Suriye’ye ilk açık emperyalist saldırı 2011’de gerçekleştirildi. O zaman emperyalizm bugün olduğundan daha güçlüydü. O günlerde başlatılan saldırıda Suriye’yi yenemedi.
Bugün koşullar, güçlerin konumlanışı 2011’e göre daha fazla emperyalistlerin ve maşalarının aleyhinedir (1) Örnekse, ABD vasalı olan Türkiye’deki rejimin toplumsal tabanı 2011 yılına göre çok daha daralmıştır. Sürekli zemin yitirmektedir. Ülkede (muhalefetin aksi yöndeki bütün çabalarına rağmen) bir yönetim ve tabanı sürekli genişlemekte olan bir meşruiyet krizi vardır.
Sonra, emperyalist hegemonya sisteminin aleyhlerine dayattığı ekonomik kurallar, rakip güçlerin yarattığı avantajlı yeni ekonomik olanaklar, emperyalist siyonizmin Arapları tahkir eden siyasal davranışları, “Arap baharı” palavrasının yol açtığı hayal kırıklıkları, aldatılmışlık duygusu, Arap toplumlarında giderek artan hoşnutsuzluk yüzünden, bölgedeki hemen hemen bütün Arap ülkelerinin Suriye’de tekrar başlatılan emperyalist-siyonist saldırı karşısında, önceden olduğu gibi destek vermeye istekli olmadıkları görülüyor.
Hatırlayalım, Suriye yönetimiyle normalleşmek için hemen hepsi yakın bir zaman önce harekete geçmişti. S.Arabistan ve İran, özellikle de S.Arabistan ve Rusya arasındaki ilişkiler 2011’dekiyle kıyaslanamayacak kadar ilerlemiştir. Rusya’nın petrol fiyatlarının belirlenmesinde OPEC’le yakın temas içinde olacağını açıklamış olması, hatta son OPEC forumuna katılması, bölgede başını S.Arabistan’ın çektiği OPEC üyelerinin Rusya ile ilişkilerini daha fazla önemsemelerini sağlamıştır.
Üstüne üstlük, İsrail’in etki alanını genişletme stratejisi çerçevesinde açtığı cepheyi genişletmek arzusu, Türkiye’nin “yeni-Osmanlıcı” emellerinin en yetkili ağızlardan ilânı da Arap devletlerini alarm durumuna geçirmiş olmalıdır(2).
ABD ve müttefikleri kendilerine meydan okuyan güçler karşısında (bu güçlerin kendi iç zayıflıklarları ne olursa olsun), ekonomik, politik ve askeri olarak daha dezavantajlı durumdalar. Rakiplerin dişli çıkması, sadece emperyalist merkez ülkeleri değil, çevre vasal ülkeleri de bunalıma ve dolayısıyla alternatif arayışlara sevk ediyor. Artık, Atlantik ekonomik bir gelecek vaat etmiyor. Sadece Silikon Vadisi’nin tekno-faşist korporasyonları sayesinde kontrol ettiği medya mecralarında gerçekleşmesi olanaklı olmayan hayaller satıyor.
Son örneklerini Bangladeş ve Gürcistan’da gördüğümüz gibi, ülkelerinin içinde bulunduğu kötü durumdan Batı’nın dokunuşuyla kurtulacaklarını sanacak kadar umutsuzluk içindeki öfkeli genç kuşaklar yağmurdan kaçarken doluya tutulacaklarını göremiyorlar. Biliyoruz, kitlesel umutsuzluk faşizmin ebesidir.
Elbette bu sadece onların suçu değil. Onları umutsuzluğa mahkum eden koşulları, dolaylı ya da dolaysız, emperyalizmin işbirlikçiliğini seçmiş ülke yöneticileri, politikacıları ve entelektüelleri yarattılar.
Toplumsal aklın ölçüp-biçme kapasitesini yitirdiği koşullarda öngörü olmaz. Öngörünün olmadığı durumdaysa, ancak perişanlıktan söz edilebilir. Bu halde artık musibet öğretici olur.
Kapitalist emperyalizmin içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan bunalımı, akıl tutulmalarına, akıl tutulmaları sürekli patinajlara, tüketici tekrarlara yol açıyor. Bu durumda, emperyalizm çıkışı daha fazla tehdit ve daha fazla şiddette görüyor. Ancak, bu doğrultudaki bir çok hamlesi, reel olarak, onun elinin kolunun daha fazla bağlanmasıyla, alanının giderek daralmasıyla, ve sonuç olarak, daha fazla zayıflamasıyla sonuçlanıyor. 2011’den bu yana emperyalist cephede olup biten bu biçimde özetlenebilir.
ABD bu gerçekliği kavrayabilecek durumda görünmüyor. ABD halkı ve AB halkları da, Bangladeş, Gürcistan sokak kalabalıkları gibi, yılana sarılmayı çözüm gibi görüyorlar. Siyaseten en büyük tehlike büyümekte olan, giderek genelleşme eğilimi gösteren bu kitlesel umutsuzluktur. Biz gayet iyi biliyoruz ki, umutsuzluktan, gericilik, savaş, sefalet çıkıyor. Yine biliyoruz ki, devrimler umudun olduğu yerde gerçekleşiyor.
Gürcistan’da, Filistin, Suriye’de de halen emperyalist tekrarlar sahneye konuluyor. Emperyalizm ve onun uyduları tekrarların, tekrarların tekrarının yol açtığı kaostan ve kaosun yol verdiği akıldışılıktan besleniyorlar. Sürekli olanaklarını tüketiyorlar. İnandırıcılıklarını yiitiriyorlar. Elde ettikleri bütün zaferler geçici ve aldatıcıdır. Zafer çığlıkları attıkları her yerde, eksildiklerini, daha fazla bunaldıklarını görmek istemiyorlar.
Biden, Rusya ve İran’la doğrudan bir savaştan kaçındı. Bu doğrudan savaşların önünü açacak yeni durumlar yaratarak görevini Trump’a devrediyor (3) . Şimdi dünyayı çok kritik bir dört yıl bekliyor.
ABD, Bretton Woods’tan beri kendi ulusal korporasyonlarının çıkarlarına hizmet edecek,kendi kontrolünde “uluslarüstü” bir dünya düzenini dayatmaya devam ediyor. Hegemonyasının açılımı böyle de okunabilir. Yine bu Amerika, tarihindeki en büyük jeo-ekonomi-politik sıçramalarını önce Birinci Dünya Savaşı ve ardından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleştirmiş olduğunu gayet iyi biliyor. Elbette, bunu Trump da biliyor. Biden, amiyane tabirle, onun kucağına, kendi döneminde kullanmaktan kaçındığı bombaları bıraktı (Bu arada, Biden’ın gitmeden önce, Suriye’den sonra Tayvan’da da hamle hazırlığı yaptığını Amerikan medyasından öğreniyoruz).
Tahmin etmek zor değil, bu dünya koşullarında dünyanın bir çok ülkesinde, özellikle de ateş çemberinin sıcaklığını artık tenlerinde hisseden ülkelerde, iktidar dengeleri, toplum ve devlet arasındaki dengeler, sınıflararası ve sınıfların kendi içindeki dengeler kayganlaştı ve/veya kayganlaşıyor. Bu ABD’de de böyle, Rusya’da da, İran’da da, Çin’de de, Almanya’da da (ve bugün görüyoruz G.Kore’de de).
Her iki blokta yer alan birçok ülkede yönetim krizlerinin, giderek toplumsal tabanı genişleyen meşruiyet krizlerinin yaşanmakta olduğunu gözlemliyoruz. Bu bakımdan, mevcut legaliteyi askıya alan, zor araçlarının kullanımını öne çıkaran “sıkıyönetim” ya da “olağanüstü hal” uygulamalarının normalleştirilmesine daha sık tanık olacağız.
Egemen siyaset ve toplum arasındaki dengelerin kapitalist emperyalizm (yani sadece eşitsiz bir iç işleyiş olarak değil, aynı zamanda, eşitsiz uluslararası, jeopolitik bağlam içindeki işleyiş) koşullarında her zaman kırılgan olduğunu, kırılganlık derecesinin artmasının devrimci durumları yarattığını zaten biliyoruz.
Artık özellikle emperyalizmle çatışmanın merkezindeki ülkeler, adımlarını çok daha ölçülü atmaya özen gösteriyorlar. Olanaklarını, enerjilerini iyi kullanmak istiyorlar. Bu arada iç dengelerini de daha fazla gözetmek ihtiyacı duyuyorlar. Aleyhlerine olmasına rağmen emperyalist siyasal hamlelere tepki verirken çok daha seçici oluyorlar. Alttan alma eğilimleri yer yer güçleniyor.
Emperyalizm sürekli patinajlara, sonuç vermeyen tekrarlara, tekrarların tekrarına yol açsalar da, şablon haline getirmiş olduğu stratejik ve taktik hamlelerini planlı bir biçimde uygulamaya çalışıyor. Sorun, onun bu ezberini bozabilecek etkili bir siyasal bloğun henüz oluşturulamamış olmasıdır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, kapitalist emperyalizm söz konusu olduğunda, rakip ülkelerin bir anti-sistemik taleplerinin olmaması, daha çok, aynı sistem içinde, kendi ulusal çıkarlarına, kurallı, kurumsal iyileştirmeler talep etmeleridir. Bunu da genellikle, “çoktaraflı ilişkiler” veya “çok kutuplu dünya düzeni” olarak ifade ediyorlar. Tabii, bunun gerçekleşmesi ve konsolidasyonu Amerikan düzeninin, hegemonyasının tedrici bir süreç olarak “sönüş” ten, “serbest düşüş” haline evrilmesi anlamına gelecektir.
Gelgelelim, rakiplerin bu talebinin halk kitleleri nezdinde coşkuyla karşılandığını, böylece maddi bir güç haline geldiğini söyleyemeyiz. Bu güçlerin emekçi halkların eşitlik, adalet özlemine yönelik bir çağrısı bulunmuyor. Bu da rakip güçlerin emperyalist hegemonya karşısında siyasal hareket yeteneğini oldukça azaltıyor. Toplumsal tabanlarını genişletmekte zorlanıyorlar. Kitleleriyle aralarındaki güvensizlik duygusunu aşamıyorlar. Özcesi, güçlü, kısa zamanda maddi bir güç haline dönüşecek ideolojik formasyona sahip değiller. Bu halde de olamazlar. Rakiplerin bütün avantajlarına rağmen böylesine ciddi bir sorunları var.
NOTLAR:
(1) “Küçük Napolyon” ların devri, içteki muhalefeti payandaları haline getirmiş olmaları dolayısıyla, genellikle dış etkenlerin devreye girmesinin neden olduğu yıkımla gerçekleşir. Bugünkü manzaraya bakıldığında, AKP rejiminin sonunun, gürleyip gürleyip bir türlü yağamadığı Suriye’de, yağmak için harekete geçmesiyle geleceği görülüyor.
Hemen şunu tekrar edeyim: AKP rejiminin, öyle “büyük devlet”, “büyük devlet adamlığı” pozlarıyla yaptığı her politik hamlesi kaçınılmaz olarak bir bumeranga dönüşmektedir. AKP rejimi kendisini kat eden iç ve dış, uluslararası çelişkilerini daha fazla taşıyabilecek durumda değil. Aynı şey, onu taşıyan dış bağlamı içinde geçerli. Suriye’de Türkiye’nin yararlanmayı hesapladığı bu son saldırının da elinde patladığına tanık olacağız.
Türkiye, Suriye’deki bu son saldırıyı, ABD ve İsrail ile birlikte epey önceden planlamış olduğu için içeride DEM ve Öcalan üzerinden Kürt kartını kullanmayı düşündü. Çünkü Suriye’de, ABD ve İsrail’in elinde farklı bir Kürt kartının bulunduğunu görüyordu. Ancak göremediği, o Kürt kartının da, İmralı’da, Kandil’de, Ankara’da ABD ve İsrail’in kontrolünde olduğudur. Bütün bu sahnede görünen Kürt oyuncular, NATO’cu ve siyonisttir. Yani hem sünni islamcı-Türkçü AKP rejiminin hem de egemen sünni-Kürtçü siyasetin ipleri aynı merkezin ellerindedir.
ABD, Öcalan’ı nasıl kendi dayattığı koşullarla Türkiye’ye verdiyse, bugün de yine kendi dayatacağı gerekçelerle geri isteyebilir. Ne Öcalan ne Kandil, ve dolayısıyla (bunlar arasında kendisine özerk bir siyasal alan açamamış) DEM de NATO ve İsrail hilafına hareket edemezler. Öyle Öcalan veya Kandil’in kendi başlarına ya da birlikte alacakları kararların emperyalist-siyonizmin onayı olmadan hiç bir anlamı yoktur. Onların bütün hakları ABD adına mahfuzdur. Aynı biçimde, Türkiye’nin onları kendi özel siyasal gündemi doğrultusunda, yönlendirme, kullanma emellerinin de reel olarak hiç bir anlamı yoktur.
Türkiye sosyalist solunun bir yanlışı, “ulusal sorun”u “ulusal hareket” e eşitlemesi, daha doğrusu indirgemesidir. Bunun siyasal bir yan sonucu, taktiklerle, stratejik hedeflerin indirgenmesi olmaktadır. Buradan çıkmak lazım. Bunun için de, karnından ya da genel laflarla konuşmayı bırakıp, Kürt sorunundan ne anladığını net olarak ifade etmelidir. Çözüm önerisini net bir biçimde açıklamalıdır.
Bugün Kürt siyaseti oportünist bir çizgi izlemektedir. Kürt sorunu deyip duruyorlar, ancak kendilerinin bu sorundan ne anladıklarını Türkiye halklarına izah edemiyorlar. Çözüm önerileri nedir, bilmiyoruz. “Kürt sorunun demokratik çözümü” nakaratının açılımı nedir? Mesela Kürt sorunu, basitçe bir “resmi dil” sorunu mudur? Bu çerçevede, demokratik çözüm olacaksa, mesela, demokratik bir devletin “resmi dili” olur mu?
Gerçekçi olacağız. Olup biteni gerçekçi şekilde değerlendireceğiz. Bugün Kürt hareketi, emperyalist siyonizmin “büyük Kürdistan” vaadinin peşine takılmıştır. Stratejik hedefi budur. Bu perspektif bölgenin demokratikleşmesine ve dolayısıyla Kürtlerin özgürleşmesine katkı yapmaz. Engel olur. Kürt ulusal hareketinin izolasyonuna yol açar.
(2) Rusya ve İran’ın savaşla, saldırılarla meşgul edilmesi, bu ülkelerin emperyalizm karşısında zayıfladıkları anlamına gelmez. Tersine, özellikle Rusya, diplomatik alanda, iki yıl öncesine göre daha güçlüdür. Savaş alanında da önemli mevziler kazanmıştır. Hegemonyaya meydan okuyan rakip ülkelerin özellikle ekonomik alandaki dayanışmaları bugün çok daha ileri noktalara taşınmıştır. ABD vasalı olan ülkeler dahi rakiplerin açtığı bu alternatif ekonomik alana sempatiyle bakmaktadırlar. ABD düzeninin bileşenlerinin rakip ülkelerle ekonomik olarak bütünleşme eğilimi sürekli artmaktadır. ABD sürekli zemin yitirmektedir.
İran, tereddütlerini görece aşarak Rusya ve Çin’in başını çektikleri dünyayla bütünleşme kararı almıştır. Elbette egemen sınıf bloğunda tartışmalar, bölünmeler olacaktır. Bu koşullarda bu tartışma ve bölünmelerin radikal bir karakter kazanması da beklenilmelidir. Ancak, İran artık yeni bir uluslararası mecraya girmiştir. Önünde sonunda gerçekler ve gerçekçiler kazanır.
Kasım Süleymani’nin Trump’ın talimatıyla öldürülmüş olması, ardından Kasım Süleymani çizgisini sürdürmek isteyen cumhurbaşkanına suikast yapılması, yönetici blok içindeki liberal kanadın elini güçlendirmiş, nitekim şimdiki başkanın önünü açmıştı. Ancak ABD ve vasalı İsrail’in tehdit ve saldırıları, yani reel etkenler rejimin “sertlik yanlısı” kanadının elini tekrar güçlendirmiştir. BRICS’le bütünleşmekte tereddütler ortadan kalkmış görünmektedir. Nitekim, son olarak Rusya ile yapılan “ikili ticari ilişkilerde dolar kullanımını sınırlandıran” antlaşma bunu destekleyen bir işarettir.
İran’ın nükleer programına geri döneceğini açıklaması, Hizbullah’a yönelik saldırıların sonrasında ve Suriye’ye saldırının hemen öncesinde gerçekleşmiştir. İran, bu kararı nedeniyle hedef alınacağını görmektedir. Yeni saldırılar beklemektedir. Yani güçlerini, enerjisini tassaruflu kullanmak zorundadır. Bu, Suriye ve Hizbullah’ın kendisi için taşıdığı anlamın farkında olmadığı şeklinde yorumlanmamalıdır.
(3) Bugün G.Kore’de ilan edilen “askeri sıkıyönetim”, yani darbe girişimi de, bir ihtimal, bu doğrultuda atılmış adım olabilir. Malum, Trump, ilk kez KDHC lideriyle görüşen Amerika başkanı olmuştu. Son seçim kampanyasında bu adımı daha da ilerleriye götürmek istediğini belirtmişti. Yine, hatırlayalım, K.Kore’nin Rusya ile dayanışmak için Kursk’a 8 bin civarında asker konuşlandırması karşısında, G.Kore de, Ukrayna’ya her türlü askeri yardımı yapmaya hazır olduğunu açıklamıştı. Askeri uzmanlarının Ukraynalı meslektaşlarıyla temas halinde olduklarını medyadan öğrenmiştik. Her hâlükârda, G.Kore de, Rusya, Çin ve KDHC arasındaki giderek içeriği zenginleşen stratejik işbirliğinden çok rahatsızdır.
G.Kore’deki cumhurbaşkanı ülkenin en popüler politikacısıydı. Yüzde kırk civarında olduğu bilinen toplumsal desteği, darbe kararından sonra yüzde 17’ye düşmüş. G.Kore, ABD’nin, Japonya ve Çin’in ekonomik yükselişini dengelemek için imal ettiği bir tür koloni. Amerikan kolonisi. Süreğen bir şekilde siyasetçilerin içinde olduğu yolsuzluk vakalarıyla kat edilir. En son, darbeci cumhurbaşkanının adı etrafında gündeme getirilen yolsuzluk iddiaları, parlamentonun harekete geçmesi, başkanın ağır hakaretlerle parlamentoyu suçlayarak kapatmasına yol açtı. Ancak, başkanın gerekçesi, “komünist KDHC ile parlamentoda çoğunluğu olan partinin devlet aleyhine işbirliği halinde olması” idi.
Darbenin anayasal temeli yok. Demokrasilerde darbelerin anayasal hak olarak görülmesi de mümkün değildir. Bizde de geçmişte, anayasada TSK’ya “müdahale” yetkisinin tanınmış olması, demokrasi adına yapılan darbelere meşruiyet kazandırmamıştır.