Dün gece ajanslardan bir haber geçti. Buna göre, ABD’nin, Suriye’de büyük bir askeri yığınak yapmaya başladığı belirtiliyordu. Irak’tan çıkan Amerikan askeri konvoylarının Suriye’ye büyük çapta askeri araç gereç sevk etmekte olduğunu öğrendik. Sevkiyatın halen sürmekte olduğu da haberde belirtiliyordu.
Başından beri, Suriye’deki son gelişmenin asıl mimarının ABD olduğu biliniyordu. Türkiye ve İsrail, ABD’nin talebi doğrultusunda bu son Suriye operasyonda yer aldılar. Bundan kuşku duymamak gerekir.
Bu sevkiyatın Rusya’nın, “ABD ve İngiltere, Suriye’deki askeri üslerimize dolaylı olarak saldırı düzenleyecekler” şeklindeki açıklamasından sonra gerçekleştiğine işaret edilmelidir.
ABD, Suriye üzerindeki kontrolünü arttırmak, cihatçıların, Türk devletinin de yönlendirmesi, kışkırtmasıyla, Kürt güçlerine saldırmalarına ve cihatçıların kendi içlerinde kaçınılmaz görünen çatışmalarına müdahale etmek için askeri yığınağını arttırıyor. İsrail’in de benzer bir yığınağı güney batıdan yaptığını biliyoruz.
Trump’ın savaş karşıtlığı iddiasının hem Batı Asya’da hem de Avrupa’da boşa düşeceği giderek netleşiyor. Trump adeta, “iktidarın gerçekleri” nin farkında olduğunu ilan ediyor.
Belki daha düne kadar haritada yerini bile gösteremeyeceği Arktik Denizi üzerindeki Amerikan emellerini bu kadar açık ve çarpıcı biçimde ifade eden ilk Amerikan başkanı oldu. NATO üyesi Danimarka’dan Grönland’ı talep etti. Yine bu denize görece uzun kıyısı olan Kanada’ya ABD eyaleti muamelesi yapmak istediğini dile getirdi. Yetmedi, Panama Kanalı üzerinde mutlak Amerikan kontrolünün gerekliliğinden söz etti.
Bilindiği gibi Çin, Peru’da, son Asya- Pasifik ülkeleri toplantısında Latin Amerika’da yaptığı ve yapmayı planladığı ekonomik hamlelerini göstermişti. Bunlar arasında, Nikaragua’yla birlikte gerçekleştirecekleri, iki okyanus arasında, Panama Kanalı’na alternatif oluşturacak, yeni bir kanal projesi de vardı.
Neyse, biz 1957’ye, “Suriye Krizi” ne dönelim.
2.Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin emperyalist sistemin hegemonik gücü olmak için attığı adımlar, Avrupa’dan sonra Batı Asya’da da etkilerini gösterdi.
Batı Asya’da, Britanya ve Fransa’nın etkisini kırmak için ABD, 1953’te, Britanya’yı devre dışı bırakarak, İran’da Musaddık yönetiminin Ajax Operasyonu ile devrilmesini temin ettikten sonra 1956’daki “Süveyş Krizi”ine doğrudan müdahil olup, Mısır’da, bir darbeyle krallığı devirip Süveyş Kanalı’nı kamulaştıran milliyetçi Nasır yönetiminden yana tavır almıştı. Britanya ve Fransa’nın bu nedenle Mısır’ı İsrail’i de yanlarına alarak işgal etmelerine karşı çıkmıştı. Dikkat edilsin, İsrail ta o zamandan emperyalistlerin kendisine verdikleri rolleri oynamaya çalışıyor.
Nasır’ın askeri darbesinden sonra SSCB’ye yakınlaşarak attığı ulusalcı adımlar Arap dünyasında, Arap aydınları arasında sempatiyle kaşılandı. Irak, Suriye gibi ülkelerde de benzer bir siyasal içeriğe sahip darbeler, darbe girişimleri görüldü. Ürdün’de krallığın yıkılması için büyük kitle hareketleri oldu. Bu hareketler devlet kadroları içinde de yankısını buldu. Gelişen olaylar sonrasında ülke genelkurmay başkanı Suriye’ye sığınmak zorunda kaldı. 1957 yaz aylarına bölge siyasal olarak hayli ısınmış olarak girdi.
Yalnız, daha 1957’nin ilk ayında, Amerikan yönetimi, Eisenhower Doktrini adını verdiği yeni bir siyaseti bütün dünyaya ilan etmişti. Buna göre, Ortadoğu’da ABD’ye yakın, onunla müttefik, hatta müttefik olmasa da, ondan SSCB’ye ya da komünist kalkışmalara karşı yardım talep edecek ülkelere askeri olarak yardım edecek, gerekirse, askeri müdahaleden de kaçınmayacaktı.
Bu siyasetin ilanı sadece bölgede değil, dünyada da, iki blok arasındaki gerilimin artmasına neden olmuştu. Bu tür bir gerilimin çok daha tehlike arz eden bir benzerine biraz daha ileride Küba Krizi etrafında tanık olunacaktı.
SSCB, Eisenhower Doktrini’ne karşı, bölge ülkelerinin her türlü askeri ittifaklardan, tabii, askeri üslerden de arındırılmasını, bölge ülkelerinin iç işlerine yabancı güçlerin müdahil olmamalarını talep eden bir barış planı önerdi. Kabul görmedi.
Eisenhower yönetimi o sıralarda, yakın zaman öncesinde, Irak işgali sırasında da tanığı olduğumuz, “insan hakları ve demokrasi için bombalıyoruz” iddiasının geçmişteki bir versiyonu olarak görülebilecek, “barış için atom bombası” sloganı altında bir “barış” kampanyasını bütün dünyada sürdürmekteydi.
Baas partilerinin bölgede giderek güçlenmesi, Sovyet etkisinin yayılması, ABD ve tabii müttefiklerini paniğe sevk etti. 1957’ye gelindiğinde, Mısır ve Suriye bu sürece liderlik eden ülkeler konumundaydılar. NATO ittifakını güçlendirmek ve bölgesel işlevselliklerini arttırmak için kurulan bölgesel yan ittifaklardan birisi olarak 1955’te kurulan Bağdat Paktı ( üyeleri Türkiye, Pakistan, İran, Irak ve Britanya), Arap milliyetçiliğinin, Baas liderliğinde, bölgemizde güç kazanmasıyla birlikte sürdürülmesi güç bir ittifak haline geldi. Nitekim 1958’deki general Kasım darbesinden sonra Irak bu paktan çekilecek. Paktın adı CENTO olacak, merkezi Ankara’ya taşınacaktı.
Özellikle Suriye’nin artan siyasal etkisi ABD, İsrail ve Türkiye’yi tedirgin etmekteydi.
Türkiye’de en son 1954 seçimlerinden oyların yüzde 58’ini alarak büyük bir başarıyla çıkmış (Bu başarıda, çok kötü geçmiş bir tarımsal mevsimin DP tarafından büyük popülist vaatlerle geçiştirilmesinin, yanı sıra, bölgesinin lideri olma iddiasına köylü ve taşralı kitleleri ikna etmiş olmasının rolünü atlamamak gerekir) , ancak 1956-57’den itibaren derinleşen ekonomik sorunlar özellikle kentli orta sınıfların (mesela, tepkili öğrencilerin çoğu bu orta sınıf ailelerin çocuklarıydı, işsizliğin ve enflasyonun dramatik olarak arttığı koşullarda, işçiler, memurlar, küçük esnaf hükümete tepkiliydi)ve işbirlikçi büyük sermayesinin artan tepkisiyle karşılaşmaktaydı. Bu tepkiler karşısında DP, en gerici toplumsal kesimleri harekete geçirerek, daha baskıcı, daha faşizan konumlara savruluyordu.
Hükümet üzerinde artan kitlesel baskılarla birlikte Ekim 1957 seçimlerine girilecekti. Ekonomide, borç paraya dayanan ve motor rolü yüklenen akıldışı bir “inşaat” çılık faaliyeti, ekonominin temellerini bariz bir biçimde yıkıyordu.
ABD’nin “Eisenhower Doktrini” çerçevesinde Türkiye’ye Ortadoğu’daki anti-emperyalist etkinlikler karşısında gaz vermesi, Menderes-Bayar yönetiminin durumdan vazife çıkarmak arzusu, onu bölgede “racon kesici” rolünü oynamaya ikna etti (Konuyla ilgili olarak 2012’den itibaren yazmış olduğum 4-5 yazı var. Tekrar etmek istemiyorum).
Bugün de seslendirilen, yani yabancısı olmadığımız, tekmili birden “Suriye emelleri” en yetkili ve en salyalı ağızlardan duyuruluyordu. Anlayacağınız, “Suriye fatihliği” sadece bugünün teması değildir, DP devrinde de benzer bir tema işleniyordu.
1957 seçimlerine Türkiye’nin Suriye sınırına 200 bin civarında asker yığdığı ve bir harekâta hazırlandığı haberleriyle giriliyordu.
SSCB’nin savunma bakanı Bulganin’in ağzından çektiği resti ABD gördü. Geri çekildi. Ancak Bayar-Menderes yönetimi CIA başkanı Dulles’ın şahsen yaptığı uyarıyı dahi, amiyane tabirle, iplemiyorlardı. (Şunu da hatırlatayım, İran’daki Ajax Darbesi’yle birlikte CIA, MOSSAD, SAVAK ve bizim Milli Emniyet’i TRIDENT adı altında birleştirerek doğrudan kendisine bağlamıştı). O arada, TSK’nın NATO komutasına bağlılık yemini etmiş “akîl” paşaları hükümeti uyarıyorlardı.
Bulganin, Türkiye’nin müdahalesinin basitçe bölgesel bir savaşa değil, Sovyet Bloğu’nun da dahil olacağı bir dünya savaşına yol açacağına dair uyarısının arkasındaydı. ABD, Türkiye’ye Eisenhower Doktrini’ne çok güvenmemesi imasını taşıyan telkinlerine devam ediyordu. S.Arabistan gibi ülkeler arabuluculuk misyonuyla devreye girmişlerdi.
Bu arada, Bayar-Menderes yönetiminin İsrail’i birlikte bir harekât için (gizli görüşmelerle) ikna etmeye çalıştığı haberleri dış basında yer alıyordu.
O sıradaki TSK en üst komuta kademesi şöyledi: R.Erdelhun, gekurmay başkanı, C.Gürsel (KKKomutanı), C.Sunay (Gkurmay 2.başkanı), Fahri Korutürk (DKKomutanı) ve Tekin Arıburnu (HKKomutanı).
Bu paşalardan sadece ikisi, Gkurmay başkanı Erdelhun ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburnu, Suriye’ye karşı bir askeri harekâtı destekliyorlar, yani hükümetin yanında yer alıyorlar, diğerleri karşı çıkıyorlardı. Hükümetten yana değil, NATO’dan yana tavır alıyorlardı.
Neyse. Sonunda, İsrail de karşı olduğunu ifade edince, harekattan vazgeçildi. Ancak bir süre için bölge ve hatta dünya adeta ateş üzerinde oturmuştu. ABD ve NATO’nun kaybettiği prestij de cabası. Bayar ve Menderes’in kontrol edilemezliği fikri ABD derin devleti nezdinde taraftarlar bulmuştu.
Adı geçen paşalardan, Erdelhun ve Arıburnu 27 Mayıs darbesinden sonra Yassıada’da yargılandılar. Diğerleri sırayla cumhurbaşkanı yapıldılar.
1957 seçimlerini DP kazandı. Ancak bu kez yüzde 10 civarında bir oy kaybına uğramıştı. Oyları yüzde 48’e düşmüş, parlamentodaki sandalye sayısı kayda değer şekilde düşmüştü. Rakibi CHP’nin oylarıysa, yüzde 7-8 civarında artmıştı. Öncesinde DP bölünmüş, içinden ayrı bir parti çıkmıştı (Hürriyet Partisi).
Özcesi, DP’de sonun başlangıcı görünüyordu. Seçimlerden sonra zaten izlemekte olduğu akıldışı ekonomi politikasını ve faşizan tek parti diktatörülüğünü daha da azdırarak devam ettirdi. TL’nin yüzde 330 oranında değer kaybettiği devalüasyon ve kontroldan çıkmış yüksek enflasyon, artan işsizlik, ücretli çalışanların, memurların, emeklilerin artan yoksullaşması, hepsini taçlandıran moratoryum kararı fişin çekilmesini gerektiriyordu. “Suriye hayalleri” satmak iktidarın işine yaramamıştı.