gerekir. Burası bir NATO ülkesidir. Kanat ülkesidir. Türkiye bu uluslararası bağlamından öyle elini kolunu sallayarak, bir adamın keyfi öyle istiyor diye çıkamaz. Dediğim gibi, koşulların geçiciliğini her zaman dikkate almak gerekir. Türkiye’nin şu an NATO ve ABD ile çok ciddi sorunları yoktur. Bölgesel çıkarları bakımından da uzlaşmaz karşıtlıklardan söz edilemez. Ancak Rusya, Suriye ve İran’la ilişkileri bakımından aynısını söyleyemeyiz.

Türkiye’nin AB ile de çok ciddi sorunları yoktur. AB zaten Türkiye’yi içine almayı düşünmemekte, isteklerini bir bir dikte ederek “bekleme odası” nda, kontrolü altında tutmayı istemektedir. İçinde bulunduğumuz uğrakta, artık AB kriterleri ısrarını bir yana bırakmış, Avrupa bölgesine doğru kontrolsüz göçü önlemek kaygusundadır. Bunun için Türkiye’ye roller veriyor, uygulatıyor. Bu işlevi yerine getirdiği sürece Türkiye’deki “demokratik” duruma kafasını takmamaktadır. Bu bakımdan AB’nin çıkarları Türkiye’deki yönetimle zıtlaşmaktan kaçınmayı gerektiriyor.

Bütün bu koşullar bugün için böyle ancak AKP rejimi tarafından bu koşulların daha uzun süre taşınamayacağı açıktır. İçeride yaşanan, derinleşen ekonomik ve toplumsal eşitsizlikler, adaletsizlikler, baskılar rejimin toplumsal tabanını her geçen gün daraltmaktadır. Toplumun en dinamik kesimleri artık taşma noktasına geldiği hissedilen bir basınç altında sandıklara gidecektir. Hatta Tayyip yandaşları için de durum radikal olarak farklı değildir. O tarafta da heyecan kalmamıştır. Heyecan kaybedilmiştir. Siyasal olarak  bu olguyu da muhalif basınca dahil edebilirsiniz.

Bence bu toplumsal basınç hükümeti, rejimi olası sandık marifetiyle göndermekten çok Tayyip ve ekibinin beklenen yeni bir “seçim zaferi” sonrası için önemlidir, anlamlıdır. Artık bu söz konusu geniş, dinamik kesimlerde, önüne set çekilemeyecek, sandıklarla engellenemeyecek bir değişim arzusu ve kararlılığı ortaya çıkmıştır. Bu kararlılığın Haziran 2013’ü gölgede bırakacak sonuçları olacaktır. Yağma, rant, kâr sarhoşluğu içindeki Türkiye sermaye sınıfı bu hali okuyamamaktadır.

Emperyalist bir planın gereği olarak olağanüstü bir rejim olarak dizayn edilip sahaya sürülmüş, 16 yıldan beri büyük pisliklere gırtlağa kadar batmış olduğu halde  iktidarda bulunan AKP yönetiminin bir seçim sonucunda gitmesini beklemek pek gerçekçi görünmemektir.

Doğru, BOP çöktü, onun bileşenlerinden olan Türkiye’deki rejimin hesapları da alt üst oldu. Ancak emperyalizm bölgesel emellerinden vazgeçmiş değil, bölgede tutunmaya çalışıyor. Yeni ittifaklar peşinde, rakiplerine tavizler vermekten, geri adımlar atmaktan da kaçınmıyor. Aynısı AKP rejimi için de geçerli. AKP kurallarını tek yanlı olarak kendisi belirlediği, OHAL şartlarında empoze etmiş olduğu bu seçimlerle daha fazla idare edemez.

Seçimleri alır ama idare edemez. Zaten baskın bir seçim ihtiyacı duymuş olması dayandığı çoğunluğa, konumunu güçlendirmek için yapmış olduğu anayasal düzenlemelere rağmen idare edemediğinin açık bir göstergesidir. Türkiye’nin kabına sığmayan dinamik güçleri nezdinde epeydir AKP yönetiminin hiç bir meşruiyeti kalmamıştır. Artık seçimle, sandıkla, “milli iradecilik” oyunuyla, OHAL’le,  son olarak da, kapıya dayanmış resesyonla işleri çevirmek kabil değildir. Bugün en kitlesel haliyle açığa çıkmış bu değişim isteği sandıklara bastırılamaz. Emperyalistlerin ve onların ülkemizdeki acenteleri olan sermaye sınıfının bugün öngöremediği budur.