Hedef Şam

ABD, İsrail ve Türkiye’nin hazırladıkları Suriye’yi işgal ve rejim düşürme planı halen sahada aksamadan işliyor. Cihatçı lider hedeflerinin Şam olduğunu ilan etti. Şu ana kadar Suriye ordusu da ortalıkta görünmüyor. Rusya ve İran adeta hareketsiz, izliyorlar (Rusya ve İran’ın bu sakin halleri cihatçıların arkasındaki güçlerle varmış oldukları ve şimdi Esad’a da onaylatmak istedikleri bir antlaşmandan kaynaklanıyor olabilir. Yani Esad’ın direnişini kırma beklentileriyle alakalı olabilir).

2014’te başkan yardımcısı Biden, Suriye’deki emperyalist saldırının en hararetli zamanında, Harvard Üniversitesi’nda yaptığı bir konuşmada, mealen, “bizim Suriye’deki savaşla doğrudan bir ilişkimiz yok, oradaki cihatçıları biz desteklemiyoruz, değerli müttefiklerimiz Türkiye, S.Arabistan ve Katar destekliyorlar, Esad rejiminin kendilerine zarar verdiğini düşünüyorlar, onun yıkılması için cihatçıları destekliyorlar, biz bu müttefiklerimizi rahatsız edecek bir şey yapamayız, Suriye’ye karışmıyoruz, doğrudan ilgili değiliz, ama karışan müttefiklerimizi de destekliyoruz” diyordu. Biden açıkça yalan söylüyordu.

Bugün de Amerika’nın siyonist dış bakanı Blinken, yine mealen, “Suriye’deki gelişmeler, herhalde Rusya ve İran’ın kendi sorunlarına odaklanmaktan kaynaklanan dalgınlıklarından istifade etmeyi düşünmüş isyancıların hamlesi” derken yalan söylüyor. Yalansız kapitalizm ve emperyalizm olmaz.

Cihatçılara bu kez Pentagon tarzı eğitim verilmiş olduğu anlaşılıyor. Halkla ilişkiler eğitimi de almış olmalılar. Silahlandırılmışlar, muhtemelen “TIR’lar dolusu Amerikan silahı” nın bir bölümü Türkiye’nin denetimine bırakılmış alandaki cihatçılara götürülmüş. Tabii Türkiye’nin bilgisi ve desteğiyle.

Emperyalizm, Ukrayna’da neo-Nazileri; Suriye ve Irak’ta cihatçıları vekil olarak kullanıyor.

2011’de Suriye’ye karşı başlatılan emperyalist vekalet savaşı, o zaman bana Afganistan’a devrim sonrasında yapılmış emperyalist müdahaleyi hatırlatmıştı. Afganistan’daki devrim güçlerine yardıma giden SSCB ordusu, 1956’dan itibaren derinleşen iç sorunlarının, iç mücadelelerinin de etkisiyle, sahada yanlışlar yapmış ve yenilmişti. Nitekim, Afganistan’dan çekilmek zorunda kaldı. Afganistan Devrimi de kaybetti. Emperyalizm ve onunla müttefik olan Çin ve İran gibi önemli bölge güçlerinin himayesindeki karşı-devrim güçleri kazandı.

Bu yenilgi sonrasındaki gelişmeler, SSCB de restorasyoncu güçlerin palazlanmasına katkı yaptı, neticede Sovyet düzeni çökertildi. Yani Afganistan’da havlu atması, SSCB’nin sonunu hızlandırdı. Sovyet coğrafyası “şok terapi” lerle darmadağın edildi. Sovyetler’in Asya coğrafyasında emperyalistlerin himayesindeki karşı-devrimci İslamcı güçler etkilerini hızla arttırdılar.

Bu arada, Afganistan’la sınır olan ABD müttefiki Pakistan, Afganistan karşı-devriminin en önemli lojistik destek kaynağıydı. Bu desteğin temini için ülkede, Amerikancı-İslami siyasal usullere göre hareket edecek bir rejim oluşturmak gerekiyordu.

Bir bilindik NATO darbesi gerçekleştirildi. İyi, kötü işlemekte olan demokrasi ortadan kaldırıldı. İslamcılık takviye edildi. Pakistan halen süren derin bir ekonomi-politik istikrarsızlık içine sokuldu. Afganistan’a müdahale sırasında ülkenin Afganistan sınırı adeta ortadan kalkmış, ülkeye milyonlarca Afgan mülteci akın etmişti. Bu arada, Pakistan yönetimi havaya girmiş, Afganistan coğrafyasından pay kapma hesapları yapmaya başlamıştı. Pay kapmak için ABD’den rol kapmak istedi. Kendi başına oyun kurma planları elinde patladı. Amerika’ya hizmet için seçilmiş Cunta’nın lideri Ziya Ül Hak da, ABD tarafından cezalandırıldı. Havada patlatıldı.

Pakistan, “Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olma” haline düşmüştü.

Afganistan, çok geçmeden, ordan burdan derlenmiş cihatçı maşaların ülkeyi gerçek patronlarına teslim etmeleriyle, ABD’nin işgali altına girmişti. Ancak bir süre sonra kendisinin yarattığı ve kullandığı cihatçı çeteler, ona karşı ayaklanmış, Amerika da Afganistan’dan kaçmak zorunda kalmıştı. Geride en ilkel türden bir ortaçağ kabile veya aşiret düzeni bırakmıştı.

Bugün Suriye’nin düşme olasılığı güçlenirken, Afganistan’ın başına getirilenleri, o emperyalist saldırıya çeşitli biçimlerde payanda olmuş ülkelerin, devrim için mücadeleden vazgeçmiş ülkelerin başlarına gelenleri bir kez daha hatırlatmak istedim.

Tekrar edeyim. Şam düşerse, Filistin’in tamamı İsrail sömürgesi haline gelir. Lübnan’daki istikrarsızlık derinleşir. Şii islamcı siyaset etkisizleştirilir. Irak’ın içinde bulunduğu kaos içinden çıkılmaz hale gelir. İran’daki yönetim, rejim çöker, İran istikrarsızlaşır.

Bu arada Rusya, Akdeniz’i kaybeder. Bu Rusya’yı orada, “yeni Suriye” de tutmazlar. Pılını pırtını toplayarak ayrılmak zorunda kalır. Emperyalistlerin Suriye’deki bu başarısı, Rusya’nın genel olarak tekrar bir kara devleti olarak, bir iç deniz olan Karadeniz’e hapsedilmesi hesaplarında esin kaynağı olur. Karadeniz, Rusya dışında, Gürcistan da dahil olunca, tamamen bir NATO gölü haline getirilir. Kuzeydeki Arktik denizinin de Rusya dışındaki bütün kıyı ülkeleri NATO üyesi, bunu da hatırlatayım.

Türkiye zaten giderek Pakistanlaşıyor. İstikrarsızlığı, bölgede kurulacak emperyalist-siyonist yeni Kürt vasal devletçikleriyle ve tabii yeniden “Hatay sorunu” ile derinleşir.

Emperyalistler, Batı Asya’yı bu şekilde denetimleri altına alınca, Çin’in Doğu Asya’da hemen hemen oluşturduğu bölgesel hegemonyasına (Daha önce bir çok kez söylemiştim, Çin’in tarihsel olarak dünya hegemonyası vizyonu hiçbir döneminde olmamıştır. Ancak, her döneminde kendi bölgesinde hegemonya talebi olmuştur. Hatta geçmişte, aynı bölgede yer aldığı SSCB ile “ideolojik” çekişmesinin altında bu kaygusunun da bulunduğu söylenebilir) odaklanacaklardır. O coğrafya, ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği açısından, Batı Asya’dan çok daha büyük bir öneme sahiptir.

Bir kez Çin’in enerjisinin ana kaynağı olan Batı Asya ve onunla bağlantılı ulaşım hatları kontrol altına alınınca, emperyalistlerin elleri güçlenecektir tabii.

Bu yukarıda deminden beri yazdığım senaryo gerçekleşse bile ABD ve payandaları bakımından sürdürülebilir olmayacaktır. Bu “zafer” Amerika’nın çatışmalarını, tükenişini hızlandırmaktan başka bir işe yaramayacak.

Hatırlayalım, SSCB çöktükten sonra “tarihin sonu” nun geldiğini ilan etmişlerdi. Ancak, kendi sonlarının gelmekte olduğunu fark edip, panik içinde her tarafa saldırmaya başladılar. Fethettikleri, cihatçı maşalarını kullanarak ele geçirdikleri yerleri terk etmek zorunda kaldılar.

Özcesi, sürekli kaos yaratan, kaosla beslenen, kaçınılmaz olarak o kaosun içinde kaybolur. Bu da yukarıda yazdığım senaryoya derkenar olsun.

Suriye feda edilirse ne olur?

Daha en erken Suriye yazılarında, Esad yönetiminin Suriye’de sadece kendi ülkesi için değil, Filistin, Lübnan, Türkiye, Irak ve İran için de direnmekte olduğunu belirtmiştim.

Buna göre, onun kaybetmesi, bu adı geçen ülkelerin de kaybetmesi anlamına gelecektir. Böylece, Anglo-Amerikanlar bir kez daha ellerinde cetvelle sahaya inme olanağına kavuşacaklardır. Bu arada, bölgedeki süreğen kaosun boyutları daha da genişletilecek, istikrarsızlık olağanlaştırılacaktır.

Esad yönetimi, şu ya da bu biçimde, teslim alınırsa, önce Hizbullah ve Hamas’ın defteri dürülecek, Irak’taki kaos hali daha da derinleştirilecek, petrol monarşilerine, özellikle S.Arabistan’a yeni bir ayar verilecektir.

İran’da, muhtemelen, kansız bir rejim değişikliği gerçekleşecek, Türkiye’de de, herhalde, artık karizması çizilmiş Erdoğan gidip, İmamoğlu, ya da benzeri bir figür, Erdoğan’sız AKP rejiminin yeni Erdoğan’ı olacaktır.

İrak’tan sonra İran, Türkiye, Suriye’de de Kürt coğrafyaları siyasal özerklik kazanma olanaklarına kavuşacaklardır. Bir ihtimal, Hatay’ın statüsü de yeniden tartışmaya açılacaktır.

NATO’nun kurulması, AB’nin temellerinin atılmasıyla, soğuk savaş yeni bir aşamaya evrilmişti. Müttefiklerini denetleyebilmek için NATO müttefik ülkelerin devlet yapılarının derinliklerine yerleştirildi. Onların “devlet aklı” haline geldi. Bölgemizdeki ulusal-egemen yapıları kontrol edebilmek için de, gerektiğinde kullanmak amacıyla, etnik ve dinsel faylara yatırım yaptı.

Sovyet bloğunun çökertilmesinden sonra BOP adı altında başlatılan saldırı stratejisi, bölgemizde iki siyasal yapıyı, etnik Kürtçülüğü ve sünni İslamcılığı (Türkiye söz konusu olduğunda, bunu Türkçü-sünni İslamcı olarak okumak gerekir) solvent işlevi görecek surette daha fazla kullanmaya başladı.

Müslüman Kardeşler örgütü, kurulduktan bir süre sonra Britanya emperyalizminin himayesine girdi. Bu durum bugün de sürüyor. Türkiye, NATO’ya girdikten sonra, özellikle de, 27 Mayıs darbesinden sonra bu örgütü sürekli olarak gözetti. Her askeri darbeyle birlikte Türkiye hem M.Kardeşler örgütünü daha fazla kolladı, hem de Türkiye’yi M.Kardeşler siyasal-ideolojik modeline göre yeniden biçimlendirmek için efor sarfetti.

İran ve Afganistan’daki devrimlerden sonra gerçekleşen 12 Eylül darbesini bir Müslüman Kardeşler darbesi olarak da görmek mümkündür. Nitekim, o yıllarda, Türkiye üzerinden Suriye’deki laik, cumhuriyetçi anti-M.Kardeşler yönetimine karşı komplolar hazırlandı. Uygulamaya kondu. Suriye üzerine erken yazılarda bundan söz etmiştim. İstanbul, M.Kardeşler’in siyasal karargâhı haline getirildi.

Hafız Esad bunun üzerine, PKK, Dev-Sol, TKEP gibi örgütlere kapılarını açmıştı. Bunları bilelim. Elbette, Türkiye bunu ABD ve İsrail gibi müttefiklerinin talebi üzerinde yapıyordu. Yani ülkemizdeki bu İhvan hikayesi, bugün ya da AKP devrinde zuhur etmiş değil. Soğuk savaşın başlarına kadar giden bir geçmişi var. Tıpkı AKP rejiminin kendisi gibi.

Tabii, bugün için Anglo-Amerikan emperyalizminin kazanacağı mevziler ne olursa olsun, kalıcı ya da uzun süreli olamayacaktır. Hegemonya kavgası şiddetlenmektedir.

Bu kavga, esas olarak, kapitalist güçler, emperyalistler ve emperyalistleşme ihtiyacının baskısı altındaki devletler arasındadır.

Şimdi, Çin’in kapitalist restorasyon sonrasında, emperyalistlerin himayesinde gerçekleştirdiği “ileri doğru büyük atılım” la birlikte, Çin dışındaki Maocu siyaset ikiye bölündü. Bölünmenin bir tarafında, “kültür devrimi” maoculuğuna sadık kalanlar, Çin’in Maoizme ihanet edip, kapitalist bir yola girdiğini iddia ederek farklı siyasal mecralara yöneldiler. Diğer taraf, Çin’deki yönetimle uzlaşarak, Çin’in Maocu çizgisinden sapmadığını, tersine Maoizm siyasal yöntemini, Mao’nun kendisinden bile daha başarılı bir biçimde uygularak sosyalizm kuruculuğunda mesafe kat ettiğini iddia ettiler (Mesela, bunların en yetkin figürlerinden birisi, aklımda yanlış kalmamışsa, 1964’te, Togliatti’nin ölümünden sonra İKP’den, Maocu İtalyan partisine geçen, çok kıymetli çalışmalara imza atmış olan D.Losurdo’dur)

“Sosyalizm kuruculuğu” hikayesi bir yana bırakılmak koşuluyla, bu ikinci çizgi, Maoizmi kavramak bakımından birincisinden çok daha başarılı, ve tabii haklıydı. Daha önceki yazılarda değinmiştim. Burada tekrar ayrıntılara girmeyeceğim. Yalnız, şunu bir kez daha hatırlatmakla yetineceğim: Maoist siyasal yöntemin bütün şifrelerinin anahtarı, “önemli olan kedinin rengi değil, ciğeri tutmasıdır” vecizesidir.

Tekrar olsun, Maoizm marksist-leninist değil, maocudur. Marksizm-leninizm ihtiyaç duyulduğu zamanda, ihtiyaç duyulduğu kadar onun ideolojik formasyonunda etkinleştirilmiştir.

Burada sorun şu, Çin’in ekonomik yükselişiye birlikte bu yükselmenin dayattığı ekonomi-politik ihtiyaçlar nedeniyle, ABD hegemonyasına karşı çıkması, Çin’in “sosyalist” olduğu iddiasını desteklemek için kullanılmaktadır (Losurdo’nun ölümünden biraz önce yazdığı iki makale ve mülâkatları, söyleşileri bu çabanın en yetkin örnekleri arasındadır). Artık ABD hegemonyasına karşı, Çin başı çeken esas muhalif odak ya da rakip güç olarak, anti-emperyalist, sosyalist bir güç olarak sunulmaktadır.

Bu konuma, yine Maoist siyasal anlayışla yakın ilişki içinde (“üç dünya teorisi”) oluşmuş 3.Dünyacı siyasal anlayışlar da eklemlenmişler, sonuç olarak, marksizm-leninizm, 3.Dünyacılık ve Kültür Devrimi sonrası Maoculuğuyla ( yani bugünkü Çin’in siyasal metoduyla) bütünleşmiş bir siyasal yöntem olarak görülmeye başlanmıştır. Halen bu siyasal anlayışın, marksizm-leninizmi bu biçimde sunma anlayışı, sosyalist çevrelerde güç kazanmaktadır. Marksizm-leninizmin bu kendisini çarpıtan anlayış karşısında savunulması zarurettir.

Biliyoruz, Maocu yöntemin önemli karakteristiklerinden birisi, bir yanılsama ve haklı çıkarma bağlamında, ideolojiye aşırı abanmasıdır.

Şimdi aklıma geldi, Türkiye’de, demin değindiğim 3.Dünyacı anlayışın önemli bir versiyonu, özellikle Doğan Avcıoğlu ve müritleri tarafından parlatılmış olan kemalizm anlayışıdır. Türkiye’deki marksist solcuların zihninin bulandırılmasında ve bölünmesinde önemli bir rol oynamıştır. Bir çok vakada görüldüğü gibi, onların marksist-leninist düşünme sistematiğinden, yönteminden kopmasına yol açmıştır. Sosyalist TİP’e karşı muhalefetinin devlet içindeki “zinde güçler” gölgesi altında yürütülmüş olduğundan da kuşku duymamak gerekir.

Onun bazı kerameti kendinden menkul tilmizlerinin çıkıp, bilgiçle “kemalizmden daha geriye gidemeyiz” ya da “kemalizmin gerisine düşemeyiz” tekerlemelerini reddetmeliyiz. Zaten onu dile getiren profesör de, hiç bir zaman ciddi olarak o kemalizmin ilerisine gitmemişti.

Yıllar önce bir kaç kez tekrar etmiş olmalıyım, Ekim Devrimi düştü, ardından 1793 de düştü. 1793, ancak daha ileri mevzilerden savunulabilirdi. O mevziler, Ekim Devrimi ve onun önlerini açtığı mevzilerdi. Eğer meram cumhuriyetin demokratik kazanımlarını korumak, geliştirmek ise bunun ancak sosyalizm koşullarında yapılabilir olduğunu şimdiye kadar kavramak gerekirdi. Nitekim, 1917 düşürülünce, 1923 de düştü.

Yok, hattı ileride, sosyalizmde kuracağız. Arkamızı ancak öyle sağlama alabiliriz.

Suriye feda mı ediliyor?

ABD-İsrail ve Türkiye tarafından himaye edilip, yönlendirilen cihatçı teröristlerin ellerini kollarını sallayarak, İdlip’ten çıkıp, Halep’i almaları karşısında ilk yazdığım yazıda, Rusya ve İran’ın verdikleri tepkiye bakarak Suriye’ ye “başının çaresine bak” mesajının verilmiş olabileceğini iddia etmiştim. Yani, bu tavırlarıyla, en azından, Esad’ı Türkiye ile masaya oturmaya ikna etmek istediklerini düşünmüştüm.

Suriye Ordusu’nun cihatçı teröristleri Hama’da durdurduğu, cihatçıların Hama’dan çıkmak zorunda kaldıkları haberini okuyunca, bu kez, Suriye’nin güçlü bir direnişle cihatçıları geri püskürteceğine, İran ve Rusya’nın -eskisi kadar olmasa da- Suriye’nin direnişine destek vereceklerini, Suriye’nin feda edilmeyeceğini ileri sürmüştüm.

Ancak, Suriye ordusunun Hama’dan da direnmeden çekilmesi sonrasında, bu son iddiamın doğrulanamayacağını anladım.

En başından, Rusya ve İran yöneticilerinin, medyasının Suriye’de yeniden başlatılan bu saldırlara pek ilgi göstermediklerini fark etmiştim. Halen bu iki ülkenin en üst yöneticileri ve medyası Suriye’de olup biten karşısında kendilerinden beklenen tepkiyi göstermediler.

O arada, Rusya, İran ve Türkiye arasında en başından beri bir diplomatik temasın sürdürüldüğünü gördük. Gelgelelim, bu temasların da, göründüğü kadarıyla, bu üç ülke tarafından pek de önemsenmediği ya da temaslara gereken önemin verilmediği anlaşılıyor. Sanki Suriye yönetimi cezalandırılmak isteniyor. Böyle bir izlenimin meşru olmadığını iddia edebilir miyiz?

Hepsinden önemlisi, Suriye ordusunun savaşmak istemediği, ya da direniş kapasitesini yitirdiği izlenimi ediniliyor. Hiç çatışmadan Halep’ten, Humus’a çekilmenin başka türlü izahı zor.

Aşağı yukarı 2016 yılından beri Suriye savaş alanının genelinde başarılar elde etmiş, yönetim ülkenin genişçe bir kısmını kontrolü altına almıştı. Ancak o günden bugüne Suriye yönetiminin ülke yönetimini, silahlı kuvvetlerini daha güçlü hale getirmek için çaba sarf etmemiş olduğu gözlemleniyor.

Suriye 2011’de, yani emperyalist saldırganların çok daha güçlü oldukları koşullarda, direnişi kendisi başlatmış, önce Hizbullah ve İran, ardından da 2015’te Rusya Suriye’nin direnişine omuz vermişlerdi. O günden bugüne, Suriye ordusunun kendisini geliştirmiş olması, eksikliklerini önemli ölçüde gidermiş olması beklenirdi.

Anlaşılan, Suriye yönetimi güvenliğini neredeyse tamamen müttefiklerine bırakmış. Belli ki, sorun sadece ordu da değil, Suriye’de de, müttefiklerinde olduğu gibi yönetici sınıfları içinde bölünmeler oluşmuş, devletin halkıyla arasındaki mesafe açılmıştır. Tabii, Suriye daha zayıf olduğu için bu ayrışmayı daha ağır yaşıyor.

Eğer cihatçılar Hama’da durup, daha fazla ilerlemezlerse, Suriye yönetimine Şam, Humus, Lazkiye ile sınırlı bir alanın kontrolü verilecek demektir. O zaman bu saldırının, bir anlamda, danışıklı olduğu iddiası doğrulanmış olur.

Binlerce cihatçı İdlip’ten Halep’e doğru ağır silahlarıyla hareketleniyor, ne Suriye askeri istihbaratı, ne Rusya ne de İran istihbaratları bunu fark ediyorlar. İzahı zor.

Rusya ve İran, hangi sözlerle ya da antlaşmalarla ikna edilirse edilsin, bir süre sonra Suriye yönetimi, kendisinin kontrolüne verilen yerlerden de çıkartılacaktır. ABD, İsrail ve Türkiye Suriye’de kontrolü ele geçirecekler, Rusya, sonuçta, Doğu Akdeniz’i terk etmek zorunda kalacaktır.

Suriye’nin “Iraklaşması”, İran yönetiminin konumunu iyice zayıflatacaktır. Daha önce bir kaç kez söylemiştim, İran yönetici sınıfı içinde derin bölünmeler var. İsrail ve ABD ile uzlaşmak arzusunda olan grupların son seçimden sonra yönetimdeki ağırlığı artmıştı. Zaten İsrail ve ABD’nin Kasım Süleymani suikastleri, önceki cumhurbaşkanının helikopterini düşürmeleri, en son, Hamas liderini İran’da öldürmeleri, İran yönetici sınıfı içinden gelen destek(ler) olmadan olanaklı olamazdı.

Suriye’deki son gelişmelerin Suriye’nin iki müttefikinin tavırları bakımından farklı bir açıklaması da, gerek İran ve gerekse Rusya’nın gelmekte olduklarını gördükleri büyük savaşı kendi topraklarında karşılamayı hesapladıklarıdır.

Suriye’nin varsayılan hava üstünlüğünün etkisi şu ana kadar görülmedi. Rusya’nın isteksizliği en başından beri saptanabiliyor. Elbette, hava üstünlüğü yetmez, karadan harekat gerekir. Bu da kara askerleriyle mümkün olabilir. Suriye’de bunun olmadığı ya da çok daha dar bir alanı savunacak çapta olacağı izlenimi ediniliyor.

Öte yandan, Rusya’nın kara askerleri sevk edeceği iddiası doğru olamaz. Rusya, Kursk’a olası bir kara harekatını önlemek için bile KDHC’den kara askerleri getirdi.

Suriye’de 2011’de başlayıp, 2016’ya kadar devam eden güçler pozisyonuna, eğer cihatçılar Hama’dan daha öteye doğru yürümezlerse, geri dönüleceği, ama bu kez görece çatışmasız bir durumun egemen olacağı, belki bu sayede, Esad yönetiminin de kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulması hesaplanıyor.

Ancak, Suriye direnişinin yenilmesi, reel olarak, Rusya ve İran’ın da, Hamas ve Hizbullah’ın, Husilerin de yenilmesi demektir. Malum, Suriye en başından beri Hamas ve Hizbullah’ın direnişlerini desteklemiş, İran desteğinin bu güçlere ulaşmasına da aracılık etmişti.

Evet, bu pilav daha çok su kaldıracağa benziyor.

ABD, rakiplerini ekonomisiyle alt edemeyeceğini görüyor. Vekilleri aracılığıyla planlı olarak büyük bir savaşın kışkırtıcılığını yapıyor.

Öte yandan, Ukrayna sorunu etrafında, Avrupa’daki siyasal krizin, istikrarsızlığın yayılarak derinleşme olasılığı güçleniyor.

Geçerken, Asya’nın batısı kaynarken, Doğu Asya’da, Çin’in, bir tür Amerikan kolonisi olan ve epeydir bir yönetim krizi yaşayan G.Kore’yi saymazsak, bölgesel ekonomi-politik hegemonyasının belirgin hale geldiğine de dikkat çekmek isterim.

Dünya halklarının barış ve eşitlik özlemlerine yanıt verecek öznel güçlerin bugün için hayli dağınık ve zayıf oldukları açıktır. Ancak, yine de moralimizi yüksek tutalım ve unutmayalım,söz konusu güçler, Zimmerwald’da da ancak bir “kağnı arabası” nı dolduracak kadardılar.

Tekrarlara, tekrarın tekrarına ancak devrimci inkâr son verebilir

Suriye’ye ilk açık emperyalist saldırı 2011’de gerçekleştirildi. O zaman emperyalizm bugün olduğundan daha güçlüydü. O günlerde başlatılan saldırıda Suriye’yi yenemedi.

Bugün koşullar, güçlerin konumlanışı 2011’e göre daha fazla emperyalistlerin ve maşalarının aleyhinedir (1) Örnekse, ABD vasalı olan Türkiye’deki rejimin toplumsal tabanı 2011 yılına göre çok daha daralmıştır. Sürekli zemin yitirmektedir. Ülkede (muhalefetin aksi yöndeki bütün çabalarına rağmen) bir yönetim ve tabanı sürekli genişlemekte olan bir meşruiyet krizi vardır.

Sonra, emperyalist hegemonya sisteminin aleyhlerine dayattığı ekonomik kurallar, rakip güçlerin yarattığı avantajlı yeni ekonomik olanaklar, emperyalist siyonizmin Arapları tahkir eden siyasal davranışları, “Arap baharı” palavrasının yol açtığı hayal kırıklıkları, aldatılmışlık duygusu, Arap toplumlarında giderek artan hoşnutsuzluk yüzünden, bölgedeki hemen hemen bütün Arap ülkelerinin Suriye’de tekrar başlatılan emperyalist-siyonist saldırı karşısında, önceden olduğu gibi destek vermeye istekli olmadıkları görülüyor.

Hatırlayalım, Suriye yönetimiyle normalleşmek için hemen hepsi yakın bir zaman önce harekete geçmişti. S.Arabistan ve İran, özellikle de S.Arabistan ve Rusya arasındaki ilişkiler 2011’dekiyle kıyaslanamayacak kadar ilerlemiştir. Rusya’nın petrol fiyatlarının belirlenmesinde OPEC’le yakın temas içinde olacağını açıklamış olması, hatta son OPEC forumuna katılması, bölgede başını S.Arabistan’ın çektiği OPEC üyelerinin Rusya ile ilişkilerini daha fazla önemsemelerini sağlamıştır.

Üstüne üstlük, İsrail’in etki alanını genişletme stratejisi çerçevesinde açtığı cepheyi genişletmek arzusu, Türkiye’nin “yeni-Osmanlıcı” emellerinin en yetkili ağızlardan ilânı da Arap devletlerini alarm durumuna geçirmiş olmalıdır(2).

ABD ve müttefikleri kendilerine meydan okuyan güçler karşısında (bu güçlerin kendi iç zayıflıklarları ne olursa olsun), ekonomik, politik ve askeri olarak daha dezavantajlı durumdalar. Rakiplerin dişli çıkması, sadece emperyalist merkez ülkeleri değil, çevre vasal ülkeleri de bunalıma ve dolayısıyla alternatif arayışlara sevk ediyor. Artık, Atlantik ekonomik bir gelecek vaat etmiyor. Sadece Silikon Vadisi’nin tekno-faşist korporasyonları sayesinde kontrol ettiği medya mecralarında gerçekleşmesi olanaklı olmayan hayaller satıyor.

Son örneklerini Bangladeş ve Gürcistan’da gördüğümüz gibi, ülkelerinin içinde bulunduğu kötü durumdan Batı’nın dokunuşuyla kurtulacaklarını sanacak kadar umutsuzluk içindeki öfkeli genç kuşaklar yağmurdan kaçarken doluya tutulacaklarını göremiyorlar. Biliyoruz, kitlesel umutsuzluk faşizmin ebesidir.

Elbette bu sadece onların suçu değil. Onları umutsuzluğa mahkum eden koşulları, dolaylı ya da dolaysız, emperyalizmin işbirlikçiliğini seçmiş ülke yöneticileri, politikacıları ve entelektüelleri yarattılar.

Toplumsal aklın ölçüp-biçme kapasitesini yitirdiği koşullarda öngörü olmaz. Öngörünün olmadığı durumdaysa, ancak perişanlıktan söz edilebilir. Bu halde artık musibet öğretici olur.

Kapitalist emperyalizmin içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan bunalımı, akıl tutulmalarına, akıl tutulmaları sürekli patinajlara, tüketici tekrarlara yol açıyor. Bu durumda, emperyalizm çıkışı daha fazla tehdit ve daha fazla şiddette görüyor. Ancak, bu doğrultudaki bir çok hamlesi, reel olarak, onun elinin kolunun daha fazla bağlanmasıyla, alanının giderek daralmasıyla, ve sonuç olarak, daha fazla zayıflamasıyla sonuçlanıyor. 2011’den bu yana emperyalist cephede olup biten bu biçimde özetlenebilir.

ABD bu gerçekliği kavrayabilecek durumda görünmüyor. ABD halkı ve AB halkları da, Bangladeş, Gürcistan sokak kalabalıkları gibi, yılana sarılmayı çözüm gibi görüyorlar. Siyaseten en büyük tehlike büyümekte olan, giderek genelleşme eğilimi gösteren bu kitlesel umutsuzluktur. Biz gayet iyi biliyoruz ki, umutsuzluktan, gericilik, savaş, sefalet çıkıyor. Yine biliyoruz ki, devrimler umudun olduğu yerde gerçekleşiyor.

Gürcistan’da, Filistin, Suriye’de de halen emperyalist tekrarlar sahneye konuluyor. Emperyalizm ve onun uyduları tekrarların, tekrarların tekrarının yol açtığı kaostan ve kaosun yol verdiği akıldışılıktan besleniyorlar. Sürekli olanaklarını tüketiyorlar. İnandırıcılıklarını yiitiriyorlar. Elde ettikleri bütün zaferler geçici ve aldatıcıdır. Zafer çığlıkları attıkları her yerde, eksildiklerini, daha fazla bunaldıklarını görmek istemiyorlar.

Biden, Rusya ve İran’la doğrudan bir savaştan kaçındı. Bu doğrudan savaşların önünü açacak yeni durumlar yaratarak görevini Trump’a devrediyor (3) . Şimdi dünyayı çok kritik bir dört yıl bekliyor.

ABD, Bretton Woods’tan beri kendi ulusal korporasyonlarının çıkarlarına hizmet edecek,kendi kontrolünde “uluslarüstü” bir dünya düzenini dayatmaya devam ediyor. Hegemonyasının açılımı böyle de okunabilir. Yine bu Amerika, tarihindeki en büyük jeo-ekonomi-politik sıçramalarını önce Birinci Dünya Savaşı ve ardından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirmiş olduğunu gayet iyi biliyor. Elbette, bunu Trump da biliyor. Biden, amiyane tabirle, onun kucağına, kendi döneminde kullanmaktan kaçındığı bombaları bıraktı (Bu arada, Biden’ın gitmeden önce, Suriye’den sonra Tayvan’da da hamle hazırlığı yaptığını Amerikan medyasından öğreniyoruz).

Tahmin etmek zor değil, bu dünya koşullarında dünyanın bir çok ülkesinde, özellikle de ateş çemberinin sıcaklığını artık tenlerinde hisseden ülkelerde, iktidar dengeleri, toplum ve devlet arasındaki dengeler, sınıflararası ve sınıfların kendi içindeki dengeler kayganlaştı ve/veya kayganlaşıyor. Bu ABD’de de böyle, Rusya’da da, İran’da da, Çin’de de, Almanya’da da (ve bugün görüyoruz G.Kore’de de).

Her iki blokta yer alan birçok ülkede yönetim krizlerinin, giderek toplumsal tabanı genişleyen meşruiyet krizlerinin yaşanmakta olduğunu gözlemliyoruz. Bu bakımdan, mevcut legaliteyi askıya alan, zor araçlarının kullanımını öne çıkaran “sıkıyönetim” ya da “olağanüstü hal” uygulamalarının normalleştirilmesine daha sık tanık olacağız.

Egemen siyaset ve toplum arasındaki dengelerin kapitalist emperyalizm (yani sadece eşitsiz bir iç işleyiş olarak değil, aynı zamanda, eşitsiz uluslararası, jeopolitik bağlam içindeki işleyiş) koşullarında her zaman kırılgan olduğunu, kırılganlık derecesinin artmasının devrimci durumları yarattığını zaten biliyoruz.

Artık özellikle emperyalizmle çatışmanın merkezindeki ülkeler, adımlarını çok daha ölçülü atmaya özen gösteriyorlar. Olanaklarını, enerjilerini iyi kullanmak istiyorlar. Bu arada iç dengelerini de daha fazla gözetmek ihtiyacı duyuyorlar. Aleyhlerine olmasına rağmen emperyalist siyasal hamlelere tepki verirken çok daha seçici oluyorlar. Alttan alma eğilimleri yer yer güçleniyor.

Emperyalizm sürekli patinajlara, sonuç vermeyen tekrarlara, tekrarların tekrarına yol açsalar da, şablon haline getirmiş olduğu stratejik ve taktik hamlelerini planlı bir biçimde uygulamaya çalışıyor. Sorun, onun bu ezberini bozabilecek etkili bir siyasal bloğun henüz oluşturulamamış olmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, kapitalist emperyalizm söz konusu olduğunda, rakip ülkelerin bir anti-sistemik taleplerinin olmaması, daha çok, aynı sistem içinde, kendi ulusal çıkarlarına, kurallı, kurumsal iyileştirmeler talep etmeleridir. Bunu da genellikle, “çoktaraflı ilişkiler” veya “çok kutuplu dünya düzeni” olarak ifade ediyorlar. Tabii, bunun gerçekleşmesi ve konsolidasyonu Amerikan düzeninin, hegemonyasının tedrici bir süreç olarak “sönüş” ten, “serbest düşüş” haline evrilmesi anlamına gelecektir.

Gelgelelim, rakiplerin bu talebinin halk kitleleri nezdinde coşkuyla karşılandığını, böylece maddi bir güç haline geldiğini söyleyemeyiz. Bu güçlerin emekçi halkların eşitlik, adalet özlemine yönelik bir çağrısı bulunmuyor. Bu da rakip güçlerin emperyalist hegemonya karşısında siyasal hareket yeteneğini oldukça azaltıyor. Toplumsal tabanlarını genişletmekte zorlanıyorlar. Kitleleriyle aralarındaki güvensizlik duygusunu aşamıyorlar. Özcesi, güçlü, kısa zamanda maddi bir güç haline dönüşecek ideolojik formasyona sahip değiller. Bu halde de olamazlar. Rakiplerin bütün avantajlarına rağmen böylesine ciddi bir sorunları var.

NOTLAR:

(1) “Küçük Napolyon” ların devri, içteki muhalefeti payandaları haline getirmiş olmaları dolayısıyla, genellikle dış etkenlerin devreye girmesinin neden olduğu yıkımla gerçekleşir. Bugünkü manzaraya bakıldığında, AKP rejiminin sonunun, gürleyip gürleyip bir türlü yağamadığı Suriye’de, yağmak için harekete geçmesiyle geleceği görülüyor.

Hemen şunu tekrar edeyim: AKP rejiminin, öyle “büyük devlet”, “büyük devlet adamlığı” pozlarıyla yaptığı her politik hamlesi kaçınılmaz olarak bir bumeranga dönüşmektedir. AKP rejimi kendisini kat eden iç ve dış, uluslararası çelişkilerini daha fazla taşıyabilecek durumda değil. Aynı şey, onu taşıyan dış bağlamı içinde geçerli. Suriye’de Türkiye’nin yararlanmayı hesapladığı bu son saldırının da elinde patladığına tanık olacağız.

Türkiye, Suriye’deki bu son saldırıyı, ABD ve İsrail ile birlikte epey önceden planlamış olduğu için içeride DEM ve Öcalan üzerinden Kürt kartını kullanmayı düşündü. Çünkü Suriye’de, ABD ve İsrail’in elinde farklı bir Kürt kartının bulunduğunu görüyordu. Ancak göremediği, o Kürt kartının da, İmralı’da, Kandil’de, Ankara’da ABD ve İsrail’in kontrolünde olduğudur. Bütün bu sahnede görünen Kürt oyuncular, NATO’cu ve siyonisttir. Yani hem sünni islamcı-Türkçü AKP rejiminin hem de egemen sünni-Kürtçü siyasetin ipleri aynı merkezin ellerindedir.

ABD, Öcalan’ı nasıl kendi dayattığı koşullarla Türkiye’ye verdiyse, bugün de yine kendi dayatacağı gerekçelerle geri isteyebilir. Ne Öcalan ne Kandil, ve dolayısıyla (bunlar arasında kendisine özerk bir siyasal alan açamamış) DEM de NATO ve İsrail hilafına hareket edemezler. Öyle Öcalan veya Kandil’in kendi başlarına ya da birlikte alacakları kararların emperyalist-siyonizmin onayı olmadan hiç bir anlamı yoktur. Onların bütün hakları ABD adına mahfuzdur. Aynı biçimde, Türkiye’nin onları kendi özel siyasal gündemi doğrultusunda, yönlendirme, kullanma emellerinin de reel olarak hiç bir anlamı yoktur.

Türkiye sosyalist solunun bir yanlışı, “ulusal sorun”u “ulusal hareket” e eşitlemesi, daha doğrusu indirgemesidir. Bunun siyasal bir yan sonucu, taktiklerle, stratejik hedeflerin indirgenmesi olmaktadır. Buradan çıkmak lazım. Bunun için de, karnından ya da genel laflarla konuşmayı bırakıp, Kürt sorunundan ne anladığını net olarak ifade etmelidir. Çözüm önerisini net bir biçimde açıklamalıdır.

Bugün Kürt siyaseti oportünist bir çizgi izlemektedir. Kürt sorunu deyip duruyorlar, ancak kendilerinin bu sorundan ne anladıklarını Türkiye halklarına izah edemiyorlar. Çözüm önerileri nedir, bilmiyoruz. “Kürt sorunun demokratik çözümü” nakaratının açılımı nedir? Mesela Kürt sorunu, basitçe bir “resmi dil” sorunu mudur? Bu çerçevede, demokratik çözüm olacaksa, mesela, demokratik bir devletin “resmi dili” olur mu?

Gerçekçi olacağız. Olup biteni gerçekçi şekilde değerlendireceğiz. Bugün Kürt hareketi, emperyalist siyonizmin “büyük Kürdistan” vaadinin peşine takılmıştır. Stratejik hedefi budur. Bu perspektif bölgenin demokratikleşmesine ve dolayısıyla Kürtlerin özgürleşmesine katkı yapmaz. Engel olur. Kürt ulusal hareketinin izolasyonuna yol açar.

(2) Rusya ve İran’ın savaşla, saldırılarla meşgul edilmesi, bu ülkelerin emperyalizm karşısında zayıfladıkları anlamına gelmez. Tersine, özellikle Rusya, diplomatik alanda, iki yıl öncesine göre daha güçlüdür. Savaş alanında da önemli mevziler kazanmıştır. Hegemonyaya meydan okuyan rakip ülkelerin özellikle ekonomik alandaki dayanışmaları bugün çok daha ileri noktalara taşınmıştır. ABD vasalı olan ülkeler dahi rakiplerin açtığı bu alternatif ekonomik alana sempatiyle bakmaktadırlar. ABD düzeninin bileşenlerinin rakip ülkelerle ekonomik olarak bütünleşme eğilimi sürekli artmaktadır. ABD sürekli zemin yitirmektedir.

İran, tereddütlerini görece aşarak Rusya ve Çin’in başını çektikleri dünyayla bütünleşme kararı almıştır. Elbette egemen sınıf bloğunda tartışmalar, bölünmeler olacaktır. Bu koşullarda bu tartışma ve bölünmelerin radikal bir karakter kazanması da beklenilmelidir. Ancak, İran artık yeni bir uluslararası mecraya girmiştir. Önünde sonunda gerçekler ve gerçekçiler kazanır.

Kasım Süleymani’nin Trump’ın talimatıyla öldürülmüş olması, ardından Kasım Süleymani çizgisini sürdürmek isteyen cumhurbaşkanına suikast yapılması, yönetici blok içindeki liberal kanadın elini güçlendirmiş, nitekim şimdiki başkanın önünü açmıştı. Ancak ABD ve vasalı İsrail’in tehdit ve saldırıları, yani reel etkenler rejimin “sertlik yanlısı” kanadının elini tekrar güçlendirmiştir. BRICS’le bütünleşmekte tereddütler ortadan kalkmış görünmektedir. Nitekim, son olarak Rusya ile yapılan “ikili ticari ilişkilerde dolar kullanımını sınırlandıran” antlaşma bunu destekleyen bir işarettir.

İran’ın nükleer programına geri döneceğini açıklaması, Hizbullah’a yönelik saldırıların sonrasında ve Suriye’ye saldırının hemen öncesinde gerçekleşmiştir. İran, bu kararı nedeniyle hedef alınacağını görmektedir. Yeni saldırılar beklemektedir. Yani güçlerini, enerjisini tassaruflu kullanmak zorundadır. Bu, Suriye ve Hizbullah’ın kendisi için taşıdığı anlamın farkında olmadığı şeklinde yorumlanmamalıdır.

(3) Bugün G.Kore’de ilan edilen “askeri sıkıyönetim”, yani darbe girişimi de, bir ihtimal, bu doğrultuda atılmış adım olabilir. Malum, Trump, ilk kez KDHC lideriyle görüşen Amerika başkanı olmuştu. Son seçim kampanyasında bu adımı daha da ilerleriye götürmek istediğini belirtmişti. Yine, hatırlayalım, K.Kore’nin Rusya ile dayanışmak için Kursk’a 8 bin civarında asker konuşlandırması karşısında, G.Kore de, Ukrayna’ya her türlü askeri yardımı yapmaya hazır olduğunu açıklamıştı. Askeri uzmanlarının Ukraynalı meslektaşlarıyla temas halinde olduklarını medyadan öğrenmiştik. Her hâlükârda, G.Kore de, Rusya, Çin ve KDHC arasındaki giderek içeriği zenginleşen stratejik işbirliğinden çok rahatsızdır.

G.Kore’deki cumhurbaşkanı ülkenin en popüler politikacısıydı. Yüzde kırk civarında olduğu bilinen toplumsal desteği, darbe kararından sonra yüzde 17’ye düşmüş. G.Kore, ABD’nin, Japonya ve Çin’in ekonomik yükselişini dengelemek için imal ettiği bir tür koloni. Amerikan kolonisi. Süreğen bir şekilde siyasetçilerin içinde olduğu yolsuzluk vakalarıyla kat edilir. En son, darbeci cumhurbaşkanının adı etrafında gündeme getirilen yolsuzluk iddiaları, parlamentonun harekete geçmesi, başkanın ağır hakaretlerle parlamentoyu suçlayarak kapatmasına yol açtı. Ancak, başkanın gerekçesi, “komünist KDHC ile parlamentoda çoğunluğu olan partinin devlet aleyhine işbirliği halinde olması” idi.

Darbenin anayasal temeli yok. Demokrasilerde darbelerin anayasal hak olarak görülmesi de mümkün değildir. Bizde de geçmişte, anayasada TSK’ya “müdahale” yetkisinin tanınmış olması, demokrasi adına yapılan darbelere meşruiyet kazandırmamıştır.

İsrail Türkiye paslaşması

Hiç kuşkusuz, Suriye’deki bu son cihatçı saldırısı, ve öncesindeki “yeni” Kürt açılımı, İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırıları sonrasında planlanmaya başlandı.

İsrail, Hamas’ı yenemeyeceğini anlayınca, onun çok önemli destekçisi olan Hizbullah’a odaklandı. Bu arada, Lübnan’ın güneyi istikrarsızlaştırıldı. Suriye ve Hizbullah bağlantısı kesilmek istendi. İran’ın da nasıl meşgul edildiğini gördük.

Türkiye ve Rusya, o aralarda, Esad’ı Türkiye ile uzlaşmaya ikna etmek için çalıştılar. Esad, haklı olarak, ülkesi Türkiye’nin işgali altındayken, onun lehine bir sonuç doğuracak olası bir görüşme ve antlaşmayı kabul etmeyeceğini ilan etti.

Dikkat ediniz, bu son saldırı öncesinde, Türkiye yine, yani 2011’de yapmış olduğu gibi, görüntüyü kurtarmak için Esad’a zeytin dalı uzatıyormuş gibi yaptı.

Diğer yandan, NATO-Rusya savaşı, uzun menzilli NATO füzeleri dolayısıyla yeni bir evreye sokuldu. Bu sayede, Rusya’nın Ukrayna’ya daha fazla odaklanması temin edildi.

İran’da rejimi liberalleştirme vaatleriyle yeni bir cumhurbaşkanı göreve başladı. Hemen sonrasında İsrail saldırıları başlatıldı. İran’daki yönetici sınıf içinde bölünmeler oluştu.

“Yeni” Kürt açılımı (Sadece Esad’ın Halep’in bir kısmını PYD güçlerine bırakması dahi, bizdeki “Kürt açılımı”nın şifrelerini içermektedir) İsrail’in Lübnan’daki geçici ateşkesi ve Türkiye’nin beslediği, himaye ettiği güçlerin Halep’i hedef alan saldırısı eşgüdümlü olaylardır. Epey önceden ABD ve İsrail’in bilgisi ve katkısıyla planlanmıştır. Rusya’nın da bu gelişmelerden habersiz olmadığı kolayca tahmin edilebilir.

Anlaşıldığı kadarıyla, Rusya’nın Trump’tan bazı beklentileri var. Ukrayna’da ödünler koparma olasılığının arttığını düşünmektedir. Daha doğrusu Trump iktidarında, savaştaki mevcut kazanımlarını ABD nezdinde meşrulaştırabileceğini, NATO’nun kendi bölgesinde daha fazla genişlememesi talebini gerçekleştirebileceğini öngörmektedir. Putin’in Trump’ın can güvenliğini mesele yapması bunun işareti olarak görülebilir.

Putin çok geçmeden yanıldığını görecektir. Emperyalist siyasal amaçları bakımından Biden ve Trump arasında bir fark yoktur. Tersine, bu amaçları gerçekleştirmek, daha ileri mevzilere taşımak için ikisi arasında bir rekabet olabilir. Biden, seçilmeden önce Trump’ın dış politikasını yerden yere vurmuştu. İktidar olunca, onun politikasını daha cüretkâr bir şekilde uyguladı. Şimdi benzer bir siyasal davranışı Trump’tan beklemeliyiz. Zaten aday kabinesiyle bunun ilk işaretlerini gönderdi.

Unutmayacağız, emperyalist ABD ve müttefikleri karşısına rakip olarak çıkıp, meydan okuyan güçlerin (Rusya, Çin, İran ) sorunu emperyalist kapitalizmle değil, onun mevcut, ABD siyasetiyle dışa vurulan hegemonik anlayışıyladır. Dolayısıyla, kapitalizm çerçevesi bu güçlerin hepsini birden içeren ve sınırlayan gerçekliktir. Rakip güçler, ABD’nin hegemonik gücünü sınırlamak, ona jeo-ekonomi-politik alan kaybettirmek çabasındalar.

Bu bakımdan, söz konusu hegemonya ve hegemonya karşıtı savaşımın, saldırı, savunma, geri çekilme gibi çeşitli stratejik aşamalarının olacağını akılda tutmak, bu çerçevede, kaybedilen, kazanılan, yeniden kaybedilip, yeniden kazanılan jeo-ekonomi-politik mevzilerin olabileceğini öngörmek gerekir.

Türkiye ve İsrail’in bu tabloda tek başlarına oyun kurabilme kapasiteleri yoktur. Bu iki müttefik ülke, ABD’nin, NATO’nun araçlarıdır. Türkiye, ABD ve NATO’nun ekonomi-politik ihtiyaçları dolayısıyla, onların talimatıyla, Ukrayna sorunu etrafında, Rusya’ya geçici bir “koridor”la bağlanmıştır. Hem Türkiye hem İsrail, ABD’nin izin verdiği kadar hareket yeteneğine sahiptirler.

Türkiye’de bugün, giderek kayganlığı artan bütün bu iç ve dış suni dengeleri bozabilecek çap ve güçte bir muhalefet halen mevcut değildir. Böyle bir muhalefetin ancak düzen dışı sol güçler tarafından oluşturulabileceği aşikârdır. Bu arada, düzen muhalefeti, gırtlağını yırtacak kadar bağırıp çağırarak gaz almak misyonunu hakkını vererek yerine getirmektedir.

Rusya ve Türkiye (muhtemelen İran da), Esad’ı yumuşatmak, masaya oturmaya ikna etmek istiyorlar. Esad’ın gösterilen masaya oturması, Suriye’nin “Iraklaşması” anlamına gelecektir. Esad buna ne kadar direnebilir, kestirmek zor. Bununla birlikte, onun direnişini sürdürmesi, sürdürebilmesi bir çok karanlık hesabı bozabileceği için çok değerli olacaktır.

Şurası açıktır, Suriye’nin Iraklaşmasını, İran ve Türkiye’nin de Iraklaşması izleyebilir. Böyle bir halde, özellikle Rusya’nın ve Çin’in işleri daha da zorlaşır.

Bitirmeden önce, bugün ülkemizi yöneten iktidar ve muhalefetin Türkiye gibi bir dertlerinin olmadığının net olarak görülmesi gerektiğini -bir kez daha- hatırlatmak isterim.

Şimdi Trump’ı bekleyeceğiz. Yapacağı ilk işin, rakipleri bölmeye çalışmak olacağını gizlemiyor zaten. Ama işi kolay olmayacak. NATO, AB ve İngiltere için ölümüne önemli. Bu konuda, Rusya’ya verilecek bir ödün AB’yi ve İngiltere’yi çok rahatsız edecek, ABD ile bu güçlerin çatışmasına yol açabilecektir (1)

NOTLAR:

(1) Hatırlayalım, oğul Bush devrinde, NATO ve tabii Avrupa da hakir görülmüştü. Bu başta Almanya ve Fransa’da büyük bir tepkiye neden olmuştu. Bir anda büyük savaş karşıtı gösteriler Avrupa’yı kaplamıştı. Özellikle Fransa, her zaman elinin altında bulundurduğu “sol” güçleri devreye sokmuş, “NATO karşıtı” ABD’ye ayar vermeye çalışmıştı. O sıralarda, Paris’te sürgünde(!) bulunan maocu Amerikan Devrimci Komünist partisi lideri Bob Avakyan (en son kendilerini “yeni-Maocu” olarak tanımlıyorlardı) bu “savaş karşıtı” gösterilerde önemli bir rol oynamıştı.

2014’te ülkesi Amerika’ya dönmüş, çok geçmeden, Trump karşıtı eylemlerin başını çekenlerden birisi olmuştu. Çünkü Trump da Avrupa için “anti-NATO” anlamına geliyordu. Avakyan, Trump yönetimini “açık faşizm” olarak ilan etti. Bütün devrimci, ilerici güçlerin Trump’a karşı Demokrat Parti ve Biden saflarında toplanmasını istedi.

Son seçimde de televizyon televizyon dolaştırıldı, Harris için destek istedi. Bu adam Fransa’ya sürgüne gittikten sonra ülkesinde terörist ilan edilmişti. Nitekim, 1970’lerin başında, siyasal kariyerine başladığı Kara Panterler örgütün silahlı kanadında yer alıyordu.

Amerika’dan çıkınca, onu Fransa’dan başka hiç bir ülke kabul etmemişti. Fransa bunu hep yapar. Ülkesine davet ettiği sağlı, sollu siyasal mültecileri zamanı ve yeri geldiğinde kullanmak ister.