Pakistan’ın Taliban’ı; Türkiye’nin HTŞ’si

Son 45 yılda Pakistan’ın yaşadığı her siyasal, askeri, ekonomik olay, hiç kuşkusuz, emperyalizmin Afganistan ve dolayısıyla Sovyet Bloku ile ilgili hedeflerinden, operasyonlarından ayrı düşünülemez.

Afganistan’da 1977 yılına kadar Türkiye’dekine benzer bir demokrasi, görece laik bir cumhuriyet rejimi vardı. Emperyalistler için bu kadarı bile çok fazlaydı. Ulusal egemen, laik-demokratik devlet yapıları, ABD’nin yeşil kuşak stratejisiyle bağdaşmıyordu. Tasfiyeleri gerekiyordu. Pakistan ve ardından Türkiye’de, Amerika’ya daha yakın, yani ABD tarafından daha kolay kullanılabilir rejimlerin yaratılması gerekiyordu. Ulusal egemen laik-demokratik devlet yapılarının çözülmesi için emperyalizm işbirlikçisi dinsel ve etnik çözücüler devreye sokuldu.

Emperyalizm ne kadar daraldıysa, bu söz konusu ihtiyacı da o kadar yakıcı, o kadar doymak bilmez bir hal aldı.

ABD’nin Pakistan’daki söz konusu hamlesine SSCB Afganistan’da devrimci, ilerici bir rejim oluşturarak yanıt vermek istedi. Hesabı tutmadı. Bumeranga dönüştü. SSCB’nin de çözülmesine ivme kazandıran bir süreci başlattı.

Pakistan iç (Burada, “Doğu Pakistan” ın yitirilmesinin yarattığı psikolojiyi dikkate almak gerekir) ve dış politik emelleriyle emperyalistlerin Afganistan’a yönelik saldırılarında önemli bir rol üstlendi. Emperyalist saldırının yanında yer alan diğer ülkelerin, bu arada Şii İran’ın da, hesaplarını bertaraf edebilmek için kendi cihatçılarını organize etmeye girişti. Zaten sahada şekillenmeye başlamış Taliban’ın arkasında durdu. Ona hamilik etti. Eğitti, para ve silah verdi. Yönlendirmeye çalıştı.

Pakistan’ın, Afganistan’da kendi başına ABD’den rol çalmasına, SSCB havlu atana, Irak-İran savaşının sona ermekte olduğu görülünceye kadar, emperyalistler açık ve sert tepki vermediler. “Tepkilerini ertelemişlerdi” demek de mümkündür. SSCB ve İran’ın artık kendi iç sorunlarına odaklandıkları bir sırada ABD’nin bölgeyi kendi hedefleri doğrultusunda yeniden şekillendirme eğilimi güçlendi. Pakistan’ın tek adamı Ziya bu şartlarda patlatıldı.

Artık sadece Afganistan değil, ABD’nin müttefiki Pakistan da ekonomi-politik bir enkaz haline dönüşerek, halen süren istikrarsızlığına mahkum edildi. Bir anlamda, Dimyat’a pirince gitmek arzusundaki Pakistan, elindeki bulgurdan da olmuştu. Halen Afganistan’daki “geçici yönetim” Pakistan’ın istikrarına olanak tanımayan ve tanımayacak olan bir etken olarak görülmelidir.

Suriye ve Türkiye arasındaki paralel gelişmelere daha önce bir çok kez değinmiş olduğum için yinelemeyeceğim. Sadece Suriye’deki rejimin “sürpriz” bir şekilde yıkılmasını anlamak bakımından önemli olduğunu düşündüğüm, İngilizce yayın yapan Center for Counter-Hegemonic Studies sitesinde, Roberta Rivolta imzasıyla, 4 Aralık 2024’te yayınlanan, “The Economic war against Syria” başlıklı uzun makalenin geniş bir özetini vermekle yetineceğim.

Yazar öncelikle Suriye’ye yönelik ekonomik yaptırımların 2011’de değil, 1979’da başlamış olduğunu ve bu tarihten itibaren kesintisiz sürdüğünü hatırlatıyor. Bilindiği gibi Suriye, her zaman anti-siyonist Filistin direnişine etkin destek verdi. Bu doğrultuda, İran devrimi ve onunla müttefik Hizbullah gibi siyasal yapılarla ittifak kurdu.

ABD’nin özellikle 2011’de, BM’yi kullanarak, Suriye’ye karşı uyguladığı ekonomik önlemler, çok detaylı ve istismara açık olabilecek surette karmaşık. Hemen hemen en temel ihtiyaç maddelerinden, petrol ve (askeri/sivil) diğer stratejik ürünlere kadar çok geniş bir listeyi kapsıyor.

BM’nin belirlediği bir çok muafiyetin sahada işlemediği, kimi AB kuruluşlarının ve STK’ların şikayetleri üzerine ortaya çıktı. Buna rağmen hiç bir yeni düzenleme yapılmadığı gibi, hukuksal engeller daha da arttırıldı. Olası ihlallere karşı ağır para cezaları getirildi. Böylece, en meşru muafiyet alanlarında bile Suriye ile iş yapan veya yapmayı düşünen kuruluş ve firmalar üzerinde caydırıcı bir etki yaratıldı.

Yetmedi, 2020’de başkan Trump’ın imzasıyla Suriye yönelik yaptırımları daha da genişletip, sıkılaştıran Sezar Suriye Sivil Koruma Yasası devreye sokularak, adeta Suriye’nin dış dünyayla bağı kopartıldı. Bu yasa o kadar ağır maddeler içeriyordu ki, daha önce, 2016’da, ABD Senatosu onu onaylamamıştı. Trump’ın ilk devrinde, 2019’da onaylandı.

Çünkü, Suriye’deki durum 2016’dan itibaren meşru yönetim lehine değişmeye başlamıştı. 2016’da, Halep; 2017’de Palmira ve Deyrizor kurtarılmış, 2018’de Şam kırsalı, belli bir ölçüde, emperyalist işgallerden ve terörist etkinliklerden arındırılmıştı.

Suriye yönetimi hemen Suriye’nin yeniden imarı için bir program başlattı. Yabancı ülkelerden firmalar ülkeye davet edildi. Halep’te bazı yerel sanayi kuruluşları tekrar üretime başladılar. Bu arada, ülkeye komşu Arap ülkeleri birbiri ardına Suriye ile yeniden ilişki kurmaya başladılar. Suriye’yi kendi uluslararası platformlarına davet ettiler. Suriye, 2011’de, askıya alınan Arap Birliği üyeliğine yeniden kabul edildi. İşte, Trump’ın Sezar Yasası tüm gelişmeleri engellemek için yasallaştırıldı(2019) .

2018’de önemli bir gelişme daha olmuştu. Suriye ekonomisiyle güçleri bağları bulunan Lübnan ekonomisi ağır bir bunalıma girmişti. Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı ve onunla koşut sürdürülen ekonomik yaptırımlar Lübnan ekonomisini de etkileyecekti tabii. Ancak, sadece o kadar değil. Bu ülkede bulunan Hizbullah’a karşı ABD ve Sünni Arap rejimleri tarafından uygulanan yaptırımların giderek ağırlaştırılması, Lübnan banka ve şirketlerini felç etti.

Özcesi, Suriye’nin hali Lübnan’ı; Lübnan’ın hali de Suriye’yi çok olumsuz etkiledi. Suriye, kendisine uygulanan yaptırımları Lübnan üzerinden bir ölçüde aşabiliyordu. En azından aşmaya çalışıyordu. Hatta Suriye sermayesinin 40 ila 60 milyar dolar kadarı Lübnan bankalarının hesaplarında bulunmaktaydı. Lübnan’ın da yaptırımlarla hedef alınmasıyla birlikte Suriye bu olanağını da yitirdi. Lübnan bankalarındaki paralarını kullanamaz oldu.

Unutmayalım, Suriye’nin bir diğer en önemli partneri olan İran da ağır uluslararası ekonomik yaptırımlar altındaydı.

Yanı sıra İdlip’in fiilen Suriye’den koparılmış olması ve tabii ülkenin kuzey doğusnun ABD himayesinde oluşturulmuş Kürt güçleri; kuzey batısının Türkiye güçleri tarafından işgali, Ülkenin en önemli, daha doğrusu, yaşamsal ekonomik kaynaklarından yoksun kalmasına yol açtı.

Oysa savaştan önce, bütün Batı Asya’da gıda üretimi bakımından kendi kendine yeterli tek ülke Suriye idi. Oğul Esad’ın yönetime gelmesinden sonra başlayan ve dört yıl süren kuraklığa kadar Suriye, bölgesinde tarımsal ürün ihracatçısı olarak biliniyordu.

Kuraklığın etkileriyle başa çıkmak için hükümet, özellikle sübvansiyonlar yoluyla tüm vatandaşlara uygun fiyatlarla gıda sağlamak için bir dizi politika oluşturmuştu. BM Özel Raportörü’nün gıda konusunda 2011 yılında hazırladığı bir rapora göre, devlete ait mağazalar temel ürünleri düşük kâr marjıyla veya sübvansiyonlu fiyatlarla satıyordu. Ekmek, üretim maliyetinin yarısına satıldı ve kayıtlı tüm hanelere her ay pirinç ve şeker dağıtmak için bir kupon sistemi getirildi. Hükümet özel sektörü de aynı temel emtialardaki kâr marjlarını düşürmeye ikna etmişti.

Aynı rapor, Suriye hükümetinin kuraklıktan en çok etkilenen bölgelerde gerçekleştirdiği işlerden övgüyle söz ediyor. Hükümetin yalnızca gıda yardımlarıyla değil, aynı zamanda, sübvansiyonlu tohum dağıtımı, çiftçilere ve çobanlara tanınan vergi indirimleri, düşük faizli krediler ve yatırımı teşvik eden önlemleriyle Suriye ekonomisini, genel olarak, bölgedeki en güçlü ve en kamusal ekonomilerden birisi haline getirdiğini vurguluyordu.

2010’da BM tarafından yayınlanan Bin Yıllık Kalkınma Hedefleri programı kapsamında, Suriye’nin kalkınmacı anlayıştaki kararlılığı, devam eden bazı zorluklara rağmen “aşırı yoksulluğun azaltılması, okula kayıt oranlarının iyileştirilmesi ve anne ve çocuk sağlığı konularında” elde ettiği başarılar, çocuk sağlığı, sıtma ve HIV/AIDS ile mücadelenin yanı sıra temiz su kaynaklarına ve sağlık olanaklarına erişimin genişletilmesine yönelik planlarında kat ettiği mesafe övülüyordu.

Suriye ekonomisi genel olarak bölgedeki en güçlü ekonomilerden biriydi; 2.500 milyon varilden fazla petrol ve 8,5 milyar metreküp doğal gaz rezervine sahipti. IMF’ye göre, 2008 küresel mali krizinin etkisi orta düzeydeydi ve yalnızca dış ortaklarla yakından bağlantılı sektörlerle sınırlıydı. 2009 yılında GSYİH büyümesi yalnızca yüzde 1 puan yavaşlamıştı. İmalat, inşaat ve hizmet sektörlerindeki kısmi yavaşlama, tarımdaki ılımlı toparlanma ve petrol üretimindeki küçük artışla kısmen dengelendi. IMF’nin gelecek iki yıla (2009-2011 yılları) ilişkin tahminleri, tarımsal üretimin daha eksiksiz bir şekilde yeniden başlaması sayesinde daha fazla büyüme öngörüyordu.

Hükümetin bütçe harcamaları, esas olarak kamu yatırımlarındaki artışa bağlı olarak yaklaşık yüzde 5 oranında büyümüştü. IMF tahminine göre kamu borcunun yönetilebilir seviyelerde kalmaya devam etmesi bekleniyordu.

DSÖ’nün 2010 yılındaki bir raporu, önceki otuz yıla kıyasla sağlık göstergelerinde çarpıcı bir iyileşme kaydetti: “Doğumda beklenen yaşam süresi 1970’te 56 yıldan 2006’da 72 yıla çıktı; bebek ölüm oranı 1970’te 1000 canlı doğumda 123’ten 2006’da 1000 canlı doğumda 18’e düştü; beş yaş altı ölüm oranı önemli ölçüde düşerek 1000 canlı doğumda 22’ye düştü; ve anne ölüm oranı 1970’de 100.000 canlı doğumda 482’den 2006’da 58’e düştü”. 1980’li yıllardan itibaren sağlık hizmetlerine erişim artmıştı. Kentsel ve kırsal kesim arasındaki fark daralıyordu. Bir hekime düşen hasta sayısı 2006 yılında 677 idi ve kamu sağlık sektörüne yapılan yatırımlar 1980’de toplam hükümet harcamalarının %1,1’inden %4,17’sine yükselmişti.

Aynı DSÖ raporunda, Suriye’nin “tüm vatandaşlarına ücretsiz sağlık hizmeti sunduğu ve ilaç endüstrisinin ülkenin talebinin %85 ila %91’ini karşıladığı, Suriye ilaç endüstrisinin uluslararası standartlara göre kaliteli ilaç ürettiği, temel ilaç listesine göre güvenli ve etkili ilaçların üretildiği, hükümetin genel olarak başarılı bir kalite kontrolü sağladığı” belirtiliyor.

15 yaşına kadar eğitim zorunlu, üniversiteler parasızdı. Savaşın başında Suriye, yaygın, zorunlu ve ücretsiz ilköğretim sağlamayı başaran az sayıda Arap ülkesinden biriydi. Dünya Bankası’na göre, 2009 yılında hükümetin kamu eğitimine yaptığı harcama GSYİH’nın %19,2’si kadardı (ABD’de %12,7, Fransa ve Almanya’da sırasıyla %8,9 ve %9,2). 15- 24 yaş arası gençlerde okuryazarlık düzeyi yüzde 92,4 olarak gerçekleşti. Öğrencilere ücretsiz ders kitapları ve sembolik bir fiyata toplu taşıma garanti edildi. Üniversite kayıt ücretleri çok düşüktü.

IMF verilerine göre, Suriye’nin kamu borcu son 20 yılın en düşük seviyesindeydi; 1990’da GSYİH’nin %190’ından 2010’da %30’a düşmüştü. 1 Mayıs 2010’da dönemin Maliye Bakanı Muhammed el-Hüseyin, Bulgaristan ile son bir anlaşma imzaladıktan sonra Suriye’nin yabancı ülkelere olan tüm borçlarını kapattığını duyurdu.

Geçtiğimiz yıl, ülkenin ilk borsası olan Şam Menkul Kıymetler Borsası, Suriye’nin mali sistemini iyileştirmek ve yabancı yatırımı teşvik etmek amacıyla, 40 yıllık bir aranın ardından, yeniden açılmıştı.

Ülkenin ihracatı 2000’de 7,19 milyar dolardan 2010’da 19,92 milyar dolara yükselirken, ithalat GSYİH’nin yalnızca %29,2’sinden %31,8’e yükseldi (Dünya Bankası verileri). Dolar, 47 Suriye Lirası değerindeydi (2010) ; bu, dünyanın dolar karşısında en düşük ulusal para birimleri arasında Suriye lirasının 40.sırada yer aldığını gösteriyordu. Bununla birlikte bu kur seviyesi, Batı sömürgeciliğinin yoksullaştırdığı ülke paraları arasında en yüksek değere sahip ulusal paralardan biriydi. Resmi döviz kuru ile karaborsa kuru arasındaki fark bile neredeyse ortadan kalkmıştı.

Turizm de 2010’da, Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın Suriye’nin tarihi ve sanatsal mirasını geliştirmeye yönelik diplomatik girişimleri, hükümetin turistik tesislere yaptığı yatırımlar ve özellikle komşu ülkelerden turizmi teşvik eden politikalar sayesinde önceki yıla göre %40 oranında büyümüştü. O arada, Şubat 2010’da varılan ikili anlaşmayla İran vatandaşlarına yönelik vize zorunluluğunun kaldırılması, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın öfkesini artırdı. Suriye, 2010 yılında elde ettiği 8,4 milyar dolarlık geliriyle 8,5 milyon turist ağırlamıştı; ve bir sonraki yıl için 10 milyonun üzerinde ziyaretçi bekleniyordu.

Şimdi gelelim çöküşe.

Cumhurbaşkanı Esad, 31 Ekim 2019 tarihli bir röportajında, savaş sırasında Suriye hükümetinin yerel para biriminin çöküşünü önlemek için gizli önlemler aldığını söyledi. Aslında Suriye lirası uzun yıllar boyunca nispeten iyi bir performans sergilemişti. Temmuz 2016’da beş yıldır piyasaya doğrudan müdahale eden Merkez Bankası, döviz rezervlerinin çok düşük bir düzeye inmesi üzerine müdahale etmeme politikasına yönelmek zorunda kaldı. 2017 yılında dolar ilk dramatik yükselişini yaşadı. Lübnan mali krizi nedeniyle 2019’da ikinci keskin artış yaşandı; ve üçüncüsü 2021’de Sezar Yasası’nın uygulanmasından sonra gerçekleşti.

Suriye bankacılık sektörünün Batılı toplum tarafından empoze edilerek uluslararası finans sisteminden izole edilmesi, Suriye’nin döviz piyasalarına erişimini kesti. Savaş nedeniyle Suriye’nin ihracatı azalıp ithalatı artarken, temel malların ithalatını finanse etmek için döviz ihtiyacı ABD dolarına olan talebi artırdı ve Suriye lirasının hızlı düşüşüne katkıda bulundu.

2010 yılında 47 lira olan 1 dolar, bugün 13.100 Suriye lirası değerine ulaştı. 2018’de Şam kırsalının özgürleştirilmesinin ardından devam eden askeri operasyonlar bir çıkmaza girerken, ekonomik kuşatma ekonomik yıkım sürecini hızlandırdı. Bugün ülke, yıkılan altyapısını, sosyal dokusunu ve ekonomisini yeniden inşa etmek için dış kaynaklara ihtiyaç duyacak halde.

Başkan Esad’ın İtalyan gazeteci Monica Maggioni’ye (Kasım 2019) açıkladığı gibi: “Suriye’nin parası olmadığını söylüyoruz… hayır, aslında Suriyelilerin çok parası var; Dünyanın her yerindeki Suriyelilerin çok parası var ve gidip ülkelerini kurmak istiyorlar. Çünkü ülkeyi inşa etmekten bahsettiğinizde, bu insanların bize para vermelerini istemiyoruz. Onlara para kazanma fırsatları sunuyoruz; bu bir iştir. Yani sadece Suriyeliler değil pek çok insan Suriye’de iş yapmak istiyor. Bu yeniden yapılanma için fonları yatırımcılar temin edecekler, ama sorun, bu yaptırımların yatırımcıların veya şirketlerin Suriye ‘ye gelip çalışmasını engellemesidir.” Suriye’ye gitmek veya geri dönmek isteyen yatırımcılar, yaptırımlar yüzünden caydırılıyor.

Yurtdışındaki Suriyelilerin ülkeye döviz göndermeleri engelleniyor. Suriyeli girişimcilerin sermayeleri yabancı bankalarda bloke edilmiş durumda. Tekrar açılan yerel fabrikalar, üretim tesisleri planlı bir şekilde saldırılara uğramaya devam ediyor. Elektrik ve diğer enerji kaynaklarına ulaşıma işgal nedeniyle izin verilmiyor. Bu koşullarda, çalışmak isteyen üretim tesislerinin maliyetleri çok artıyor. İhtiyaç duyulan ithal girdiler temin edilemiyor. Nakliye, ulaşım, seyahat, kargo olanakları ve bunlarla ilgili sigortalama etkinlikleri neredeyse ortadan kaldırılmış halde.

Gaz ve petrole gelince, ana sahalar şu anda ABD’nin kontrol ettiği bölgelerde bulunuyor. 2011’den önce Suriye petrol ve elektriği ihraç ediyordu (Bilindiği gibi, Türkiye de kendisine uygulanan ambargo sırasında, 70’lerde, Suriye’den elektrik ve petrol alıyordu). Artık (işgaller yüzünden) ithal etmesi gerekiyor.

GSYİH 2010’da 252,52 milyar dolardan (Bu arada, GSYİH’nın dörte biri ülkenin petrol gelirlerine dayanıyordu. O zaman ki üretim günlük 385 bin varil civarındaydı) 2021’de 8,97 milyar dolara düştü. Döviz rezervleri tükendi. 2010 yılında %8,6 olan işsizlik oranı, 2020 yılında %15,30 ile tüm zamanların en yüksek seviyesine ulaştı.

2000 ile 2009 yılları arasında ortalama %4,4 olan enflasyon oranı da 2021’de %188 ile zirveye ulaştı. Kamu borcu 2017’de GSYH’nin %94,8’ine ulaştı, 2022’de ise %130,6 ‘una yükselmesi bekleniyordu.

28 Eylül 2020’de Suriye hükümeti 2021 bütçesini sundu. Kamu harcamaları son 10 yılda yüzde 70 oranında azalarak savaşın başından bu yana en düşük seviyesine geriledi. Suriye hükümetinin gelirleri %83 oranında azaldı.

ABD’nin ve Kürtçü maşalarının işgal ettiği bölgelerdeki gaz ve petrol kuyularının çalınması nedeniyle vergi dışı gelirler yüzde 90 oranında düşmüştü. Zorunlu olarak vatandaşlara düşen geri kalan kısım da aynı şekilde yoksullaşma nedeniyle azaldı (Dünya Bankası’nın bir raporuna göre, 2022’de Suriye vatandaşlarının %69’u yoksulluk sınırının altında yaşıyordu. Çatışmadan önce neredeyse yok olan aşırı yoksulluk da bundan etkilendi tabii. Bugün nüfusun yarı yarıya düşmesiyle, (21,4 milyondan 11,7 milyona) her dört Suriyeliden birinden fazlası yoksul kategorisinde. Bugün hükümet esas olarak orantısız bir şekilde büyüyen dış borca dayanıyor.

Hızla artan yaşam maliyeti göz önüne alındığında, bütçenin çoğu sosyal destek programlarına ayrıldı: En büyük pay gıda ve yakıt sübvansiyonlarına gitti, ikinci en büyük pay ise kamu sağlık sektörünün rehabilitasyonuna ayrıldı. Sosyal güvenlik ve emeklilik üçüncü sırada yer aldı; Bunu elektrik enerjisi hizmetleri takip etmektedir.

Yeniden inşa projeleri için Dünya Bankası’nın 2017’de gerekli gördüğü 200 milyar dolara karşılık ( (BM Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’nun 2018’de Beyrut’ta yaptığı toplantıda bu rakam 388 milyar dolara yükseltilmişti) elde yalnızca 66 milyon dolar vardı.

Hükümetin 2024 yılı için onayladığı bütçede bir önceki yıla göre yüzde 44 oranında azalma, vergi ve işletme hizmet ücretleri gelirlerinde ise biraz artış görüldü. Kamu sübvansiyonları ve diğer destek programlarına yapılan harcamaların payı ise 2023’teki %30’a kıyasla %18 oldu. Abluka altında, genel bütçe açığının sürekli büyüdüğünü gören Suriye hükümeti, son yıllarda bütçeyi güçlendirme umuduyla sübvansiyonları kesmek zorunda kaldı.

BM hiçbir zaman Suriye hükümetine yönelik, bu güncel kapsamında bir yaptırımı onaylamadı. Birleşmiş Milletler tarafından oylanan son yaptırımlar da esas olarak Suriye’de savaşan terörist grupları hedef alıyor. Bu bakımdan “zorlayıcı ekonomik önlemler” yasadışıydı.

Uzun süreli elektrik kesintileri ve yetersiz elektrik tedariki; yemek pişirmek ve elektrik jeneratörleri için yakıt eksikliği; temiz su kıtlığı koşullarında, 2022 yılında, Suriyeliler, ısınma olanağının olmadığı, şimdiye kadar bildikleri en sert kışlardan biriyle karşı karşıya kaldı.

Benzin karneye bağlanıyor ve benzin istasyonlarının önünde kilometrelerce araba kuyruğu uzanıyordu. Okul servisleri de dahil olmak üzere pek çok toplu taşıma aracı artık çalışmıyor, bu da özellikle en uzak mahallerde, varoşlarda yaşayan pek çok çocuğun okullarına ulaşamaması anlamına geliyordu.

İlaç bulmak zor ve çoğu insanın parası artık olanlara da yetmiyor. Hastaneler, elektrik kesintileri, azalan yakıt kaynakları, arızalı ekipmanlar ve aşırı ilaç ve sağlık personeli sıkıntısı nedeniyle kapasitelerinin çok altında çalışıyor.

Savaşın başında yaklaşık 10 Suriye lirası olan 1 kg ekmeğin maliyeti, 2022’de yaklaşık 1.400 Suriye lirası oldu. Mart 2024’te referans gıda sepetinin maliyeti bir önceki yıla göre %87 oranında artış gösterdi.

Birleşmiş Milletler Şartı’nın VII. Bölümünün 39, 41 ve 49. maddeleri, Güvenlik Konseyi’nin “barışa yönelik bir tehdidin, barışın ihlalinin veya bir saldırı eyleminin varlığını” tespit etmesi durumunda yaptırımların uygulanmasını öngörmektedir.

Dahası, BM Genel Kurulunun 24 Ekim 1970 tarihinde kabul ettiği 2625 sayılı kararına göre, “siyasal, ekonomik ve sosyal sistemlerine bakılmaksızın uluslar arasında dostane ilişkiler geliştirmek” amacıyla “tek tek uluslar, devletler, uluslararası ilişkilerinde, herhangi bir Devletin siyasi bağımsızlığına veya toprak bütünlüğüne karşı askeri, siyasi, ekonomik veya diğer herhangi bir zorlamadan kaçınmak zorundadırlar”. BM Genel Kurulu tarafından 1974 yılında kabul edilen Devletlerin Ekonomik Hakları ve Görevleri Şartı’nın (Helsinki Sözleşmesi) 32. maddesi şöyle diyor: “Hiçbir Devlet, başka bir Devleti ekonomik, siyasi veya başka türdeki tedbirlerle egemenlik haklarını kullanmasından yoksun bırakamaz”.

Yaptırımların yasal olabilmesi için BM Güvenlik Konseyi tarafından onaylanması gerekiyor ve uluslararası hukuk, tek tek devletlerin yaptırım uygulama yetkisini tanımıyor. “Tek taraflı zorlayıcı tedbirler”, Birleşmiş Milletlerin kuruluşunu belirleyen üye devletler arasındaki dostluk ve işbirliği ilkesine aykırıdır. Üstelik egemen bir devlette belirli politikaları dayatmak, hatta rejim değişikliği yapmak amacıyla her türlü baskıyı uygulamak uluslararası hukuka göre yasa dışıdır.

1960 yılında, Küba’ya uygulanan ambargoya atıfta bulunarak, ABD’nin Amerikalararası ilişkilerden sorumlu dışişleri bakanı yardımcısı Lester Mallory şöyle yazmıştı: “Kübalıların çoğunluğu Castro’yu desteklediğinden… İç desteği yabancılaştırmanın öngörülebilir tek yolu, ekonomik tatminsizlik ve zorluklar. … Küba’nın ekonomik yaşamını zayıflatmak ve ‘açlığa, umutsuzluğa ve hükümetin devrilmesine yol açmak’ için mümkün olan her türlü yola derhal başvurulmalıdır.”

1970 yılında Nixon, herkesin bildiği gibi, CIA’yı Şili’de “Allende’nin iktidara gelmesini engellemek veya onu koltuğundan etmek için ekonomik önlemlere abanmayı” teşvik etmişti.

2018’de Pompeo, İran liderliğinin anti-siyonist direnişi desteklemeye devam etmesi halinde İran’ı aç bırakmakla tehdit etmişti: “Liderlik, halkının beslenmesini istiyor mu istemiyor mu, bir karar vermek zorunda, eğer İran liderliği aynı kafada devam ederse, İran halkının tavrının ne şekilde olacağını tahmin etmem zor değil. Sonuçtan eminim” demişti.

Haziran 2020’de ABD’nin eski Suriye elçisi James Jeffrey, “Suriye para biriminin çöküşü bizim prosedürlerimizden kaynaklanıyor” diye övündükten sonra “Dürzi bölgelerinde silahlı protestolar görmeye başladık. Bu rejime muhalefet anlamına geliyor. Dürziler genel olarak Esad’ı destekliyorlar, ama bir yere kadar, artık protestoları var, bunu da çok açık bir şekilde ortaya koyuyorlar” diyordu.

2018’de, Obama döneminde Beyaz Saray’da” yaptırımların mimarı” olarak çalışmış Richard Nephew, Yaptırım Sanatı adlı tüyler ürpertici başlığı olan kitabını yayınladı.

Nephew’in “sanatı” acı temasına odaklanıyor. Kitabının başında, kitabının konusundan söz ederken, “yaptırımların nasıl bir acıya yol açtığı”, “acının tenlerde somut olarak nasıl işlediği”, ve sonunda “acı çekenlerin nasıl eyleme geçtiği” ile ilgili olduğunu söylüyor.

Nephew, İran’a karşı bizzat tasarladığı ambargoyu “çarpıcı bir başarı” olarak nitelendiriyor çünkü bu ambargo, “ülkenin para birimini ve ekonomisini mahvetti, enflasyona ve kitlesel işsizliğe neden oldu” diyor.

Mesela, 2012-2013’te İran’ı ilaç ve tıbbi cihaz sıkıntısıyla karşı karşıya bıraktıklarını memnuniyetle belirtiyor. “İlaç ticaretini yasakladığımız için değil, daha çok, yarattığımız ilaç kıtlığı ve İran para biriminin de değer kaybetmesiyle ilacın ortalama İranlı için çok pahalıya mal olmasını sağladığımızdan başarılı olduk” diyor. Devamla, “yabancı menşeli lüks malların İran’a girişini engellemedik, bunların fiyatlarını, doların değerinin İran para birimi karşısında çok yükselmesini temin ederek, fahiş hale getirdik. Böylece büyük kârlar elde ettik” diye ilave ediyor.

Lüks mallar söz konusu olmuşken, Ekim 2020’de yerel bir telefon firması Şam’da fiyatı ortalamanın çok üzerinde olan (4 milyon Suriye lirası), çok pahalı iPhone’un son modelinin satışını duyurduğunda Suriye’yi bir öfke dalgası kasıp kavurmuştu. Telefon, Apple’ın ABD’de piyasaya sürülmesinden sadece 10 gün sonra Suriye’de de satışa çıkmıştı ve bütün Batı Asya ülkeleri arasında piyasa ilk sürüldüğü ülke de Suriye olmuştu.

Bu telefon, Suriye’de satılabilmesi için ABD hükümetinin onayıyla bir süreliğine muafiyet kapsamına alındı, böylece yaptırımın aşılması temin edildi. ABD hükümeti bunun gerekçesini de şöyle ifade ediyordu: “İnsanlar ekonomik olarak zor durumdalar, birbirleriyle iletişim kurmak gibi insani bir ihtiyaçları var. Dikkate alınması gerekir.

Öte yandan, yasa dışı işgal edilen Doğu ve Kuzeydoğu Suriye vilayetleri yalnızca petrol açısından zengin değil, aynı zamanda, tüm bölgenin en verimli toprakları olan Bereketli Hilal’in de bir parçasıdır. Suriye’nin sulanabilir topraklarının %50’sini, enerji kaynaklarının %70’ini ve su potansiyelinin %95’ini kapsıyorlar.

Geçerken, Mayıs 2020’de, ABD’nin çevrimiçi gazetesi International Business Times, Başkan Trump’ın, 20 hektarlık buğday mahsulünü yakmak için Suriye’nin Haseke vilayetindeki tarlalara termal balonların fırlatılması emrini verdiğini doğrulayan bir rapor yayınladığını da hatırlayalım.

Son olarak, Suriye bu kanlı savaşın henüz sonunu göremediyse (bu yazı Aralık başında yazılmış, 4 Aralık da yayınlanmış) bu, yalnızca Batı toplumunun İdlib ve diğer limanlarda barikat kuran teröristlere hâlâ verdiği destekten ve yabancı orduların, yani ABD ve Türkiye’nin Suriye’nin topraklarındaki yasa dışı varlığını sürdürmesinden kaynaklanmaktadır.

Cumhurbaşkanlığı tarafından firar suçları ve terör eylemleri (cinayetler hariç) için alınan af kararı ve mültecilerin geri dönüşünü kolaylaştırmak için atılan tüm adımlar, yalnızca yeniden inşacı iradeyi değil, aynı zamanda istikrarlı bir toplumsal barışın yeniden tesis edilebileceğini de göstermektedir. Ancak, böyle olmaması halinde bile, Suriye’nin içişlerine karışmak hiçbir zaman “uluslararası toplum” un yetkisinde değildir ve olmamıştır.

NOT:

Yazarın orijinal metinde 99 referansı var.


“Bu iş bitti; yandık bittik”

En büyük karşı-devrimci güç, karamsarlık ve onun yol verdiği umutsuzluktur. Şimdi bazı sol ya da sol olarak bilinen çevrelerde, Suriye’nin düşmesinden sonra “artık emperyalizm, Amerika ve İsrail kazandı, bitti bu iş, zaten Rusya, Çin ve İran da ihanet ettiler, olacağı buydu, bunlara güvenilmemeliydi, tüh…” mealinde tepkiler dikkat çekiyor.

Bunları seslendirenler aramızdaki zayıflar, en kırılgan olan tiplerdir. Bunları kendimizden uzaklaştırmalıyız. Bunlar yenilgiciler, bizleri de “yenilgi” ye ikna etmeye çalışan haşerelerdir.

SSCB çöktükten sonra emperyalistler dünyaya hakim olacaklarına inanmışlardı. Ordularını, cihatçı sürülerini oradan oraya sevk ettiler. Olmadı. İleri atıldılar, geri püskürtüldüler. Üstelik hemen her şey lehlerine dönmüş olduğu bir zamanda. Olmadı. Yine olmayacak!

Son 15 yılda, ABD’nin başını çektiği emperyalistler ve onlara direnen, meydan okuyan güçler arasında açık bir yıpratma savaşı var. Siyasal, ekonomik, kültürel, yer yer askeri bir yıpratma savaşı.

Henüz rakip güçler doğrudan askeri bir hesaplaşmadan, sonucu belirleyecek, dolaysız bir nihai vuruşmadan kaçınıyorlar. Özellikle de, emperyalistlerin bütün tahriklerine rağmen direniş güçleri henüz, kaçınılmaz olduğu görülen, böyle bir tayin edici karşılaşmadan olanaklı olduğu kadar uzak durmaya çalışıyorlar. Bunu yaparlarken, kendi yaşamsal, varoluşsal coğrafyalarında tahkimatı sürdürüyorlar. Düşmanı kendi coğrafyalarında karşılamayı düşünüyorlar. Bu hesapla, Suriye’yi ciddi bir direniş göstermeden terk ettiler(1).

“Çok-kutuplu dünya düzeni” nin sözcüsü olan rakip güçler, şimdilik, ekonomik, diplomatik, ideolojik mücadeleye ağırlık veriyorlar. Aktif bir savunma konumunda kalmayı tercih ediyorlar. Bu bakımdan, kendi stratejik planlarında Suriye’nin hesabını çok önceden yapmış olabilirler. Suriye direnişi 13 yıl onlara hem mevzi hem de zaman kazandırdı. Burası çok açık. Mevcut koşullarda, artık eski önceliğini taşımadığı düşünülmüş olabilir (2)

ABD barış istemiyor, barışın sönüşünün hızlanması anlamına geldiğini çok iyi biliyor. Tahrik ediyor, saldırıyor. Saldıracak. Anglo-Amerikan hegemonyası ekonomik olarak, siyasal ve ideolojik olarak sürekli geriliyor. Bu gidişi artık tersine çevirmesi olanaklı değil. O halde, rakip olarak yükselenleri engellemek zorundadır. Bunu da olağan araçlarla yapabilecek kapasitesi artık yok.

Nasıl emperyalizm, kapitalizmin ihtiyacından doğuyorsa, savaş da emperyalizmin ihtiyacı. Emperyalistler hazırlıklı, donanımlı. Emperyalizm düzen demektir. Ne olursa olsun, düzen, düzen olduğu için görece avantajlıdır. Bunu hep akılda tutmak ve hesapsız özgüvenden kaçınmak gerekir.

Yıpratma savaşı da, diğer savaşlar gibi, taktik ileri atılmalar, taktik geri çekilmeler, denge durumlarıyla kat edilir. Bu halleri stratejik, tayin edici mücadelelerle karıştırmamak gerekir. Oraya daha var.

Doğrudur, Suriye’de düşman taktik bir başarı elde etti. Ancak taktik başarılar, stratejik zaferlerle taçlandırılmadıkça, biraz sonra anlamlarını yitirirler. Hatta bazen bumeranga dönüşebilirler. Dediğim gibi, bu ekonomi-politik-kültürel boyutlarıyla bir yıpratma savaşıdır. Örneğin, bugün ABD’nin dünya nüfusunun hemen hemen üçte birine sahip olan 40’tan fazla ülkeye karşı uyguladığı ekonomik yaptırımlar bu yıpratma taktiğinin ekonomik alandaki görünümüdür.

Suriye’nin düşmesi, meydan okuyan rakip güçlerin mücadelede kendilerine avantaj sağlayan jeopolitik bir mevziyi yitirmeleri anlamına geliyor. Feda etmeyi göze almadan yıpratma savaşı verilemez. Savaşın bütününü kazanmak için, son gülen olmak için bu tür kayıpları öngörmek gerekir. Tekrar olsun, Suriye stratejik değil, taktik bir kayıptır.

İkinci Dünya Savaşı’nı, özellikle, Stalingrad’ı ve Kursk’u düşünün. Bu ikisine gelinceye kadar feda edilenleri düşünün. Birincisi, savaşın dönüm noktası; ikincisi, düşman için artık kaçınılmaz hale getirilmiş sonun başlancıydı.

Diyalektik düşüneceğiz. Ukrayna savaşının öncesinde, emperyalistler hem Ukrayna’yı hem Rusya’yı tahrik ettiler. ABD ve İngiltere’nin diğer Avrupalı emperyalistlere göre farklı bir gündemleri vardı. Halen var. Brexit bunun ilk işaretiydi. Önce Avrupa’yı terk ettiler (3) Zaten Almanya’yı ta kuruluşundan beri bir tür koloni olarak dizayn etmişlerdi. Tıpkı, Uzak Asya’daki Japonya ve G.Kore gibi.

Anglo-Amerikanlar bilinçli olarak bugün Avrupa ve onun (en stratejik hammadelerinin önemli bir kısmını temin ettiği) yakın coğrafyası Batı Asya’yı kaosa soktular. Biraz ileride sıra Doğu Asya’ya da gelecek. “Güney Çin Denizi sorunu” sürekli ısıtılıyor.

Ukrayna’ da daha savaşın epey öncesinde, Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlar başladı. Bu ülkenin siyasal ve askeri olarak kuşatılması hızlandırıldı. Ukrayna’nın yığınağı arttırıldı. İçeride siyasal tasfiyeler gerçekleştirildi. Avrupa’nın entelektüel ve kültürel olarak hazırlanması sağlandı.

Hiç kuşkusuz, bütün bu emperyalist hamleler emperyalizm adına kazanımlar anlamına geliyordu. Yıpratma savaşının taktik kazanımları.

Savaş başladı. Rusya başlangıçta savaş alanında fahiş yanlışlar yaptı. Kararsızlıklar gösterdi. Bu savaşta ulaşmak istediği hedeflerini tam olarak tanımlayamadı. Ukrayna’yı değil, onun arkasındaki düşmanın kararlılığını ve olanaklarını gerçekçi biçimde ölçüp biçemedi. Dolayısıyla, öngörmediği önemli kayıplar verdi. Medyanın ve enformasyonun önemini, gücünü layıkıyla kavrayamadı. En önemlisi, bütün bunların yaratılmasında etkili olan ahmakça bir özgüvenle işe başladı. (4)

Sonra görece toparlandı. Askeri başarılar elde etti. Diplomatik sahada avantajlar elde etti. Kültürel olarak kendisini görece daha başarılı bir şekilde ifade etmeye başladı.

Bu arada, emperyalistler, özellikle de onun uyduları gibi hareket eden Avrupa’daki müttefikleri için şoke edici olan, Rusya’nın, beklendiği gibi, hızlı bir ekonomik yıkıma uğramayıp, tersine, kendilerinin bu bakımdan giderek derinleşme eğilimi gösteren bir krizin içine batmalarıydı.

Mesela, “Rubleyi çökerteceğiz” dediler Ruble değer kazandı. Kendi ekonomileri daraldı. İktisadi büyüme beklentileri dramatik olarak gerçekleşmedi. Rusya’nın ana gelir kaynağı olan petrol ve gaz fiyatları beklendiği gibi düşmedi. Üstelik, mücadelenin karşı tarafında yer alan S.Arabistan gibi bir çok petrol ve gaz tedarikçisi ülke Rusya ile çıkarlarının uyuştuğunu idrak ettiler. Rusya ve OPEC arasında, hiç olmadığı kadar, bir yakınlaşma gerçekleşti.

Çin, Rusya ve İran arasındaki ekonomi-politik dayanışma güçlendi. Rusya ekonomisini yeniden yapılandırarak güçlendirmek için önemli programları uygulamaya koydu. Özcesi, şu ana kadar Rus ekonomisi, emperyalistlerin beklentisinin tersine, görece daha sağlıklı halde.

Yani Ukrayna krizi, Rusya ekonomisinden çok, Avrupa’nın ekonomisinin krize girmesini temin etti. Emperyalizmin başarılı gibi görünen yıpratma taktiği döndü kendisini vurdu. O kadar öyle ki, bu sorun etrafında, emperyalistler arasında halen anlamlı bir çatışma doğurmamış olan çelişkilerin, çatışma yaratacak kıvama ulaştığı görülüyor. Trump’ın izleyeceği Ukrayna politikasının bunu netleştirmesi beklenmelidir.(5)

Marksist-leninist yöntemle, tabloyu genel olarak görmek ve değerlendirmek gerekir.

Şimdi, Batı Asya’da da, daha önce de bize söylenmiş olduğu gibi, “bir koyup üç almak” mümkün olamayacak. ABD ve İsrail, buradaki kazanımlarını tahkim etmek için İran’a yönelecekler. Beklenti bu. İran, Suriye değil. İran, öyle uzaktan fırlatılan füzelerle de alt edilebilecek bir ülke değil. İran’la doğrudan savaşmak gerekecek. ABD ve İsrail bunu göze alabilirler mi? Çok daha geniş bir ittifakla direnmeyen Saddam’ın Irak’ını fethetmek ABD’ye neye mal olmuştu?

Ha, öyleyse, İran’ı içerden fethetmeyi düşünecekler. Belki dışarıdan fırlatılacak gerginlik füzeleriyle, suikast ve sabotajlarla bu hedeflerine ulaşmayı planlıyorlar. Henüz bilmiyoruz. Ama İran gibi kritik bir ülkenin, emperyalistlerin saplantıları, günü kurtarma hesapları yüzünden, meydan okuyan rakip Çin ve Rusya’nın yanına sürüklendiğini biliyoruz.

Eğer İran, Rusya ve Çin ile ittifakını somut adımlarla güçlendirmeyi sürdürürse, içeride ve dışarda, İran’ı yenmek çok zor olur. Bu bakımdan, İran yönetici sınıfının siyasal davranışı önem kazanıyor.

Yalnız, şunu da hatırlatayım, İsrail ne Gazze ne de Güney Lübnan savaşlarını kazanabildi. O kadar ki, Suriye’yi onlardan daha kolay lokma olarak gördü. Göreceğiz, ABD bu saldırgan hali giderek daha da kötüleşecek olan İsrail’i daha fazla taşımak istemeyecektir.

Öte yandan, bölgede siyonizmle işbirliği yapan gerici Arap devletleri şu an orada oluşmuş durumdan memnun değiller. İsrail’in, Türkiye’nin, yanı sıra ABD’nin yarattığı ve finanse ettiği Kürt hareketinin bölgede mevzi kazanmalarının, şimdilik sessiz kalan, Arap devletlerini çok rahatsız ettiğini görmek gerekir. Özellikle de bölge Arap halklarını. Emperyalizmin bu” yeni fetih” hamlesi Arap milliyetçiliğini harekete geçirecektir. Arap direnişinin yükseldiğine de tanık olacağız.

Artık Sykes-Picot, Balfour Deklarasyonu konjonktüründe değiliz. Köprülerin altından çok sular aktı. Panik halinde gözlerini karartmış emperyalistler bunu görecek halde değiller.

NOTLAR

1) Mücadele eden rakip devletlerin jeopolitik, jeo-stratejik anlayışları tarihsel olarak oluşmuştur. Bugünkü Anglo-Amerikan emperyalizmi hegemonya için açık denizlerin kontrolünü olmazsa olmaz olarak görür. Karalar denizlere göre anlamlandırılır. Rusya ve Çin ise tarihsel olarak dünya çapında hegemonik eğilimlere sahip olmadıklarından, denizlerin uzağında, karalardaki konumlarını tahkim etmek isterler.

Halen bu iki ülke, ama özellikle Çin, bu kadim anlayıştan kurtulmaya çalışıyor. İkisi de bu kadim anlayışın yenilgilerinde oynadıkları önemli rolün farkında görünüyorlar. Çin’in giderek genişleyen deniz ticaret filosu, onun bu yolda epey bir mesafe kat ettiğini gösteriyor. Yalnız, tabii, askeri filolar olmaksızın ticari filoların güven içinde seyri seferini temin etmek olanaklı değildir.

Söz konusu bu iki farklı anlayış, onların mücadeledeki öncelik ve tercihlerini de belirliyor. Rusya için Ukrayna (batısını dahil etmiyorum) feda edilemez, varoluşsal bir yaşam alanıdır. Dolaysız coğrafyası olarak tanımladığı bir yerdir. Suriye için aynı şey söylenemezdi. Hatta daha ileri giderek, “Suriye’nin Rusya için Ukrayna yanında zerre kadar kıymeti yoktur” dersem, abartmış olmam. Bu bağlamda, Kırım, Sivastopol üssü, Tartus Üssü’nden daha önemlidir.

Amerika içinse, Washinton’un, New York’un, kısacası, Wall Street’in güvenliği Japonya’dan, G.Kore’den, Türkiye’den, Almanya’dan, Polonya’dan, İsrail’den başlar. Amerikan jeopolitik aklı, eğer elinde hem Kırım hem de Tartus varsa, bu ikisini birlikte düşünür. Birini öbürüne feda edilecek üs olarak düşünmez. İkisini aralarındaki (kopartılmaması gereken) bağlantılarıyla tasavvur eder. Anlamlandırır. Pentagon’un asli görevi Amerikan vatanını değil, bu deniz aşırı çıkarları korumaktır.  Amerikan vatanını savunmak Ulusal Muhafızlar’ın görevidir. 

2) Rusya, Tartus ve Hmeimim üslerini kaybedeceğini öngörüyor. Zaten ABD’nin Suriye’ye saldırısının temel nedenlerinden birisi, onu bu üslerden çıkarmaktı. ABD hem Rusya’yı hem de Çin’i karaya itmek istiyor. Bunun Rusya’nın bilmemesi olanaklı değil. Rusya medyasında bu iki üssün Libya’ya taşınması için temasların sürdüğüne dair haberler, yorumlar okudum.

3) Değerli marksist-leninist iktisatçı Prof. Prabhat Patnaik bu yakınlardaki bir konuşmasında, Lenin’in emperyalizm kuramında yer alan “emperyalistlerarası çatışmanın kaçınılmazlığı” na dair saptamanın neoliberal devirde anlamının kalmadığını, artık uluslararası (globalist) sermayenin akışkanlığı içinde her engeli aştığını, çatışma halini gereksiz kıldığını söylüyor. Kesin olarak yanlış. Hayat tam tersini doğruluyor. Geçmişi bırakalım, en son Suriye’ye karşı yapılan saldırıya bakalım.

Tersine, neoliberal geç döneminde emperyalizm arkaik kolonyal eğilimlerini yeniden canlandırdı. Fiili askeri işgallere girişti. Benzer bir anlayış, bu kadar bariz olmasa da, Samir Amin’de de vardı. Asıl söylemek istediklerini anlıyorum ama kavramsallaştırma biçimleri, veyahut ifade biçimleri yanlış. Emperyalizm kavramını hegemonya kavramıyla birlikte düşünmüyorlar. Emperyalizm salt ekonomik bir olgu değil. Ekonomi-politik bir gerçeklik. Kabaca şöyle söyleyeceğim, uluslararası finans-kapitali, korporasyonları Amerikan’ın dünyaya yayılmış, denizaşırı askeri üslerinden, “Soros vakıfları” ndan ayrı düşünemezsiniz. Hepsini birlikte görmek lazım.

ABD hegemonik güç, ittifakı içindeki çelişkileri gerektiğinde domine edebiliyor. Amiyane tabirle, “racon kesici” konumunda. Uydularla uydu olunan arasında her zaman gerilimler olacaktır. Bir bütünlük var, ama bu gerilimleri, çelişkileri dışlamayan bir bütünlüktür. Belli uğraklarda ortak çıkarlar, bireysel çıkarların geriye çekilmesini gerektirebilir. 

Sonra, şunu da hiç ihmal etmeyelim: 2.D.Savaşı sonrası dizayn edilen emperyalist dünya ABD’nin eseridir. Onun bütün kurumları (NATO, AB, IMF, Dünya Bankası vb) ABD projeleri olarak görülmek gerekir. 

4) Bu Ukrayna sorunu yeni bir sorun değil. SSCB’nin çözülmesinden sonra buraya geleceği belliydi. Lenin, taktik hamlesiyle, Ukrayna’yı Almanya’nın elinden kopartıp almıştı. Yoksa, Almanlar Ukraynalı esir subaylara kendilerine bağlı, Rusya’ya tampon olacak bir “bağımsız” devlet kurduracaklardı. Putin’in, Lenin’i bu yüzden eleştirmesi, tarih bilgisinin yetersizliğiyle değil, SSCB’ye düşmanlığıyla izah edilmelidir.

Geçerken, Trotski ve Trotskizm (malum Trotski Ukraynalıdır) Ukrayna’nın SSCB’den bağımsız bir devlet olarak var olmasını savunmuşlardı. Aklımda yanlış kalmamışsa, Trotski’nin Ukrayna üzerine üç makalesi vardı. Onlara bakılabilir. Bu arada, önde gelen Trotskistlerden (yine köken olarak Polonya-Ukrayna coğrafyasına ait) E.Mandel de bu görüşü benimsemiş, hatta 80’lerin sonlarında veya 90’ların başındaydı, Ukrayna’nın bağımsızlığını talep etmişti.

Ukrayna üzerine ayrı bir yazı gerekiyor.

5) Şimdi, Trump’ın hemen Ukrayna’ya barış getireceği söyleniyor. Sanıyorum, “ateşkes” ve “barış” birbirine karıştırılıyor. Geçici ateşkes veya ateşkesler elde edilebilir. Ancak, bir barış olanaklı görünmüyor. Rusya, Ukrayna’da şu ana kadar (ülkenin yaklaşık yüzde 20’si) elde ettiği yerlerden kolay kolay çekilmez. Yani önem atfettiği coğrafyalardan çekilmez. Ukrayna da buna razı olmaz. Ancak Ukrayna, ABD ve Avrupa’nın askeri ve ekonomik desteği olmadan bu savaşı sürdüremez. En çok bir kaç ay dayanabilir.

Yani, Ukrayna sorunu Trump’ı aşar. “İktidarın gerçekleri” onun Ukrayna’nın arkasında durmasını gerektirecektir.

 

İhale Türkiye’ye kalacak

Trump’ın Suriye’deki son gelişmelerle ilgili olarak, olup bitenin sorumluluğunu Erdoğan’a yükleyen açıklaması, Suriye’de yakın gelecekte gerçekleşmesi kaçınılmaz olumsuz gelişmelerle ilgili olarak ABD yönetiminin, faturayı Türkiye’ye çıkaracağının daha şimdiden ilanı olarak görülmelidir. Erdoğan’ın “kurnaz” olduğunu ima eden bu açıklama, aslında Trump’ın erken, zekice bir hamlesidir bence (Bu yazı yazıldığı sırada, Trump, bir gazetecinin sorusu üzerine, Suriye’deki durumun belirsiz olduğunu, bu belirsizliği gidermekte Türkiye’ye anahtar bir rol verilebileceğini söylüyor)

İşin doğrusu, bu Suriye işi ABD ve İsrail tarafından (İsrail, Gazze ve Güney Lübnan savaşlarını kazanamayınca) zorunlu olarak planlanmış olmalıdır. Türk devleti, muhtemelen gerçekleştirilmesi reel olarak olanaklı olmayan, bir takım vaatlerle İdlip’te kontrolünden sorumlu olduğu cihatçıları sahada yönlendirmesi, daha doğrusu, onların önünü açması için kullanılmıştır.

Cihatçı savaşçıların gereksindikleri lojistik desteğin çok büyük bir bölümünü, ayrıca bu güçlerin sahadaki eşgüdümünü de Türkiye sağlamıştır. Tabii, ABD ve İsrail’in hedef ve beklentilerine uygun olacak bir şekilde.

Türk devleti bir takım vaatlerle kullanılmıştır. Bu vaatlerin bir bölümü Kürt sorunuyla ilgilidir. Zaten NATO aparatı Bahçeli’nin bu operasyon öncesindeki girişimlerinden yapılan pazarlıkların içeriğini tahmin etmek zor değil.

Daha önce de yazmıştım. MHP, 2015’deki neo-con destekli İslamcı darbe girişiminden sonra yönetimin dolaylı bir ortağı olmaktan çıkıp, doğrudan ortak haline gelmişti. MHP, darbe esnasında Erdoğan’ın yanında yer alan, Kürt sorunu etrafında “milli” duyarlılıkları görece yüksek NATOcu Türk subayları ve güvenlik bürokrasisinin parlamentodaki temsilcisi rolünü oynamaktadır.

Hiç kuşkusuz, koalisyonun her iki ortağı da NATO’cudur. MHP kanadı, ABD’nin bölgesel Kürt grupları yerine Türk devletini muhatap almasını, Kürt çıkarları yerine Türk devletinin çıkarlarını gözetmesini talep etmektedir.

Belli ki, ABD ile bunun pazarlığı yapılmış, muhtemelen ABD, Türkiye’nin de Kürt sorunun “demokratik çözümü”nde gayretli olmasında ısrar etmiştir. Öcalan hamlesi hem böyle bir görüntü vermek adına; hem de, veya daha çok, Türk devletinin, ABD’nin verdiği sözlere güvenilmeyeceğini öngörüp, “ne olur ne olmaz” diyerek, Öcalan’la bölgesel Kürt güçleri üzerinde etkili olma, olmadı, onları bölme hesabıyla yapılmıştır.

Hem bu NATOcu Türk devletinin hem de ABD’nin Kürt ulusal sorununu çözmesi olanaklı değildir. Tıpkı, Suriye’nin yeniden işgali gibi, bu konu da, işgalcilerin taktik hedeflerine ulaşmak için kullandıkları bir araçtır.

Daha önce bir çok kez yineledim. Bu uzun bir mücadeledir. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ivmelenerek, zaman zaman dengelenerek olgunlaşan bir süreçtir. Mücadele emperyalist, anti-emperyalist ve emperyalizmle değil ama onun mevcut hegemonik siyasetiyle çıkarları uyuşmayan kapitalist güçler arasındadır. Birinci ve sonuncu kategoride yer alan güçler, bu mücadelenin esas cephe güçleridir. İkinciler, bu sonunculara tutunarak mücadelelerini sürdürmek eğilimindeler.

Kimi solcu arkadaşların duygusallığını, karamsarlığını anlıyorum ve fakat kabul etmiyorum. Bu reel bir kavga sürecidir. Başka türlü yapılamaz. ABD de, “demokrasi”, “demokratik ulus inşası” vaatleriyle işgal ettiği Afganistan’ı savaştığı cihatçılara bırakarak kaçtı.

Evet, Suriye’de gerilememiz önemli bir olaydır. Emperyalistler şimdilik taktik bir başarı elde ettiler. Ancak, Suriye’yi kaybettiğimizi düşünmüyorum. Elbette, Suriye’de Suriye halkları kaybettiler. Sıkıntıları, acıları katmerlenerek devam edecek. Bunu öngörmek lazım.

Şimdi bakınız, Rusya, İran ve Çin, Suriye’de laik-demokratik Esad yönetimine, anti-emperyalist ve anti-siyonist Hizbullah’a ve dolaylı olarak onunla bağlantılı Hamas, Husiler gibi varoluş mücadelesi veren güçlere dayanıyorlardı. Bunu Şii ekseni olarak değerlendirmek, emperyalist propagandanın aleti olmak anlamına gelir. Suriye nüfusunun yarısından biraz fazlası Sünni, Hamas ve Filistin halkının kahir ekseriyeti Sünni.

Şimdi bir de, emperyalist-siyonist güçlerin dayanaklarına bakalım: Oradan buradan toplanmış Selefi cihatçılar.

Yani “demokratik Suriye”yi bunlar mı kuracaklar? Halep’te, Şam’da, Hama’da hapishaneleri boşaltıllar. Peki, kimse bu cihatçılar yıllarca yönettikleri İdlip ne yaptılar diye sormuyor. Hapishaneleri tıka basa doldurdular. Kadınları “zina” yaptıkları için taşlattılar. İdlip en fazla beyin göçü veren kent oldu. İstanbul’da karşılaştığım sıkı İhvan sempatizanı iki mühendis cihatçıların yönetimindeki İdlip’ten kaçmışlar, Almanya’ya gitmeye çalışıyorlardı.

Cihatçılar İdlip’de ne yaptılarsa, daha fazlasını şimdi Suriye’nin her yerinde yapmak isteyeceklerdir. Onların kontrol edilmesi olanaklı değildir. Onun için “ihale Türkiye’ye kalacak” dedim. Trump olacakları gördüğü için şimdiden gerekçeyi hazırlamış.

NATO, ABD ve İsrail bugün için Suriye, Filistin ve Güney Lübnan’da taktik bir başarı kazanıp, mevziler elde ettiler. Doğru. Ama önemli olan bu mevzileri tutabilmektir. Tutabilecekler mi? Kesinlikle olanaklı değil. Ne Suriye halkını, ne Hamas’ı, ne Hizbullah’ı yenemeyecekler.

Her şeyi bir yana bırakınız, şu emperyalistlerin düştükleri sefil hale bakınız. Üstelik de ilk kez bu duruma düşmüyorlar. İşte Afganistan, işte Irak, işte Libya! Başlarına ödül koydukları “katil” ilan ettikleri, terörist ilan ettikleri paralı savaşçılara bel bağlamış, onların demokrasi getirecekleri yalanına herkesi inandırmak istiyorlar (Hatırlayalım, WikiLeaks belgeleri arasında Hilary Clinton ile halen Biden’ın Ulusal Güvenlik danışmanı olan John Sullivan arasındaki elektronik postalar yayınlanmıştı. Sullivan, daha o zaman, Clinton’a, “EQ” (yani El Kaide) Suriye’de bizim tarafımızda” diye yazmıştı).

Şimdi aynı Taliban gibi, dönüp bir süre sonra kendilerini vuracak güçlerin sırtlarını sıvazlıyorlar. Bunu yaparken Türk devletini bir maşa gibi kullanıyorlar.

Önceki yazılarda, hatta Suriye’ye ilk saldırıldığı sırada, 2011’de, Pakistan’ın ve darbeci İslamcı Ziya Ül Hakk’ın öyküsüne değinmiştim. Kabul ediyorum, tarihte olaylar arasında benzerlikler saptanabilir, ama buradan hareketle, her zaman aynı şekilde sonuçlanacakları iddia edilemez.

Yine de tekrar etmekte bir sakınca görmüyorum.

Aklıma gelmişken, emperyalistler Suriye’ye 2011’de saldıracakları vakit, 80’lerde Afganistan için Pakistan’da yaptıklarının hemen hemen aynısını, bu kez, Suriye için Türkiye’de de yaptılar. Hatta oradaki “deneyimli” kadrolarını da ülkemize taşıdılar.

Trump gelirken

London Review of Books’un 26 Aralık 2024 tarihli, 24 numaralı bu yılın son sayısında, Eliot Weinberg imzalı bir yazı yayınlandı.

Yazıda, Trump’ın bakan ve diğer üst yönetim mevkileri için aday olarak gösterdiği kişilerin çoğunun Trump gibi Florida’da yaşadıkları, sadece gerici Fox News’ü izledikleri (zaten bir bölümü bu kanalda çalışıyor) ve hemen hemen hiçbirisinin devlet deneyiminin olmadığı belirtiliyor.

Öncelikle adaylardan, Ticaret, İçişleri, Maliye, Ulusal Eğitim bakanlarının, yanı sıra NASA’nın başına atanacak kişi ile başkanın Ortadoğu temsilcisinin milyarder oldukları kaydediliyor (Bu arada hatırlatayım, seçim kampanyası sırasında verdiği bir mülakatta Biden, “Amerika ekonomik sorunlarını nasıl aşabilir” şeklindeki bir soruya, ” ülkede en az bin milyarder var, bunların ödedikleri verginin toplam toplanan vergi içindeki payı yüzde 8,2’dir” , dedikten sonra “oysa, her biri bunun bir kaç kat üzerinde katkıda bulunsa, Amerika’nın bütün borçları ödenir” demişti).

Şimdi, Trump’ın Ticaret bakanlığına aday gösterdiği kişi, sadece her türlü sosyal harcamaya değil, sermayeden alınan gelir vergisine de karşı olduğunu bir çok kez açıklamış birisi. Yanı sıra, yüksek gümrük vergilerinden yana. Trump’la birlikte, federal bütçede (bu bütçe üzellikle ülke genelinde eyaletlerarası ekonomik dengesizlikleri gidermek bakımından önemli) 2 trilyon dolarlık kesinti yapacaklarını ilan etmişlerdi. Bunun ilk sonucu da, federal memurlarının belki de çoğunun işini kaybetmesi olacak.

Weinberg, Trump’ın birlikte çalışmak istediği kişilerin ilginç özelliklere sahip olduklarını yazıyor. Örnekse, Trump’ın savunma bakanı adayının, vücudunda Kudüs Haçı dövmesi taşıyan, Haçlılık hayranı, sosyal medya sayfasında ABD bayrağı yanında AR-15 saldırı tüfeğiyle poz vermiş olduğu fotoğrafları yer alıyormuş. Bu aynı bakan adayınının, daha önce de, Amerika’yı ancak bir kutsal medeniyetler savaşının kurtarabileceği yolundaki beyanlarını okumuştuk. Bu savunma bakanı olması beklenen kişinin, kampanya sırasında, “ülke içindeki solun, marksistlerin (bilindiği gibi, bu yeni-muhafazakârlar için Demokratlar da marksisttir) işlerini kesin olarak bitirmek gerekir” demişti. Öte yandan, o da Trump gibi, NATO’ya ve BM’ye karşıdır. Bu iki kuruluşun ABD’yi engellediğini düşünüyor.

Weinberg’den devam edelim. İçişleri bakanlığına aday gösterilmiş kişi, av meraklısıymış. Bir av sırasında, av köpeğini görevini layıkıyla yerine getirmediği için öldürerek cezalandırmış. Evinde beslediği keçisini de artık “yaşlanıp, çirkinleştiği” için öldürmüş.

Sağlık bakanı adayı da ilginç(!) bir tip. Bir keresinde, evinin yakınlarındaki bir plajda karaya vurmuş canlı bir balinanın başını elektrikli testereyle kestikten sonra arabasının tavanına asarak evine getirmiş. Bunu yaparken de, bu sahnelere tanık olanlara övünerek evindeki dondurucunun bu tür “hatıra objeler” le tıkabasa dolu olduğunu söylemiş.

Aynı kişi, “otizme yol açtığı” için her türlü aşıya karşı olduğunu defalarca dile getirmiş. Weinberg, bu kişinin ve diğer adayların bir çoğunun sosyal medya üzerinden, hiç de sağlıklı olmadıkları uzmanlarca belirtilen bazı sağlık ve kozmetik ürünlerinin tanıtımını yapmakta olduklarının altını çiziyor.

Ayrıca yine bunların çoğu belli ülke ve şirketlerin lobicileri. Ha ürün satışı demişken, bilindiği gibi, Trump halen online “hediyelik eşya” satışlarını sürdürüyor. Binlerce dolarlık imzalı golfçu kasketlerinden, imzalı gitarlardan, yüzbin dolarlık kol saatlerine kadar geniş bir ürün yelpazesini kapsayan bir kolleksiyonu olduğu anlaşılıyor. Parayı veren alıyor. Herhalde başkan seçildikten sonra şimdilerde bu koleksiyon -eğer hâlâ tükenmemişse- tükenmek üzeredir. İşadamı! Kampanya giderlerini karşıladığı gibi, muhtemelen an itibariyle, kâra da geçmiştir.

LRB’deki yazıdan aktarmayı sürdürüyorum. Eğitim bakanı adayı, böyle bir bakanlığa gerek olmadığını, “ulusal eğitim” diye bir anlayışın yanlış olduğuna inanıyor. Ayrıca, kendisi dolaylı olarak çocuk tacizcisi olmakla suçlanıyor. Üstelik de, ilk kez değil. Annesi bile onun “iflah olmaz bir ahlaksız” olduğunu söylemiş.

Dış işlerine aday gösterilen kişinin faşist, neo-faşist düşüncelerini sergilediği bir kaç kitabı olduğu zaten biliniyor. Yine bilindiği gibi, bu zat müslümanlara, özellikle İranlılara, bu arada, Çinlilere ve Ruslara karşı da nefret hisleriyle dolu olduğunu saklamıyor. Daha önce de yazmıştım. Ailesi Meksika üzerinden yapılan kokain ticaretiyle de alakalı.

Bu bakan etrafında yürütülen tartışmanın en eğlenceli yanı, Trump’ın ilk döneminde onu ağır sözlerle eleştirmiş olmasıdır. O zaman Trump için ” ABD tarihinin en kaba başkan adayı”, muhtemelen kendisi de online kozmetik ürün pazarlayıcısı olduğundan, “en ucuz makyaj malzemelerini, en kalitesiz bronzlaştırıcı spreyleri tercih eden hıyar”, “hiçbir konuda fikri olmayan bir cahil”, “Üçüncü dünyanın güçlü adamı” , “altına kaçıran herif” gibi, bizim Soylu, Bahçeli, Kurtulmuş gibi devlet büyüklerimizin dahi ağızlarına almaktan kaçınacakları şeyler söylemiş.

Tabii, Amerika’nın “demokrat” medyası (ister istemez aklımıza hemen Fox’un “liberal emperyalist” rakibi CNN geliyor) adamı karşılarında bulunca hemen sormuşlar: ” Yav sen değil miydin daha kısa bir süre öncesine kadar bu lafları eden, şimdi ne oldu da Trump’ı yere göğe sığdıramıyorsun?”

Adam, bizim kimi müteveffa kaşar politikacılarımızın veciz söz söyleme derinliğine ve pişkinliğine henüz erişememiş olduğundan herhalde, “dün dündür, bugün bugündür” diyememiş, “valla o zaman Trump’ı kişisel olarak tanıma onuruna henüz nail olmamıştım” mealinde bir yanıt vermiş.

Bunların dışında, Federal İletişim Dairesi’ne (Bizdeki Cbaşkanlığı Dezenformasyon Dairesi Başkanlığı’na mı tekabül ediyor?) aday gösterilen kişi, yönetime geldiğinde Trump karşıtı bütün medya ağlarını cezalandıracağını; FBI başkanlığına aday gösterilen zat, Trump’ın canını çok sıkmış FBIcılardan intikam alacağını ilan etmişler. Çevre Koruma Ajansı’nın başına atanması beklenen kişi, çevreciliğe hiçbir zaman inanmamış olduğunu, çevre ve iklimle ilgili iddiaların palavra olduğunu bir çok defa dile getirmiş.

Adalet bakanlığı için adı geçen kişi, zaten Florida Başsavcısı olarak (o mevkiye Trump’ın desteğiyle gelmiş olduğu için) Trump’ın kişisel savcısı olarak görülüyor. Aynı zamanda, Katar’ın Amerika’da, Trump nezdindeki en önemli lobicisiymiş.

Az kalsın unutuyordum, Donanma’nın başında düşünülen kişinin de hayatında askerlikle hiç işi olmamış. Dahası, askerlik bile yapmamış. Kampanya sırasında, Trump’a hitaben, “başkanım eğer bu seçimi kaybedersek, bu ülkemizin son seçimi olacaktır, çünkü radikal-solcu sapıklar iktidarı ele geçirmiş olacaklar” demesiyle öne çıkmıştı.

Öte yandan, “diktatör Esad”ın, “K.Kore diktatörü” nün nepotizminden (en hafif bir ifadeyle) “yakınan” bizdeki “Foxçu”lara ve “Türk-İslamcı” CNNcilere nazire yaparcasına, Trump, bir çok göreve aile yakınlarını, akrabalarını, hatta çocuklarının “eski” arkadaşlarını getireceğini açıkladı. Örnekse, Yunanistan büyükelçisi olacağı açıklanan kadın, Trump’ın oğlunun babasının başkan seçilmesinden hemen sonra başka bir kadın arkadaş bularak ayrıldığını açıkladığı, “eski” kadın arkadaşı. Bir tür gönül alma olsa gerek. Yunanistan’a reva görülen muamele bu!

Büyükelçiliklerin bir çoğu için eş-dost ve akrabanın adları geçiyor zaten. Başkanın Ortadoğu özel temsilcisi dünürü. İsrail büyükelçiliğine aday gösterilen eski Fox sunucusu baptist fanatik bir papaz, öteden beri, “Filistinli diye bir şey yoktur” deyip duruyor.

Bu kadroların neredeyse tamamına yakını İslam karşıtı (o kadar ki, bazısı, müslümanları İsa’nın mesajını kabul etmeyip, Muhammed’e bağlandıkları için “sapkın, dinsizler” olarak yaftalıyor), Çin’e, İran’a düşman. Liberal demokratları bile “radikal sol” veya “komünist” olarak görenlerden oluşuyor.

Yukarıda yazılanlar, Weinberg’in işaret ettiklerinin sadece bir bölümü.

Suriye’yi sadece kapitalist Rusya ve İran değil, dünya işçi sınıfı hareketi, biz de feda ettik

Yalancı “Arap Baharı” sahnelenip, Kaddafi düşürülürken, Suriye’ye saldırılırken, Mısır İhvan’a teslim edilirken, devrim oluyor, “devrimci komünler”, “devrimci konseyler” kuruluyor, “yaşasın devrim, yaşasın özgürlük savaşçıları”, “kahrolsun dikta rejimleri” naraları atanlar, Suriye cihatçılara teslim edilirken yine aynı nidalarla sahneye çıktılar.

“Diktatör Esad”, “Kahrolsun Baas Rejimi”…

Oysa Esad, 13 yıl boyunca dünyanın bütün ilericileri, bu arada, proletarya için de emperyalizme, siyonizme direniyordu. Bizler, devrimciler onu yalnız bıraktığımız için sadece ABD hegemonyasına direnen kapitalist Rusya ve İran’a daha fazla dayanmak ihtiyacı duydu.

Öncesinde, Kaddafi’nin düşürülmesini de öylece izlemiştik. O zaman da, şimdi olduğu gibi, aramızda sevinenler, devrim olduğunu düşünenler oldu.

Şimdi Esad düşerken dejavu olduk. Esad yiğitçe direndi. Biz onu yalnız bıraktık. Esad’ın bu direnişi dolayıyla utanacak birşeyi yok. O gücü yettiği kadar onuruyla mücadele etti. Biz ona omuz veremedik. Utanmalıyız!

Obamaları, Clintonları, Merkelleri, Sarkozyleri, Berlusconileri, Melonileri, Trumpları, Netanyahuları, Erdoğanları, Öcalanları, Kılıçdaroğluları, Özelleri, Kaddafi’ye, Esad’a tercih ettik.

Lenin, Avrupalı Marksistlerden bir şey çıkmayacağını anlamış, Baku’da Doğu’nun bir çoğu feodal ya da yarı-feodal olan anti-kolonyalistlerini, anti-emperyalistlerini bir araya toplamış onlarla dayanışmıştı. Bu dayanışma sadece emperyalizme karşı değil, onların hizmetine girmiş, Batı’nın “demokratik sosyalist” revizyonist ve oportünistlerine de karşıydı. O sayededir ki, “Doğu” da marksizm-leninizm geniş bir alan, geniş bir kitlesel taban bulabilmişti.

Leninizm, Suphilerin Ankara tarafından öldürülmesine rağmen Ankara’daki yönetimin arkasında durmuştu. Aslolan, enternasyonalist proletarya siyasetinin emperyalizmi geriletmesi, kendisine alan açmasıydı. Bu bakımdan, emperyalizme direnen Ankara’nın marksist-leninist olmaması önem taşımıyordu. Lenin ormanı kurtarmaya çalışıyordu.

Emperyalistler, işçi sınıfı hareketi içindeki, son 30 yılda iyice palazlanmış, revizyonizm ve oportünizm sayesinde, emperyalist medyayı da kullanarak dünya solunun, işçi sınıfı hareketinin büyük kesimini Kaddafi’nin ve Esad’ın “demokrasi ve insan hakları düşmanı” diktatörler olduğuna ikna ettiler. “Devrimci iç savaşlar” yalanını servis ettiler, “halkların kurtuluşu” gerçekleşiyor dediler. İkna ettiler. Şimdilik başardılar.

Unuttukları, mücadelenin, savaşın sürdüğü, süreceği. Bir muharebe kaybetmek, çoğu zaman bütün savaşın kaybedildiği anlamına gelmez. Bugün de bu anlamı taşımıyor.

Şimdi muharebeyi Esad kaybetti. Biz de onunla birlikte kaybettik. Yok, biz biraz daha önce kaybetmiştik. O bize rağmen direndi, bizim için de direndi. Biz başından beri sadece izlediğimiz için, çoğumuz “yalancı bahar” larla kendimizi aldatırken, aslında ondan çok daha önce kaybetmiştik. Halen bu gerçekle yüzleşmekten kaçınıyoruz.

Emperyalizm, bölgemizden başlattığı “fetih savaşı” nı, ülkemizde de yaptığı gibi, İslamcı-mezhepçi ve etnik proksilerini devreye sokarak yürüttü. Bugün de aynısını yapmaya devam ediyor.

İslamcı-mezhepçilerin, Türkçü-İslamcıların, NATOcu Kürtçülerin “komünarlar”, “özgürlük ve demokrasi savaşçıları” olarak pazarlanmalarını öylece izledik. İzlemeye de devam ediyoruz. Oysa onlar hep birlikte, ittifak halinde, bize karşı bir muhabereyi kazandılar.

Revizyonizmle, oportünizmle mücadeleyi bıraktık. “Aman kimseyi incitmeyelim!”, neme lazım, sonra orta sınıfı ürkütür, bir daha onlara kendimizi beğendiremeyiz.

Kavgayı bıraktık, bizi büyük kentlerin bir iki semtine itip, oralara tıkıştırmalarını kabullendik.

Nasıl olsa, Kürt siyaseti ve CHP bizim adımıza gerekenleri yapıyor.

Onların Truva Atları olduklarını hâlâ bir çoğumuz göremiyor. Çok yazık!

Bizi içten de yıktılar. Bizi içten yıkmakta kullandıkları proksileri bu ikisi. Artık bu gerçeği net olarak görelim.

Afganistan ve Suriye

Suriye’ye yönelik işgalci emperyalist-siyonist saldırının yeni bir aşamaya evrildiği günlerde yazdığım yazıların birinde, 70’lerin sonlarından itibaren Afganistan’da ve hemen etrafındaki coğrafyada sahnelenen emperyalist oyunla, BOP devrinde, Suriye ve etrafındaki coğrafyada yaşanan gelişmeler arasındaki koşutluklara, yer yer benzerliklere işaret etmiştim.

Bilindiği gibi, Vietnam Savaşı emperyalistler adına kaybedildikten sonra çok önemli enerji kaynaklarının ve ulaşım yollarının bulunduğu Batı Asya ile ve tabii rakip Sovyet coğrafyasıyla doğrudan bağlantılı güneybatı Asya’nın emperyalistler için önemi hayli artmıştı.

İran, Afganistan ve Pakistan iç savaş ya da ona yakın olaylarla istikrarsızlık içinde kaynıyordu. İran’da ve Afganistan’da bir devrim; Pakistan’da iç savaş olasılığı güçlenmekteydi. ABD için en kolay, yani fazla riske girmeden müdahale edebileceği ülke, müttefiki Pakistan’dı. 1977 yılında bir askeri darbeyle, Pakistan tarihinin belki de en demokrat, en sol hükümeti yıkılmıştı. Başbakan Zülfikâr Ali Butto idam edildi.

Pakistan’daki bu darbe, dolaylı olarak, Afgan ve İran devrimlerini hızlandırdı. Pakistan’daki askeri darbeyi, her iki olası devrim girişimi karşısında emperyalistlerin ön alma çabası olarak değerlenirmek gerekir.

Vietnam ve Kamboçya yenilgilerinden sonra Emperyalistlerin SSCB’yi de çökertecek biçimde planladıkları büyük birleşik saldırı girişimini 1977’deki Pakistan darbesiyle başlatmak meşrudur.

Bilindiği gibi, biraz daha sonra gerçekleşecek Afgan ve İran devrimlerine gecikmeksizin ABD ve NATO’su müdahil olmuş, her iki ülkede de İslamcı cihatçılarını devreye sokmuştu. Daha doğrusu, İran’da zaten devrimin içinde yer alan İslamcıları, ehveni şer anlamında, komünistlere karşı desteklemişti.

Afganistan’a, NATO ve Pakistan tarafından taşınan cihatçıların karşı-devrim kalkışmalarını bastırmak için SSCB bu ülkeye askerlerini göndermiş, Sovyet ordusu orada on yıl kalarak emperyalizmin hizmetindeki cihatçı proksileri engellemeye çalışmıştı. Sonuçta başarısız oldu.

Tabii bu arada, NATO’nun güney kanadında, Kıbrıs olaylarıyla başlayan istikrarsızlık da halen devam etmekteydi. Batı Asya’nın kontrolü bakımından önem taşıyan Türkiye’deki istikrarsızlık, 1980’de, “Şili tarzı” bir başka askeri darbeyle emperyalizm adına giderildi.

Sovyet bloğunun çökertilmesiyle birlikte, emperyalizmin birleşik saldırı, kesintisiz “dünya hakimiyeti” stratejisi daha ileri bir aşamaya götürüldü. Bilindiği gibi, BOP stratejisi bunun ifadesidir. Bu stratejinin başarıyla uygulanabilmesi için müttefik ülkelerden başlanarak zemin hazırlanacaktı.

Bu çerçevede, Türkiye’de, Ecevit hükümeti düşürüldü. Klasik tarihsel faşist deneyimlerden biçimsel olarak farklı, yani şeklen “liberal demokratik”, içerik olarak faşist olan popülist AKP rejimi projesi devreye sokuldu.

ABD ve uydularının başını çektikleri bu büyük saldırı hamlesi çok geçmeden başını Çin ve Rusya’nın çektiği ülkelerin direnişiyle karşılaştı. Karşılıklı olarak jeo-ekonomi-politik anlamda alan açmalar, alan daraltmalar, mevzi kazanmalar, mevzi kaybetmeler, bütün bu tür mücadelelerde görüldüğü gibi, gündem oldular.

BOP planı uygulamaya konulurken, öncelikli olarak 7 ülke hedeflenmişti (bu operasyonlara komuta etmiş NATO generali Wesley Clark’ın bu konudaki itirafları hâlâ youtube videosu olarak izlenebiliyor), bu ülkeler, öncelik sırasına göre, Irak, Suriye, Somali, Sudan, Libya,Lübnan, İran idi. Yani aslında Suriye’nin sırası Irak’tan sonraydı. Bu listeye baktığımızda, İran dışında hepsine müdahale edildiğini görüyoruz. Müdahale edilenlerin hepsinde, öngörülmüş olduğu gibi, beş yılda olmasa da, yirmi yılda, emperyalizmin hedeflediği “yık, yağmala, kaos içinde bırak” sonucuna ulaşıldı.

Tabii, jeopolitik senaryolar öyle yazıldıkları gibi uygulanamıyor. Başka etkenlerin yanı sıra, direnişlerle karşılaşılıyor.

ABD 2001 sonlarında Afganistan’ı işgal etti. Elbette, ABD bu müdahale ve işgallerini “liberalizm”, “demokrasi”, “insan hakları” adına yaptığını iddia ediyordu. Halen de ediyor. Buna göre, Afganistan işgalini orada “demokratik devlet” kurmak, hatta öncesinde bir “demokratik bir millet inşası” vaadiyle yürütmekteydi.

Bunun için vaktiyle, sosyalist yönelimli Afgan demokratik devrimini bastırmak amacıyla kendisinin yarattığı ama artık kendisine meydan okuyan cihatçıları saf dışı etmesi gerekiyordu.

Önce, Afganistan’da kendisine hizmet edecek, devlet yapıları oluşturuldu. Ordu, meclis, adliye vb. Kendisine bağlı bir hükümet kurdu. Ancak kendisine karşı olan direnişi bir türlü kıramıyordu. Rusya, Çin, Pakistan gibi ülkeler, kendi egemenlik hesapları nedeniyle, direnişi açık ya da örtük olarak destekliyorlardı.

Pakistan, zaten 1978’deki Afgan devriminden sonra emperyalizmin karşı-devrim planı adına bir lojistik cephe ülkesi haline getirilmişti. Büyük bir Afganlı sığınmacı göçüne maruz kalan, Afganistan sınırı belirsizleşen Pakistan için Afganistan artık sürekli istikrarsızlık üreten bir iç mesele halinde gelmişti. O kadar öyle ki, Afganistan’da kendi başına, ABD’nin arzusu hilafına “fatih” rolü oynamak, amiyane tabirle, racon kesmek isteyen Pakistan’ın “küçük napolyon”u cunta lideri general Ziya ABD tarafından havada patlatıldı.

ABD, Afganistan’ı işgal etmişti ama ülkenin tamamını bir türlü kontrol altına alamıyordu. Kurduğu devlet, onun hükümeti de etkili olamıyor, olamadığı gibi ABD’nin verdiği bütçeyi de siyasal elitler iç ediyorlardı.

Obama başkan seçildiğinde, Pentagon kaşarları, onun toyluğundan ve acemiliğinden yararlanarak, Afganistan, Irak söz konusu olduğunda, daha çok para ve daha fazla asker talep ediyorlardı. Pentagon Obama’ya “acilen Afganistan’a 30 bin asker daha göndermemiz gerekiyor, yoksa Afganistan’ı kaybederiz” diye baskı yapıyor, başkan yardımcısı deneyimli Biden bunun yol açacağı güvenlik ve ekonomik sorunları dikkate alarak başkana ters yönde telkinde bulunuyordu.

Yani Biden daha başkan yardımcısı seçildiği dönemde, Afganistan işgalininin ülkesi için beklendiği gibi yürümediğini fark etmişti. Hatta Oabama’nın ilk döneminde başkan yardımcısı olarak Pentagon generalleriyle bu konuda tartışırken, mealen, “size 3 bin asker versem, bir kaç ay sonra 5 bin daha istersiniz, bu iş böyle yürümez” dediği medyaya yansıtılmıştı.

Biden, başkan seçildiğinde, medyaya sızdırılan bir başka konuşmasında, Afganistan’ın işgalini izleyen dönemde, ülkesinin ikisi demokrat ve diğer ikisi cumhuriyetçi olmak üzere 4 başkan gördüğünü, ancak sorunun her dönemde daha da içinden çıkılmaz hale geldiğini itiraf ediyordu.

“Bugün itibariyle, ‘Afganistanımız’ daki çatışmalarda 2.448 askerimiz öldürüldü, 20.772’si yaralandı” (Bob Woodward: War: Simon&Schuster, Aralık 2024; sayfa 51).

Biden, yanı sıra kimi “şahin” emekli Pentagon generalleri (örnekse, Afganistan’daki Amerikan birliklerine komuta etmiş olan David Petraeus) Afganistan’daki direnişin toplumsal tabanının da genişlemesiyle sürekli yayıldığını, daha büyük bir askeri hezimete uğramadan ülkeyi terk etmenin gerekli olduğunu sesli olarak düşünüyorlardı.

Zaten daha önce bu durumu başkan Trump da fark etmiş, ülkesinin Afganistan’dan çekilmesi gerektiğini, bu işgalin bütçede yarattığı ekonomik ağırlığın taşınmasının zorlaştığını, bir kaç kez ifade etmişti. Ancak, Biden onunla girdiği ilk başkanlık yarışı sırasındaki kampanyada, Trump’ı bu fikri yüzden eleştirmişti.

Nitekim, Afganistan’dan ABD askerlerini çekmeye karar verdiğinde, kendisine bu eleştirisi hatırlatıldığında, mealen, ” Trump, Taliban’la anlaşmış, ben ne yapabilirdim ki” diyerek yanıt vermişti. Oysa, Trump böyle bir anlaşma yapmamıştı. Yani Biden, sık yaptığı gibi, yalan söylüyordu. Zaten yalan söylemeden hiç bir kapitalist ülkeyi, bu arada, ABD’yi de yönetemezsiniz.

2021 temmuz ayında, Amerika, işgalin ilk yıllarında yüz bin askerinin konakladığı, Kâbil yakınlarındaki Bagram üssünü bir geceyarısı sessizce terk etti. Zaten terk etme süreci bu tarihten daha önce ufak ufak partiler halinde başlamıştı.

O arada, Afganistan’ın başında bulunan ABD tarafından atanmış başkan Eşref Gani panik halinde ABD’nin ayrılmaması için çırpınıyor. Woodward’ın adı geçen kitabında, Biden’ın Gani’yi telefonla arayarak sakinleştirmeye çalıştığı, ona, melaen, “Afganistan’daki durumun ABD için giderek kötüleştiğini, bu durumu düzeltmek için ülkesinin Afganistan’dan çekilmekten başka seçeneğinin kalmadığını” söylüyor. Gani’yi sakinleştirmek için de, ” merak etmeyin, sizin iyi silahlanmış, iyi eğitilmiş 300 bin kişilik bir ordunuz var (Şunu da hatırlatayım, ABD ordusu çekilirken bu ülkeye getirdiği en gelişmiş silahları, Taliban’ın eline geçmemesi için yakmıştı), bu gücünüzle siz, toplam askeri gücü 70-80 bin kadar olan Taliban’ı darmadağın edersiniz, biz askerlerinizi iyi savaşçılar olarak yetiştirdik” diye ilave ediyor. Aynı kitapta, Gani’nin, “yapmayınız sayın başkan, bizi Pakistan’ın tam desteğini almış, aralarında 10-15 bin uluslararası savaşçının (yani cihatçının ) da bulunduğu bir ordunun işgaline maruz bırakıyorsunuz” dediği belirtiliyor (B.Woodward, WAR:2024 : sayfa 53).

Bu görüşmenin üzerinden bir hafta geçmeden, Biden ve ABD yönetimini de şaşırtan biçimde, Afganistan köy köy, ilçe ilçe, şehir şehir Taliban’ın eline geçiyor. Afgan ordusu direnmiyor. Çoğu yerde ellerindeki silahları Taliban’a teslim ediyor. Süratle, 10 gün içinde, Başkanlık Sarayı ele geçiriliyor. Gani’nin ofisinde, onu masası başında hatıra fotoğrafı çektiren Taliban askerlerinin görüntüleri hâlâ gözlerimizin önünde.

Afgan “milli ordusu” neredeyse kurşun atmadan teslim oluyor. Ülke yöneticileri de Taliban Kâbil’e ulaşmadan süratle ülkeyi terk ediyorlar.

Bu sırada, ABD’nin barış çağrıları havada kalıyor, IŞİD bombalamalarıyla 170 civarında kişi öldürülüyor. Geri çekilmenin kansız olması planlanmış olmasına rağmen 13 Amerikan görevlisi de öldürülüyor. Bunların hepsi Taliban’ın Kâbil’e girdiği 26 Ağustos’ta oluyor, 20 yıllık Amerikan işgalinin ABD aleyhine en kanlı günü de o zamandır.

IŞİD saldırıları devam ediyor. ABD’ye hizmet etmiş bir çok kişi öldürülüyor. Biden, yönetiminin “dostlarının da yardımıyla” (burada herhelde özellikle Türkiye kast ediliyor) ancak 120 bin civarında (ABD için çalışmış) görevliyi Afganistan dışına çıkartılabildiğini belirtiyor.

Sonuç olarak, neredeyse tek kurşun atılmadan, Kâbil 10 gün içinde Taliban’ın eline geçiyor. O sırada da 13 Amerikan askeri öldürülüyor. ABD medyası bunu “hezimet” olarak ilan ediyor. Biden ise “Amerikan tarihinin en uzun savaşını sona erdirdik, bu bir başarıdır; önemli olan, Afganistan’dan artık ülkemize doğrudan bir saldırının gelemeyecek olmasıdır” diyor.

Bu arada, bilindiği gibi, bu olaydan bir süre sonra Cenevre’de, Ukrayna sorunu etrafında, Biden-Putin zirvesi gerçekleşir. O zirvede Putin, hemen anlaşılacağı gibi, biraz alaylı bir edayla, Biden’a, neden Afganistan’ı terk ettiklerini sorar. Bu alaycılığı fark etmemesi mümkün olmayan Biden’ın yanıtı manidardır: “Afganistan imparatorluklar mezarlığıdır”. (Muhtemelen, Putin’in Ukrayna’ya girme kararını almasında, Biden’ın Afganistan’dan bu şekilde çekilme kararı almış olması cesaretlendirici olmuştur. Malum, Afganistan’daki Amerikan varlığı aynı zamanda NATO misyonu çerçevesindeydi. Amerika’nın bu ani ve kaotik çekilmesinin NATO üyeleri arasında da ABD’ye karşı bir tepki doğurduğu biliniyor)

Bunları niye hatırlatıyorum?

Şimdi, emperyalizm koşullarında bir hegemonya mücadelesi yapılıyor. İsterseniz, daha önceki yazıda da dediğim gibi, bunu üçüncü dünya savaşının olgunlaşma sürecinin günümüzdeki görünümü olarak da görebilirsiniz. Taraflar, mevziler kazanıp, mevziler yitiriyorlar (Sadece coğrafi anlamda değil, ekonomik, diplomatik veya siyasal anlamda da) . Bu söz konusu süreç olgunlaştıkça, bu hal daha çarpıcı bir görünüm kazanacak, daha yakıcı sonuçları olacak. Bunu öngörmek lazım.

Son olarak, bazı solcu hatta komünistlerin Suriye’de bir “iç savaş” olduğuna dair vurguları, hiçbir şekilde kabul edilemez. Suriye’de bir iç savaş yok. Kastedilen Esad ailesinin yönetimiyse, onların devri boyunca da olmadı. Suriye’de bir emperyalist-siyonist saldırı var. Bu saldırı açık olarak 2011’de başlatıldı.

Her iç savaşın arkasında belli programatik talepleriyle bir halk olur. Suriye “iç savaşı” nın arkasındaki halk nerede? Suriye halkı hiçbir zaman Esad yönetimlerine karşı ayaklanmadı.

Bize Türkiye’de sayılarının 3 milyon civarında olduğu tahmin edilen sığınmacıların kahir ekseriyetinin “rejim muhalifleri” oldukları söylendi. Öyleyse, niye gitmiyorlar. Rejim düştü. Zaten rejime muhalefet edenler Esad ailesinin devrinden beri hiç bir zaman büyük bir kitle desteği alamamış olan İslamcılardı. İktidardalar. Buradaki “muhalifler” gidecekler mi? Gitmeyecekler. Gidenleri de daha kalabalıklaşmış olarak Türkiye’ye geri dönecekler. Hiç kuşkunuz olmasın.

Gerek Türkiye’de, gerek Batı ülkelerinde bir çok Suriyeli muhalif liberal aydınla karşılaştım. Hepsi Esadları eleştiriyorlardı. Ama hemen, “yönetim düşerse, İslamcılar iktidarı alırlar, bu yüzden ikisine alternatif oluşturacak bir siyasal güç yaratılıncaya kadar, Esad’ın arkasında durmak gerekir” diye ilave ediyorlardı. Bir ara işim dolayısıyla, Suriye’ye açık saldırı başlatıldığı sıralarda, çok sayıda müslüman, hrıstiyan Lübnan’lı liberal, burjuva iş insanlarıyla görüşüyordum, hepsi Esad’ın arkasında durmanın kendi ülkelerinin geleceği bakımından elzem olduğunu belirtiyorlardı.

Bu sözünü ettiğim Suriyeli, Lübnanlı liberal insanlar, bizdeki gibi, artık tamamen bir çöplük haline dönüşmüş akademilerde, medya dünyasında “nasibini arayan”, parayı verenin düdüğünü çalan kişiliksiz tipler değil, reel hayatın içinde, onun gerçekleriyle mücadele ederek yaşayan gerçek, sahici insanlardı. Yani kişiliklerdi.

Sonra, neden bu bizdeki tiplere “liberal” deniliyor? Bunlar liberal olamazlar. Hiç bir gerçek liberal Suriye’de bu son olanları olumlu karşılamaz. Bunlar “yeni-muhafazkâr”lar. Emperyalizmin, siyonizmin organik aydınları. Efendim, bunlar “eski sosyalist” miş, elbette, hemen hemen bütün yeni muhafazârlar dünyanın her yerinde eski sosyalistler, marksistler. Özellikle de trotskistler. Zaten bu anlayışı bir siyasal akım ahline getirenlerin başındaki kişi de eski Trotskist Irving Kristol’dı.

Trotskist akımın en sefil halleri içinde varolduğu ABD’de, İngiltere’de, bu yeni muhafazakârlığın patenti de onların ellerinde.

Bunların değişmesini mi bekliyorsunuz? Dün nasıl Türkiye’ye AKP’li ve Fethullahçı islamcıların “demokrasi” getireceğini öne sürmüşlerse, bugün de islamcıların Suriye’ye “demokrasi” getireceğini iddia ediyorlar. İşleri bu çünkü. Bu bir sınıf mücadelesidir. Onlar da emperyalist sınıfın organik aydınları, bunu unutmayalım.

Son olarak, bir önceki yazıda değinmiştim. Tekrar edeceğim. Demokratikleşme bir çok alandaki görünümleriyle işleyen genel bir süreçtir. Demokrasi, bu sürecin siyasal alandaki, farklı çıkarları temsil eden görüşler arasında açık rekabeti olanaklı kılan görünümüdür.

Devlet söz konusu olduğunda, demokratikliğin tek ölçütü demokrasi değildir. Halkın kendi yazgısı üzerinde egemen olması, siyasal egemenlik hakkını “kayıtsız, koşulsuz” kullanması demek olan cumhuriyet, aynı zamanda, devlettin yurttaşlarının dinsel, etnik, ırksal, cinsel, sınıfsal ayrımlara maruz kalmaması, bütün kimlikler karşısında yansız ve aynı mesafede olması anlamına gelir. Demek ki, laiklik, sosyal haklar, kadın hakları, emekçilerin hakları, devletin kurumsal işleyişinde güçler ayrılığı ilkesi demokratikleşmenin olmazsa, olmazlarıdır. Bu anlamda, bir cumhuriyet bizatihi büyük bir demokratik adımdır.

Bizim cumhuriyetimiz de, Suriye’deki cumhuriyet de “demokrasi” ayağı aksayan (burjuva) demokratik rejimlerdi.

Üstelik, özellikle baba Esad devrinde laiklik, kadın hakları konusunda yapılmak istenen iyileştirmeler, gerici İhvancıların şiddetli direnişyle karşılaşmış, silahlı ayaklanmalarının gerekçesi yapılmıştı. Türkiye devleti de o ayaklanmaları desteklemiş, İstanbul şehri İhvancıların siyasal karargâhı haline getirilmişti. Biraz tarih bilmek lazım.

Türkiye’de, Suriye’de, demokrasi, yani siyasal alanın demokratikleşmesi sorunluydu. Bugün Türkiye’de sadece demokrasiden değil, demokratik kazanımlardan da söz edemeyiz. Seçimler bile şaibeli, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” seçimler kural haline gelmiş. Sonra, adil seçim olsa ne yazar? Seçimi kazansan ne olacak, ertesi günü senin yerine kayyım atayabilirler. Laiklik, kadın hakları, işçi hakları, sosyal haklar, güçler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kaldırılmış. İçeriği faşist, şekli popülist olan bir rejim var ülkemizde.

Bu halinizle Esad yönetimini mi eleştiriyorsunuz? Peki oldu, şimdi oturun aynı “demokratik” masa etrafına, bir yanınıza İmralı’daki fırıldağı, diğer yanınıza faşist Bahçeli’yi, ortaya da “reis”i alın, “Kürt sorunu” nu hep birlikte müzakere edin! Size kolay gelsin!

Dünya Savaşı tehlikesi uzaklaştı mı?

Hiçbir dünya savaşı belli bir günde, belli bir olayın vesile olmasıyla, ya da tetiklemesiyle başlamaz. Hiç unutmam, bir Amerikalı tanıdığımla Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sıralarda söyleşirken, “eyvah, 3.Dünya Savaşı geliyor” demişti.

Yani dünya savaşları ( modern zamanlardaki dünya savaşlarının, iki protipi olarak görülebilecek, Napolyon Savaşları ve Kırım Savaşı da dahil olmak üzere, 1.Dünya Savaşı, 2.Dünya Savaşı’nın cereyan ettiği merkezi coğrafya Avrupa idi. Çünkü sermaye yoğunlaşmasını, merkezileşmesini kontrol eden büyük rakip güçlerin yer aldıkları coğrafya burasıydı) bir süreç içinde, rakip güçlerin kararlı olmayan ittifaklarıyla, ileri ve geri adımlarının eşlik ettiği, o arada bir takım mevzilerin kazanılıp yitirildiği farklı etaplardan geçerek olgunlaşır, ve belli bir anda, ufak bir kıvılcımla dahi patlak verir.

Bu çerçevede, mesela, siyasal olaylar bağlamında, 1.Dünya Savaşı’nın erken etaplarını, kabaca, 1870 Fransa-Prusya savaşı, 93 Harbi, 1878’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli ya da Balkan toprakları üzerindeki egemenliğinin erozyona uğratıldığı Berlin Konferansı, onun önünü açtığı 1912 Balkan Savaşı olarak kabaca işaret edebliriz. Tabii arada, bu anılan olaylara göre daha az önem taşıyan, 1904-5 Rus-Japon Savaşı’nı, 1906 1.Fas Krizi’ni, 1911 Agadir Krizi’ni (ya da 2.Fas Krizi) ilave edebiliriz.

Ancak bütün bu siyasal krizleri yaratan Britanya İmparatorluğu’nun kapitalist- emperyalist bir karakter kazanmış hegemonyasının, esas olarak, Almanya gibi yükselen yeni kapitalist-emperyalist bir gücün de meydan okuması nedeniyle sönme sürecinin ivme kazanmış olmasıydı. Bütün bu gelişmeler, bugün de olduğu gibi, kapitalizmin aşırı üretim, azalan kâr oranları yasasının devreye girmesinin, yani genel olarak kapitalizmin bunalımının siyasal görünümleriydi.

Bu açıdan bir değerlendirme yapıldığında, halen 3.Dünya savaşının bir süreç olarak başlamış olduğunu, devam ettiğini, koşulların farklı tempoda da olsa, sürekli olarak bu süreci olgunlaştırdığını söyleyebiliriz. Bugün için bu sürecin durdurulmasının ya da anlamlı ölçüde ötelenmesinin halen mümkün olabileceğine dair bir inancı seslendirenler var.

Bu kişi ve çevrelerin, son zamanlarda, sunabildikleri birbiriyle bağlantı iki argüman var: Nükleer silahların kullanılmasının kaçınılmaz olacağı böyle bir savaşın göze alınamayacağı, ve Trump gibi bir başkanın da bunun bilincinde olarak barışçıl bir politika vaat etmesi.

Önce şunu hatırlatmak isterim, 2.Dünya Savaşı da nükleer bir savaştı. ABD, hiç gereği yok iken, savaşın sonunda, daha çok SSCB’ye gözdağı vermek için Japonya’ya iki nükleer saldırı gerçekleştirmişti(1). Muhtemelen, eğer SSCB hidrojen bombasını üretmemiş olmasaydı, ona karşı da nükleer bir saldırı gerçekleştirilecekti.

Emperyalistlerin sadece şu son zamanlarda Ukrayna ve Suriye’de, Filistin’de yaptıklarına bakarak, hem geçmişte yaptıklarını hem de gelecekte yapabileceklerini daha iyi kavramak olanaklıdır.

Beşar Esad 2017’de, bir ABD haber kanalına verdiği mülakatta, ABD’de başkanların siyasal kararlarda belirleyici bir konumlarının olmadığını, başarılarının Amerikan devleti için ölçütünün Amerikan derin devletinin önlerine koyduğu politikaları uygulama kapasiteleri ya da performansları olduğunu söylüyordu. Yani Esad, ha Trump ha bir başkası fark etmez demek istiyordu. Bu arada Esad, “ABD derin devletinin müttefiki, müttefikleri yoktur. Olamaz. Onun sadece uyduları, maşaları, kuklaları vardır” diyerek, gayet önemli bir şey daha söylüyordu.

Trump, Kasım ayında seçimi kazanır kazanmaz, ABD derin devletinin hizmetindeki “çekirdekten yetişme” Biden onun kucağına, barışçı bir bir biçimde yaklaşacağını tekrar tekrar duyurduğu Ukrayna sorununu daha da tırmandıracak bombalar bıraktı.

Bilindiği gibi, bu tırmandırma hamlesi karşısında, Putin de, Oreshnik Füze sistemini Ukrayna üzerinde başarıyla deneyerek caydırma hamlesini gerçekleştirdi. Bu Oreshnik füzeleri sesten on kat hızlı, adeta bir meteroid etkisi yaparak hedefine çapıyor. Şu an itibarıyla, bu füzeyi hedefine ulaşmadan imha edebilecek bir füzesavar sistemi kimsenin elinde yok. Üstelik, konvansiyel silah kategorisinde de değil, nükleer savaş başlıkları da taşıyabiliyor.

Yani nükleer caydırıcılığın belli bir aşamada (Son Putin doktrinine göre Rusya’nın egemenliği bir askeri ittifak -NATO olarak okunmalıdır- tarafından hedef alındığında, tereddüt edilmeden taktik nükleer silahlar kullanılması seçenekler arasında olacaktır) işlevsiz kalabileceği artık telaffuz edilebiliyor.

Gelgelelim, beklenen savaşın patlak vermesini önleyecek ya da daha da öteleyecek bir eğilimin rakip güçler arasında güçlenmekte olduğunu iddia etmemizi meşrulaştıracak bir takım gelişmeler de oluyor.

Önce, Trump Ukrayna’da “acil ateşkes” çağrısında halen direniyor. Sonra, Rusya’nın konvansiyel olmayan çok etkili orta menzilli bir füzeyi ilk kez Ukrayna’da kullanması, ardından Suriye’nin feda edilmesi, rakip güçlerin, en azından bir süreliğine, kendi dar bölgesel etki alanlarına odaklanacakları izlenimini yaratıyor.

Trump, ülkesinin toparlanmak için bir süre kendi coğrafyasına çekilmesi anlamına gelen açıklamalar yapmıştı. Çin, zaten son ekonomik gelişmelere bakıldığında, bölgesine daha fazla odaklanmayı hedefliyor. Özellikle ÇKP Politbürosunun 15 yıldır kararlılıkla uyguladığı sıkı para politikasını gevşetme, faizleri düşürme kararlarıyla, iç pazarın, kamu harcamalarını da arttırarak canlandırılması gibi sonuçlar doğurması öngörülmektedir.

Öte yandan, Çin zaten kendi bölgesinde artık hemen hemen hegemonik bir güç haline gelmiştir. Sadece bölgesinin devasa ekonomik potansiyeli dahi Çin ekonomisinin, eski oranlarında olmasa da, büyümesini sürdürmesini temin edecek düzeydedir.

Bir de, BRICS var tabii. Bu yapı büyük ve reel bir ekonomik olanağa tekabül ediyor. Çok büyük bir parçası Asya’da konumlanmış (Trump bunu ekonomik araçlarla nasıl çalışamaz hale getirebilir? ).

Sonra, anti-hegemonyacı güçlerin başını çeken Çin ve Rusya (son Suriye olayı örneğinde olduğu gibi) jeo-politik bir mevzi yitirirken, aralarındaki ticareti, ve dünya ile ticaretlerini de tabii, ABD hegemonyasının reel kontrolü dışındaki çok daha ekonomik bir ulaşım yolu olan-Rusya ve Çin arasındaki deniz ulaşımı mesafesi yaklaşık 2 hafta kısalıyor- Arktik Denizi üzerinden, hiç mola vermeksizin, ilk kez hiç hız kesmeksizin gerçekleştirdiler. yani ticaret yolları söz konusu olduğunda kendilerine alternatif bir alan açtılar. Bu da çok önemli bir jeo-ekonomi-politik kazanımdır.

Rusya ve İran’ın Suriye’den çekilmeleri de içlerine daha fazla odaklanma eğilimlerinin bir işareti olarak görülmelidir. Şu an için görünüm, sanki Trump ABD’si ve rakipleri karşılıklı olarak stratejik bir denge halini kendi alanlarına çekilerek gerçekleştirmek istiyorlar. Eğer böyle bir durum gerçekleşirse, bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu tahmin edemeyiz tabii.

Bu açıdan bakıldığında, Rusya ve İran için çok önemli bir jeo-politik kayıp olarak görünse de, Suriye bu rekabet içinde sadece kaybedilmiş bir muharebe olarak görülmek gerekir. Bizim için elbette çok önemli sonuçları olacak gibi görünmektedir. Ancak ben genel tabloya, bu anti-hegemonya mücadelesinin asli taraflarının karşılıklı konumları açısından bakmaya çalışıyorum.

Daha çok mevziler, Suriyeler, kazanılıp kaybedilecektir(2). Belli mi olur, bir bakarsınız, Rusya, Akdeniz’de başka, çok daha önemli “Tartus’lar” bulmuş… (3)

Yalnız, şunu bileceğiz, emperyalizm varsa, savaşlar, dünya savaşları kaçınılmazdır. Altta yatan temel sorun, kapitalizmin aşırı üretim, azalan kâr oranları belasına yazgılı olmasıdır. Emperyalizm bu yazgıyı hızlandırmak gibi bir işlev görmektedir. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır demek, onun kötü kaderinin de artık en yüksek aşamasına erişmiş olduğu anlamına geliyor.

 

NOTLAR:

(1) Bir an için bu bombaları Stalin’in SSCB’sinin atmış olduğunu düşünelim. Emperyalist anti-komünist propaganda bunu nasıl kullanırdı? Söz konusu ABD olunca, herşeyi yapması mübah oluyor. Çünkü ne yaparsa, “insan hakları” ve “demokrasi”, “uluslararası toplum” için yapıyor. Sahte yalan belgelerle SSCB’nin Ukrayna’da, şurada burada kitlesel halde katlettiği insanlardan söz edenler, ABD’nin nükleer silahı ilk kullanan ülke olduğunun lafını bie etmiyorlar. Aynı şekilde, Gulag’da -R.Medvedev’e göre 60 milyon; Solzenitsin’e göre 110 milyon kişinin öldürülmüş olduğu yalanını yayanlar, halen ABD’nin Küba adasındaki Guantanamo esir kampında nelerin olup bittiğini, orasının nasıl cihatçı terörist eğitim merkezi olarak kullanıldığının sözünü dahi etmiyorlar.

Ha Gulag’a gelince (Gulag, zorunlu çalışma kamp ve kolonilerinden oluşan bir hapishaneler,daha doğrusu, bir cezalandırma sisteminin adıdır), şimdi Rusya’daki anti-Sovyet Putin yönetimi, Rusça wikipediada arşiv belgelerine dayanarak, yıl yıl mahkum ve ölü sayılarını yıllar önce yayınlamıştı. 1918-1960 yılları arasında ölen mahkumların sayısı yaklaşık 1,6 milyondur. Bunların kahir ekseriyeti adi mahkum ( mesela, 1951’de toplam mahkum nüfusu yaklaşık 2,6 milyon kadar, bunların 580 bine yakını politik mahkum) ve aklımda kaldığı kadarıyla, yarıya yakını Sovyet halklarının da kurbanı olduğu salgın hastalıklardan dolayı ölüyor. Mesela otuzlu yılların başındaki tifüs salgınında. Bir de tabii savaş koşullarının tüm Sovyet halkları için yarattığı beslenme sorunları vardı.

Bu arada, en az 15 ülkeden oluşan emperyalist koalisyonun yaklaşık yüz bin askerle müdahil olduğu iç savaşta öldürülen milyonlarca Sovyet yurttaşından, yine emperyalist 2.Dünya Savaşı’nda öldürülen 27 milyon Sovyet yurttaşından söz edilmez.

(2) Suriye’de bir “iç savaş” yoktu. Esad yönetimine karşı halk hiç bir zaman ayaklanmadı. Esad halkıyla savaşmadı. Türkiye’nin “liberalleşmiş” solcuları, komünistleri ısrarla, Batı liberal medyasının etkisi altında “iç savaş” demekte ısrar ediyorlar. Suriye’ye karşı emperyalist bir saldırı vardı. Madem “iç savaş” vardı, o savaşın arkasındaki halk nerede? Güya çoğu Esad yönetiminden kaçmış Türkiye’deki sığınmacılar dahi dönmüyorlar. Dönmeyecekler.

İkinci bir konu, Esad Suriyesi’nin diktatörlük olduğu. Elbette genel olarak her burjuva düzeni bir diktatörlüktür. Bu anlamda, Amerika, Fransa, Almanya, Rusya vs hepsi diktatörlük. Esad Suriyesi, Arap dünyasının en demokratik devletiydi. Hep söylüyorum, “demokratik”, “demokrasi” ye indirgenemez. Demokrasi, siyasal yapının, alanın demokratikleşmesi demektir. Demokratik olmak, halkın, kamunun ülkesinin yönetimi, ülkesinin kaderinin belirlenmesi konusunda, sınıfsal, etnik, dinsel, cinsel vb dışlanmalar söz konusu olmadan söz sahibi olabilmesidir. Egemenlik hakkını kullanabilmesidir. Bu manada, “cumhuriyet”, “laiklik” , “kadın hakları”, “işçi hakları”, “sosyal haklar” büyük demokratik adımlardır. Pekala, bir ülkede çok partili bir siyasal yapı olabilir, ama ülke bu demokratik haklardan mahrum da olabilir. Ya da demokratik haklar sadece kağıt üzerinde kalmış olabilir. Mesela, bugün Türkiye’nin geldiği yer burasıdır. Cumhuriyetle birlikte adım adım kazanılmış, demokratik haklar sürekli budanmaktadır.

Sonra, baba Esad devrinde sürekli olarak kadın hakları, laiklik gibi demokratik haklar alanında geliştirmeler yapılmak istendi. Bunlar her zaman İhvancı muhalefetin direnişleriyle karşılaştı. İşi, bölgedeki gerici Arap rejimlerinin ve İsrail ve değişmez müttefiki Türkiye’nin katkılarıyla şiddete kadar vardırdılar.

(3) ABD dışişleri bakanlığı adına politika üreten kuruluşlardan birisi olan Suriye Çalışma Grubu’nun eşbaşkanı Dana Stroul, 2019 yılında, yaptığı bir konuşmada, ülkesinin Suriye topraklarının üçte birini kontrol ettiğini, buradan çıkmayı düşünmediğini, kontrol ettikleri toprakların Suriye’nin kuzeydoğusunda yer alan ekonomik bakımdan en değerli coğrafyayı içerdiğini (Suriye’nin petrol ve en verimli tarım arazilerinin, su kaynaklarının olduğu bölge), Suriye’nin gerisinin zaten kendilerini ekonomik olarak ilgilendirmediğini açıkça söylüyordu. Ve ilave ediyordu: Esad yönetimine ekonomik değeri olmayan moloz yığınını bıraktık (Silinmemişse, halen o açıklamasının videosu youtube bulunabilir). Yani Esad yönetiminin ekonomik can damarlarını ABD ve o sahadaki maşası PYD-PKK kesmişlerdi. Esad, ülke ekonomisi yaptırımlarla, işgallerle felç edildiği için ayakta duramadı.

Cihatçılar Halep’e girdiklerinde, ilk yapılan iş, günde 2 saat elektrik verilen kente 24 saat elektrik vermeleri oldu. Bunu Türkiye temin etti. Propaganda amacıyla tabii. Halep halkı psikolojik olarak iyi şeylerin olacağına ikna edilmek istendi. Bunu da bir not olarak belirteyim.

Elbette, Irak’ta, Libya’da gördüğümüz gibi, ABD,İsrail,Türkiye ve sahadaki maşaları Suriye’de kurulu her şeyi yıkacaklar. Ülkenin zenginliklerini, varlıklarını yağmalayacaklar. Geride, birbirlerini boğazlamakla meşgul her geçen gün vahşileşecek bir güruh bıracaklar. Pek yakında!

Kim kazandı, kim kaybetti?

Suriye üzerine yapılan son tartışmalar, Suriye’deki bu gelişmeden kimin kazançlı, kimin zararlı çıktığı konusunda yoğunlaşıyor.

Öncelikle kaybeden net olarak bellidir: Suriye ve bölge halkları. Gerisi, şu ya da bu ülkenin kayıpları bu asıl kaybeden yanında önemsizdir.

Elbette emperyalist-kapitalizmin saldırganlığının, iniş-çıkışlarla da olsa, sürdüğü koşullarda, her “zafer” ya da her “yenilgi” kalıcı, ya da göründüğü şekliyle kalıcı olamaz. Mücadeleler alanından söz ediyoruz, nasıl dünün galipleri bugünün mağlupları olabiliyorsa, bugünün galipleri de yarının mağlupları olabiliyorlar.

Revizyonistler, oportünistler, genellikle sermaye sınıfının ya da emperyalizmin konjonktürel, geçici kazanımlarına dayanarak, marksizm-leninizmin, anti-emperyalizmin yenildiğini, artık ömrünü tamamladığını, veyahut “revize” edilmesi gerektiğini iddia ederler.

İşte, ekonomide göreli bir refah dönemine girilmişse, politik ve askeri olarak emperyalizm bazı geçici mevziler kazanmışsa, hemen devreye girip, diyalektik ve tarihsel materyalizmin bu gelişmeleri öngöremediği için yanlışlandığını, artık kapitalist gönencin insanlığın genelini kucakladığını, aşırı üretim krizleri iddiasının boşa düştüğünü, marksist değer kuramının kapitalizmin kat ettiği son gelişmelerle çeliştiğini, emperyalizmin askeri gücünün yenilemez olduğunu öne sürerler. Tabii bu durumda da, artık sınıf mücadeleleri, emek ve sermaye arasındaki politik savaşım ve ondan ayrı düşünülemeyecek anti-emperyalist mücadele anlamsız olmaktadır.

Şimdi de, “Suriye’nin düşmesi” teması etrafında benzer iddiaların gündeme getirildiğini görüyoruz, göreceğiz.

Elbette, bugün itibarıyla, bölgede ABD’nin, İsrail’in ve Türkiye’nin, sahada kontrol edebildikleri maşaları aracılığıyla elleri güçlenmiştir. Ancak, bu halin sürekli derinleşen bir kaos ortamında ne kadar sürebileceğini kestirmek güçtür. Ne olursa olsun, bu hakim görünen güçlerin farklı çıkarları, öncelikleri çatışmalara yol açacaktır. En önemlisi, bölgenin mevcut ve potansiyel anti-emperyalist direniş güçleri olup biteni kabullenmeyeceklerdir. Pek yakında, işlerin öyle “galipler”in iddia ettikleri gibi pürüzsüz yürümeyeceğine tanık olacağız.

Bu derinleşecek kaostan bütün bölge ülkelerini kat eden uzun süreli siyasal istikrarsızlık çıkacaktır. Bu kaostan ve istikrarsızlıktan bilindik yollarla, düzen içinde kalarak çıkmak olanaklı olmayacaktır.

O bakımdan, erkenden sevinmek veya üzülmek doğru değildir. Son gülenin kim olacağı önemlidir. Emekçi halklar mahkum edildikleri bu uzun ve genel gericilik dönemini aşmak ihtiyacını, bu son gelişmeler ve onları izleyecek daha beter olaylar karşısında siyasal bir tepki vermek zorunluluğunu yakıcı bir biçimde hissedeceklerdir.

Kimse kazandım, bitti bu iş, malı götüreceğiz diye sevinmesin. Sermayeci bir anlayışla, bu kadar farklı çıkarı temsil eden güçlerin birlikteliği çok uzun sürmeyecektir.

“Halklar”, “insan hakları”, “demokrasi” , “demokratik toplum”, “ulusların kaderlerini belirleme hakkı” vb kavramlar, sadece emperyalistlerin işlerini görürken kullanma ihtiyacı duydukları ideolojik malzemedir. Emperyalizm, kendi merkezleri dışında, ulusal olan her yapıyı yıkmaya çalışır. Bunu yaparken de, dinsel ideolojiyi, cihatçı terörünü kullanır. Dinselleştirerek, laiklik olmadan oluşturamayacağınız ulusal zemini ayağınızın altından çeker. Sizi dini, etnik-dini cemaatler olarak saflaştırır.

Türkiye’ye gelince, bugün itibariyle en uzun sınırını oluşturan Suriye’de, ABD kontrolündeki PYD-PKK; daha çok kendi kontrolünde olduğunu sandığı HTŞ ve tabii Suriye’nin kendisi için stratejik noktalarını ele geçirmiş İsrail ile komşu olmuştur. Ha bu arada, Suriye’nin çöl kısmında, ABD himayesinde varlığını sürdüren IŞİD’ı da ihmal etmeyelim. Suriye’nin kıyı bölgelerinde yaşayan heteredoks şiilerin Hizbullah’la bağlantıları da henüz kopartılamamıştır.

Bu çerçevede dikkat çekilmesi gereken bir başka mesele de, bölgedeki sınırların giderek daha belirgin şekilde belirsizleşeceğidir. Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Türkiye sınırları üzerinde kontrol giderek olanaksızlaşacaktır. Bu da mevcut istikrarsızlığı daha da derinleştirmek gibi bir rol oynayacaktır.

Bugün Türkiye’den Suriye’ye ters bir göç olacağı beklentisi vardır. Gerçekçi görünmüyor. Gidenler olabilir, vardır da, ancak, çok daha kalabalıklaşmış olarak geri gelmeleri kaçınılmaz görünmektedir.

Hani derler ya, “durmuş saat bile günde bir kez doğru zamanı gösterirmiş”, Tayyip Erdoğan da demagojik olarak, öyle (Erdoğan tipi popülist liderlerin genel olarak sık yaptıkları gibi) düşünmeden ağızdan çıkarılan laf anlamında, “İsrail bize saldırabilir” öngörüsü (!) birlikte Suriye’ye saldırmalarıyla gerçekleşmiş görünüyor. Çünkü İsrail’in Suriye’ye saldırması gerçekte Türkiye’ye de saldırması anlamına geliyor.

Erdoğan için de, Netanyahu için de bu durum sürdürülebilir değildir (1)

NOTLAR:

1) Şimdilerde bir çok yorumcu Erdoğan’ın yeni bir seçim zaferine hazırlandığını iddia ediyor. “Suriye fatihi” olmak Erdoğan’a yeni bir seçim zaferi getiremez. Vaktiyle, Ecevit de “Kıbrıs fatihi” olmuştu. Girdiği erken seçimi kaybetti. Ya da beklediği gibi, partisi tek başına iktidar olamadı. Tersine, ülkede derin bir siyasal kriz başgösterdi.

Öte yandan, Erdoğan’ın seçim kazanmak için Suriye’ye ihtiyacı yok ki. CHP, ve muhtemelen tekrar, DEM parti var.

Duygusal değerlendirmeler

Suriye’deki gelişmeler karşısında, tepkisel olarak, “Rusya ve İran artık bittiler” biçiminde değerlendirmeler yapılıyor. Çok yanlış.

Rusya ve İran halen dünyanın, özellikle de bulundukları bölgenin en güçlü devletleri arasındadır. İç ve dış etkenler yüzünden meydan okudukları hegemonik güç karşısında geri adım attılar. Olan budur. Buradan bu iki ülkenin bittiği sonucunu çıkarmak çok yanlıştır.

Emperyalist stratejiyi, Suriye’nin müttefiklerinin siyasal davranışlarını bir yana bırakacak olursak, başarılı bir direnişten sonra Suriye’nin düşmesinin gerçekçi nedenlerini Suriye devletinin kendisinde de aramak doğru olacaktır. Ta baba Esad devrinin son döneminden itibaren Baas Rejimi bürokrasisi, siyasal elitleri yolsuzluk, yağma gibi edimleriyle devleti, toplumu çürütmüştü. Oğul Esad bu durumu değiştiremedi. Üstüne üstlük, emperyalist saldırı Suriye yönetici sınıfını derinden böldü, yağma dal budak saldı.

Son 4 yıldan beri elde edilen göreli barış ortamını Esad yönetimi iyi değerlendiremedi. Muhtemelen, İran ve Rusya’dan gelen ekonomik ve askeri yardımların da önemli bir bölümü yağmalandı. Esad, devleti ve toplumu yeniden düzenlemek için bir şey yapmadı.

Rusya ve İran’ın son olayda “isteksiz” davranmasında, Suriye’deki bu iç koşulların da bir rolü olmuştur. En azından, böyle düşünmek meşrudur.

Rusya’ya gelince, önemli bir mevzi kaybetmiştir. Bununla beraber, Trump’tan beklediklerini alamazsa, boyun eğmeyeceği açıktır. Rusya’nın askeri gücünün hafife alınamayacağını en iyi ABD bilmektedir. Rusya’ya “ihmal edilebilir” bir ülke muamelesi yapmak, ahmaklık olur. Rusya, şimdilik, önemli bir mevzisinden geri çekilmiştir. Buradan onun siyaseten bittiği sonucu çıkmaz elbette.

İran’a gelince, evet bu son gelişmelerle İran da mevzilerini kaybetmiştir. O da geri adım atmıştır. Ancak İran, on yıllardan beri en ağır ekonomik yaptırımlara rağmen gücünü arttırmış, ABD’ye ve siyonizme direnmiş, meydan okumuştur. Bugün sadece ülkesinin ötesinde kurduğu direniş hatlarını yitirmiştir.

Kasım Süleymani ve ardından önceki cbaşkanı Reisi’nin öldürülmeleri, rejimin dengelerini “Batı yanlısı” tabir edilen ılımlıların lehine değiştirmiş görünmektedir. İsrail’in bu ülkeye yönelik son saldırılarıyla, “ılımlılar” daha da güçlenmişlerdir. Suriye’deki geri çekilme (Unutmayalım İran, Suriye’deki direnişte en az 4 bin insanını kaybetti) muhtemelen “ılımlıların” rejim üzerindeki kontrollerini arttıracaktır. Bunun ilk işareti, nükleer programın askıya alınması olacaktır ( MI6’ya göre, İran halen uranyum zenginleştirmesini yüzde altmış oranında gerçekleştirmiştir).

Bilindiği gibi, Süleymani ve Reisi, İran’la Rusya ve Çin arasındaki stratejik ortaklığı kesin olarak gerçekleştirmek, özellikle Rusya ile daha sonra KDHC’nin yapacağı gibi, askeri bir bağlaşma içine girmeyi planlamıştılar. Tahran’daki rejimin siyasal ve ideolojik liderliği, dahası, İran halkının büyük çoğunluğu (üstelik de rejimin başörtüsü saplantısı yüzünden gelişen kitlesel protesto gösterilerine rağmen) Reisi’yi ve onun bu stratejik planını onaylamıştı. Süleymani ve Reisi bu planı hayata geçirmemeleri için öldürülmüşlerdir.

Bugünkü cbaşkanı Pezeşkiyan ülkesinde halen Reisi’nin ölüsü kadar dahi popüler değildir. BRICS’le bir flörtü var, ama gözü ve aklı Batı’dadır.

Bu arada, İran’da da (Suriye’deki kadar olmasa da) rejimin yozlaşması bir vakadır. Reisi bunu samimiyetle dile getirmiş, yeni bir yapılanma olmadan dünyanın içinde bulunduğu kritik dönemde İran’ın savunulamayacağını açıkça belirtmişti.

Şimdi hem Rusya’da hem İran’da Trump beklenmektedir. Trump’ın izleyeceği dış siyaset bu iki ülkenin yol haritalarını belirlemelerinde belirleyici bir öneme sahip olacaktır.

Bu bakımdan, acele değerlendirmelerden kaçınmak, “yenilgicilik” hastalığımızı depreştirecek “emperyalizm kazandı” şeklindeki karamsar değerlendirmelerden uzak durmak gerekir. Bu uzun bir mücadeledir.

Aşağı yukarı, Vietnam zaferinden sonra başlayan gericilik dönemi ( sol şeritten yola çıkıp, sağ şeride geçerek park eden Kültür Devrimi’nin artık tamamlandığının Mao tarafından ilanı, başlayan yeni dönemin de ilanı olarak görülebilir) halen sürmektedir. Yani neredeyse, yarım asırlık bir dönemden söz ediyoruz.

Bugün emperyalistler kontrol edemedikleri bir ekonomik gerileme, ve kontrol edemeyecekleri bir siyasal kaos içinde debelenmektedirler. Tablo, on sene, yirmi sene, otuz sene, kırk sene öncesinden daha fazla iç karartıcı değil. Emperyalizmin her zaferi bu saaten sonra “pirus zaferi” dir.

Suriye’nin düşürülmesi Rusya için sürpriz miydi?

Değildi. Rusya en başından bu işin içindeydi. İsrail’in saldırıları başladıktan sonra Esad üzerindeki baskılar artmıştı. Türkiye’nin, Rusya’nın çağrılarını hatırlayalım.

Havlu atan diğer bir Suriye müttefiki İran da teşneydi. Süleymani ve bir önceki cbaşkanının, muhtemelen, İran iktidar bloğundaki muhalif güçlerin de dahil oldukları, emperyalist-siyonist operasyonlarla öldürülmeleri, ardından şimdiki liberal cbaşkanının seçilmesi İran’daki yönetimin çözülme sürecinin hızlanacağının işaretleriydi.

Rusya’da hegemonya mücadelesinde geri çekilme eğilimi Trump’ın kazanmasıyla güçlendi. Muhtemelen, Ukrayna sorunu etrafında Rusya’ya, sonradan kepçeyle geri alınmak üzere kaşıkla bir şeyler verilmesi karşılığında, Suriye feda edildi. Rusya’nın bu davranışının kodları, sadece iç koşullarının bastırması bağlamında değil, daha önce sözünü etmiş olduğum, kadim Rus jeopolitik, jeostratejik aklı veya perspektifi içinde de aranmalıdır.

Önce şunu belirteyim: Rusya izin vermeseydi, Suriye düşmezdi.

Rusya’nın Suriye’nin düşürülmesi sürecine dahil olduğu, sürecin başlamasından itibaren takındığı kayıtsız tutum, konunun konuşulmasını istemeyen, Suriye tartışmasını geçiştirmek isteyen tavırlarından anlaşılıyordu. En son, Doha’da bir mülakat veren Lavrov’un Suriye soruları karşısında takındığı açık tavır bu saptamayı destekler niteliktedir. Lavrov, mülakatın bir yerinde, açıkça, “bırakalım şu Suriye konusunu artık, Ukrayna konuşalım” diyerek söz konusu tavrı net olarak ortaya koydu.

Özcesi, Rusya tarafından Suriye bir pazarlık konusu yapılmıştı. İran da, bu Rusya hamlesi kendisinin de “hislerine tercüman olduğundan”, Rusya gibi hareket etti.

Hegemonya mücadelelerinde, bu tür pazarlıklar olabiliyor. Olmaya da devam edecek. Mücadele süreci içinde güç ve etki alanlarının yeniden tanımlanması vakadandır. Ancak, bu son Suriye vakasında, hem Rusya hem de İran, meram, Amerikan hegemonyasını geriletmekse, bir süre sonra epey geriye itildiklerini anlayacaklardır.

Hegemonya mücadelesi hepsi kapitalist (çok az sayıdaki hâlâ sosyalizmde direnen ülke de henüz emperyalist aşamaya evrilmemiş ya da evrilememiş hegemonya karşıtı, Rusya ve Çin gibi, kapitalist ülkelere tutunmak ihtiyacı duyuyorlar) olan devletler arasında cereyan ediyor. Bu da, aralarındaki uzlaşmaz çıkar çatışmalarının görelileştirilmesini olanaklı kılıyor. Gerilimin bu tür pazarlıklarla yer yer boşaltılmasını olanaklı kılıyor.

Yalnız, ABD’nin asıl hedefi, Rusya’yı Çin’den koparmak olacaktır. Trump liderliği bunun temini bakımından biçilmiş kaftandır. Demokratların, İngilizlerden devralıp, Brzezinski ile saplantı halinde getirdikleri, “Rusya’nın her durumda düşmanlaştırılması” stratejisini, amiyane tabirle, Trump pek iplemiyor. Yani Rusya’ya görece daha “sıcak” bakıyor diyelim. Bu bakımdan, Rusya’nın önüne, onu cezbedebilecek, başka şeyler de atılabilir.

Devrimci proletarya siyasetinin bu süreçte en dikkatli davranması gereken konu, yükselen kapitalist güçlerin (özellikle Çin’in) sosyalist siyaset adına sol camiada pazarladıkları politik ve ideolojik teoriler olmalıdır.

Bu açıdan bugünkü koşullarda en önemli tehdit, “Çin karakteristiği taşıyan sosyalizm” veya “pazar sosyalizmi” çarpıtmalarıdır. Bilindiği gibi, bunun farklı bir versiyonu olarak görülebilecek bir iddiayı Rusya bağlamında da öne çıkaranlar var. Bunları kabul edemeyiz.

Unutmayalım, emperyalist hegemonya karşıtı (Çin ve Rusya’nın başını çektikleri) bugünkü mücadelenin karakteri özsel olarak kapitalisttir. Anti-emperyalist hiç değildir.

Bu çerçevede, emperyalistleşme potansiyeli güçlü olan devletlerin de (burada potansiyelden kasıt, sermayenin yoğunlaşma ve dışa doğru -hegemonik siyasal eğilimlerle- hareket yeteneğidir) halihazırda sahip oldukları ekonomik ve politik (askeri) güçlere dayanarak sömürü ya da jeo-ekonomi-politik etki alanlarını, isterseniz dünyayı, yeniden paylaşmak talebini, şimdilik hegemonyacı anlamda değil, savunmacı anlamda, yükselttikleri açıktır. Hegemonya karşıtı mücadelenin bugün böyle siyasal bir içeriği vardır. “Çok-kutuplu” dünya düzeni talebi, hiç kuşkusuz, örtük bir biçimde de olsa, yeni bir paylaşım talebidir.

Bugün için proletarya siyasetinin mevcut ” tek-kutuplu” hegemonya yapısının çözülmesinden politik olarak menfaati vardır. Emperyalistler ve “emperyalist yolcular” arasındaki çatışmalar, kaçınılmaz olarak, emperyalistler arasındaki çatışmanın da derinleşmesini temin edecektir. Kapitalist sistemin bu şekilde siyasal olarak çözülmesi, proletarya siyasetinin mevzi kazanmasında değerli olanaklar sağlayacaktır.

Ancak bunu yaparken, kesinlikle kendi siyasal ve ideolojik kimliğimizi yitirmeyeceğiz. Maoculuğun malum “üçüncü dünyacı” anlayışının farklı bir kılıkta sunulmasından başka bir şey olmayan, “sosyalist Çin” e ve onun ÇKP’ sine öncü rolü bahşeden, “Global Kuzey” ve “Global Güney” tabir edilen dünyalar arasındaki çelişkiyi günümüzün temel veya başlıca çelişkisi olarak sunan anlayışlarla proletarya siyaseti perspektifinden mücadele etmemiz gerekiyor.

Temel çelişki, sömürülen emek ve sömüren sermaye arasında, onun emperyalizm koşullarındaki görünümlerinden birisi olan ezilen, yurtları yağmalanan emekçi halklar ve ezen, yağmalayan emperyalist devletler arasındadır.