“Renkli devrimler” ABD’yi kurtaramaz

Neo-liberal emperyalist sisteme ast olarak eklemlenmiş, reel ekonomik faaliyetlerin zayıflatılmış, ekonomik istikrarın, neo-liberal finansallaşmanın gerekleri doğrultusunda, sıcak para girişlerine bağlı kılınmış olduğu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkede rejimlerin toplumsal temellerinin ve dolayısıyla devlet yapılarının zayıf olduğu bir gerçek.

Emperyalistler buna dayanarak kolayca bu ülkelerde “renkli devrimler” sahneleyebiliyorlar. Genellikle üniversite ve lise öğrencilerinden oluşan, memnuniyetsiz, ama ne istediklerini de bilmeyen (bu da apolitizmin bir görünümüdür), böylece kolaylıkla yönlendirilebilen çoğunluğu protestosunda veya isyanında samimi kalabalıkların bir iki hafta gösteri yapmaları, bu söz konusu rejimlerin düşürülmesi için yeterli olabiliyor.

Anglo-Amerikan emperyalizmi için stratejik önemi olan bölgelerde, ülkelerde, en son örneğini Bangladeş’te gördüğümüz gibi, rejim düşürme operasyonlarından bir iki hafta içinde sonuç alınabiliyor. Tabii emperyalistler bu uygulamalarını bir stratejik plan dahilinde gerçekleştiriyorlar.

Bangladeş’ten önce, Sri Lanka’da, Pakistan’da sokak gösterileri ve darbeler aracılığıya; yerin göğün komünist göründüğü Nepal’de ikna yoluya ABD yanlısı ya da ABD ile “iyi ilişkiler” kurmak eğiliminde olan yönetimler iktidara getiriliyor, veya iktidarda tutuluyor diyelim.

Emperyalizmle işbirliği ya da “iyi ilişkiler” her zaman pürüzsüz veya her şeye rağmen anlayışıyla gerçekleşmiyor. Bir çok durumda, ABD’yi rahatsız edecek siyasal davranışlardan kaçınılması, ya da ABD’nin dahil olduğu uluslararası ihtilaflarda tarafsız kalınması şeklinde cereyan ediyor. Bunun da ABD’nin hanesine yazılması gereken bir uluslararası ilişkiler başarısı olarak görülmesi gerekir. Çünkü taraf yapamasa da, tarafsızlaştırıyor. Tarafsızlaştırma, her zaman, siysal olarak kullanma, dahası, uydulaştırma olanaklarını içinde taşır.

Mesela Vietnam, ABD ve ona meydan okuyan Çin ve Rusya gibi ülkelerle siyasal ilişkilerinde ( alaycı bir ima ile) “bambu” olarak da tarif edilen, iki yöne de esneyebilen bir anlayışı benimsiyor. BRICS üyesi Hindistan için de aynısı söylenebilir (1).

Bu arada, tabii bu güçler arasında el ense çekmeler ittifakların yapısında, müttefiklerin konumlarında kaymalara, hat değiştirmelere neden olabiliyor. Örnekse, daha önce BRICS’e üye olmak için resmen başvurmuş olan Meksika ve Arjantin gibi ülkeler, ABD’nin baskısıyla, bu başvurularını geri çektiler. Türkiye ise daha yakında bir başvuru yaptı.

Bu kadar kolay hat değiştirmelerin önemli bir nedeni, çatışmanın ana güçleri arasında sosyo-ekonomik, ideolojik anlayışları bakımından anlamlı ya da uzlaşmaz farkların olmamasıdır. Çatışmanın iki ana ekseninde yer alan güçler, emperyalistler ve çeşitli gelişmişlik düzeyinde bulunan, farklı yapısal özelliklere sahip diğer kapitalist ülkeler, (artık sayıları bir elin parmaklarından az olan ekonomik olarak azgelişmiş) sosyalist ülkeler.

Kimse aklımızla alay etmeye kalkışmasın, kapitalizm genelleşmiş, sistemselleşmiş meta üretimi, veyahut meta üretiminin egemen olduğu üretim tarzıdır. Bu yüzden Karl Marks Kapital’ine “meta” nın analizyle başlar.

Ancak, Çin’de, Vietnam’da gördüğümüz egemen meta üretiminin siyasal ve ideolojik üstyapısı, batılı kapitalist ülkelerdekinden farklıdır. Çin’de kapitalizm, mümkün olduğu kadar planlı bir biçimde, paradoksal olarak, komünist yönetimler tarafından uygulanmaktadır. Stratejik sektörlerde, üretim, dolaşım, tüketim süreçleri, finans sektörü önemli ölçüde kamunun kontrolünde. Ekonomiyle ilgili karar süreçlerinde devletin belli bir ağırlığı var. Bu nedenle, Batı’da olduğu gibi sanayi kapitalizmi, finans kapitalizmine evrilmedi. Bununla birlikte, ulusal ekonominin yüzde elliye yakın bir bölümünü (tahminen %45 ila 47’si) özel sektör çekip çeviriyor. Öte yandan, bu ülkelerde tek tek burjuvalar bulunsa da, siyasal olarak örgütlenmesini tamamlamış bir burjuvazi bulunmuyor(2).

Bununla birlikte, ülkeyi kapitalizm lehine sosyalizm hedefinden uzaklaştırabilecek, ekonomik kaynaklar üzerinde siyasal kontrolü olan (ki bu kontrolün tekelci bir içerik kazanması her zaman olasılık dahilindedir) oligarklar var. Bunlar hem devlet hem de parti yapısı içinde örgütlü haldeler. Tartışmalarda bu çok önemli konu ihmal ediliyor.

Deng Xiaoping devrinde, çoğumuz Çin’in yeni politikasının bir tür “NEP” uygulaması olduğunu düşündük. ÇKP reddetti. Bunun “Çin tarzı sosyalizm” uygulaması olduğunu ilan etti. Ancak, bugün geldiğimiz aşamada, bunun Çin tarzı “sosyalizm” değil, Çin tarzı “kapitalizm” olarak adlandırılması gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor. ( İran hakkında yazmış olduğum yazılardan birinde, dipnot olarak konuyu kısaca tartışmıştım)

Deng Xiaoping’in “sosyalizmi kurabilmek için endüstriyel ekonomik temelin oluşturulması zarurettir. Bu aynı zamanda üretici güçlerin geliştirilmesi demektir” yolundaki saptaması elbette doğrudur. Yanlış olan, bunun kapitalist araçların genelleşmiş kullanımıyla yapılmak istenmesidir.

Deng, Büyük İleri Atılım (1958-60) başarısızlığından hemen sonra başta Chen Yun (1905-1995) olmak üzere piyasa aracıyla ekonomik reformu savunan arkadaşlarıyla birlikte geliştirdikleri “kuş kafesi ekonomisi” (kuş pazar ekonomisi, kafes ÇKP’nin yönettiği Çin) anlayışının dahi ötesinde kapitalist açılımları öngören bir anlayışa yöneldi.

Oysa, SSCB sosyalist araçlar kullanarak 1980’e kadar dünyanın ikinci büyük endüstriyel gücü olmuştu (İronik olan, bugün Çin’in sosyalist olduğunu iddia edenler arasında, SSCB’nin “devlet kapitalisti” olduğunu iddia edenlerin de bulunmasıdır.)

Yer yer biçimsel sosyalist görünümleriyle bir kapitalizm uygulaması bugünkü Çin’i karakterize ediyor. Jeo-ekonomik-politik koşulları dayanak yaparak Çin’in sosyalist bir ülke olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Ancak, bu aynı koşullar yüzünden Çin’in hegemonik Anglo-Amerikan emperyalizminin yayılmacı emelleri karşısında savunulması gerekir. Bu destek, küresel devrimci proletarya siyasetinin çıkarları açısından uygundur.

“Sosyalist meta ekonomisi” oksimorondur. Bu iddiayı kabul edemeyiz.

Evet, köleci toplumlarda dahi meta üretimine rastlanıyor. Sosyalist bir ülkede de belli alanlarda kısmen meta üretimi var olabilir. Oluyor. Ancak genel,egemen bir meta ekonomisi, sosyalist ekonomi veya sosyalist üretim tarzı, “sosyalist meta veya pazar ekonomisi” olarak sunulamaz.

Kapitalist devletler de, zaman zaman, dönem dönem “karma ekonomi”, “sosyal devlet” veya “refah devleti” politikalarına başvurmuşlardır. Bu uygulamaları dolayısıyla onların kapitalist kimlikleri değişmez. Bunun sistemin daha iyi işlemesi ya da mevcut bir toplumsal krizin, kriz olasılığının bertaraf edilmesi için başvurulan bir siyasal önlem, isterseniz siyasal bir taviz, olarak görülmesi gerekir.

Öte yandan, sosyalist ülkelerde ekonomideki üretim ve dolaşım sorunlarının aşılması için geçici olarak veya sınırlı ve kontrollü bir anlayışla, meta ilişkileri devreye sokulduğu oluyor. Bilindiği gibi, Sovyetlerde, NEP siyasetiyle kapitalist ilişkilere, sosyalizme geçiş öncesinde, proletarya diktatörlüğü altında ihtiyaç duyulmuştu.

Ekim Devrimi’den bir süre sonra uygulanan “Savaş Komünizmi” programı başarısız olmuştu. Lenin bu başarısızlığı açıkça ilan etmiş, geçici bir kapitalist önlem olarak NEP uygulamasını başlatılmıştı. Ama Lenin çıkıp, NEP’i “sosyalist meta veya pazar ekonomisi” olarak sunmaya tenezzül dahi etmemişti. Yani bu bakımdan, terimin olumsuz anlamında, ideolojik olmamıştı.

Çin’in bugünkü ideolojik “pazar sosyalizmi” söylemini, ÇKP’nin, 1956’da, SBKP’nin karşı-devrimin taşlarını döşeyen restorasyoncu anlayışına karşı metodolojik bir tavır olarak izlediği, ideolojiyi partinin politikalarını, her durumda, haklı çıkarmak için kullanma anlayışının yeni koşullardaki bir tezahürü gibi tanılamak gerekiyor.

Büyük Proleter Kültür Devrimi, aslında, sosyalizme gidişi sağlama almak için kalkışılmış bir ideolojik devrimdi. Gelgelelim, sosyalist yolu güçlendirmek için yola çıkılmışken, sonuç olarak, Çin karakteristikleriyle de olsa kapitalist restorasyona hizmet ettti. Bir kez daha, hızla soldan gitmek isteyenler, sağdan keskin bir dönüş yaptılar.

Gerçekten de, ideoloji ( İdeoloji derken sadece fikirleri kast etmiyorum tabii. Pratik davranışları, ahlaki tutumları da kavramın kapsamına dahil ediyorum) devrimci kuruculuk sürecinin belli uğraklarında özerk, hatta başat bir işlev görebiliyor. Veyahut, bir takım siyasal ve sosyal sonuçlara ulaşmak için böyle bir misyon atfedilerek devreye sokulabiliyor. Çin’de bu araca özellikle kültür devriminden itibaren, onun önce lanetleyip, sonra başa getirdiği Deng Xiaoping devrinde de, bugün de, nasıl abartılı işlevler yüklenmiş olduğunu şöyle basit bir retrospektifle görmek mümkün.

Aynısı, SSCB’de de olmuştu. Çok geriye gitmeyelim, Gorbaçov’un “glasnost”, “perestroyka” şiarları altında başlattığı ideolojik seferberliği hatırlatmak yeterli olur sanırım.

İdeolojiyi Marks’ın şemasında olduğu gibi bir üstyapı kurumu ya da özerk üstyapısal bir nesnel gerçeklik olarak görüyoruz. Gelgelelim, yapısalcı marksistler gibi konuşacak olursak, onun bütün bir bina yapısı içinde, bütün katları ya da düzeyleri kat eden, bina yapısının bütün gözeneklerine sızabilme yeteneğine sahip, bir tür çimento işlevi gördüğü gerçeğini de ihmal etmeyelim.

Neyse, bu yazıdaki asıl konumuz bu değil.

Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu her ülke otomatik olarak emperyalist olarak görülemez. Tekrar edelim, bugünkü çatışmanın ana güçleri farklı kapitalizm anlayışına sahip ülkeler. Bir yanda, hegemonyacı emperyalist anlayış ve karşısında bu hegemonyacı anlayışa direnen şu ya da bu gelişmişlik aşamasındaki kapitalist ülkeler ve onlarla ittifak halindeki sosyalist ve sosyalizme evrilme hedefine sahip olduklarını ilan etmiş ülkeler (1956’dan sonraki Sovyet terminolojisinde bu tür ülkeler için “kapitalist olmayan yol” un yolcusu ülkeler deniliyordu).

Bu mücadelede devrimci proletarya siyaseti elbette emperyalizmin karşısındaki güçlerle ittifak halinde olacaktır. Yok, bunların hemen hepsi kapitalist; yok, İran örneğinde olduğu gibi, bazısı teokratik, kimi KDHC örneğindeki gibi, şeklen “monarşist” bir görünüme sahip; bazısı Venezuela gibi “sol popülist ” diyerek, bu tür mazeretlerin arkasına saklanarak emperyalizmle mücadelede gedik açacak, yapılan sol adınaysa, bizi sosyal-emperyalist siyasal konuma sürükleyecek yanlışlar yapmamamız gerekiyor.

Emperyalistlerin birleşik saldırı stratejisini uygulamaya koydukları bir zamanda, devrimci proletarya siyaseti adına “armudun sapı, üzümün çöpü” anlayışı siyaseten gaflettir.

Doğru, İran teokratik bir devlet. Kendisini sosyalist olarak gören Nikaragua da, eğer Sandinist rejimin kendi yapmış olduğu o ilk anayasa hâlâ yürürlükteyse, laik bir devlet değil. O anayasada, belleğimde kaldığı kadarıyla, devletin katolik-hıristiyan olduğu yazılıydı. Yine, Yemen’de emperyalizm hizmetindeki güçlere karşı direnen Şii-Zeydi güçleri laik olmadıkları için desteklemeyecek miyiz? Emperyalist siyaset, büyük, küresel siyasettir. Büyük siyaseti görmek, onu hedef almak lazım.

KDHC’ de bir tür “monarşi” varsa, mesela, “liberal demokratik” ABD’de de zaman zaman, daha doğrusu, istendiği zaman daniskası olmuyor mu? Roosevelt ailesi, Kennedy ailesi, Bush ailesi, Clinton ailesi (Az kalsın bu listeye Obama ailesi de katılacaktı). Sıradan bir yurttaşın başkan, hatta vekil olma olasılığından hiç söz etmeyelim. Burjuva diktatörlüklerinde siyasal yönetim “eşitlerarası” nda yapılan tercihler sorunudur. Malum, liberal kapitalizmde halk sınıfları için görünüşte her şey mübahtır, her şeye izin vardır, ama gerçekte onlar için hiç bir şey mümkün değildir. Üretimde de, tüketimde de, yönetim de aynısı…

Özcesi, bugün kim siyaseten (uygulamalı olarak) emperyalizmin karşısında duruyorsa, onu proletarya siyasetinin müttefiki olarak göreceğiz. 1920’deki Baku Konferansı’nda feodaller, yarı feodaller vardı. Sosyalizmin bağlaşığı olarak görülüyorlardı. Bizim kemalist cumhuriyetçiler kapitalist bir ulus inşa etmek istiyorlardı. Bunun için emperyalizmle mücadele ediyorlardı. Anti-kapitalist olmadıkları gibi, gözü kara anti-komünistlerdi. Yine de, SSCB ve Komünist Enternasyonal onları müttefik olarak kabul etti. Destekledi.

Ölçü, o zaman emperyalizme siyaseten karşı duruyor olmalarıydı.

Emperyalistler, malum, Ukrayna’da bir cephe açtılar. Bir başka cepheyi de Filistin’de, Ortadoğu’da, İsrail maşası aracılığıyla açmaya çalışıyorlar.

Net olacağız. Ukrayna’da Rusya’nın; Ortadoğu’da İran, Suriye, Yemen, Filistin halklarının saflarında olacağız. Filistin’de, iki devlet yalanını değil, ülkesinden sürgün edilmiş Filistinlilerin ülkelerine dönüşlerine olanak sağlayan işgale son verilmiş, tek Filistin devletini savunacağız.

Komünistler, emperyalizme karşı güçlerin siyasal dayanışmasını sadece uluslararası ölçekte değil, ulusal ölçekte de savunmalı, sağlamalıdırlar. Bu siyasal birliği sağlamada ön aldıkları ölçüde, toplumsal, ulusal, küresel ölçekte meşruiyetleri güçlenecek, etkileri artacaktır.

Uluslararası düzeyde, anti-emperyalist direniş saflarının genişlemesi ve tahkim edilmesi, bu direniş içinde yer alan ülkelerdeki ilerici, devrimci güçlerin siyaseten önlerini açmak, sosyalizm inşası olasılığını güçlendirmek gibi bir rol oynayacaktır. Mesela, Çin, Vietnam, Nepal, Küba, KDHC gibi ülkelerde komünist partilerindeki samimi komünistlerin işlerini nispeten kolaylaştıracaktır.

Emperyalistlerin renkli devrimlerinin ellerinde patladığını göreceğiz. Sonuçta, halklar kendilerine vaat edilenlerin yapılmasını bir yere kadar beklerler. Düne kadar destek verdiklerinin kendilerini aldattıklarını idrak ettiklerinde, onları tekrar aynı şekilde ikna etmek olanaklı olmayacaktır.

ABD bugün ekonomik olarak eski gücünde değil. Bu gücü sürekli erozyona uğruyor. Kendi halkının ekonomik beklentilerini karşılayacak durumda dahi değilken, renkli devrimler tezgahladığı ülkelerdeki halkların, gençlerin beklentilerini nasıl karşılayabilir? “Sıcak para” girişleriyle mi?

NOTLAR:

(1) Sri Lanka, Nepal, Bangladeş gibi ülkeler Hindistan’la stratejik ilişkileri olan ülkeler. Hindistan politikalarındaki değişimlerden şu ya bu şekilde etkileniyorlar. Yani bu ülkeler için Hindistan’ın siyasal hattı önem taşıyor.

(2) 2023 yılı itibarıyla Vietnam’da 1 milyon doların üzerinde parası olanların sayısı yaklaşık 20 bin kişi. 100 milyon dolardan fazla parası olan 58 kişi var. Dolar milyaderi sayısı 16 kişi. Çin’de, 4 milyon 150 binden fazla kişinin 1 milyon dolardan fazla parası var. 1.7 milyon kişinin 10 milyon doların üzerinde parası var. 814 kişi de dolar milyarderi (Statista.com, USA)

Bangladeş’teki “renkli devrim”

Yeni bir dünya düzeni için küresel ölçekte kapışmanın ivme kazandığı zamanlardayız. Bu süreçte giderek daha sık olarak “rejim düşürmeler”e, hükümet darbelerine, “renkli devrim”lere, hedef seçilmiş, özellikle de, Asya ve Afrika coğrafyalarında siyasal istikrarsızlıklara, lokal savaşlara tanık oluyoruz, olacağız.

“Pax Americana” ya karşı yeni dünya düzeni talebiyle harekete geçmiş ülkelerle, mevcut emperyalist devletler arasında karşılıklı hamlelerin yapıldığını, bu durumun bağrında büyük, genel bir savaş olasılığını canlı tuttuğunu görüyoruz. Sık yineliyoruz.

Emperyalistler, Çin’in “ipek yolu” projesine taş koymak için Asya’nın doğusunda ve batısında, öncelikle en stratejik noktalarda müdahalelerde bulunuyorlar.

Bu müdahalelerin en sonuncusu Bangladeş’de gerçekleşti. Neden Bangladeş?

Bangladeş, Bengal Körfezi gibi stratejik bir coğrafyada yer alıyor. Doğusunda yakın bir zamanda Batı yanlısı yönetime karşı gerçekleştirilen bir askeri darbeyle Çin’e yakınlaşan bir yönetimin iktidara geldiği Myanmar var. Kuzeyinde ve doğusunda Hindistan yer alıyor. Bengal Körfezi’nde, ülkenin güneyinde, Myanmar kıta sahanlığına sınır teşkil eden Bangladeş’e ait stratejik St.Martin adası var.

ABD epeyce bir zamandır bu St Martin adasında bir askeri üs kurmak istiyor. Bu talebini Myanmar’daki askeri darbe sonrasında daha ısrarlı bir şekilde dile getirmeye başlamıştı.

Şimdi, bu St. Martin adasının hemen güneyinde Singapur ve Malezya arasında yer alan Malaka Boğazı var. Yani eğer Malaka Boğazı’nı dıştan bir müdahaleyle gemi trafiğine kapatmak isterseniz, konumlanabileceğiniz en ideal stratejik nokta St.Martin adasıdır.

Malaka Boğazı’nın önemi ne? Malaka Boğazı, İran (ya da Basra) Körfezi’ndeki Hürmüz Boğazı’ndan sonra dünyanın en çok ham petrol tankerinin geçtiği bir boğaz hattı. Bu hattan taşınan ham petrol miktarı günlük 15.2 milyon varil. Üstelik taşınan bu ham petrolün yaklaşık yüzde doksanı Çin’e gidiyor. Veyahut Çin’in ithal ettiği ham petrolün yüzde doksanı bu yol üzerinden Çin’e ulaşıyor diyelim.

Bu yolu kapatmak, tıpkı Hürmüz Boğazı’nı kapatmak gibi (Çin tükettiği petrolün yüzde 90’ını Hürmüz Boğazı’na kıyısı olan ülkelerden satın alıyor), Çin’i enerjisiz bırakmak demektir.

Bugünkü rekabet koşullarında, Batı Asya (Yakın ve Orta Doğu) ve Güney-Doğu Asya’nın neden emperyalistler için olmazsa olmaz bir öneme sahip olduğu bu tablodan açıkça anlaşılabiliyor.

Demek ki, St.Martin adası hem Malaka Boğazı’nı hem de Myanmar’ı kontrol etmek bakımından son derecede önemlidir.

Emperyalistler bakımından böyle bir kontrolün sağlanması, Çin için ağır bir darbe olacaktır. Bu arada, onun İpek Yolu planına da ket vuracaktır.

Bangladeş’te bilindiği gibi yaklaşık 15 yıldır iktidarda olan Sheikh Hasina (1) yönetimi vardı. Bu yönetim siyasal olarak Hindistan’a çok yakındı. Hasina da, siyasal davranışları itibarıyla, Modi’ye benzeyen (iktidarda kaldığı süre uzadıkça) otoriterleşmiş bir figürdü.

Hasina, bu arada, Çin’le ekonomik ilişkilerini hayli geliştirmiş, artık Çin’i kendi ülkesinin stratejik bir ortağı gibi gördüğünü dillendirir olmuştu. İki ülke arasında askeri ilişkilerin de geliştirilmesi düşünülüyordu. Bangladeş hükümeti geçtiğimiz Haziran ayında BRİCS üyesi olmak için resmen başvurmuştu. “Renkli devrim” tam bu gelişmeler sonrasında gerçekleştirildi.

Aslında, bu işin epey önceden emperyalistler tarafından planlandığını, şimdiki başbakan Muhammed Yunus dolayısıyla tahmin etmek güç olmuyor. Yunus, adı Grameen Bank ile anılan bir banker. Bu banka güya yoksul insanlara, iş yapabilmeleri için oluşturulmuş bir sistemle ucuz kredi veriyor.

Herşeyden önce hem bu banka hem de Yunus ABD mali sermayesiyle çok yakın ilişkiler içinde. Zaten kendisine hem Nobel hem de Obama-Hilary yönetimi tarafından ödüller, madalyalar verilmiş.

Özellikle, her fırsatta dile getirmiş olduğum gibi, ABD siyasal tarihinin en karanlık figürlerinden birisi olan Hillary Clinton’la gayet yakın bir kişisel ilişkisi var (Bu arada şimdiki demokrat aday Kamala’nın da Clinton çevresinin ta başından beri adayı olduğunu hatırlatayım. Çünkü Biden, Obama türünden bir siyasetçiydi. Yani yeterince şahin değildi. Üstelik Hillary çevresi tarafından kontrol edilemiyordu. Bu açıdan da Kamala onlar için en ideal adaydı. Zaten Biden, zamanında, onun başkan yardımcısı yapılmasına direnmişti. Belki kötü sağlık koşullarına rağmen başkan adayı olmakta ısrar etmesinin nedeni de, Kamala Harris’in aday olmasını önlemekti. Öyle tahmin ediyorum ).

İnternette baktım, söz konusu “harika” kredi modelinde Grameen Bank’ın faiz hadleri % 15-18 arasında. Bu faiz oranı mı düşük? Üstelik de bu oranların yoksul halk kesimlerine hitap ettiği iddia ediliyor.

Bu arada, Yunus bu bankacılık sistemiyle muazzam bir servet edinmiş.

Çin ve Hindistan bu “renkli devrim”i protesto ettiler. Demokratik yollarla seçilmiş bir başbakanın bu şekilde devrilmesinin, “Batı’nın demokratik idealleri” yle bağdaşmadığını ilan ettiler.

Türkiye’de de bugünkü AKP rejiminin tüm macerasını emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde daha sağlıklı değerlendirebiliriz.

Emperyalizm devrinde, öyle “alt emperyalist” falan olunmaz. Sermaye, birikim iştahıysa meram, o küçük bir bakkal sermayesi için de geçerlidir.

Daha önce de bir çok kez belirtmiştim. Emperyalist vesayet altındaki Türkiye’nin durumu emperyalistlerin ona biçtikleri rol ya da roller bağlamında değerlendirilmelidir. Türk devleti emperyalist siteminin ast bir bileşeni olarak bu vesayet ilişkisinin dışına çıkamaz. Bırakınız Türkiye’yi AB ülkeleri, Almanya, Fransa, Japonya dahi bugünkü görüntüde vassal ilişkisi dışına çıkamıyorlar, ya da çıkmayı göze alamıyorlar.

Yine daha önce de değinmiştim. Jeo-ekonomi-politik koşullar, geçici koridor işlevi görecek devletlere ihtiyaç duyabilirler. Bu açıdan, küresel çapta birleşik saldırı stratejisi uygulamakta olan emperyalistler bakımından Türkiye güneyinde, kuzeyinde önemli işlevler görüyor.

Tıpkı bir işletmede yetki verilmiş bir elemanın patronun çıkarlarını gözetirken, ufak tefekle de kendi cebini doldurması gibi, Türkiye devleti ve onun yönetici sınıfı da bu türden devede kulak tırtıklamalar yapıyor. Yapacaktır. Bu emperyalist efendilerini rahatsız etmez. Yeter ki, kendisinden istenileni yapsın.

Türk devletinin, Suriye’de, Kürt siyasal varlığının emperyalistler nezdinde ön alması olasılığından dolayı duyduğu hoşnutsuzluk, ve emperyalistlerin bunu Türkiye’ye karşı bir şantaj aracı olarak kullanabileceklerinin farkında olmaları emperyalist jeo-ekonomi-politik oyunun fıtratına dahildir.

NOTLAR:

(1) Sheikh Hasina (1947), Bangladeş’in kurucu babası sayılan ve 1975’de ABD’nin desteklediği bir askeri darbe sonucunda öldürülen Sheikh Mucibirahman’ın (1920-1975) kızı.

Faşizm ve Popülizm tartışmaları 1

Trump’ın adaylığınının söz konusu olmasıyla birlikte, ABD’de kendilerini liberal ya da sosyal demokrat olarak gören çevrelerde, Trump’ın kazanması halinde ülkenin faşist bir rejimle yönetileceği iddiası epey bir taraftar buldu.

Bilindiği gibi bu “faşizm” kavramı ya da “faşist” sıfatı, dünyanın her yerinde, günlük dilde olur olmaz bir çok durumda, onun önceki tarihsel deneyimlerine referans verilerek oluşturulmuş imaj veya imajları etrafında sıkça kullanılır.

Popüler düzeyde, hatta bir çok sosyalist tarafından da, faşizm, sosyalizmin karşıtıymış gibi sunulur. Liberal ideologlar da, sıklıkla, faşizm ve sosyalizmin “düşman kardeşler” olduklarını, aralarında öyle geniş bir mesafe olmadığını iddia ederler.

Öncelikle sosyalizm, faşizmin karşıtı değil, kapitalizmin karşıtı. Sosyalizm, kapitalizm gibi bir üretim tarzıdır. Bunu hepimiz biliyoruz, ama günlük konuşmada bir çoğumuz bu gerçeği dikkate almıyoruz. Faşizm, tekelci kapitalizmin ağır bunalım koşulları altında siyasal olarak sevk ve idaresi, yani siyasal rejimidir. Ya da isterseniz, olaganüstü hal koşullarındaki devlet şeklidir diyelim.

Bu anlamında faşizm, sosyalizmin ya da proletarya diktatörlüğünün değil, ancak kapitalizmin olağan koşullardaki sevk ve idaresinin, yani liberal (demokratik) devletin karşıtı olabilir. Tarihsel örneklerine bakıldığında, tekelci koşullarda, kapitalizm genelleşmiş krizler içine girip, yönetilemez hale geldiğinde, liberal devlet ortadan kaldırılıp, yerine faşist devlet geçiriliyor (İtalya ve Almanya örneklerine baktığımızda, bu işlem liberallerin destek ve katkısıyla gerçekleşmişti).

Yönetici sınıf arasındaki finans-sermayesinin, diğer sermaye fraksiyonlarını ve onların sınıfsal bağlaşıklarını köprüleyerek sınıf yönetiminde kontrolü ele aldığı, böylece liberal devlet düzenine son verdiği siyasal oligarşik rejimdir.

Buradan hareketle, onu bir bonapartist olgu olarak görmek de yanlıştır. Bonapartizm, tarihsel örnekleri itibarıyla, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ya da burjuvazinin henüz palazlanmakta olduğu bir süreçte, devrimci bunalım koşullarında, burjuvazinin diğer sınıflarla olan iktidar mücadelesinde egemenlik kuracak ölçüde belli bir üstünlük sağlayamadığı bir durumda, devletin güvenlikçi kurumlarının, esas olarak, yükselen sermaye sınıfının çıkarlarını korumak ve kollamak, otoriter yöntemlerle düzeni sağlamak için ön almasıyla, krizi sermaye sınıfı adına çözmeye odaklı (karizmatik) bir siyasal liderin yönetiminde uygulanan vesayet rejimidir. Bu tür rejimler genellikle askeri ve/veya sivil darbelerle gerçekleştirilmiştir. Otoriter bir olağanüstü hal rejimi olarak bonapartizm de liberal ya da demokratik devletle bağdaşmaz.

1.Napolyon’un bonapartizmini kat eden egemen sınıf savaşımı halen feodalite ve burjuvazi arasındaydı. 3.Napolyon’un bonapartizminde, feodaliteyle savaşımında artık kendi lehine epey yol kat etmiş olan burjuvazinin kendi içinde ama daha çok büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf savaşımları belirleyici rol oynamıştı. Burjuvazinin devlet iktidarını tek başına alma kapasitesine ve cesaretine sahip olmadığı koşullarda zuhur etmişti. Biraz daha sonra Almanya’da gerçekleşecek, ve Fransa’dakinin sona ermesinde araç olacak Bismarck bonapartizmi için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

Engels, Marx’a gönderdiği 13 Nisan 1866 tarihli bir mektubunda, bonapartizmin Almanya’da, özellikle Bismarck devrinde, burjuvazinin dini haline gelmiş olduğunu, Bismarck’ın Almanya’nın 3.Napolyon’u olduğunu söyler. Bu dönemde, burjuvazinin cisminin değil, ama fikrinin iktidar olduğunu, bununla birlikte, sermaye düzeninin, burjuvaziye rağmen, önünün açıldığını ilave eder.

Hemen şunu da ilave edeyim, bonapartizmin yürütülebilmesi (meşruiyeti) için devletin sınıflar üstü, “tarafsız” görüntüsünün, yani kitleler nazarındaki mevcut bir yanılsamanın takviye edilmesi, ona abanılması gerekir.

Tarihsel örneklerinde olduğu gibi, tek adam yönetimindeki ( Toplumsal veya sınıfsal ittifaklara dayanmayan hiç bir tek adam rejimi yaşayamaz; veyahut genel olarak, hiç bir siyasal rejim kendi başına öyle yukarıda, hava boşluğunda duramaz diyelim) bonapartist rejimler burjuvazinin devlet iktidarını tek başına ya da büyük ölçüde almasıyla (şu ya bu şekilde; kanlı ya da kansız olarak ama yukarıda sözü edilen her üç örneğinde de olağan olmayan araçlarla) sona erdirilir.

Ancak, her durumunda, kapitalizmin tekelci evresinden önceki siyasal yönetimine özgü geçici bir dönemi kapsayan, gayesi, devrimci durumun sürdüğü koşullarda, halk sınıflarının devrimci taleplerini bastırıp, kapitalizmin ve burjuvazinin önünü açmak olan (mesela Napolyan savaşlarının gayesi, devrimci Fransız burjuvazisine jeo-ekonomi-politik avantajlar sağlamaktı) olağanüstü hal rejimidir. Bu bakımdan, burjuvazinin egemen sınıf olarak siyasal örgütlemesini tamamlamış olduğu koşullarda bonapartizm olmaz.

Tekrar edelim, 3.Napolyon örneği de, aynı 1.Napolyon örneğinde tanık olunduğu gibi kapitalizmin serbest rekabetçi evresinde, burjuvazinin henüz iktidarı tek başına alabilecek kudrete ve cesarete sahip olmadığı koşullarda, devrimci bunalım sürerken, devrimleri halk sınıfları aleyhine, burjuvazi lehine bastırmak için ortaya çıkmıştı.

Benzer bir durum Bismarck Almanyası için de söylenebilir. Almanya’daki devrimci durumu işçi sınıfı ve diğer halk sınıfları aleyhine ve burjuvazi lehine otoriteryanist bir anlayışla bastırmıştı.

Biçimsel benzerliklerden hareketle, özellikle de 3.Napolyon bonapartizmine referans verilerek, onun, kapitalizmin finans-kapitalin egemenliğiyle karakterize edilen tekelci evresinin bunalım devirlerinde ortaya çıkabilen faşizmle bir ve aynı şey olduklarını ileri sürmek, veyahut, bu ikisi arasında her iki yöne doğru geçişler olabileceğini iddia etmek, herşeyden önce anakronizmdir. “Eski bonapartizmin yerini artık faşizm aldı” demek de, aynı ölçüde, marksizm-leninizmin yöntemiyle bağdaşmaz.

Yeri gelmişken, olağan ya da olağanüstü bütün bu devlet biçimlerinin, tarihselliklerinden ve sınıfsal içeriklerinden izole edilerek, her durumda, maymuncuk işlevi gören bir açıklama şablonu gibi sunulması kabul edilemez. Bonapartizm ve faşizm derken, zamana özgü yeniliklerle, kapitalizm sahnesinde cereyan eden doğrusal bir ardışıklıktan değil, sınıfsal-siyasal, ideolojik içerikleriyle iki farklı tarihsel olgudan söz ediyoruz. Ampirist bir anlayışla, biçimsel benzerliklere dayanılarak yapılan değerlendirmeler anti-diyalektir.

Şimdi, faşizm için tekelci burjuva sınıf diktatörlüğünün ağır bunalım dönemlerinde (bu dönemler bir toplumsal meşruiyet sorununu da beraberlerinde getirirler), liberal devleti ortadan kaldıran görünümüdür dedik. Bundan dolayı faşizm, proletarya diktatörlüğünün de karşıtı olarak görülemez.

Proletarya diktatörlüğü bir üretim tarzı olarak sosyalizmin sevk ve idaresinin sınıfsal-siyasal karakterini ifade eder. Nasıl burjuva diktatörlüğünün değişik biçimleri varsa, proletarya diktatörlüğünün de farklı görünümleri vardır. Yani onu doğrudan bir “olağanüstü hal” rejimine eşitleyemeyiz. Onun, özellikle devrim ve sosyalizmin inşası sırasında bu tür rejimle örtüşen devreleri olabilir. Ancak bu hal, sosyalist bir ülkenin genel olarak siyasal rejimi olarak görülemez.

Nitekim, SSCB’de kabaca 1930-1950 dönemimini, Çin’de yine kabaca 1950-1975 dönemini proletarya diktatörlüğünün “olağanüstü hal” devri olarak nitelendirebiliriz.

SSCB’de 1956’da; ve Çin’de 1976’da, Mao’nun ölümünden hemen sonra proletarya diktatörlüğünün demokratik biçimi olarak sunulan “tüm halkın devleti” nin kurulduğu ilan edilmişti.

Unutmayalım, bütün olağanüstü hal rejimleri sınıf mücadelelerinin keskinleştiği, ya da toplumun yönetiminin zorlaştığı koşullarda ortaya çıkarlar.

Özcesi, burjuva diktatörlüğünün de, proletarya diktatörlüğünün de olağanüstü hal devreleri vardır. Faşizm burjuva diktatörlüğünün tarihsel olağanüstü hal rejimlerinden birisidir.

Faşist rejim, finans-kapitalist oligarşi (ler) yönlendiriciliğinde, bütün anayasal demokratik kurum ve kuralları, bu arada, güçler ayrılığı prensibini yürütme erki lehine askıya alarak kendisini gerçekleştirir. Bunu da genellikle reel bir süreç içersinde yapar.

Bu gayri meşru girişimini meşrulaştırmak için bir toplumsal tabana ihtiyaç duyar. Bu tabanı da eklektik değil, ama senkretik bir ideolojik söylemle (Eklektik bir eklemlemede bileşenler arasında bariz çelişkiler görülür; senkretik olanda bileşenler arasında çelişki değil, bağdaştırmayla sağlanan bir tür uyum vardır. Dolayısıyla daha ikna edicidir), nedeni kapitalizm olan bunalım koşullarını istismar ederek, esas olarak alt orta katmanlar, küçük çiftçiler, küçük üreticiler, esnaf ve zanaatkarlar arasında etkili olarak yaratır. Böylece alt orta katmanlarla, açık ya da örtük, sınıfsal bir ittifak kurar.

Söz konusu ideolojik söylemler, kapitalist-emperyalist bunalım dönemlerinde ekonomik olarak hüsrana uğramış, siyasal olarak horlanmış küçük burjuvazinin bağrında ortaya çıkabilir, ancak onun bir maddi güç haline gelmesi, yani iktidar olabilmesi için finans-kapitalin müdahalesi, yönlendirmesi, siyasal çağrı haline getirmesi gerekir.

Demek ki, sadece bu söz konusu alt orta katmanlardan gelen toplumsal taleple faşizm kurulamaz. Finans-kapitalin siyasal inisiyatifi, yönlendirmesi veya önderliği olmadan faşizm gerçekleştirilemez. Faşizmin sınıfsal karakteri söz konusu olduğunda finans-kapital bağlayan, küçük burjuvazi bağlanan konumlarındadır. İlki yönlendiren, sonraki yönlendirilendir. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Yeri gelmişken bir kez daha yineleyeyim, ABD finans-kapitalinin CIA’yı kontrol eden oligarşileri (örnekse, Ford, Rockefeller grubu) tarafından himaye edilen Frankfurt Okulu, Partisan Review çevresi, Fransa’dan çok ABD’de etkin olan, Nietzsche ve Heidegger etkisi altında oluşturulan Fransız Kuramı (“French Theory”), I. Deutscher’in “yeni Troçkizm”inden esinlenen Yeni Sol (New Left) gibi “sentetik sol” akımların ideolojik ve siyasal olarak üzerine çullandıkları bu aynı reel sosyalizmlerdir.

Hatta o soğuk savaş yıllarında, yeni solcu, marksist, maoist, troçkist olmak Anglo-Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece teşvik dahi ediliyordu. Yeter ki, “Sovyet sosyalizmi” ne muhalefet etsinler. Çünkü sovyet sistemi çökünce, ona olan karşıtlıklarıyla kendilerini tanımlamakta olan bu söz konusu akımlar da boşa düşeceklerdi. Nitekim, öyle de oldu.

Tekrar esas konumuza dönelim. Yukarıda sözünü ettiğim modelin bizdeki ilk ve en açık örneği 12 Eylül faşist rejimidir. Bu örnek tarihsel faşizmlerle örtüşen çok sayıda sınıfsal, siyasal ve ideolojik özelliği içinde barındırır. Zaten tarihsel faşizmlere referans vermeyen bir faşizm tanımlaması olamaz.

Ancak, Türkiye gibi modern siyaset sahnesine gecikerek dahil olmuş, dolayısıyla “ast” konumunda emperyalist sisteme entegre edilmiş, “siyasal uydu” işlevi gören emperyalist vesayet altındaki ülkelerde, sözünü ettiğimiz faşizm modeli, merkez emperyalist ülkelerde görüldüğü gibi, bir görünüm ve işleyişe sahip değildir. Buna ileride değiniriz.

Konuyla ilgili bir diğer sorun da, “faşist” ve “faşizan” arasındaki farkın ihmal edilmesidir. En liberal demokratik devlette de faşist uygulamalara benzeyen, hatta faşist uygulama tanımına uyan siyasal davranışlar görülebilir. Tarihsel faşist deneyimlerde rastlanılan araç veya araçlara başvurulabilir. Bu tür uygulamalar, liberal devletin “faşist devlet” olarak tanımlanmasını haklı çıkarmaz. Liberal devletin “faşizan” uygulamaları olarak etiketlenebilir. Devletin faşist olması değil, yer yer faşist gibi davranması söz konusudur. Bilindiği gibi, bu türden davranışlar her zaman liberal (demokratik) devletleri kat ederler.

Faşist devlet, özellikle de erken evresinde, baskıcı aygıtlarına daha fazla abanabilir, ancak ideolojik işleyişi, tanımsal olarak, çok daha işlevseldir. Bu bakımdan, bir çok incelemede faşizm ideolojisiyle açıklanmaya, tanımlanmaya çalışılır. Bu yolla onun sınıfsal-siyasal karakteri gizlenmek istenir, veyahut ihmale uğrar. Faşist devlet için ideoloji çok önemlidir; ancak, ideolojisine indirgenemez. İdeoloji, siyasal bir işlevin yerine getirilmesinde kullanılan bir araçtır.

Bu arada, faşizmin öyle rehber işlevi gören felsefesi falan yoktur. Faşist felsefeler, faşizm olarak kabul edilebilecek fikri konumlar, faşist flozoflar, olabilir (örnekse, Julius Evola, Ezra Pound, G.Gentile, Martin Heidegger, Ernest Junger, Alfred Rosenberg, Paul de Man, daha yakın zamana geldiğimizde, Alain de Benoist vbleri), bununla birlikte, tarihsel örneklerine baktığımızda, faşizmin sadece toplumsal tabanının değil, üst düzeydeki siyasal kadrolarının da bu felsefe veya fikirler hakkında bilgileri ve onlarla ilgileri hemen hemen yoktu.

Faşist yönetimin ideolojik söylemi içerisinde onların kimi fikirlerine dolaylı olarak referans verilmiş olsa da, söz konusu felsefeler hiç bir zaman bir “eylem kılavuzu” işlevi görmemişlerdir. Alfred Rosenberg’in Nürmberg’de yargılanıp, idam cezasına çarptırılması tamamen Nazi Partisi ve yürütme gücü içinde üst düzeyde üstlenmiş olduğu bürokratik rolle alakalıdır. Yoksa, fikirlerinden dolayı mahkum edilmemiştir.

Tarihsel faşizmlerin hepsi ideolojik alanda da pragmatisttirler. Örneğin, Mussolini faşist kariyerinin başlarında ateist bir cumhuriyetçidir. Biraz sonrasında katolik monarşist bir konum alır. Hatta kralı, tabii kendisi onun üstünde olmak şartıyle, imparator ilan eder. Bilindiği gibi, 1943’de siyasal olarak iyice zayıflayınca, imparator onu azleder. Ancak, onun için Nazilerin İtalya’nın kuzeyi ile merkezi bölgelerinde kurdurduğu İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nde (yani SALO’da), jakoben cumhuriyetçi bir siyasal ideolojiyi seslendirir.

Faşist olarak bilinen felsefelerin hemen hemen hepsi gelenekçidir. Modernizme karşıdır. Tek-tanrılı dinlere mesafelidir. Anti-klerikaldir. Hatta bu dinler karşısında, açık ya da örtük olarak, paganizmi (ama daha çok “seçkin” bir etnik kökenle bağlantılı olarak) yüceltirler.

Oysa tarihsel faşizm deneyimleri, Nazizm örneğinde görüldüğü gibi yer yer paganizmi yüceltseler de, kiliseye karşı genel olarak açık tavır almamışlardır. Mesela İspanya’da, Franco’nun falanjist faşizmi katı katolikti. Özcesi, bu faşizmlerin öyle monolitik bir ideolojik söylem ve uygulamaları yoktu.

Sonra bırakınız gelenekçi olmalarını, İtalyan ve Nazi örnekleri teknolojiye taparlar, hatta modernizm söz konusu olduğunda yer yer fütüristik eğilimler gösterirler.

Etnik milliyetçilik, ırkçılık, anti-elitizm, yabancı düşmanlığı, anti-entelektüalizm, aydınlanma karşıtlığı ve tabii anti-komünizm (1) dışarıdan gelen tehdit olarak değerlendirildikleri için hepsinin ortak hedefiydi. Yahudiler, sanılanın aksine, daha çok iç düşman muamelesi görmüşlerdir. Bu yüzden kolayca günah keçisi haline getirilebildiler. En çok da, tabii, Nazi Almanyası’nda.

Hem Franco hem de Mussolini Yahudiler konusunu görece alttan almışlardır. Mussolini’nin yakın çevresinde, akıl hocaları arasında Yahudi figürlerin bulunduğu biliniyor Hatta şimdi adlarını hatırlayamadığım iki İtalyan sosyalist lider bu üst düzey Yahudi faşistlerin girişimleriyle öldürülmüştü. Bu arada, Mussolini’nin meşhur metresi de Yahudiydi.

Söz konusu faşizmler sadece Sovyet Devrimi’ne değil, Fransız Devrimi’ne de şiddetle karşıydılar. Hatta onu kötülüğün ilk siyasal kaynağı olarak gören faşist değerlendirmeler vardır.

NOTLAR:

(1) Faşist hareket İtalya’da 1919 yılında; Almanya’da 1920’de; İspanya’da 1930’larda popülerleşmeye başladı. Almanya ve İtalya savaştan yeni çıkmışlardı. Özellikle Almanya’da, sosyalist hareket hayli güçlüydü. Devrimci bir durum söz konusuydu. Naziler, sosyalist hareketi bertaraf etmek için desteklendiler. Sosyalizme sempati duyan halk sınıflarının aklını karıştırmak için partilerine Nasyonal Sosyalist Parti adını verdiler. İspanya’da da tarihsel-kültürel olarak anarko-sendikalist hareket güçlü bir kitle desteğine sahipti. Anarko-sendikalizme duyulan sempatiyi istismar etmek için Falanjist faşistler 1937’de partilerine Nasyonal Sendikalist Parti adını verdiler.

Şimdi İran ne yapacak?

Öncelikle şunu tekrar söyleyeyim, Haniyeh suikastini duyunca, Reisi’nin bir kaza sonucu ölmemiş olduğuna, Haniyeh’i de öldüren İran’daki iç güçler ve şu ya da bu biçimde, şu ya da bu derecede bağlantılı oldukları dış güçler tarafından öldürülmüş olduğuna ikna oldum. He iki suikast de, nedenleri ve sonuçları itibariyle, jeo-ekonomi-politik olaydır..

Şimdi, Haniyeh suikasti öncesinde gerçekleşmiş bir gelişme, Çin’in liderliğinde, Filistinli rakip siyasal grupların bir araya gelip, uzlaştıkları görülmüyor. Çin’in Sünni dünyanın lideri olarak S.Arabistan ve Şii dünyanın önderi olan İran’ın arasını bulması, ardından da Filistinli grupları uzlaştırması çok önemli jeo-ekonomi-politik hamlelerdi.

Bu iki suikast, ve İsrail’in süren provokasyonları, giderek şekillenmeye başlayan Çin ve Rusya kutbunun söz konusu hamlelerine de yanıt olarak okunmak gerekir.

Pekiy, İran şimdi ne yapacak? Bence, İran ve bölgesel müttefikleri, İsrail’in arzuladığı gibi, büyük emperyalist güçlerin sahaya inerek dahil olacakları bir savaştan kaçınmak adına bir “büyük eylem” le yanıt vermek istemeyeceklerdir. Soğukkanlı davranıp, daha önce de yapmış oldukları gibi bir miktar füze fırlatmakla yetinip, belki bu kez İsrail için nispeten daha can yakıcı sonuçları olacak girişimlerde bulunacaklardır.

Hem İsrail hem de emperyalist hamileri zaten o kadarı için hazırlık yapmışlardır.

Şu aşamada, ne İran ne de ABD (özellikle de başkanlık seçimi öncesi) böyle bir savaş seferberliği içinde olmayı isteyecektir.

İran’ın asıl sorunu kendi içinde, asıl odaklanması gereken yer orası. Sadece İsrail ve ABD kontrolünde, İran’da at oynatabilen terör gruplarından, maşalardan söz etmiyorum. Esas olarak, İran yönetici sınıfı içindeki mücadeleyi kastediyorum.

İran’ daki popüler teokratik rejimin önünde, daha önce de bir çok kez değinmiş olduğum gibi, iki yol olduğunu görüyorum : Ya Çin ve Rusya’nın giderek daha güçlü fırça darbeleriyle şekillendirdikleri kutba, öyle “misafir oyuncu” olarak değil, tam anlamıyla dahil olacak. Ya da, yeni cumhurbaşkanının (şimdilik) örtülü olarak belirttiği gibi, Batı’yla, bu arada İsrail’le de zaman içinde yumuşama sürecini başlatacak. Bunun da ilk adımı, muhtemelen, nükleer antlaşma olacaktır.

Görünen o ki, bu suikast Pezeşkiyan’ın işini biraz zorlaştıracak.

Yine de Trump kazanırsa, İran’ın bu ikinci yolu seçme olasılığının yükselebileceğini düşünüyorum. Kamala Harris’in, Hilary Clinton gibi, şahini oynayacağına inanıyorum. Şunu da ilave edeyim, ABD’de Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimi, büyük bir savaşın gerçekleşme olasılığı bakımından büyük önem taşımaktadır. Harris’in “savaş partisi” ni temsil ettiğinden kuşku duymamak gerekir (1)

Bitirirken, iç politikayla ilgili de bir kaç şey söylemek isterim. İktidar ve muhalefet arasında ta başından beri bir tiyatro oynanıyor, öyle izliyoruz. En son hatırlarsanız, Erdoğan tarafından ısmarlama hazırlatılmış anayasanın ısmarlama atanmış mahkemesi, Tayyip Erdoğan’ın aldığı bir çok kararın anayasada belirtilmiş yetki ve görevleriyle bağdaşmadığını, yani gayri meşru olduğunu açıklamış, yani uzunca bir zamandan beri almış olduğu bir çok kararın, yapmış olduğu bir çok uygulamanın anayasa aykırı olarak “yok hükmünde” olduğunu ilan etmişti.

Muhalefet ne yaptı o zaman? İşte, “günün anlam ve önemine binaen verilmiş nutuklar” mesabesinde açıklamalar yapmış, sonra konu unutulup gitmişti. Yani, Anayasa Mahkemesi, netice olarak, Erdoğan meşru değil diyor. Şimdi de, Can Atalay kararı var. Serbest bırakılmayacağını rejimin dayandığı koalisyonunun hukuksal işler sözcüsü bir refleksle duyuruyor. Muhalefet ne yapacak? Hep yaptığını, yani paratoner rolünü yerine getirmeye devam edecek.

CHP’nin içinde üç ayrı parti olduğu görülüyor. İmamoğlu Partisi, Kılıçdaroğlu-Yavaş Partisi ve geriye kalanlarla yetinecek gibi görünen Özel Partisi. Özel bu tabloyu, ani bir erken seçim istemini kararlılıkla dile getirir, o doğrultuda, bir çok örgütünün, çoğu milletvekilinin direnişlerine rağmen sahaya inerse, seçmenleriyle doğrudan temas kurarsa, kendi lehine değiştirebilir.

Yoksa, dağılma riski büyür.

Onu bırakın da, CHP gibi laikliğin sözcüsü rolü oynamış partinin lider kadrolarının, Tayyip Erdoğan gibi, “Cuma çıkışları” nda cami önü konuşmaları yapmalarını, herhalde, çoğumuz daha önce aklımıza bile getiremezdik. Ya, buna Demirel, Erbakan gibi sağcı müteveffa veteranlar dahi kalkışmamışlardı.

Şimdi buradayız!

NOTLAR:

(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra Harris’in Demokratlar’ın adayı olacağı kesinleşti. Harris, Hilary Clinton çevresinden bir şahin figürdür. Biden onu başkan yardımcısı yapmak istememişti. Hatta belki de Biden’ın kendi başkan adaylığında çok ısrarcı olması, yerine Harris’in aday gösterileceğini biliyor olmasındandır. Yani muhtemelen onun aday gösterilme olasılığının yüksek olduğunu bildiği için de direnmiş olmalıdır. Tabii Biden derken, sadece onun şahsından değil, onun Demokrat Parti içinde temsil ettiği anlayıştan söz ediyorum. Biden, Obama türünden bir başkandı.

Benim ömrü hayatımda gördüğüm en karanlık, en tehlikeli ABD başkan adayı Hilary Clinton idi. Dışişleri bakanlığı sırasında Arap Baharı tezgahıyla, Libya, Suriye, Afganistan, sonra, Ukrayna gibi coğrafyalarda yaptığı, yapmaya çalıştığı işleri biliyoruz. Obama, başkanlık dönemleri sonrasında verdiği bir mülakatta, Hilary Clinton’ın çevirdiği bir çok işten sonradan haberdar olduğunu ya da kendisine Clinton tarafından doğru bilgi verilmediğini ima eden sözler sarf etmişti. Şimdi bu Harris de Hilary Clinton ekolünden bir siyasetçi. Özellikle bugünkü dünya koşullarında, H.Clinton kadar tehlikeli olabileceğini öngörmek gerekiyor.