17 Kasım 2024’te Peru’da, başkent Lima’da başlayıp, iki gün süren Asya-Pasifik Ülkeleri Ekonomik İşbirliği Zirvesi’ne üye 21 ülke (Rusya dışında- Putin’le ilgili UCM kararı nedeniyle) en üst düzeyde katıldı.
APEC ülkeleri dünya nüfusunun yüzde kırkını kapsıyor. Dünya ticaret oylumunun yüzde 48’ini temsil ediyorlar. Dünya toplam GSMH’sinin yüzde 56’sını da bu ülkeler meydana getiriyor.
Son başkanlık seçimi kampanyası sırasında, başkan seçilen Trump, Çin ve Rusya’yı L.Amerika’dan uzak durmaları için uyarmıştı. Söz konusu coğrafyanın ABD’nin “arka bahçesi” olduğunu ima etmiş, 1823’de başkan Monroe tarafından uygulamaya konmuş Monroe doktrinini tekrar yürürlüğe sokacakları anlamına gelen ifadeler kullanmıştı.
Monroe doktrini, kabaca, Avrupa ülkelerinin (özellikle de o zamanın siyaseten etkili gücü olan Kutsal İttifak’ın -Prusya, Avusturya ve Rusya- Amerikalar coğrafyasına el atmamasını talep edip, buna karşılık, ABD’nin de, Avrupa işlerine karışmayacağını taahhüt eden bir siyasal anlayıştı. Yani ABD’nin kendi Amerikalar coğrafyasına kapanacağını ilan ediyordu.
Bilindiği gibi, Obama, ikinci başkanlık döneminde, Çin’i jeo-politik “eksen” ilan etmiş, ancak, buna göre izlenmesi gereken siyasal adımları atmamıştı. İlk kez Trump, Çin’i “çevreleme” politikasını fillen uygulamaya koymuş, bu doğrultuda önemli ekonomi-politik hamleler gerçekleştirmişti.
İlginçtir, Biden başkan seçildiğinde, Trump’ın bu Çin politikasını eleştirmiş, dışlayıcı “çevreleme” stratejisini terk ederek Çin’i, ABD’nin hegemonu olduğu dünyaya daha fazla entegre etmek için çalışacaklarını, yani dışlayıcı değil, kucaklayıcı olacaklarını dile getirmişti (“Containment” yerine “Confinement”).
Ancak başkanlığı süresince, yaptığı hamlelerle, Trump’ın dışlayıcı stratejisine sadık kalmış, onu daha da ileri götürmüştü.
ABD tarihinin belki de en çapsız dışişleri bakanı, ve en gözü kara siyonist politikacısı olan Blinken, bir konuşmasında, mealen, “Çin’i durdurmak zorundayız, çünkü Çin bugünkü dünya düzenini, ekonomi,politik, askeri bakımlardan değiştirebilme kapasitesine sahip tek rakip ülkedir” demişti.
Şimdiki dışişleri bakan adayınının da benzer doğrultuda, Çin’in SSCB’den de tehlikeli (çünkü diyor, “SSCB ekonomik olarak çok ciddi bir rakip değildi” ) bir rakip güç olduğunu öne süren konuşmaları var. Nitekim, kendilerinin “çevreleme” stratejisiyle yetinmeyip, çok daha riskli, “geri püskürtme” (“rollback”) stratejisini izleyeceklerini ima etmişti. Bu tür bir ima Trump’ın son konuşmalarında da var.
ABD kurmayları gerçekliği kabullenemiyorlar. Sorun burada. ABD artık kendi hakim olduğu dünyanın bileşenlerine ekonomik olarak hiçbir şey vaat edemiyor. Bir ekonomik gelecek ya da refah vaat edebilecek kapasitesini kaybetmiş durumda.
Bakınız, mesela bu son zirvenin yapıldığı Peru’da, ABD arka arkaya bir çok hükümet darbeleri yaptırdı. Her seferinde tercih ettiği kadroları yönetime getirdi. Ancak, bunların hepsi Çin’le ekonomik ilişkileri geliştirmek ihtiyacı duydular. Çünkü Çin ekonomi, veya amiyane tabirle, “iş, aş” vaat ediyor. ABD’nin ise bunu yapacak mecâli yok.
Doğrudur, ekonomik olarak Amerika, bir devirde, dünya ülkeleri, halkları için “zenginlik” vaadi anlamına geliyordu. Bu ideolojiyi destekleyebilecek reel bir ekonomik kapasitesi de vardı. Ancak, 70’li yılların başından itibaren bu kapasitesi erozyona uğradı. SSCB’nin göçmesinden sonra eski sosyalist dünyayı ve o dünya sayesinde daha geniş, çok seçenekli bir hareket alanına sahip olmuş 3.Dünya’yı yağmalayarak bir on-on beş yıl durumunu toparlamaya çalıştı.
2008 Buhranı ile birlikte “globalleşme stratejisi” çökünce ve o arada oluşmasında çok kritik bir rol oynadığı Çin’in açıkça bir rakip olarak ortaya çıkmasıyla bunalımı ağırlaştı.
Çin, kendisiyle ilişki kuran ülkelere sadece ekonomi vaat etmiyor, politik olarak, rejimleri her ne olursa olsun, kendilerinin iç işlerine müdahil olmayacağını da bir doktrin halinde ilan ediyor.
ABD ise tam tersine, kendi “liberal demokrasi” ideolojisini dünyaya dayatıyor. Ancak, bizzat bunu işine geldiği gibi yorumlamaktan, uygulamaktan da geri durmuyor. Yani kural tanımaz hegemonyacı bir anlayışa sahip olduğunu ( UCM’nin son Netanyahu kararı karşısındaki tavrını da gördük) herkes görüyor.
Kendi çıkarları için darbeler, “renkli devrimler”, rejim düşürmeler, terör, suikast, savaş dahil her zor aracını devreye sokuyor. Yani refah değil ama, kan ve gözyaşı, yaptırım, ambargo, yıkım ve talan vaat ediyor. Çünkü artık başka bir çaresi yok.
Pozitif işleme yeteneğini yitirmiş her rejim, ayakta kalmak, ömrünü uzatmak için zor araçlarına başvurur. Şaşmaz kuraldır (Bu bakımdan, bugün Türkiye’deki rejimin başına gelen de aynı şeydir. Son zamanlarda “pozitif” olarak yapabildiği tek şey, geleceği olmayan bir yanılsamayı, “barış serabı” nı işaret etmek). Artık ABD’nin her iki elinde de sopa var.
Çin, Deng Xiaoping devrinden beri devletlerarası didişmeden kaçınıyor. Dahil olduğu en son ciddi savaş, Vietnam’la, 1979’daydı(1). Ondan sonra ve halen çatışmalardan kaçınıyor. Bakınız, Rusya’yı, Suriye ve kullandığı petrolün büyük kısmını ithal ettiği İran’ı bile öyle ABD’yi çok rahatsız edecek derecede etkin olarak desteklemiyor. Hatta İran’ın nükleer silah üretmesi konusunda Rusya ile arasında derinleşen görüş ayrılıkları olduğu da biliniyor. İran’a uranyum zenginleştirmede yardım eden iki ülke, Çin’in muhalefetine rağmen, KDHC ve Rusya oldu.
Çin’in ekonomisi var. İşbirliği yapacak ülkelere pozitif ekonomi-politik önerileri var. Bu sayede, yani ekonimik araçlarla küresel etkisini sürekli artırıyor. Şu an, dünyadaki 120 ülkenin bir numaralı dış ticaret partneri.
OECD raporlarına bakıldığında, Çin, küresel ekonominin yüzde 19’unu; ABD, yüzde 14′ ünü temsil ediyor. Çin, bu oranı sürekli artırırken, ABD sürekli kan kaybediyor. Bugün Çin dünya sanayi imalatının yüzde 35’ini gerçekleştiriyor. ABD sadece yüzde 12’sini. Dahası, Çin dünyanın ABD dahil en büyük dokuz ekonomisinden de daha fazla üretiyor (Japonya %6; Almanya %4; Hindistan %3; G.Kore %3; İtalya %2; Taiwan %2; Fransa %2; İngiltere %2- küsüratlar yuvarlandı). Dünyada yaratılan katma değer bakımındansa, Çin %29 ile yine ilk sırada yer alıyor. ABD %16. Bu oranlar 2008’den beri bariz bir biçimde Çin lehine artıyor.
ABD, gerçeklikten kopmuş durumda. Çin artık ABD ihraç pazarına muhtaç değil. Trump’ın bu gerçeği kavraması için sadece Çin ve Latin Amerika ülkeleri arasında sürekli gelişen ticarete bakması yeter. Çin kıtadaki ülkelerin çoğunluğu için birinci sıradaki ticari partner.
Mesela, bu söz konusu zirvenin yapıldığı Peru’da, kıtanın “mega” tabir edilen en büyük limanını inşa etti. Bu liman tamamlandığında (Liman ve kıtanın en büyük ekonomisi olan Brezilya arasında bir demiryolu hattı da döşeniyor), bütün kıtanın Çin’le ticareti ucuzlayacak, kolaylaşacak. Yine bu zirvede, Nikaragua ve Çin, Nikaragua’nın Pasifik Okyanusu kıyısıyla, Atlantik Okyanusu’yla birleşik Karayip Denizi kıyısı arasına bir kanal inşa etmek için antlaşma imzaladılar. Antlaşmada, Managua’ya büyük bir hava limanı inşa edilmesi de yer alıyor. Bu yapılacak kanal, daha güneyde bulunan, ABD’nin kontrolündeki Panama Kanalı’na alternatif olacak.
Çin, Asya, Afrika ve L.Amerika’daki bu yatırımlarını devlet şirketleri aracılığıyla, (eski Sovyet modelinde olduğu gibi) kâr amacı gütmeden gerçekleştiriyor. (Bir de bizdeki “yap-işlet” soygununu düşünün). Peru’daki “mega” liman 3 milyar dolara mal olacak, Çin devlet şirketi bunun %63’ünü ödüyor. Çin inşa işinden değil, sonrasında, onun sayesinde yaratılacak ticaret olanaklarından yararlanmayı, kâr etmeyi hesaplıyor.
Şimdi, Çin ticari bağlarını yaymak ve genişletmek için özellikle deniz yollarına, kara ve tren yollarına, limanlara, hava alanlarına bunların birbirine bağlanmasına, yani kısacası lojistik yatırımlara büyük öncelik ve ağırlık veriyor. Kara devleti olarak büyüyemeyeceğini, aksi halde, bölgesinde bile hegemonyasını kuramayacağını biliyor. Dünya pazarlarına ucuz ve hızlı ulaşım ve bu ulaşımın güvenliği Çin’in başlıca önceliği.
ABD ise seyredebiliyor, veyahut sabotajlar düzenliyor. Çin ile işbirliği yapan devletleri tehdit ediyor. Bunun için, hep söylediğim bir şeyi tekrar edeceğim: ABD ya yükselen güç Çin ve onu izleyeceği anlaşılan Rusya ile uzlaşacak ya da kaybetmesi kesin olan bir savaşı başlatacak. Bir üçüncü yol görünmüyor.
Yani Amerika Monroe nostaljisi yaparken, aslında gerçekliğin çoktan değişmiş olduğunu kavrayamıyor. Geç kaldığını göremiyor.
Son olarak, Çin konusunda daha önce söylediklerimi de yineleme ihtiyacı duyuyorum. Çin’in kapitalist değil, sosyalist olduğu iddiası temelsiz. Çin’de ekonominin yarısından fazlasının devletin denetiminde olması, Planlama mekanizmasının bulunması, ülkeyi ÇKP’nin yönetmesi Çin’in sosyalist bir ülke olduğu anlamına gelmez. 70’li yıllarda, “tekelci devlet kapitalizmi” diye bir kavram vardı. Neo-liberal dönem başlayınca bir kenara atıldı. Kaldı ki, bugünkü Çin bu kavram çerçevesine dahil edilemeyecek kadar daha liberal. Keynesci bir iktisadi anlayışla, neo-liberalist anlayış arasında, bir tür karma ekonomik model deneyimleniyor.
Çin’de bugün genelleşmiş, sistem haline gelmiş bir meta ekonomisi var. Ekonomiye dinamizmini veren kâr güdüsüdür. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla yapılan yatırımlarda temel güdü hep elde edilecek “kaz”dır. Üretim araçlarının kamusal mülkiyeti sınırlıdır. Bu manzarada, “sosyalist bir ülkenin meta ekonomisi aracını kullanması” ndan söz edilemez. Hayır, kapitalist bir ülke kendisinden bekleneceği gibi meta üretiyor.
Elbette, her meta olgusu kapitalizm anlamına gelmez. Köleci toplumlarda da meta üretiliyordu. SSCB’de de meta üretiliyordu (Mesela, Kolhozlarda üretilen ürün meta idi. Kolhozlar, kamu mülkiyetinde değildi. Kamu üretim araçlarını temin ediyordu ama üretilen ürünler kooperatiflere aitti. Kamuya değil. Alışveriş sırasında kamuya ait üretim araçlarının bir tür kullanım ve aşınma bedeli ürünün değişim değerinden düşülüyordu. Stalin Sovyet ekonomisi üzerine son eserinde (1952), bu sistemi savunur. Ancak uzun erimde kamu mülkiyeti lehine dönüştürülmesinin gerekli olduğunu da vurgular). Çin’de bugün ağırlıklı ya da genel olarak bir meta ekonomisi var. Ha bunun Batı’daki modelden farklılıkları olabilir. Nitekim var. O ayrı bir mesele. Ancak, hangi farklı işleyiş biçimlerine, tempo farklılıklarına, gelişme düzeylerine sahip olursa olsun, bulunduğu her yerde kapitalizm kapitalizmdir. Böyle bir tartışma (“kapitalist mi sosyalist mi” tartışması) zaman kaybıdır.
Bununla birlikte, Çin’in emperyalist olup olmadığına dair tartışma bugün olmasa da, daha ileride gündeme getirilebilir. Çin bugün için o aşamaya evrilmiş görünmüyor. Yalnız unutmayalım, emperyalizm bir anda keyfi bir kararla devreye sokulmuyor. Belli bir gelişme evresinden sonra kapitalizmin ihtiyaçları, isterseniz, “işleyiş yasaları” dayatıyor diyelim.
ÇKP’ye gelince, bu parti marksist-leninist değildir. Lideri Mao da marksist-leninist değildi. Maoistti. 1931’de Çin Sovyet Cumhuriyeti’nin çöküşünden sonra (Stalin, o zaman ÇKP liderliğini, Mao’yu tasfiye etmeye çalışmış, ama başaramamıştı) 9000km’den fazla bir mesafenin kat edildiği Uzun Yürüyüş, ÇKP’yi ve tabii Mao’yu da yeniden yarattı. Bu uzun yürüyüş sırasında dağlar aşıldı, en ücra köy ve kasabalardan geçildi. Bir Amerikalı gazetecinin ifadesiyle, o güne kadar hiç devletle karşılaşmamış olan, karşılaşanları da sadece onun zulmüne uğramış çok yoksul ve bilisiz kitleler, ilk kez disiplinli, kendilerine saygı duyan, gönüllü olarak kendilerini eğitmek, çalışmalarına yardım etmek isteyen Halk Kurtuluş Ordusu’nu tanıdılar. Onunla kaynaştılar. Onlar Maoistleri, Maoistler onları eğitti. Karşılıklı öğrendiler. Mao da, bu sayede, marksizm-leninizmin yöntemini Çin’in kadim kültürüne, düşüncesine uygulamaya çalıştı.
Özcesi ÇKP, salt marksizm-leninizmle bu bilisiz halkı yanında tutamazdı. Tanım itibarıyla doktriner değil, pragmatik olan kadim Çin kültürüne, düşüncesine döndü. Mao ve ÇKP, marksizm-leninizmi bu kadim düşünce çerçevesi içinde pragmatik ihtiyaçlarına göre kullandılar. Hiç kuşkusuz, bugünkü Çin Maoizm olarak adlandırılan bu anlayıştan çıkmıştır. Halen de onu izlemektedir. Bugün de Maoizm yönteminden bir sapma söz konusu değildir (2).
Maoizmi en iyi ifade eden, belki de Deng Xiaoping 1962’de, eski bir Çin hikayesine atıfla, söylediği (80’li yıllarda da bir kaç kez, ama kedilerden birinin rengini değiştirerek yinelemişti) şu sözdür: “Önemli olan kedinin siyah ya da sarı olması değil, fare yakalamasıdır”.
Mao ve ÇKP, Çin’i eskisi gibi (Bizim Avrupa-merkezci tarihçiliğimiz pek değinmez ama 1830’lara kadar Çin dünyanın en büyük üretici ekonomilerinin başında geliyordu. Britanya Hindistan’a girince, o Çin’e tahammül edemezdi) bir dünya devleti, en azından bir bölge hegemonu yapmak arzusundaydılar.
O günün koşullarında, yani SSCB’nin kalkınma deneyiminin dünyada gıptayla karşılandığı, ve dünyanın diğer büyük güçlerinin sömürgeci baskılarını, engellemelerini sürdürdükleri koşullarda, yoksul ve cahil Çin için sosyalizm seçeneksizdi.
Liu Şaoqi (1898-1969), Deng Xiaoping, ve bugünkü başkan Xi Cinping’in babası Xi Zhongxun’un da aralarında bulunduğu en üst düzey kadrolar (Xi’nin babası ÇKP’nin sekiz en önemli liderinden biriydi) SSCB’deki 20.Kongre’den sonra gidişatın yönünü, sorunu, Hruşçov gibi kavradılar.(3) Büyük İleri Atılım’ın hüsrana uğramasıyla, Mao’yu ilk kez sorgulayıp, ÇKP içinde insiyatif aldılar. Hatta Mao, bir süre fiilen geri çekilme ihtiyacı duydu. Sonra Kültür Devrimi programıyla sert bir dönüş yaparak, Xi’nin babasının da aralarında bulunduğu “kapitalizm yolcuları” na ve ailelerine hayatı zindan edecekti. Mao çekildiğinde, onu çekilmeye zorlayan ikinci başkan Liu vekaleten partinin başına geçmişti. En önemli rakip olarak görülen Liu öldürüldü. Diğerleri uzun hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Xi, anılarında o günlerde çok acı çektiklerini belirtir. Hatta olası bir cezadan kurtulmak için kendi isteğiyle, ücra bir köydeki kollektif bir çiftlikte gönüllü çalışmayı tercih ediyor.
Kültür devrimi, bir kültür hareketi olarak başlatıldı (Başlatan lider kadro Mao’dan başka, savunma bakanı yapılan Lin Piao, Mao’nun sekreteri Çu Teh, Mao’nun son (dördüncü) eşi Chiang Ching idi. Tabii vazgeçilmez başbakan Chou En Lai de vardı. Ancak onun konumu farklıydı. Çatışan taraflar arasında, tam bir görev adamı olarak, bir denge oluşturuyordu. Genellikle fren işlevi görmeye çalışıyordu. Ülkenin o süreçten tek parça halinde çıkmasında onun çok ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu hep düşünmüşümdür). Evet, kültür hareketi demiştik, bu hareket devrim öncesinin klasik sanat ve edebiyatını toptan hedef alan bir kampanya olarak devreye sokuldu (Bilindiği gibi, gayri resmi bir şekilde Ekim Devrimi sonrasında Rusya’da da benzer bir “kültür hareketi” prolekült adı altında bazı sanatçılar tarafından başlatılmış, Lenin bunu “kültür nihilizmi” olarak mahkum etmişti) Çok geçmeden, Çin’deki bu kampanyanın kültürle sınırlı kalmadığı, parti komitelerini, merkezlerini, “kapitalizm yolcusu” üst düzey parti yöneticilerini asıl hedef olarak aldığı ortaya çıktı. Bir “anti-parti” hareketine dönüştü. O kadar ki, yeni “ikinci adam” olan Lin Piao, “Parti merkezlerini bombalayın!” sloganını sık sık dile getiriyordu.
Bu devrimin öznelerinin kahir ekseriyeti lise ve yüksek okul öğrencileriydi. Okullar kapatılarak ya da öğrenime ara verilerek çoğu “Devrimci İsyancılar” ve “Kızıl Muhafız” olarak kaydedildiler. İşçi sınıfı örgütleri bu hareketin yanında değil, karşısındaydı. İşçi sendikaları ve diğer işçi birlikleri anti-parti çizgiye karşı çıkıyordu. Yer yer protesto grevleri yapılıyordu. İşçiler, öğrencileri “haydutluk” la suçluyorlardı. Ülkenin en büyük ve işçi sınıfının en yoğun olarak bulunduğu Şanghay kentinde, “kültür devrimi” ne karşı parti örgütü direnişler, genel grev örgütledi.
Zamanın Mao denetimindeki parti yayın organlarında bu tutuma karşı sert yazılar yayınlanıyordu. Devrime direnen parti ve işçi örgütleri, onların üyeleri “beyaz terör” uygulayan gericiler olarak suçlandılar. İsyancılar arasında, “parti merkezleri değil, proleter merkezler istiyoruz” sloganı yayıldı.
Yani bu süreç öyle tepkisiz, direnişsiz de yürütülememişti. Nitekim, bu direnişlerin yayılma eğilimi göstermesi karşısında, onları bastırabilmek için 1967’de ordu devreye sokuldu ve devrimin yeni bir evreye girdiği ilan edildi.
Parti yerine, Mao’nun, kadim Çin bilgelerininkiyle kıyasalanabilecek, kişiliği geçirildi. Marksizm-leninizm yerine de onun “özlü sözleri” nden oluşmuş “Kızıl Kitap” .
İşin ironik yanı, bütün bu kaotik süreç boyunca, o zaman Çin’de sayılarının bir milyondan fazla olduğu resmen açıklanmış (halen Çin bayrağındaki yıldızlardan biri onları temsil ediyor) olan “ulusal” burjuvalar yani “milli” kapitalistler bir zarar görmediler. Yani gerçek “kapitalist yolcular” a bir şey olmadı. Kârlarını istiflemeye devam ettiler. Nitekim, devrimden sonra Deng liderliğinde “kapitalist yolcular” ın iktidarı almasıyla, bu sınıf bugünkü kapitalist Çin’in ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı.
Bilindiği gibi, 70’li yılların başlarında, Mao kültür devrimi sırasında önlerini açtığı, çoğu gerçekten sosyalizme inanmış kadroları (değişik biçimlerde) tasfiye ederek, “kapitalizm yolcuları” ndan hayatta kalanları tekrar etkin görevlere yerleştirdi. Bunların başında da Deng Xiaoping geliyordu. Deng de, ipleri eline geçirdikten sonra eski yoldaşlarının, bu arada Xİ’nin babasının ve Xi ailesinin de (Şarkta siyasetin de aile boyu yapıldığını aklımızdan çıkarmayalım) tabii önlerini açtı(4).
Elbette ÇKP içinde halen komünistler vardır. Ancak güçleri ne kadardır, tahmin etmek zor. Xi kendisinin komünist olduğunu söylüyor ama bir kişi hakkında onun kendi hakkındaki fikrinden hareketle karar vermek doğru olmaz. Bu arada, bundan 4-5 yıl önce Bloomberg kanalı onun Hong Kong’daki 35 milyon dolar civarındaki mülklerini fotoğraflamıştı. Aynı kaynak, kayınbiraderinin Cayman Adaları’ndaki “işleri” nden de söz etmişti.
Profesör Minqi Li, Çin’in yabancı ülkelerdeki doğrudan yatırımlarının, 2017 yılı itibarıyla, %78’inin Hong Kong, Macao, Singapur, Cayman Adaları ve Virgin Adaları’na yapıldığını yazıyor. Hong Kong ve Macao sonradan ona katılan, özel statülü Çin toprakları, Singapur’da etnik olarak Çinli olan büyük bir nüfus var. Diğer iki Karayip adası para aklama merkezleri. Zaten bu “doğrudan yatırım” kalemi olarak sınıflandırılan paraların “aklandıktan sonra” tekrar Çin’e döndüğünü yine Minqi Li belirtiyor. (Bkz. Minqi Li : “China : Imperialism or Semi-Periphery?” Monthly Review, 1 July 2021)
Çin’de, Rusya’da, hatta genel olarak Asya’da, liberal demokrasi olmaz. Çünkü bu coğrafyada liberal ekonomi yürümez. Yürültülmek istendiğinde de, onu yürütenlerin yürüttüklerini görüyoruz. Talanla sonuçlanıyor.
Çin’de, çok partili demokrasi de olmaz. Çok parti zaten bugün ÇKP’nin içinde var. Bir biçimde işliyor. Partinin adı değişir veya değişmez, ama bu durum değişmez. Tabii, Maoizm yöntemi terk edilmediği sürece.
NOTLAR:
1) 1979 yılının 29 Ocak – 4 Şubat tarihleri arasında, tam da Çin ve Vietnam arasında Kamboçya sorunu etrafında şiddetlenen gerilim sırasında, Çin lideri Deng Xiaoping ABD’yi ziyaret etti. ABD’nin tam desteğini alarak, aynı yılın 17 Şubat’ ında Vietnam’ı işgal etmeye başladı. İki ülke arasındaki savaş bir ay kadar sürmüş, sonra Çin birlikleri geri çekilmişti.
2) Geçenlerde Amazon.com’da Xi’nin İngilizceye tercüme edilmiş bir kitabını gördüm. Kitap, Xi’nin etkilendiği Çin özdeyişlerinin, atasözlerinin, bilgelerin sözlerinin günümüzde nasıl yorumlanacağı ve yaşamda nasıl uygulanacağına dair. Deminden beri anlatmak istediğim tam da budur.
3) ÇKP’nin 8.Ulusal Kongresi, önceki kongreden 11 yıl sonra, 1956’da toplandı. Parti raporunu okuyan Liu Shaoqi ve Deng Xiaoping, Hruşçov’un 20.Kongre’deki Stalin’e yönelik eleştirilerine benzer bir eleştiriyi Mao için yaptılar. İki kongre arasında, keyfi olarak, 11 yıllık bir gecikme olmasını, “kişilik kültü” nü eleştirdiler. “Barış içinde bir arada yaşama” politikasını savunduklarını, SSCB desteğinde 5 yıllık planı uygulamayı sürdüreceklerini belirttiler. Ancak bir yıl sonra 8.Kongre’de alınan hemen hemen bütün kararlar iptal edildi. Bir sonraki kongre bir yıl önce alınan kararda olduğu gibi, 5 yıl sonra değil, ancak 1969’da yapılacaktı. Büyük İleri Atılım (1958) macerasından sonra iyice sıkıştırılan Mao, Kültür Devrimi’yle sola yaslanarak çıkış yolu arayacaktı.
Bu noktada, Büyük İleri Atılım’ın olası saikleri üzerinde düşünürken, 1953-1957 tarihleri arasında Sovyet plancı ve teknik uzmanlarının büyük katkısıyla hedefleri gerçekleştirilen 1. 5 yıllık planın başarısının (mesela, sanayi üretimi yüzde 141; tarım üretimi yüzde 25 artıyor), küçük burjuva lider kişilikleri üzerinde aşırı bir özgüveni teşvik etmiş olabileceği hesaba katılmalıdır. 1962’de tamamlanacak, 8.Kongre tarafından onaylanan, 2. 5 yıllık planda öngörülen sınai üretimini iki kat arttırma, tarımsal üretimi yüzde 35 arttırma hedefleri, 8. Kongre’ye rağmen, yetersiz bulunarak, bir yıl içinde öngörülen hedeflerin kat be kat fazlasıyla gerçekleştirilebileceği iddiasıyla gerçeklikle bağdaşmayan bir mecraya girildi. Plan terk edildi. Liderlik mücadelesi içinde (Mao, 20.Kongre’de Stalin’e reva görülen muamelenin şimdi partisi tarafından kendisine de yapılmak istendiğini fark etmişti) bu öznel etkenin rolüne de değinmek gerekir.
4) Kültür Devrim’inin önemli saiklerinden birisi de, elbette, liderlik mücadelesidir. Bu mücadele de yeni bir olgu değildi. Uzun Yürüyüş, Çin’in Şanghay gibi önemli kıyı kentlerinin emperyalistlerin ve onların maşası olan Çan Kay-Şek’in kontrolünde olduğu koşullarda başlatılmıştı. Bu görece gelişmiş kıyı kentleri Çin’deki sınai ve ticari etkinliklerin de cereyan ettiği yerlerdi. Çin sanayi proletaryası ya da işçi sınıfı ağırlıklı olarak oradaydı. ÇKP’nin büyük kısmının bu işgal yüzünden yıllarca kıylardaki işçi sınıfıyla bağlantısı olmamış, ya da ilişkisi çok zayıf kalmıştı. ÇKP, Uzun Yürüyüş sırasında, bu kıyılardaki örgütsel çalışma ve mücadele görevini Liu Şaoqi liderliğindeki kadrolara vermişti. Mao, Uzun Yürüyüş’le köylülüğün egemen olduğu coğrafyalarda faalieyete geçiyordu. Böylece, ağırlıklı olarak, Liu, işçi sınıfı içinde; Mao, köylü sınıf içinde etkin olacaktı. Yani liderlik kavgası ardında böyle bir sınıfsal gerçeklik bulunduğunu da hatırlatmak isterim.
Çin devrimini, etaplarını, iç çelişki ve çatışmalarını değerlendirirken, Çin’in çok ağırlıklı olarak küçük-burjuva, köylü bir nüfusa sahip olduğunu, bu olgunun kaçınılmaz olarak ÇKP’de yansımasını bulduğunu dikkate almak gerekir. Üstelik, yirmi küsur yıl süren gerilla savaşı boyunca işçi sınıfının esas güçleriyle bağlantı kopmuştu. İşçi sınıfının devrimci mücadeledeki liderlik rolünü parti yerine getirmeye çalışıyordu. Ancak unutmayalım ki, bu partinin lider kadroları da marksist gelenekle bağlantısı olmayan ulusal devrimci hareketten geliyorlardı.
Parti içindeki öznel tutarsız davranış ve eğilimleri, küçük-burjuva devrimciliğini, aşırılıklar arasında salınmayı, ulusalcı sapmaları falan hep bu sözünü ettiğim sınıfsal ve siyasal arkaplanı göz önünde bulundurarak ele almak gerekir.
1956’da SBKP’nin 20.Kongresi’nden sonra dünya komünist hareketi tam da emperyalistlerin arzuladıkları gibi bölünmelere maruz kaldı. Bölünmeler sadece farklı ülkelerin partileri arasında değil, partilerin kendi içlerinde de etkili oldu. Tasfiyeler yaşandı. SBKP de, ama daha şiddetli olarak, ÇKP de bunları yaşadılar. Tabii Çin, bir yandan, kendi içinde kuruluş sürecinin çelişki ve çatışmalarını; diğer yandan, komünist dünya içindeki çelişki ve çatışmaları, sözünü ettiğim siyasal, sosyolojik kompozisyonuyla göğüslemek zorundaydı.
Üstüne üstlük, ABD emperyalizminin Çin’i ablukaya alan saldırı stratejisi, Taiwan üzerinden tehditlerini yoğunlaştırması, Çin’in BM üyesi olmasının engellenmesi, uluslararası ilişkilerden dışlanmış olması, uluslararası ekonomik ambargolar, ÇKP liderliğinin kendisini zayıf hissetmesine yol açtı. İç istikrarsızlıkla bu dış tecrit, Mao’ yu hem “kapitalizm yolcuları” nı ihya etmeye hem de ABD ile anlaşmaya götürecekti. O kadar öyle ki, artık dünya halklarının en büyük düşmanı, “gerileyen emperyalizm” olarak ABD değil, “süper emperyalist” SSCB olacaktı.
Çin, SSCB’ yi dünya barışı için en büyük tehdit, en saldırgan güç olarak göstererek, bir yandan emperyalist dünyaya güven veriyor, diğer yandan, onu SSCB’ye karşı provoke ediyor, böylece kendi restorasyoncu gündeminin uygulanabilmesi için, yani kapitalist restorasyon için ihtiyaç duyduğu emperyalizmle ekonomi-politik işbirliğinin temellerini sağlamlaştırmak istiyordu.
Belleğim beni yanıltmıyorsa, herhalde 1987’de, Reagan’ın dışişleri bakanı George Schutz’un Çin ziyareti sırasındaydı, onunla görüşen Deng, SSCB’nin nükleer gücüyle ABD ve dünya için büyük bir tehdit olduğunu ısrarla dile getiriyor, Schutz, mealen, bu konuda kaygulanmamasını, çünkü ABD’nin nükleer silahlar alanında SSCB’ye bariz bir üstünlüğünün olduğunu Deng’e anlatıyor. Ancak, Deng vazgeçmiyor. ABD’li gazetecilerle konuşurken aynı kaygusunu onlara da aktarıyor. ABD hükümetinin bu ciddi tehlikeyi kavrayamadığını, kavraması için gazetecilerden gayret göstermelerini istiyor. ÇKP, o sıralarda emperyalist ülkelerin Çin’e yatırımlarını arttırmaları için “açık kapı” politikasını uygulamaya koymuştu.