Suriye’ye yönelik işgalci emperyalist-siyonist saldırının yeni bir aşamaya evrildiği günlerde yazdığım yazıların birinde, 70’lerin sonlarından itibaren Afganistan’da ve hemen etrafındaki coğrafyada sahnelenen emperyalist oyunla, BOP devrinde, Suriye ve etrafındaki coğrafyada yaşanan gelişmeler arasındaki koşutluklara, yer yer benzerliklere işaret etmiştim.
Bilindiği gibi, Vietnam Savaşı emperyalistler adına kaybedildikten sonra çok önemli enerji kaynaklarının ve ulaşım yollarının bulunduğu Batı Asya ile ve tabii rakip Sovyet coğrafyasıyla doğrudan bağlantılı güneybatı Asya’nın emperyalistler için önemi hayli artmıştı.
İran, Afganistan ve Pakistan iç savaş ya da ona yakın olaylarla istikrarsızlık içinde kaynıyordu. İran’da ve Afganistan’da bir devrim; Pakistan’da iç savaş olasılığı güçlenmekteydi. ABD için en kolay, yani fazla riske girmeden müdahale edebileceği ülke, müttefiki Pakistan’dı. 1977 yılında bir askeri darbeyle, Pakistan tarihinin belki de en demokrat, en sol hükümeti yıkılmıştı. Başbakan Zülfikâr Ali Butto idam edildi.
Pakistan’daki bu darbe, dolaylı olarak, Afgan ve İran devrimlerini hızlandırdı. Pakistan’daki askeri darbeyi, her iki olası devrim girişimi karşısında emperyalistlerin ön alma çabası olarak değerlenirmek gerekir.
Vietnam ve Kamboçya yenilgilerinden sonra Emperyalistlerin SSCB’yi de çökertecek biçimde planladıkları büyük birleşik saldırı girişimini 1977’deki Pakistan darbesiyle başlatmak meşrudur.
Bilindiği gibi, biraz daha sonra gerçekleşecek Afgan ve İran devrimlerine gecikmeksizin ABD ve NATO’su müdahil olmuş, her iki ülkede de İslamcı cihatçılarını devreye sokmuştu. Daha doğrusu, İran’da zaten devrimin içinde yer alan İslamcıları, ehveni şer anlamında, komünistlere karşı desteklemişti.
Afganistan’a, NATO ve Pakistan tarafından taşınan cihatçıların karşı-devrim kalkışmalarını bastırmak için SSCB bu ülkeye askerlerini göndermiş, Sovyet ordusu orada on yıl kalarak emperyalizmin hizmetindeki cihatçı proksileri engellemeye çalışmıştı. Sonuçta başarısız oldu.
Tabii bu arada, NATO’nun güney kanadında, Kıbrıs olaylarıyla başlayan istikrarsızlık da halen devam etmekteydi. Batı Asya’nın kontrolü bakımından önem taşıyan Türkiye’deki istikrarsızlık, 1980’de, “Şili tarzı” bir başka askeri darbeyle emperyalizm adına giderildi.
Sovyet bloğunun çökertilmesiyle birlikte, emperyalizmin birleşik saldırı, kesintisiz “dünya hakimiyeti” stratejisi daha ileri bir aşamaya götürüldü. Bilindiği gibi, BOP stratejisi bunun ifadesidir. Bu stratejinin başarıyla uygulanabilmesi için müttefik ülkelerden başlanarak zemin hazırlanacaktı.
Bu çerçevede, Türkiye’de, Ecevit hükümeti düşürüldü. Klasik tarihsel faşist deneyimlerden biçimsel olarak farklı, yani şeklen “liberal demokratik”, içerik olarak faşist olan popülist AKP rejimi projesi devreye sokuldu.
ABD ve uydularının başını çektikleri bu büyük saldırı hamlesi çok geçmeden başını Çin ve Rusya’nın çektiği ülkelerin direnişiyle karşılaştı. Karşılıklı olarak jeo-ekonomi-politik anlamda alan açmalar, alan daraltmalar, mevzi kazanmalar, mevzi kaybetmeler, bütün bu tür mücadelelerde görüldüğü gibi, gündem oldular.
BOP planı uygulamaya konulurken, öncelikli olarak 7 ülke hedeflenmişti (bu operasyonlara komuta etmiş NATO generali Wesley Clark’ın bu konudaki itirafları hâlâ youtube videosu olarak izlenebiliyor), bu ülkeler, öncelik sırasına göre, Irak, Suriye, Somali, Sudan, Libya,Lübnan, İran idi. Yani aslında Suriye’nin sırası Irak’tan sonraydı. Bu listeye baktığımızda, İran dışında hepsine müdahale edildiğini görüyoruz. Müdahale edilenlerin hepsinde, öngörülmüş olduğu gibi, beş yılda olmasa da, yirmi yılda, emperyalizmin hedeflediği “yık, yağmala, kaos içinde bırak” sonucuna ulaşıldı.
Tabii, jeopolitik senaryolar öyle yazıldıkları gibi uygulanamıyor. Başka etkenlerin yanı sıra, direnişlerle karşılaşılıyor.
ABD 2001 sonlarında Afganistan’ı işgal etti. Elbette, ABD bu müdahale ve işgallerini “liberalizm”, “demokrasi”, “insan hakları” adına yaptığını iddia ediyordu. Halen de ediyor. Buna göre, Afganistan işgalini orada “demokratik devlet” kurmak, hatta öncesinde bir “demokratik bir millet inşası” vaadiyle yürütmekteydi.
Bunun için vaktiyle, sosyalist yönelimli Afgan demokratik devrimini bastırmak amacıyla kendisinin yarattığı ama artık kendisine meydan okuyan cihatçıları saf dışı etmesi gerekiyordu.
Önce, Afganistan’da kendisine hizmet edecek, devlet yapıları oluşturuldu. Ordu, meclis, adliye vb. Kendisine bağlı bir hükümet kurdu. Ancak kendisine karşı olan direnişi bir türlü kıramıyordu. Rusya, Çin, Pakistan gibi ülkeler, kendi egemenlik hesapları nedeniyle, direnişi açık ya da örtük olarak destekliyorlardı.
Pakistan, zaten 1978’deki Afgan devriminden sonra emperyalizmin karşı-devrim planı adına bir lojistik cephe ülkesi haline getirilmişti. Büyük bir Afganlı sığınmacı göçüne maruz kalan, Afganistan sınırı belirsizleşen Pakistan için Afganistan artık sürekli istikrarsızlık üreten bir iç mesele halinde gelmişti. O kadar öyle ki, Afganistan’da kendi başına, ABD’nin arzusu hilafına “fatih” rolü oynamak, amiyane tabirle, racon kesmek isteyen Pakistan’ın “küçük napolyon”u cunta lideri general Ziya ABD tarafından havada patlatıldı.
ABD, Afganistan’ı işgal etmişti ama ülkenin tamamını bir türlü kontrol altına alamıyordu. Kurduğu devlet, onun hükümeti de etkili olamıyor, olamadığı gibi ABD’nin verdiği bütçeyi de siyasal elitler iç ediyorlardı.
Obama başkan seçildiğinde, Pentagon kaşarları, onun toyluğundan ve acemiliğinden yararlanarak, Afganistan, Irak söz konusu olduğunda, daha çok para ve daha fazla asker talep ediyorlardı. Pentagon Obama’ya “acilen Afganistan’a 30 bin asker daha göndermemiz gerekiyor, yoksa Afganistan’ı kaybederiz” diye baskı yapıyor, başkan yardımcısı deneyimli Biden bunun yol açacağı güvenlik ve ekonomik sorunları dikkate alarak başkana ters yönde telkinde bulunuyordu.
Yani Biden daha başkan yardımcısı seçildiği dönemde, Afganistan işgalininin ülkesi için beklendiği gibi yürümediğini fark etmişti. Hatta Oabama’nın ilk döneminde başkan yardımcısı olarak Pentagon generalleriyle bu konuda tartışırken, mealen, “size 3 bin asker versem, bir kaç ay sonra 5 bin daha istersiniz, bu iş böyle yürümez” dediği medyaya yansıtılmıştı.
Biden, başkan seçildiğinde, medyaya sızdırılan bir başka konuşmasında, Afganistan’ın işgalini izleyen dönemde, ülkesinin ikisi demokrat ve diğer ikisi cumhuriyetçi olmak üzere 4 başkan gördüğünü, ancak sorunun her dönemde daha da içinden çıkılmaz hale geldiğini itiraf ediyordu.
“Bugün itibariyle, ‘Afganistanımız’ daki çatışmalarda 2.448 askerimiz öldürüldü, 20.772’si yaralandı” (Bob Woodward: War: Simon&Schuster, Aralık 2024; sayfa 51).
Biden, yanı sıra kimi “şahin” emekli Pentagon generalleri (örnekse, Afganistan’daki Amerikan birliklerine komuta etmiş olan David Petraeus) Afganistan’daki direnişin toplumsal tabanının da genişlemesiyle sürekli yayıldığını, daha büyük bir askeri hezimete uğramadan ülkeyi terk etmenin gerekli olduğunu sesli olarak düşünüyorlardı.
Zaten daha önce bu durumu başkan Trump da fark etmiş, ülkesinin Afganistan’dan çekilmesi gerektiğini, bu işgalin bütçede yarattığı ekonomik ağırlığın taşınmasının zorlaştığını, bir kaç kez ifade etmişti. Ancak, Biden onunla girdiği ilk başkanlık yarışı sırasındaki kampanyada, Trump’ı bu fikri yüzden eleştirmişti.
Nitekim, Afganistan’dan ABD askerlerini çekmeye karar verdiğinde, kendisine bu eleştirisi hatırlatıldığında, mealen, ” Trump, Taliban’la anlaşmış, ben ne yapabilirdim ki” diyerek yanıt vermişti. Oysa, Trump böyle bir anlaşma yapmamıştı. Yani Biden, sık yaptığı gibi, yalan söylüyordu. Zaten yalan söylemeden hiç bir kapitalist ülkeyi, bu arada, ABD’yi de yönetemezsiniz.
2021 temmuz ayında, Amerika, işgalin ilk yıllarında yüz bin askerinin konakladığı, Kâbil yakınlarındaki Bagram üssünü bir geceyarısı sessizce terk etti. Zaten terk etme süreci bu tarihten daha önce ufak ufak partiler halinde başlamıştı.
O arada, Afganistan’ın başında bulunan ABD tarafından atanmış başkan Eşref Gani panik halinde ABD’nin ayrılmaması için çırpınıyor. Woodward’ın adı geçen kitabında, Biden’ın Gani’yi telefonla arayarak sakinleştirmeye çalıştığı, ona, melaen, “Afganistan’daki durumun ABD için giderek kötüleştiğini, bu durumu düzeltmek için ülkesinin Afganistan’dan çekilmekten başka seçeneğinin kalmadığını” söylüyor. Gani’yi sakinleştirmek için de, ” merak etmeyin, sizin iyi silahlanmış, iyi eğitilmiş 300 bin kişilik bir ordunuz var (Şunu da hatırlatayım, ABD ordusu çekilirken bu ülkeye getirdiği en gelişmiş silahları, Taliban’ın eline geçmemesi için yakmıştı), bu gücünüzle siz, toplam askeri gücü 70-80 bin kadar olan Taliban’ı darmadağın edersiniz, biz askerlerinizi iyi savaşçılar olarak yetiştirdik” diye ilave ediyor. Aynı kitapta, Gani’nin, “yapmayınız sayın başkan, bizi Pakistan’ın tam desteğini almış, aralarında 10-15 bin uluslararası savaşçının (yani cihatçının ) da bulunduğu bir ordunun işgaline maruz bırakıyorsunuz” dediği belirtiliyor (B.Woodward, WAR:2024 : sayfa 53).
Bu görüşmenin üzerinden bir hafta geçmeden, Biden ve ABD yönetimini de şaşırtan biçimde, Afganistan köy köy, ilçe ilçe, şehir şehir Taliban’ın eline geçiyor. Afgan ordusu direnmiyor. Çoğu yerde ellerindeki silahları Taliban’a teslim ediyor. Süratle, 10 gün içinde, Başkanlık Sarayı ele geçiriliyor. Gani’nin ofisinde, onu masası başında hatıra fotoğrafı çektiren Taliban askerlerinin görüntüleri hâlâ gözlerimizin önünde.
Afgan “milli ordusu” neredeyse kurşun atmadan teslim oluyor. Ülke yöneticileri de Taliban Kâbil’e ulaşmadan süratle ülkeyi terk ediyorlar.
Bu sırada, ABD’nin barış çağrıları havada kalıyor, IŞİD bombalamalarıyla 170 civarında kişi öldürülüyor. Geri çekilmenin kansız olması planlanmış olmasına rağmen 13 Amerikan görevlisi de öldürülüyor. Bunların hepsi Taliban’ın Kâbil’e girdiği 26 Ağustos’ta oluyor, 20 yıllık Amerikan işgalinin ABD aleyhine en kanlı günü de o zamandır.
IŞİD saldırıları devam ediyor. ABD’ye hizmet etmiş bir çok kişi öldürülüyor. Biden, yönetiminin “dostlarının da yardımıyla” (burada herhelde özellikle Türkiye kast ediliyor) ancak 120 bin civarında (ABD için çalışmış) görevliyi Afganistan dışına çıkartılabildiğini belirtiyor.
Sonuç olarak, neredeyse tek kurşun atılmadan, Kâbil 10 gün içinde Taliban’ın eline geçiyor. O sırada da 13 Amerikan askeri öldürülüyor. ABD medyası bunu “hezimet” olarak ilan ediyor. Biden ise “Amerikan tarihinin en uzun savaşını sona erdirdik, bu bir başarıdır; önemli olan, Afganistan’dan artık ülkemize doğrudan bir saldırının gelemeyecek olmasıdır” diyor.
Bu arada, bilindiği gibi, bu olaydan bir süre sonra Cenevre’de, Ukrayna sorunu etrafında, Biden-Putin zirvesi gerçekleşir. O zirvede Putin, hemen anlaşılacağı gibi, biraz alaylı bir edayla, Biden’a, neden Afganistan’ı terk ettiklerini sorar. Bu alaycılığı fark etmemesi mümkün olmayan Biden’ın yanıtı manidardır: “Afganistan imparatorluklar mezarlığıdır”. (Muhtemelen, Putin’in Ukrayna’ya girme kararını almasında, Biden’ın Afganistan’dan bu şekilde çekilme kararı almış olması cesaretlendirici olmuştur. Malum, Afganistan’daki Amerikan varlığı aynı zamanda NATO misyonu çerçevesindeydi. Amerika’nın bu ani ve kaotik çekilmesinin NATO üyeleri arasında da ABD’ye karşı bir tepki doğurduğu biliniyor)
Bunları niye hatırlatıyorum?
Şimdi, emperyalizm koşullarında bir hegemonya mücadelesi yapılıyor. İsterseniz, daha önceki yazıda da dediğim gibi, bunu üçüncü dünya savaşının olgunlaşma sürecinin günümüzdeki görünümü olarak da görebilirsiniz. Taraflar, mevziler kazanıp, mevziler yitiriyorlar (Sadece coğrafi anlamda değil, ekonomik, diplomatik veya siyasal anlamda da) . Bu söz konusu süreç olgunlaştıkça, bu hal daha çarpıcı bir görünüm kazanacak, daha yakıcı sonuçları olacak. Bunu öngörmek lazım.
Son olarak, bazı solcu hatta komünistlerin Suriye’de bir “iç savaş” olduğuna dair vurguları, hiçbir şekilde kabul edilemez. Suriye’de bir iç savaş yok. Kastedilen Esad ailesinin yönetimiyse, onların devri boyunca da olmadı. Suriye’de bir emperyalist-siyonist saldırı var. Bu saldırı açık olarak 2011’de başlatıldı.
Her iç savaşın arkasında belli programatik talepleriyle bir halk olur. Suriye “iç savaşı” nın arkasındaki halk nerede? Suriye halkı hiçbir zaman Esad yönetimlerine karşı ayaklanmadı.
Bize Türkiye’de sayılarının 3 milyon civarında olduğu tahmin edilen sığınmacıların kahir ekseriyetinin “rejim muhalifleri” oldukları söylendi. Öyleyse, niye gitmiyorlar. Rejim düştü. Zaten rejime muhalefet edenler Esad ailesinin devrinden beri hiç bir zaman büyük bir kitle desteği alamamış olan İslamcılardı. İktidardalar. Buradaki “muhalifler” gidecekler mi? Gitmeyecekler. Gidenleri de daha kalabalıklaşmış olarak Türkiye’ye geri dönecekler. Hiç kuşkunuz olmasın.
Gerek Türkiye’de, gerek Batı ülkelerinde bir çok Suriyeli muhalif liberal aydınla karşılaştım. Hepsi Esadları eleştiriyorlardı. Ama hemen, “yönetim düşerse, İslamcılar iktidarı alırlar, bu yüzden ikisine alternatif oluşturacak bir siyasal güç yaratılıncaya kadar, Esad’ın arkasında durmak gerekir” diye ilave ediyorlardı. Bir ara işim dolayısıyla, Suriye’ye açık saldırı başlatıldığı sıralarda, çok sayıda müslüman, hrıstiyan Lübnan’lı liberal, burjuva iş insanlarıyla görüşüyordum, hepsi Esad’ın arkasında durmanın kendi ülkelerinin geleceği bakımından elzem olduğunu belirtiyorlardı.
Bu sözünü ettiğim Suriyeli, Lübnanlı liberal insanlar, bizdeki gibi, artık tamamen bir çöplük haline dönüşmüş akademilerde, medya dünyasında “nasibini arayan”, parayı verenin düdüğünü çalan kişiliksiz tipler değil, reel hayatın içinde, onun gerçekleriyle mücadele ederek yaşayan gerçek, sahici insanlardı. Yani kişiliklerdi.
Sonra, neden bu bizdeki tiplere “liberal” deniliyor? Bunlar liberal olamazlar. Hiç bir gerçek liberal Suriye’de bu son olanları olumlu karşılamaz. Bunlar “yeni-muhafazkâr”lar. Emperyalizmin, siyonizmin organik aydınları. Efendim, bunlar “eski sosyalist” miş, elbette, hemen hemen bütün yeni muhafazârlar dünyanın her yerinde eski sosyalistler, marksistler. Özellikle de trotskistler. Zaten bu anlayışı bir siyasal akım ahline getirenlerin başındaki kişi de eski Trotskist Irving Kristol’dı.
Trotskist akımın en sefil halleri içinde varolduğu ABD’de, İngiltere’de, bu yeni muhafazakârlığın patenti de onların ellerinde.
Bunların değişmesini mi bekliyorsunuz? Dün nasıl Türkiye’ye AKP’li ve Fethullahçı islamcıların “demokrasi” getireceğini öne sürmüşlerse, bugün de islamcıların Suriye’ye “demokrasi” getireceğini iddia ediyorlar. İşleri bu çünkü. Bu bir sınıf mücadelesidir. Onlar da emperyalist sınıfın organik aydınları, bunu unutmayalım.
Son olarak, bir önceki yazıda değinmiştim. Tekrar edeceğim. Demokratikleşme bir çok alandaki görünümleriyle işleyen genel bir süreçtir. Demokrasi, bu sürecin siyasal alandaki, farklı çıkarları temsil eden görüşler arasında açık rekabeti olanaklı kılan görünümüdür.
Devlet söz konusu olduğunda, demokratikliğin tek ölçütü demokrasi değildir. Halkın kendi yazgısı üzerinde egemen olması, siyasal egemenlik hakkını “kayıtsız, koşulsuz” kullanması demek olan cumhuriyet, aynı zamanda, devlettin yurttaşlarının dinsel, etnik, ırksal, cinsel, sınıfsal ayrımlara maruz kalmaması, bütün kimlikler karşısında yansız ve aynı mesafede olması anlamına gelir. Demek ki, laiklik, sosyal haklar, kadın hakları, emekçilerin hakları, devletin kurumsal işleyişinde güçler ayrılığı ilkesi demokratikleşmenin olmazsa, olmazlarıdır. Bu anlamda, bir cumhuriyet bizatihi büyük bir demokratik adımdır.
Bizim cumhuriyetimiz de, Suriye’deki cumhuriyet de “demokrasi” ayağı aksayan (burjuva) demokratik rejimlerdi.
Üstelik, özellikle baba Esad devrinde laiklik, kadın hakları konusunda yapılmak istenen iyileştirmeler, gerici İhvancıların şiddetli direnişyle karşılaşmış, silahlı ayaklanmalarının gerekçesi yapılmıştı. Türkiye devleti de o ayaklanmaları desteklemiş, İstanbul şehri İhvancıların siyasal karargâhı haline getirilmişti. Biraz tarih bilmek lazım.
Türkiye’de, Suriye’de, demokrasi, yani siyasal alanın demokratikleşmesi sorunluydu. Bugün Türkiye’de sadece demokrasiden değil, demokratik kazanımlardan da söz edemeyiz. Seçimler bile şaibeli, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” seçimler kural haline gelmiş. Sonra, adil seçim olsa ne yazar? Seçimi kazansan ne olacak, ertesi günü senin yerine kayyım atayabilirler. Laiklik, kadın hakları, işçi hakları, sosyal haklar, güçler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kaldırılmış. İçeriği faşist, şekli popülist olan bir rejim var ülkemizde.
Bu halinizle Esad yönetimini mi eleştiriyorsunuz? Peki oldu, şimdi oturun aynı “demokratik” masa etrafına, bir yanınıza İmralı’daki fırıldağı, diğer yanınıza faşist Bahçeli’yi, ortaya da “reis”i alın, “Kürt sorunu” nu hep birlikte müzakere edin! Size kolay gelsin!