William Mc Kinley ve DeepSeek

The Economist dergisi son sayısında, kapaktan verdiği mesajla, Trump’ın 1897 ruhunu yeniden canlandırmak istediğini öne sürdü. 1897 ruhu neydi?

Başkan Trump’ın pek üzerinde durulmayan bir talebini hatırlatarak başlayalım. Trump, Alaska’daki en yüksek dağın adının, bundan böyle “McKinley Dağı” olarak değiştirileceğini ilan etti.

Kim bu McKinley? ABD’nin 25.başkanı, 1897’de başkan seçiliyor. 1901’de bir suikaste uğrayarak hayatını kaybediyor.

Trump, William McKinley’in kendisinin rol modeli olduğunu saklamıyor.

McKinley, ABD’nin, iç savaş ve sonrasında süregiden iç mücadelelerinden sıyrılıp, kabuğundan çıkmasını, hegemonik bir güç olarak kendisini dünyaya kabul ettirmesini yüksek sesle talep eden bir başkandı.

McKinley, jeopolitik “Batı’ya doğru hareket” in ilk programatik uygulayıcısıydı. Ona göre, ABD’nin birliği ancak, dışa, batıya doğru hareketle temin edilebilirdi.

O zaman halen ABD’nin birliği konusu önemli bir sorundu. Bu sorun kuruluştan sonra ortaya çıkmıştı. Amerikan Devrimi’ni yönetenler arasındaki görüş ayrılıkları, sınıfsal ve daha geniş düzeyde, toplumsal bölünmeye, kutuplaşmaya yol açtı.

Bu hali, 1789’da seçilen ilk başkan Washington’un (bu tarih ABD’nin kuruluş tarihi olmalıdır) esas olarak üç kişiden oluşan kabinesinin en kritik iki bakanlığını yürüten (dış işleri veya onu da içerecek şekilde geniş anlamında devlet bakanı) T.Jefferson (sonra iki dönem -1801-1809-başkanlık yapacaktı) ve (maliye bakanı) Hamilton arasındaki şiddetli tartışmalarda açık olarak saptayabiliyoruz.

T. Jefferson köle sahibi, geniş plantasyonları olan tarımcı, endüstriye ve ticarete hoş bakmayan bir devlet adamıydı. ABD’nin tarımsal bir ekonomiyle, seküler, demokratik bir cumhuriyet olarak varlığını sürdürebileceğine, ticaret ve sanayinin devlet müdahalesine, korumacı ekonomik politikalara yol açarak, cumhuriyetin, demokrasinin temellerini erozyona uğratacağına, Amerika’nın Britanya emperyalizmine benzeyeceğine, böylece onunla mücadelesini de kazanamayacağına inanıyordu. Ekonomide devletin devreye girmediği liberal bir anlayışı savunuyor, bunun da tarımcı bir ülke olmakla olanaklı olabileceğini iddia ediyordu. Yönetici sınıf içinde en ağırlıklı yeri işgal eden köle sahibi büyük plantasyon sahiplerinin ve çiftçilerin tam desteğine sahipti.

Hamilton ise ülkenin ekonomik olarak büyümesinin birliği sağlamakta en önemli rolü oynayacağına inanıyor, büyümek içinse en önce sanayileşmenin zorunlu olduğunu, bunun da devlet müdahaleciliğini, merkantilist, yani korumacı ekonomik politikaları gerektirdiğini vurguluyordu.

Bu toplumsal yarılma ve onun ifadesi olan söz konusu tartışma, şeklen bugünkü Çin’in savunduğuna benzer, “tek ülke iki sistem” uzlaşmasıyla bir geçici denge haline ulaşıyordu. Yani Kuzey’de, endüstri ve ticaret; Güney’de, ağırlıklı olarak köle emeğine dayanan, tarım egemen olacaktı.

Burada şuna dikkat edelim, toplumsal kutuplaşmanın, yönetici sınıf içindeki bölünmenin ivmelenmesi, aynı zamanda, büyük toplumsal-ekonomik-siyasal dönüşümlerin de habercisi oluyor.

İlerleyen zamanda, tanım itibarıyla içerdikleri dinamizm dolayısıyla endüstri ve ticaretin mevzi kazanmasıyla, söz konusu denge hali bozuluyor. Yönetici sınıf içindeki kavga, iç savaşa evriliyor, eski (kurucu) maliye bakanı Hamilton’ın görüşleri giderek ülkede hegemonik bir güce ulaşıyor.

McKinley’in siyasal çıkışının böyle bir arkaplanı var. 1873 bunalımıyla birlikte sanayi kapitalizminin emperyalistleşme ihtiyacı artık “Batı’ya doğru hareketi” zorunlu hale getiriyordu. Bir kıta ülkesinin dışa doğru yayılabilmesi, deniz aşırı ticaretle olanaklı olabilirdi. O sırada, Atlantik ve Pasifik üzerindeki ticaret yollarını, bir ölçüde İspanya, ve tabii büyük ölçüde, Britanya kontrol ediyorlardı.

Hegemon Britanya, daha 19.yy’da, “serbest ticaret” ilkesini olmazsa olmaz olarak dünyaya dayatmıştı. Ancak ABD gibi rakip güçlerin yükselmesi, Britanya’nın “serbest ticaret” lehine koyduğu kuralları, kendi aleyhine işlediği ölçüde, tanımayacağını gösterdi. Tıpkı Sovyet sisteminin çökmesinden sonra, 90’lı yıllarda, hegemon ABD’nin dünyaya dayattığı “küreselleşme” kurallarını, 2008’den itibaren giderek artan ölçüde, Çin’in meydan okuması karşısında ihlâl etmesi gibi.

Demek ki, belli bir kapitalist ekonomi-politik-ideolojik hegemonik anlayış, ya da siyasal egemenlik yapısı rutinleşmeye, erozyona maruz kaldığı zaman, kendi koyduğu ve herkesi uymaya zorladığı kuralların kendisi için ayak bağı olduğunu, hatta bir beka sorunu haline geldiğini görerek aksi yönde, kural tanımaz bir anlayışla hareket etmeye başlıyor. Bütün özgürlükçü, anti-despotik, demokratik ideal ve prensipleri hilâfına davranışlar sergiliyor.

Uzatmayalım. McKinley yönetimi, daha yakın çıkarları (Küba, Porto Riko, Hawaii, Filipinler vb sorunlar) bakımından öncelikli ve (Britanya’ya nazaran) daha diş geçirilebilir bir hedef olarak gördüğü için İspanya kolonyalizmine karşı savaş ilan ediyor (1898). Bugünkü ABD emperyalist hegemonyasının temellerinin bu savaşla birlikte atılmış olduğunu söyleyebiliriz.

Öyleyse, ABD emperyalist hegemonyasının üç savaştan sonra (İspanyol-Amerikan Savaşı, 1.D.Savaşı ve 2.D.Savaşı) yükselmiş olduğunu tekrar belirtelim.

McKinley, bu savaşı savunurken, argümanını “önce Amerika” anlayışı çerçevesinde, yüksek gümrük tarifeleriyle korunan korumacı ekonomik politikaları devreye sokmanın gerekliliğiyle destekliyordu. Tahmin edilebileceği gibi, bu korumacılık, yüksek gümrük tarifeleri uygulaması tabii en çok Britanya’yı rahatsız ediyordu. Artık ABD için sorun, belli sınırları olan bir “ülke” (“territory”) değil, dünya idi. İsterseniz, “hattı değil, dünya anlamında sathı” savunmak ABD’nin reel varlığının sürdürülebilmesi için elzemdi diyelim.

Bugün yükselen rakip güçlerin etkisiyle ABD’de, ona bağlı olarak Avrupa ve Japonya’da da toplumsal polarizasyonun arttığını saptıyoruz. Trump’ın başkanlığının böyle bir anlamı da var.

Öte yandan, ABD başkanlık seçimi sırasında bir kez daha Amerika’nın toplumsal olarak nasıl kutuplaşmış olduğunu izledik. Kutuplaşma o kadar kesin ve net ki, son seçimlerdeki sonuçları yedi “salınan eyalet” teki belki de üç-beş yüz bin oy belirledi. Yani 350 milyona yaklaşan nüfusa sahip bir ülkenin siyasal yazgısı bu yedi salınan eyaletteki yüzbinlerce oy tarafından belirlendi.

Yukarıda değinmiştim. Polarizasyon arttıkça, hegemonik sistemin yönetici sınıflar dahil olmak üzere bütün toplumlarını derinden kat ettiği ölçüde, mevcut durum sürdürülebilir olmaktan çıkar. Değişimin nesnel koşulları oluşur. Öznel faktörlerin müdahale eden taşıyıcı olmak için arayışları, yoklamaları, denemeleri, amiyane tabirle, el ense çekmeleri vaka haline gelir. Bugün de böyle bir uğraktayız.

2008’deki krizden sonra “Amerikan kürelleşmesi” tıpkı, 19 yy’daki “İngiliz serbest ticareti” nin erken 20.yy’da İngiltere’nin elinde patlamış olması gibi, Amerika için bir bumerang haline geldi.

Bu noktada, Çin’in yükselmesiyle, 1898’den sonra ABD’nin Britanya İmparatorluğu’na rağmen yükselmesi arasında benzerlik kurulmasında bence bir sakınca yoktur.

Ha, bu arada, söylemeyi unuttum, Cumhuriyetçi McKinley ikinci dönem başkanlığı için hazırlık yaptığı zamanda bir suikast sonucu New York’da 1901’de öldürüldü. Katili o devirde bu gibi işlerde sıklıkla tetikçi olarak tercih edilen anarşist gruplardan birinin üyesiydi. Bilindiği gibi bu tercih (popülist, goşist versiyonlarıyla) bütün bir 20.yy boyunca devam etmiştir (Bence, bunun en çarpıcı olmak anlamında, en son örneği Kızıl Tugaylar idi. Hatırlanacaktır. İtalya’da NATO tarafından verilen işleri yerine getirdikten sonra militanlarının belki yüzlercesine Mitterand’ın başkanlığı sırasında Fransa’da ikamet izni verilmişti. “Emperyalizm diye bir şey artık yok. O devir kapandı. Elveda sosyalizm! Şimdi İmparatorluk zamanı” diyen NATO’nun fiili maşası, Kızıl Tugaylar militanı Antonio Negri de Fransa’ya -örtük olarak- davet edilenlerden biriydi. Bu arada, Fransa’nın, 1968’in De Gaulle’ü düşürmesinden sonra -soğuk savaş içinde- böyle bir işlevi de vardı.)

Bilindiği gibi, Silikon Vadisi’nin “tekno-faşist” oligarkları ilk döneminde Trump’ı desteklememişlerdi. Bu kez, onları en çok tedirgin eden Çin rekabetinin anlamlı ölçüde artması, Biden yönetiminin bu rekabet karşısında görece etkili olamaması karşısında, Trump’ın söylemlerinden etkilendiler, başta oligark Elon Musk olmak üzere onun yanında saf tuttular. Tabii Musk’ın durumunda bir öznel nedenin de rolü olsa gerektir. Oğlunun cinsiyet değiştirip kadın olmak istediğini açıklaması, babasını çok rahatsız etmişti.

Yoksa, ilk döneminde, elektrikli araç üretimine karşı olduğunu açıklamış olan Trump’la şiddetli bir tartışmaya girmişti. Unutmayalım, Trump ısrarla, Amerika’nın dünyanın en büyük petrol üreticisi olduğunu söyleyerek, ABD yönetimlerinin bugüne kadar bu olanağı ekonomik olarak değerlendiremediklerini iddia ediyor. Hatta Rusya ve Avrupa arasında yeni gaz boru hatları döşenmesine, yeni petrol antlaşmaları yapılmasına kendisinin karşı çıkmış olduğunu sık sık vurguluyor.

Ancak bu kez, Musk ile anlaşınca, elektrikli araç üretimi konusundaki düşüncesini değiştirdi. Musk’ın Trump’tan yana tavır alması ve kabinede de önemli bir bakanlık görevini üstleneceği belli olunca, Silikon Vadisi’nin “muhteşem yedili”si (Nvidia, Apple, Microsoft, Amazon, Tesla, Beta, Alphabet) ya da “tekno-faşist” Silikon Vadisi oligarşisi Trump’a yanaştılar.

Her ne kadar bunlara “muhteşem 7’li” deniyorsa da, aslında sayıları ondur. Kendilerini kontrol ettikleri sermaye ve ABD’nin hegemonik gücü dolayısıyla rakipsiz olarak görseler de, Çin’in “geriden hızla geldiğine” inanıyorlar. Tedirgin oluyorlar.

Nitekim, Çin şu ana kadar Amerika’yı, İnsansız Hava Araçları (Dronlar), Güneş Panelleri, Grafen teknolojisi, Hızlı Demiryolu Araçları, Elektrikli Otomobiller ve Lityum Pilleri gibi teknolojik alanlarda geçmiş durumda. Diğer bir çok teknolojik alanda da önümüzdeki beş yıl içinde öne geçeceği tahmin ediliyor. Bloomenberg’de okuduğum bir habere göre, Çin’in halen bariz şekilde en geri olduğu alan, Ticari veya Yolcu Uçakları üretimi. Ancak, çok sayıda “parlak” mühendisinin işine son vermek zorunda kalmış Boeing’in düştüğü duruma bakılırsa, pek yakında Çin uçakları Airbus’ün başlıca rakibi olacakmış gibi görünüyor.

Çin’in özellikle Yapay Zeka teknolojisi alanında pek ileri aşamalarda olmadığının düşünüldüğü bir sırada, ve Çin yeni yılının başladığı bir zamanda, DeepSeek duyurusu, Silikon Vadisi’nde, Wall Street’te ve tabii Amerikan yönetiminde, 1957’deki Sputnik olayının yarattığına benzer bir şaşkınlık ve panik yarattı.

Bilindiği gibi, 1957’de, Soğuk Savaşı’ ın şiddetlendiği bir sırada, uzaya ilk kez SSCB tarafından Sputnik (“İmece”) adı verilmiş bir yapay uydu gönderilmiş, bu olay ABD’de büyük şaşkınlığa yol açmıştı. O zamana kadar ABD’de bilimsel-teknolojik alan özel sektöre bırakılmışken (sadece 2.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru SSCB’ye gözdağı vermek için devlet Manhattan Projesi ile atom bombası yapımına önayak olmuştu), devlet, savaştan sonra bu alandan özel sektör lehine tamamen çekilmişti.

“Sputnik Şoku” sonrasında Amerikan devleti tekrar devreye girmek ihtiyacı duyarak Savunma Bakanlığı bünyesinde DARPA’yı kurup uzay çalışmalarına müdahil olmuştu.

DeepSeek’e gelince, son on yılda başta NDVIA (ki bunun da CEO’su Çin asıllı bir Amerikalıdır) olmak üzere Microsoft, Tesla, Meta, Apple gibi oligopol bileşenlerinin yaklaşık bir trilyon dolar tutarında yatırım yaptıkları Yapay Zeka teknolojileri alanında (Teknoloji alanındaki oligopolü oluşturan on büyük Amerikan tekelinin sadece 2025 yılı için alana yatırmayı planladıkları toplam meblağ 250 milyar dolara yakın, hatta Trump son konuşmalarından birinde yapay zeka araştırmaları için 500 milyar dolar kaynak ayıracaklarını ifade etmişti), faaliyet gösteren küçük ölçekli sayılabilecek bir Çin firması 6 milyon dolarlık bütçesiyle o dev tekellerin henüz başaramadıkları bir işi başardı.

Bu söz konusu Silikon Vadisi oligopolü için daha da vahim olanı, DeepSeek’in geliştirdiği ve halen piyasada Microsoft tarafından üretilmiş bir sürümü bulunan Open AI’dan (Microsoft 2019’dan beri bu alana 13 milyar dolardan fazla yatırım yapmış) daha gelişmiş bu yeni Geniş Dil Modeli’ni ( AI LLM) kamuya açık bir hizmet olarak ücretsiz piyasaya sürmesiydi. İsteyen herkesin hiç bir ücret ödemeden, hiç bir uygulama satın almaya ihtiyaç duymadan, açık kaynak yazılım tabir edilen şekilde girebilmesine olanak tanınması, yani isteyen herkesin cep telefonuna veya bilgisayarına hiçbir bedel ödemeden indirebilecek olmasıydı.

Bir anda Wall Street karıştı. Büyük teknoloji firmalarının hisse senetleri fiyatları, piyasa değerleri dramatik olarak düştü. Sadece sektörün en büyüklerinden NDVIA’nın bir günlük kaybı 600 milyar dolara ulaştı. Bu borsa tarihinde bir günde kaybedilmiş en büyük değere tekabül ediyor. Dell, Oracle gibi diğer teknoloji tekellerinin de dramatik kayıpları oldu.

Benim asıl dikkat çekmek istediğim konu, artık büyük teknoloji tekellerinin ağırlıklı bir yer tuttukları borsalarda, bu firmalar üzerinden imal edilmiş spekülatif balonlaşmadır. Yani borsalarda gördüğümüz tablonun sadece kısmen reel bir ekonomik gerçekliğe tekabül etmesi, ama büyük ölçüde sanal olmasıdır. Yani DeepSeek olayı bu borsaların ne denli balonlaşmış olduğunu, reel ekonomik gerçeklikten ne denli kopuk olduklarını da ortaya çıkarmıştır.

İşin bir boyutu, çok büyük teknoloji firmalarının rakipsizliği iddiasının, küçük bir Çin firması tarafından çürütülmesidir. Teknolojik buluşlar söz konusu olduğunda, ille de Silikon Vadisi oligopolü bileşeni, elemanı olmanız gerekmiyormuş. DeepSeek bunu gösterdi.

Öte yandan, “büyük teknoloji firmaları” borsa balonunu da kısmen patlatmış oldu. Wall Street’in bir şey, reel ekonominin başka bir şey olduğunu açığa çıkardı.

Bugün önde gelen hisse senedi, bono piyasalarında baş sıraları Amerika menşeli büyük teknoloji tekelleri, özellikle de “Muhteşem 7’li” oligopol işgal ediyor. Mesela, S&P 500 Index’inin yüzde 30’unu; Morgan&Stanley (MSCI) Dünya İndeksinin yaklaşık yüzde 25’ini; teknoloji firmaları ağırlıklı NASDAQ Composite’ın yüzde 60’ından fazlasını teknoloji tekelleri temsil ediyor.

Sadece üç oligarkın, yani Musk, Zuckerberg ve Bezos’un 800 milyar dolar civarında servetlerinin olduğunu biliyoruz. Bunlar ve tabii benzerleri de bugün, şu anda Trump’tan yana saf tutmuş haldeler. Çin’deki (onlara göre) sıradan, küçük bir bir firmadan gelen bu son hamleyle ciddi bir şekilde irkildiler. Muhtemelen Trump’ın etrafında daha sıkı bir şekilde yer alarak, onu Çin tehdidine karşı kendileri için bir şeyler yapmaya zorlayacaklar (1)

Daha önceki yazılarda, giderek güçlenmekte olan bir “üçüncü dünya savaşı” olasılığının, daha önceki dünya savaşları gibi, Avrupa coğrafyasında patlak verebileceğini düşündüğümü söylemiştim. Trump’ın başkan olmasından sonra savaş olasılığının azalmadığını, ancak, olası coğrafyasının Doğu Asya’ya kayacağına ikna olmaya başladım.

Anlaşılıyor ki, Amerika, Rusya ile doğrudan bir savaşa girmek istemiyor. Rusya’yı, ölümü gösterip sıtmaya razı edeceği Avrupa ile oyalamayı ya da meşgul etmeyi planlıyor sanki (Grönland konusunda da aynı taktiği uyguluyor, Grönland’da Amerika bazı avantajlar elde edebilir. Hali hazırda orada üç askeri üssü var zaten. Kanada ve Grönland Arktik Denizi çerçevesinde birlikte ele alınması gereken iki ülkedir diyelim. Arktik Denizi’nin alternatif ticaret yolları bakımından önemi giderek artıyor. Kanada’dan da aynı şekilde tavizler kopartılması mümkün görünüyor. Kanada ekonomisi zaten ABD’ye çok bağımlı. İkisi arasındaki günlük ticaret hacmi yaklaşık 3 milyar Amerikan doları kadar. Kanada dışsatımının yüzde 78’ini ABD’ye yapıyor). İran’la da savaşmayacaktır. Batı Asya’yı pek kafasına takmayacak. Orada bugünkü durum ABD için mevcut koşullarda kabul edilebilirdir.

İran da zaten içeride bir uzlaşma zemini oluşturdu. Yani yönetici sınıfı şimdilik uzlaşmış görünüyor. Rusya ile bir stratejik ittifak kurdular. Bir anlamda, stratejik olarak Rusya’nın kontrolüne girdiler. Dolayısıyla ABD, İran’la Rusya üzerinden de temas kurabilecektir.

Ukrayna’da kalıcı bir barış olmaz. Ancak mevcut durum ateşkes hallerinde ya da düşük yoğunluklu çatışmalarla sürdürülür. Rusya üzerindeki yaptırımlar mevcut haliyle sürer, bu arada, Rusya’nın özellikle Avrupa lehine de olacak ekonomik girişimlerine izin verilmeyecektir. ABD, Avrupa’yı kendisiyle daha fazla ticarete zorlayacaktır. Avrupa ve Japonya’nın Çin ile olan ticareti de ABD’nin hedefinde olacaktır.

Muhtemelen Avrupa ve Japonya’nın ABD ve Çin karşısındaki ekonomik gerilemesi devam edecektir.

Çin’le bir olası savaş Tayvan sorunu kaynaklı olmaz. Yani Çin, Tayvan’a saldırmaz. ABD’nin Tayvan’ı her geçen gün daha da fazla silahlandırması, ada üzerindeki siyasal kontrolünü arttırması, Çin’i savaş ilan edecek derecede rahatsız etmez.

Olası büyük savaşın yumuşak karnı, Güney Çin Denizi’dir. Oradaki kıta sahanlığı ve adalarla ilgili tartışmalı konulardır. En duyarlı coğrafya orasıdır. Amerika orayı da sürekli kaşıyor.

Trump, Çin’i, bu DeepSeek gelişmesi dolayısıyla, bir kez daha bir ulusal güvenlik sorunu olarak gördüğünü dolaylı olarak ifade etti. TikTok yasağının kaldırılması konusunda söyledikleri de hâlâ belleklerdedir: “ABD’de var olmak istiyorsan, hisselerinin büyük kısmını Amerikan firmalarına devret”. Aslında Trump, bu tavırlarıyla büyük tekellerin Çin rekabeti karşısındaki korkularını ifade ediyor.

Mesela, Tesla elektrikli araçları, Çin’in elektrikli aracı BYD’den daha az kaliteli olmasına rağmen fiyatı onun 4 katı. BYD’nin fiyatı 10-12 bin dolar civarı. Yine, şu DeepSeek’in yaptığı ve bedava dağıttığı ürünü, mesela Microsoft yapmış olsa, uygulamasını en az 200 dolara satardı.

Hazır Wall Street teknoloji devleri balonlaşmasından söz etmişken, dikkat çekici bir başka örnek daha vereyim. Tesla, geçen yıl 930 bin elektrikli araç üretmiş. Toyota ise 10 milyon araç üretmiş. Tek başına Tesla’nın borsa değeri Toyota’nın da aralarında bulunduğu diğer 10 büyük araç firmasının (SAIC -Çin devlet otomobil şirketi-, Stellantis-ağırlıklı olarak Avrupalı otomobil şirketlerinin yer aldığı kartel-, Honda, Daimler, Ford, GM, BMW, BYD, Volkswagen) toplam borsa değeriyle hemen hemen aynı.

Bu durum spekülasyonun boyutlarını gösteriyor. Mesela, Musk’ın Trump’ı destekleyeceğini açıklamasından ve Trump’ın seçimi kazanma olasılığının artmasından sonra Tesla kağıtları bir anda değer kazandı. Seçildikten sonra Trump’ın Musk’ı önemli bir bakanlığa getireceğini açıklamasıyla kağıtlarının değeri daha da yükseldi. Bu yükselişlerin reel ekonomik faaliyetlerle, olgularla bir ilişkisi yok.

Bugün Wall Street’teki balonlaşma, 1929’dakinden 4-5 kat daha fazladır. Bugün bir fark var tabii. ABD hegemon devlettir, parası artık altına dayanmayan rezerv bir paradır. 2008’de patlak veren bunalımın nasıl dolar emisyonu artırılarak aşılmaya çalışıldığını gördük.

DeepSeek’ten sonra yine bir Çin firması olan Quin aynı ürünün daha alt versiyonunu yine aynı giriş serbestliğiyle piyasaya sürdü. Böylece, son yıllarda, Silikon Vadisi kaynaklı teknolojik yenilikler bağlamında, yeniden tedavüle sürülen “Amerika istisnaidir” ideolojisi ve o ideolojisinin şişirdiği borsa spekülasyonlarının gazı bir günde alındı.

Bu gelişme vesilesiyle bu büyük teknoloji tekellerinin aynı zamanda ve daha çok borsadan semiren finansal tekeller olduklarını da aklımızda tutacağız. Tesla’yı, mesela, sadece bir endüstriyel firmalar kompleksi olarak görürsek, onun bu balonlaştırılmış piyasa değerinin nedenini anlayamayız. Tesla ve benzerleri bugün, esas olarak, finansal faaliyette bulunan firmalardır. Endüstriyel etkinlikleri bu söz konusu esas konumlarını sürdürebilmek için gereklidir.

NOTLAR

1) Amerika’nın işi kolay değil. 2023 yılı itibarıyla Çin’de faaliyet gösteren Amerikan şirketi sayısı 70 bin civarında. Bunların toplam yıllık ciroları 600 milyar dolara yakın. Mesela, Apple tedarikçilerinin yüzde sekseni Çin’de bulunuyor. Starbucks’ın sadece Şanghay’da binden fazla dükkanı var. Yine mesela, McDonald’ın yurt dışında 2024’te açmış olduğu dükkânların yüzde sekseni Çin’de. Devam edelim, Tesla’nın Şanghay’da bulunan ve 30 saniyede bir elektrikli araç üretilebilen fabrikasının sadece Çin’deki araç satışları 2024’te yüzde sekiz buçuk artmış. Tesla EA’ların küresel satışlarının yüzde otuz altısından fazlası Çin’de gerçekleşiyor.

Bahçeli’nin mesajı

Harpal Brar yoldaşın (1939-2025) değerli anısına

Daha önce bir çok kez yazdım, CHP, AKP rejiminin sürdürülmesi için gerekli bir “muhalefet” partisidir. CHP olmadan bu rejim inşa edilemezdi. CHP’ye dayanmadan bu düzenin sürdürülmesi olanaklı değildi., Halen de değildir. Dahası, hem AKP-MHP’nin hem CHP’nin ipleri aynı emperyalist güçlerin ve onların işbirlikçilerinin ellerindedir.

CHP’nin bir önceki başkanı partinin başına AKP rejiminin bir operasyonuyla atanmış, 13 yıl orada tutulmuş, bu süre içinde rejimin konsolidasyonu temin edilebilmişti. Bu kadar yıl boyunca sürekli genişleyen halk sınıflarının muhalif tepkilerini artık mevcut CHP’nin etkisizleştirmesinin olanaklı olamayacağı görülünce, aynı düzen güçleri, partinin başına muhalif kitleler nazarında partinin inandırıcılığını yeniden sağlayacak Kılıçdaroğlu modelinde bir başka figürü buldular. Atadılar.

Hatırlanacaktır, CHP’de cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası başlayan liderlik tartışmaları sırasında, Bahçeli çıkıp, “ya sınıf arkadaşım (Kılıçdaroğlu) ya da bizim Manisalı (Özel) başkan olsun” mealinde bir açıklama yapmıştı.

Aynı Bahçeli, Özel ile bir karşılaşmasında, “sizin aleyhinizde siyaseten yaptığımız eleştirilere üzülmüyorsunuz değil mi” mealinde bir şey söylemişti. Yani, bu bir tiyatrodur. İki taraf da birbirlerine muhaliflermiş gibi davranıyorlar. Aslında her ikisinin de temel kaygusu bu rejimin devam etmesidir. Hepimize halen bu oyunu izlettiriyorlar.

CHP’nin başındaki kişinin bu rolünü hakkını vererek oynadığını kabul etmeliyiz. Yırtınıyor. Aşağıdan gelen muhalif basıncın etkisiyle, oraya buraya koşturuyor, bağırıp çağırıyor, atıp tutuyor. Bir yandan aşağıdan bastıran muhalif enerji ve diğer yandan hizmet ettiği rejimin devamı bakımından yerine getirmekle yükümlü olduğu görevler… Bazen bunaltısı yüz ifadelerine yansıyor.

Muhalif enerji İmamoğlu’na doğru yönelince, rejimin paniği arttı. Zaten İmamoğlu epeydir rejimin radarındaydı. Kişisel hırsları var, siyasal bilgi ve deneyimi yetersiz. Ne yapacağına karar veremiyor. İktidarı istiyor, rejimin üzerine daha fazla geldiğini ve geleceğini de görüyor, ama ne yapması gerektiğini tam olarak kestiremiyor.

Tam bu sırada, bir yandan Erdoğan’ın kendisine yönelik tehditleri artıyor, diğer yandan, Bahçeli, “CHP’yi bırak, madem istiyorsun, partisiz karşımıza çık” diyerek tahrik etmeye çalışıyor.

Bahçeli aslında CHP bizim kontrolümüzde, orada kalarak siyaseten var olamazsın, karşımıza çıkmana izin vermeyiz” demeye getiriyor. Bunalan Özel’e soluk aldırmak istiyor.

AKP rejimi kendi özel, etnik gündemine kapanmış, hiçbir zaman “Türkiye partisi” olamamış ve olamayacak olan “bundist” DEM’i de yanına çekerek giderek artan muhalif enerjiyi bertaraf etmeye çalışıyor. Faşist Özdağ’ı etkisizleştirmek de bu çabanın bir başka görünümü.

Rejim bugüne kadar bu söz konusu enerjiyi bu “muhalif” kanallar (CHP, DEM) üzerinden etkisizleştirdi. Ancak bu başarısını bugün tekrar etmesi zor görünüyor.

Sokak bir çıkış beklentisi içinde. Sokak arıyor. Gezi’de olduğu gibi, kendiliğinden “kitle grevleri” görülebilir. Bu halde, bu kendiliğinden patlamaları yönlendirecek bir Öncüye ihtiyaç var.

Lenin’i, “Nereden Başlamalı” yı, “Ne Yapmalı” yı rehber edinmemiz gerekiyor.

Lenin hiç bir zaman kitleyi, halkı örgütlemeyi dert edinmedi. Lenin’in derdi kitleyi değil, Öncü’yü örgütlemekti. Yani örgütçüleri örgütlemekti. Rusya gibi halk sınıflarının, işçi sınıfının örgütlülük düzeyinin düşük olduğu yerde, kendiliğinden “kitle grevleri” kaçınılmazdı. Nitekim, “1905” ilk işaretiydi. Öncü öyle zamanlar için hazır olmalıydı.

DEM, AKP’nin “çift yumurta” ikizidir. CHP payandasıdır.

CHP’nin, bu arada eski başkanının da, görevi İmamoğlu’nu etkisizleştirmek, muhalif basıncın gazını alarak, top çevirmeye devam etmektir.

Bu tiyatroyu izlemeye daha ne kadar tahammül edeceğiz?

1957 “Suriye Krizi”

Dün gece ajanslardan bir haber geçti. Buna göre, ABD’nin, Suriye’de büyük bir askeri yığınak yapmaya başladığı belirtiliyordu. Irak’tan çıkan Amerikan askeri konvoylarının Suriye’ye büyük çapta askeri araç gereç sevk etmekte olduğunu öğrendik. Sevkiyatın halen sürmekte olduğu da haberde belirtiliyordu.

Başından beri, Suriye’deki son gelişmenin asıl mimarının ABD olduğu biliniyordu. Türkiye ve İsrail, ABD’nin talebi doğrultusunda bu son Suriye operasyonda yer aldılar. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu sevkiyatın Rusya’nın, “ABD ve İngiltere, Suriye’deki askeri üslerimize dolaylı olarak saldırı düzenleyecekler” şeklindeki açıklamasından sonra gerçekleştiğine işaret edilmelidir.

ABD, Suriye üzerindeki kontrolünü arttırmak, cihatçıların, Türk devletinin de yönlendirmesi, kışkırtmasıyla, Kürt güçlerine saldırmalarına ve cihatçıların kendi içlerinde kaçınılmaz görünen çatışmalarına müdahale etmek için askeri yığınağını arttırıyor. İsrail’in de benzer bir yığınağı güney batıdan yaptığını biliyoruz.

Trump’ın savaş karşıtlığı iddiasının hem Batı Asya’da hem de Avrupa’da boşa düşeceği giderek netleşiyor. Trump adeta, “iktidarın gerçekleri” nin farkında olduğunu ilan ediyor.

Belki daha düne kadar haritada yerini bile gösteremeyeceği Arktik Denizi üzerindeki Amerikan emellerini bu kadar açık ve çarpıcı biçimde ifade eden ilk Amerikan başkanı oldu. NATO üyesi Danimarka’dan Grönland’ı talep etti. Yine bu denize görece uzun kıyısı olan Kanada’ya ABD eyaleti muamelesi yapmak istediğini dile getirdi. Yetmedi, Panama Kanalı üzerinde mutlak Amerikan kontrolünün gerekliliğinden söz etti.

Bilindiği gibi Çin, Peru’da, son Asya- Pasifik ülkeleri toplantısında Latin Amerika’da yaptığı ve yapmayı planladığı ekonomik hamlelerini göstermişti. Bunlar arasında, Nikaragua’yla birlikte gerçekleştirecekleri, iki okyanus arasında, Panama Kanalı’na alternatif oluşturacak, yeni bir kanal projesi de vardı.

Neyse, biz 1957’ye, “Suriye Krizi” ne dönelim.

2.Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin emperyalist sistemin hegemonik gücü olmak için attığı adımlar, Avrupa’dan sonra Batı Asya’da da etkilerini gösterdi.

Batı Asya’da, Britanya ve Fransa’nın etkisini kırmak için ABD, 1953’te, Britanya’yı devre dışı bırakarak, İran’da Musaddık yönetiminin Ajax Operasyonu ile devrilmesini temin ettikten sonra 1956’daki “Süveyş Krizi”ine doğrudan müdahil olup, Mısır’da, bir darbeyle krallığı devirip Süveyş Kanalı’nı kamulaştıran milliyetçi Nasır yönetiminden yana tavır almıştı. Britanya ve Fransa’nın bu nedenle Mısır’ı İsrail’i de yanlarına alarak işgal etmelerine karşı çıkmıştı. Dikkat edilsin, İsrail ta o zamandan emperyalistlerin kendisine verdikleri rolleri oynamaya çalışıyor.

Nasır’ın askeri darbesinden sonra SSCB’ye yakınlaşarak attığı ulusalcı adımlar Arap dünyasında, Arap aydınları arasında sempatiyle kaşılandı. Irak, Suriye gibi ülkelerde de benzer bir siyasal içeriğe sahip darbeler, darbe girişimleri görüldü. Ürdün’de krallığın yıkılması için büyük kitle hareketleri oldu. Bu hareketler devlet kadroları içinde de yankısını buldu. Gelişen olaylar sonrasında ülke genelkurmay başkanı Suriye’ye sığınmak zorunda kaldı. 1957 yaz aylarına bölge siyasal olarak hayli ısınmış olarak girdi.

Yalnız, daha 1957’nin ilk ayında, Amerikan yönetimi, Eisenhower Doktrini adını verdiği yeni bir siyaseti bütün dünyaya ilan etmişti. Buna göre, Ortadoğu’da ABD’ye yakın, onunla müttefik, hatta müttefik olmasa da, ondan SSCB’ye ya da komünist kalkışmalara karşı yardım talep edecek ülkelere askeri olarak yardım edecek, gerekirse, askeri müdahaleden de kaçınmayacaktı.

Bu siyasetin ilanı sadece bölgede değil, dünyada da, iki blok arasındaki gerilimin artmasına neden olmuştu. Bu tür bir gerilimin çok daha tehlike arz eden bir benzerine biraz daha ileride Küba Krizi etrafında tanık olunacaktı.

SSCB, Eisenhower Doktrini’ne karşı, bölge ülkelerinin her türlü askeri ittifaklardan, tabii, askeri üslerden de arındırılmasını, bölge ülkelerinin iç işlerine yabancı güçlerin müdahil olmamalarını talep eden bir barış planı önerdi. Kabul görmedi.

Eisenhower yönetimi o sıralarda, yakın zaman öncesinde, Irak işgali sırasında da tanığı olduğumuz, “insan hakları ve demokrasi için bombalıyoruz” iddiasının geçmişteki bir versiyonu olarak görülebilecek, “barış için atom bombası” sloganı altında bir “barış” kampanyasını bütün dünyada sürdürmekteydi.

Baas partilerinin bölgede giderek güçlenmesi, Sovyet etkisinin yayılması, ABD ve tabii müttefiklerini paniğe sevk etti. 1957’ye gelindiğinde, Mısır ve Suriye bu sürece liderlik eden ülkeler konumundaydılar. NATO ittifakını güçlendirmek ve bölgesel işlevselliklerini arttırmak için kurulan bölgesel yan ittifaklardan birisi olarak 1955’te kurulan Bağdat Paktı ( üyeleri Türkiye, Pakistan, İran, Irak ve Britanya), Arap milliyetçiliğinin, Baas liderliğinde, bölgemizde güç kazanmasıyla birlikte sürdürülmesi güç bir ittifak haline geldi. Nitekim 1958’deki general Kasım darbesinden sonra Irak bu paktan çekilecek. Paktın adı CENTO olacak, merkezi Ankara’ya taşınacaktı.

Özellikle Suriye’nin artan siyasal etkisi ABD, İsrail ve Türkiye’yi tedirgin etmekteydi.

Türkiye’de en son 1954 seçimlerinden oyların yüzde 58’ini alarak büyük bir başarıyla çıkmış (Bu başarıda, çok kötü geçmiş bir tarımsal mevsimin DP tarafından büyük popülist vaatlerle geçiştirilmesinin, yanı sıra, bölgesinin lideri olma iddiasına köylü ve taşralı kitleleri ikna etmiş olmasının rolünü atlamamak gerekir) , ancak 1956-57’den itibaren derinleşen ekonomik sorunlar özellikle kentli orta sınıfların (mesela, tepkili öğrencilerin çoğu bu orta sınıf ailelerin çocuklarıydı, işsizliğin ve enflasyonun dramatik olarak arttığı koşullarda, işçiler, memurlar, küçük esnaf hükümete tepkiliydi)ve işbirlikçi büyük sermayesinin artan tepkisiyle karşılaşmaktaydı. Bu tepkiler karşısında DP, en gerici toplumsal kesimleri harekete geçirerek, daha baskıcı, daha faşizan konumlara savruluyordu.

Hükümet üzerinde artan kitlesel baskılarla birlikte Ekim 1957 seçimlerine girilecekti. Ekonomide, borç paraya dayanan ve motor rolü yüklenen akıldışı bir “inşaat” çılık faaliyeti, ekonominin temellerini bariz bir biçimde yıkıyordu.

ABD’nin “Eisenhower Doktrini” çerçevesinde Türkiye’ye Ortadoğu’daki anti-emperyalist etkinlikler karşısında gaz vermesi, Menderes-Bayar yönetiminin durumdan vazife çıkarmak arzusu, onu bölgede “racon kesici” rolünü oynamaya ikna etti (Konuyla ilgili olarak 2012’den itibaren yazmış olduğum 4-5 yazı var. Tekrar etmek istemiyorum).

Bugün de seslendirilen, yani yabancısı olmadığımız, tekmili birden “Suriye emelleri” en yetkili ve en salyalı ağızlardan duyuruluyordu. Anlayacağınız, “Suriye fatihliği” sadece bugünün teması değildir, DP devrinde de benzer bir tema işleniyordu.

1957 seçimlerine Türkiye’nin Suriye sınırına 200 bin civarında asker yığdığı ve bir harekâta hazırlandığı haberleriyle giriliyordu.

SSCB’nin savunma bakanı Bulganin’in ağzından çektiği resti ABD gördü. Geri çekildi. Ancak Bayar-Menderes yönetimi CIA başkanı Dulles’ın şahsen yaptığı uyarıyı dahi, amiyane tabirle, iplemiyorlardı. (Şunu da hatırlatayım, İran’daki Ajax Darbesi’yle birlikte CIA, MOSSAD, SAVAK ve bizim Milli Emniyet’i TRIDENT adı altında birleştirerek doğrudan kendisine bağlamıştı). O arada, TSK’nın NATO komutasına bağlılık yemini etmiş “akîl” paşaları hükümeti uyarıyorlardı.

Bulganin, Türkiye’nin müdahalesinin basitçe bölgesel bir savaşa değil, Sovyet Bloğu’nun da dahil olacağı bir dünya savaşına yol açacağına dair uyarısının arkasındaydı. ABD, Türkiye’ye Eisenhower Doktrini’ne çok güvenmemesi imasını taşıyan telkinlerine devam ediyordu. S.Arabistan gibi ülkeler arabuluculuk misyonuyla devreye girmişlerdi.

Bu arada, Bayar-Menderes yönetiminin İsrail’i birlikte bir harekât için (gizli görüşmelerle) ikna etmeye çalıştığı haberleri dış basında yer alıyordu.

O sıradaki TSK en üst komuta kademesi şöyledi: R.Erdelhun, gekurmay başkanı, C.Gürsel (KKKomutanı), C.Sunay (Gkurmay 2.başkanı), Fahri Korutürk (DKKomutanı) ve Tekin Arıburnu (HKKomutanı).

Bu paşalardan sadece ikisi, Gkurmay başkanı Erdelhun ve Hava Kuvvetleri Komutanı Tekin Arıburnu, Suriye’ye karşı bir askeri harekâtı destekliyorlar, yani hükümetin yanında yer alıyorlar, diğerleri karşı çıkıyorlardı. Hükümetten yana değil, NATO’dan yana tavır alıyorlardı.

Neyse. Sonunda, İsrail de karşı olduğunu ifade edince, harekattan vazgeçildi. Ancak bir süre için bölge ve hatta dünya adeta ateş üzerinde oturmuştu. ABD ve NATO’nun kaybettiği prestij de cabası. Bayar ve Menderes’in kontrol edilemezliği fikri ABD derin devleti nezdinde taraftarlar bulmuştu.

Adı geçen paşalardan, Erdelhun ve Arıburnu 27 Mayıs darbesinden sonra Yassıada’da yargılandılar. Diğerleri sırayla cumhurbaşkanı yapıldılar.

1957 seçimlerini DP kazandı. Ancak bu kez yüzde 10 civarında bir oy kaybına uğramıştı. Oyları yüzde 48’e düşmüş, parlamentodaki sandalye sayısı kayda değer şekilde düşmüştü. Rakibi CHP’nin oylarıysa, yüzde 7-8 civarında artmıştı. Öncesinde DP bölünmüş, içinden ayrı bir parti çıkmıştı (Hürriyet Partisi).

Özcesi, DP’de sonun başlangıcı görünüyordu. Seçimlerden sonra zaten izlemekte olduğu akıldışı ekonomi politikasını ve faşizan tek parti diktatörülüğünü daha da azdırarak devam ettirdi. TL’nin yüzde 330 oranında değer kaybettiği devalüasyon ve kontroldan çıkmış yüksek enflasyon, artan işsizlik, ücretli çalışanların, memurların, emeklilerin artan yoksullaşması, hepsini taçlandıran moratoryum kararı fişin çekilmesini gerektiriyordu. “Suriye hayalleri” satmak iktidarın işine yaramamıştı.