AKP-MHP koalisyonu bozulabilir mi?

İktidardaki koalisyon, bugünkü koşullarda, ancak 2013 Haziran’ındaki halk ayaklanması gibi, tıpkı bundan önceki koalisyonun başına geldiği gibi, halkın inisiyatif almasıyla bozulabilir.

Hatırlarsak, o zaman da muhalefet, gerçek bir muhalefet gibi davranmaktan kaçınıyor, top çeviriyordu. Hatta Gezi olayı patladığı sırada, CHP’nin artık güreşe doymayan pehlivan görüntüsü veren sabık başkanı yanlış hatırlamıyorsam, İstanbul, Üsküdar Meydanı’nda bir “gaz alma” mitingi düzenleyecekti.

O halk ayaklanması sonrasında panikleyen ortaklar arasında beklenen hesaplaşmanın erkene alınması, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz’a kadar uzanan bir süreç…

Şimdi de, iktidarın kitle desteğinin hızla azaldığı koşullarda, hazır CHP de yumuşama ve AKP ile olası bir koalisyon için sinyal veriyorken, yeni, üçüncü bir koalisyonla yola devam etmek olanağı Erdoğan tarafından değerlendirilmek istendi.

Tabii bunun için artık kitleler tarafından taşınması mümkün görülmeyen mevcut koalisyonun bir biçimde bozulması gerekiyordu. Sinan Ateş cinayetine koalisyonun AKP kanadı tarafından vaktiyle eski ortak Cemaat’in “17-25 Aralık ” hamlesine benzer bir işlev yüklenmek istendi. Ancak Tayyip Erdoğan, bu bakımdan, Cemaat kadar cesur davranamadı. Hamlesinin arkasında duramadı.

Cemaat cesurdu, çünkü devletin güvenlik aygıtlarının, bu arada, emperyalist güçlerin de desteğine sahip olduğunu düşünüyordu. Şark’ta genellikle olduğu gibi, kendisine vur denildiğinde, öldürmeye kalkışınca, ortada bırakıldı.

Cemaat cesurdu, çünkü Tayyip Erdoğan’ın, o zamanki medyanın sık kullandığı bir ifadeyle, “bakanlar”, “danışmanlar”, “yaverler”, “korumalar” aracılığıyla “ense köküne kadar girmiş” ti.

O koalisyonun çözülmesi hayli gümbürtülü ve kanlı olmuştu. Hatta şimdiki koalisyonu oluşturan diğer kanat devreye girmemiş olsaydı, Tayyip Erdoğan devri o zaman kapanmış olacaktı.

Ergenekon ve benzeri davalar dolayısıyla tasfiye edilmeye çalışılan derin boyutuyla birlikte o zamanki devletin Gezi’nin bir yan sonucu olarak kurtulması, AKP rejiminin yenilenmesinde, ya da ikinci döneminin başlamasında önceden kimsenin düşünmemiş olduğu bir etken oldu.

15 Temmuz’dan sonra devlette, özellikle güvenlik bürokrasisi içinde oluşan (biçimsel olarak) “bonapartist” kısa arayı, Erdoğan, bu arkasındaki, topladığı sokak güruhu da dahil, yeni destekle, iyi değerlendirerek, malum sivil darbesiyle sona erdirdi.

Erdoğan o sıralarda, resmedilmesini Viktor Hugo’nun fırça darbelerine borçlu olduğumuz, kendi çapında bir “Küçük Napolyon” portresiydi.

Tabii, bu yeni koalisyonun yeni ortağı, eskisinin deneyimlerinden dersler çıkartacaktı. Bu anlaşılır bir şey. İşi sıkı tutacaktı. Erdoğan’a muhafızlık etmek sadece bakanlara, Saray danışmanlarına, hatta “baş danışmanlar”a, yaverlere, güvenlik bürokrasisindeki elemanlara bırakılamazdı. Kuşatma, Erdoğan ve çevresinin yaramayacağı şekilde tahkim edilmeliydi.

Bu arada, Gezi korkusu belki de Erdoğan’dan daha çok bu yeni ortağın ya da yeni ortakların bilincinde yerleşik olmalıdır.

Koalisyonun yeni ortağının ( veya yeni ortaklarının) bu kez Erdoğan’ın zaafını iyi bilmeleri dolayısıyla olsa gerek, ona bir işbölümü önermiş ya da dayatmış olmaları mümkündür. O akçalı işleri, ihaleleri vb çekip çevirirken, diğer kanat “devlet meseleleri” ile meşgul olacaktı. Bu bakımdan Erdoğan’a öncelenmemiş bir hareket alanı yaratılmış olduğu, yakınında bulunmuş olanların malum itiraflarıyla da açığa çıktı (1)

Bu ikinci döneminde Erdoğan ve çevresi için “devletin bekası” teması, yeni ortak tarafından, son yirmi küsür yılda kazanılmış olanların bekası anlamına getirilmiştir. Erdoğan’ın bütün siyasal davranışlarında bu kaygu belirleyici bir konumdadır. Siyasal değerlendirmeler yapılırken, bunun unutulmaması ve ihmal edilmemesi gerekir.

Öbür kanat Erdoğan olmadan iktidarda tutunamayacağını biliyor. Bu yüzden Erdoğan’ı sıkı sıkı tutması gerekiyor. Ne pahasına olursa olsun. Bir erken seçime de, en azından bugünkü koşullarda, izin vermeyeceklerdir. İpten alıp, yeniden, hem de eskisine kıyasla, hayal bile edemeyeceği bir siyasal konumda, iktidar yaptıkları, yeniden var ettikleri Erdoğan’ı şimdi kurda kuşa yedirmek istemeyeceklerdir. Hakları tabii. Ne diyelim?

Ancak bu gidiş de, sürdürülebilir değil. Emperyalistler, sermaye sınıfı, bu arada, onlarla “iltisaklı” iki kanat da, güreşçi tabiriyle, “oyun arayışı” içindeler. Bu işe bir biçimde CHP dahil edilmeden, işin içinden çıkılamayacağında sanki bütün taraflar hem fikir.

Bir yanda, CHP’den çok, AKP’nin üzerine oturmuş olduğu ANAP yapısını devir alma hesapları içindeki İmamoğlu çevresi; diğer tarafta, “Allah devletimize zeval vermesin” kültürüyle yetişmiş Özel. Tabii bir de, joker ya da mikser gibi işlev görmeye hazır Kılıçdaroğlu.

Son bir not olsun, dar alanda kısa paslaşmalar arttıkça, koalisyonun iki tarafının da, daha önce bu netlikte göremediğimiz, ya da hiç göremediğimiz devlet içinden ve dışından, tabii “muhalif” medyadan da bileşenlerini fark ediyoruz.

Paslaşılan alan daralmaya devam edecek. Göreceğimiz hiç bir şey sürpriz olmayacak. Emin olun!

NOT:

Nasıl önceki koalisyon sırasında, AKP’nin iktidarını borçlu olduğu o zamanki ortağı Cemaat, koalisyon iktidarını konsolide etmek için yarattığı davalarda, polis, yargıç ve savcı gibi elemanlarıyla manipülasyonlara başvurduysa, şimdi de benzer bir işlevi başta MHP olmak üzere, bu son koalisyonu oluşturan, bir çoğu “eski soğuk savaş” rejiminin derin devletinin bileşenleri “ulusalcı” ya da “Atatürk milliyetçisi” tabir edilen, mafyayla iç içe geçmiş, asker-sivil bürokratik, siyasal ve medyatik oluşumların, Gezi Davası, Tahir Elçi Davası, Kobani Davası, Gar katliamı Davası ve son olarak Sinan Ateş Davası gibi yargılama süreçlerinde geçmişte Cemaat’in yaptığına benzer bir işlevi yerine getirdiği görülüyor.

Sığınmacılar ve göçmen işçiler sorunu 1

1945’te kurulan dünya düzeninin 1989’da çökmesi sonrasında emperyalizm dünyaya egemen olma stratejisini ilk kez 1990’da Irak’ta; 1991’de Yugoslavya’da uygulamaya koyarak başlattı. Bilindiği gibi daha kapsamlı etaplar halinde bu strateji gerçekleştirilmeye çalışıldı.

Sovyet Bloğu’nun çökmesiyle birlikte dünya çapında var olmasında ve varlığını sürdürebilmesinde çok önemli bir rol oynadığı, ilerici ve sosyal demokratik örgütlenmeler ve politikalar da bir bir sahnenin dışına itildiler.

Dünya çapında emek örgütleri, emekçileri, ihtiyaç sahiplerini gözeten, kollayan yapılar ve politikalar geriletildiler. Toplumsal eşitsizlikleri dünyanın her yerinde, ama özellikle de bu eşitsizliklerin zaten görece daha derin olduğu coğrafyalarda giderek dayanılmaz hale getiren kapitalist-emperyalist uygulamalar sahneye konuldu.

Bu yeni “kavimler göçü” nün nedeni emperyalizmin emeğe, emekçilere, sömürge, yarı-sömürge halklara ve onların örgütlerine ve devletlerine karşı 1970’li yılların sonuna doğru planlı bir biçimde başlattığı ve 1990’dan itibaren ivme kazandırdığı, halen sürmekte olan gerici birleşik saldırıdır.

Emperyalistlerin BOP stratejisi çerçevesinde gerçekleştirdikleri işgaller, zaten emekçi halklar tarafından ağır bir şekilde hissedilen ekonomik baskıları, eşitsizlikleri, maruz kalınan politik şiddeti daha da arttırdı.

Tarihte daha önce görülmüş örneklerinde olduğu gibi derinleşen ekonomik eşitsizlik, artan yoksullaşma, askeri ya da paramiliter işgaller, yoğunlaşan politik şiddet, insanları bir kez daha her türlü riski göze alarak kitleler halinde göçe teşvik etti.

Marx, Kapital’de insan göçünün kapitalizmin eşitsiz işleyişinin bir sonucu olduğunu gösterir. Yani emperyalist aşamasından önce de kitlesel göçler bir olgudur. Emperyalizm devrinde ivme kazanıp, daha geniş bir coğrafyada cereyan eder hale gelir. Kapitalizm her zaman ucuz emek-gücüne ihtiyaç duyar. Bunun farkında olan Marx, bilindiği gibi, Kapitalin ilk cildinin 25. Bölümü’nü, her ne kadar bölüm başlığı “sermaye birikiminin genel yasası” olarak belirtilmiş olsa da, esas olarak, göçün odağında yer aldığı, nüfus soruna ayırmıştır.

Kapitalizmin ilk büyük krizinden sonra globalist finansallaşma eğilimlerinin güçlendiği, emperyalist aşamaya ulaşıp, dünya savaşına yol açtığı bir zamanda, 1880-1920 yılları arasında, sadece ABD’ye göç eden nüfus 20 milyondan fazla. Aynı sıralarda Arjantin’e 5 milyon kadar; Avustralya’ya yaklaşık 1 milyon kişi göç etmiş. Bu listeyi uzatmak mümkündür. Şunu da ilave edeyim, bu göçler savaştan epey önce de, hemen sonra da büyük ölçüde Avrupa ülkelerinden geliyordu.

Ülkeler arasında sadece sürekli yerleşim için değil, iş bulmak, çalışmak için de yoğun göçler vardı. Örnekse, İrlandalılar İngiltere’ye; Belçikalılar Fransa’ya; İtalyanlar İsviçre’ye vb.

O sıralarda, Çin, Japonya ve Afrika ülkelerinden göçler nicelik olarak Avrupalı göçünün arkasından geliyordu.

Bu göçler, “göçmen işçiler” sorunu etrafında 1893’ten itibaren 2.Enternasyonal’in gündemine taşınıyor. Göçmen işçiler, hemen tahmin edilebileceği gibi, sermaye tarafından ucuz işgücü, grev kırıcı gibi roller verilerek yerleşik, örgütlü işçi sınıfına ve onun örgütlerine karşı kullanılıyor.

Bu yönüyle, konu yerleşik işçi sınıfı ve işçi siyasal hareketi içinde huzursuzluklara, protestolara neden oluyor. Göçmen işçiler ve yerleşikler arasında fiziki kavgalara yol açan gelişmeler yaşanıyor.

Ancak asıl sorun kaynağı, kahir ekseriyeti endüstriyel çalışma kültürü ve politik sınıf bilincinden yoksun, kölece çalışma koşullarına yatkın Asyalı ve Afrikalı işçiler oluyor. Protestolar ırkçı bir boyut kazanıyor. Mesela, 1880’li 90’lı yıllarda, ABD, Avustralya gibi ülkelerde, bu Asya ve Afrikalılara karşı işçi sınıfı içinden de geniş destek bulan ırkçı kampanyalar yürütülüyor.

Bu ırkçı kampanyalar toplumsal düzeni tehdit eder bir hal almaya başlayınca, mesela, ABD hükümeti 1882’de ve 1892’de Çinli ve Japon göçünü kısıtlayıcı yasalar çıkartıyor. Sağ kanat bazı sosyalistler beş, on yıl içinde ABD nüfusu içinde sarı ve siyah ırkın ağırlığının çok artacağından duydukları “infial” i dile getiriyorlar. Bu baskılar altında, hükümet tarafından yurttaşlık hakkı kazanmış olan Çinlilerin dahi bu hakları belli koşullarla iptal ediliyor. California eyaleti yoğun Japon göçüne karşı katı, ırkçı imaları olan önlemleri yürürlüğe koyuyor.

Bu yasalara verilen veya verilmeyen destekler yüzünden işçi sınıfı örgütleri ve siyaseti içinde tartışmalar yapılıyor, bölünmeler oluşuyor. Mesela 1901’de Avustralya’da, “Beyaz Avustralya” ırkçı sloganı altında yürütülen kampanya sonrasında çıkartılan anti-göçmen yasası işçi sendikalarının geneli tarafından, birçok sosyalist örgüt tarafından destekleniyor.

2.Enternasyonal henüz Avrupalı göçmen işçilerin sorun olarak görüldüğü bir sırada, 1893’te, 1896’da, göçmen işçilerle dayanışma çağrısı yapıyor. Sosyalist parti ve işçi örgütlerini onlar arasında propaganda çalışmalarını arttırmaya, mevcut emek örgütlerine dahil olmalarını sağlamaya çağıran kararları peş peşe alıyor.

Ancak, 20yy’ın başlarından itibaren, yani 2.Enternasyonal’in halen Marksist olduğu sıralarda, önceki dayanışmacı anlayışının ırkçı çıkışlar, ve çağrılarla protesto edildiğine tanık olunuyor. Bazı etkili Amerikan, İngiliz, Alman, Fransız sosyalistler, sarı ve siyah ırkın “yüksek kültürü temsil eden işçiler” için tehdit oluşturduğunu açıkça dile getiriyorlar.

Bu eğilim özellikle 1904’teki Amsterdam ve 1907’deki Stuttgart kongrelerinde güçlenerek ve yeni görünümlere de bürünerek boy gösteriyor. Amsterdam’da Amerikan Sosyalist Partisi Enternasyonal’e, göçe karşı çıkması, özellikle “geri kalmış ırklar” dan olanların göçünün yasaklanması çağrısı yapmasını istiyor. Çoğunluk bu talebe direniyor. Ancak bu direnç, sosyalist parlamenterlerin “göçü önlemeye yönelik yasama etkinliklerini” desteklemesi yolunda bir kararın çıkmasını önleyemiyor.

Bununla birlikte Kongre’ye katılan delegeler arasında konu etrafında şiddetli tartışmalar oluyor. Enternasyonal’in göç komisyonu “proleter dayanışma ilkesine aykırı” kısıtlayıcı, engelleyici yasa ve önlemlerin reddedilmesi için ısrarcı oluyor. Sonunda sol kanat sosyalistler, oportünist sosyalistleri geri püskürtmeyi başarıyorlar.

1907 Stuttgart Kongresi’nde bu göç tartışmasına paralel denebilecek biçimde, “kolonyalizm” tartışmaları da yapılıyor. Tahmin edilebileceği gibi, bu ikisi arasında, kolonyalizm ve kitlesel göçler arasındaki bağlantı açık ya da örtük olarak daha baştan saptanıyor.

Sosyalist hareket içinde nasıl göç konusunda, enternasyonalist işçi sınıfı siyasetiyle bağdaşmayan yasaklayıcı, kısıtlayıcı, ırkçı söylem ve davranışlar yer bulabilmişse, benzer biçimde, kolonyalizm konusunda da, onu destekleyen, hatta sosyalizm altında bunun daha insani bir şekilde yürütülebileceğini öne süren görüşler, hatta karar tasarıları ortaya atılıyor.

Sosyalist hareketin bu iki tartışma ve bu iki sorun başlığındaki ayrışması, fiilen 1914’te gerçekleşecek kopuşun habercisi olarak görülmek gerekir.

Yine de geçmişteki bu tartışma bize soruna enternasyonalist işçi sınıfı siyaseti görüş açısından yaklaşılması gerektiğini hatırlatması, bu bakımdan bizi uyarması dolayısıyla ayrıca önemlidir.

NOTLAR:

1) Burada çok kabaca özetlediğim tartışmaların ayrıntıları Georges Haupt’un iki ciltlik La Deuxieme Internationale (Mouton & CO, Paris 1969) adlı çalışmasında bulunabilir. Yine iyi özetlenmiş bir kaynak olarak Mark Taber’in yayına hazırladığı Under the Socialist Banner, Resolutions of the Second International 1889-1912, Haymarket Books, Chicago 2021 adlı kitabı önerebilirim. Kolonyalizm konusunu, emperyalizmle ilgili olarak yazmayı düşündüğüm yazıda ayrıca ele alacağım.

Bu arada geçerken şunu da belirteyim, Leninizmin batılı olmayan dünyada büyük bir rağbet görmüş olmasının nedenleri arasında bu tartışmaların ayrıcalıklı bir yerinin olduğunu düşünüyorum.

Evet, emperyalizm kavramı ve sorunu Lenin’in keşfi değildir. Ancak Lenin’in bu kavramı kullanma şekli, yani onu siyasallaştırma şekli Leninisttir. Sonra, onun emperyalizm hakkındaki kitabı 1916’da yazılmıştır. 1917 ortalarında broşür formatında yayınlanmıştır. Ancak, bu tarihten çok önce henüz (1916’daki) kavramsal düzeyinde olmasa da, Lenin olgunun farkındadır, yazılarının, tartışmalarının odağını, doğrudan kavramsal olarak ifade edilmemiş olsa da, oluşturur. Benzer bir şeyi, belli bir ölçüde, ta Komünist Manifesto’dan başlayarak, Marx ve Engels için de söylemek mümkündür.

Mesela, şimdi aklıma Lenin’in Mayıs 1913’te Pravda’da yayınlanan (“Backward Europe and Advanced Asia”) makalesi geliyor (Collected Works’ün 19. cildinde bulunabilir).

Fransız Komünist Partisi’nin 1920’de kurulduğu Tour Kongresi’nde kurucu delege olarak yer alan Ho Chi Minh, Lenin’in fikirlerinin kendisinin marksist anlayışında nasıl bir hızlı dönüşüm oluşturmuş olduğunu bir anı yazısında dile getirir.

Lenin, büyük ölçüde uyuyan, uyanık olsa da çıkış yolunu bulamayan Asya, Afrika, Latin Amerika halklarına, aydınlarına ışık, kılavuz olmuştur. Onların devrimci sosyalist siyasete, Marksizme kanalize olmalarını sağlamıştır.

Tabii, buradan hareketle sahte, “Batı Marksizmi” ve “Doğu Marksizmi” (yani Leninizm) ayrımları yapmak kabul edilemez. Gramsci, Lukacs gibi marksist-leninistlerle, Ho Chi Minh, Mao, Mustafa Suphi, Nkrumah, Castro ve diğer marksist-leninistlerin buluşmak için geldikleri yollar farklıdır sadece. Kimi, sanayileşmiş, emperyalist ülkelerden (ki, dünya savaşının yol açtığı yıkım o zamanki batılı aydınların leninizime yönelmesinde önemli bir işlev görmüştür); kimi sömürge ve yarı-sömürgelerden geldiler.

Bu sahte ayrıştırmalar hep 1956’da karşı-devrimin kapısını aralayan 20.Kongre’nin global çaptaki tahribatının yansımaları olarak görülmek gerekir.

İran seçimleri

Ne zaman İran’da seçimler olsa, Batı medyasında ve tabii genel olarak onun izdüşümü gibi hareket eden bizim medyada da, seçimin “rejim yanlıları” veya “muhafazakârlar” ile “liberaller” veya “Batı yanlıları” arasında cereyan ettiği belirtilir, ve tabii genel olarak kendilerinin tercihinin ikinciden yana olduğu hissettirilir.

Bir kez daha aynısı yapılıyor. Aslında gerçeklik bu kadar kabaca ve net konuşmayı olanaklı kılmasa da, genel hatlarıyla bu tabloya itiraz edemeyiz.

Bugün İran’daki popüler teokratik rejim kırk küsür yıllık reel bir süreçte, devrimler, iç ve dış mücadeleler ve savaşlar içinde oluştu. Elbette yekpare bir bütün değil. Zaman zaman şiddetlenen, hem kendi içinde hem de dışındaki dünyada ittifak arayışlarına ve ittifaklara referans veren sınıf mücadeleleriyle kat ediliyor.

İran, bugünkü iktidar dengeleriyle, uluslararası neo-liberal kapitalist-emperyalist düzene entegrasyona direnen bir ülke. Bu bakımdan kapitalist bir ülke olmasına rağmen siyasal olarak emperyalist hegemonyacı siyasete karşı çıkıyor. Terimin bu dar anlamında, anti-emperyalist bir siyaset izliyor.

İzlediği bu siyaset, emperyalist güçler için büyük önem taşıyan bölgesinde emperyalist siyasetin önünde engel oluşturuyor. En somut güncel örnekleri, Filistin’deki, Suriye ve Yemen’deki anti-emperyalist direnişlere temin ettiği paha biçilmez askeri olanaklar ve verdiği etkin destektir. Özellikle onun bu katkıları sayesinde emperyalistler ve onun bölgesel uyduları bu üç direniş ülkesinde emellerini gerçekleştiremediler. Gerçekleştiremiyorlar. Bunun altını çizelim.

Şimdi İsrail’i her geçen gün zora sokan Gazze saldırısı, İran’ın ve siyaseten ona yakın Hizbullah’ın verdiği destekle kırılamayan Gazze halkının şanlı direnişi emperyalistlerin paniklenmesine neden oldu. Son (ABD başkanlık yarışları tarihinin belki de seviyesi en düşük olan) Trump-Biden tartışmasında bu panik hissedildi. Bu arada, S.Arabistan ve İran arasındaki yumuşamanın, bölgedeki Arap ülkelerinin Hizbullah’ı tanıyacaklarını açıklamalarının bu paniğin oluşmasında önemli katkılarının olduğu da açıktır.

Hizbullah’ın İsrail karşısında yeni bir cephe açmasının, emperyalistler bakımından “İsrail’in güvenliği” sorununu daha yakıcı hale getireceğine kuşku yoktur.

İran’da devrim olduğu sırada nüfusun aşağı yukarı yüzde yetmiş beşi kırsal alanda yaşıyordu. Yani İran küçük toprak sahipleri ve topraksız köylülerin çoğunluğu oluşturduğu, eşitsiz ilişkilerin baskısının nüfusun kahir ekseriyeti tarafından her geçen gün artan ölçüde yaşandığı bir tarım toplumuydu. Bu tarım toplumu şehirlerdeki ticaret burjuvazisi, asker-sivil küçük burjuva devlet memuru, dar bir serbest meslek erbabı, genişçe bir yarı-proleter nüfus, ve siyasal olarak oldukça zayıf bir sanayi proletaryası tarafından çevreleniyordu. Komünist hareketin toplumsal tabanı ağırlıklı olarak (öğretmenler gibi) küçük burjuva kentli sivil memurlardan, serbest meslek erbabından oluşuyordu.

Devrimden sonra emperyalistlerin maşaları Saddam Hüseyin rejimini kullanarak İran’ı uzun bir savaşın içine sokmaları rejimin siyasal konsolidasyonu, toplumsal tabanını genişletmek bakımından olumlu bir işlev görse de, ekonomik olarak tam bir yıkıma yol açtı.

İran’ın ekonomik yeniden inşasında, yeni İslamcı siyasal elitler, özellikle Devrim Muhafızları’nın komuta kademelerindeki figürler çok önemli roller üstlendiler. Belli dar (bürokratik karakteri de olan) bir siyasal grubun esas olarak petrol ve doğalgaz ihracına dayanan büyük kaynakların dağıtımı üzerindeki kontrollerini hatta tekellerini güçlendirdi. Rejime yandaş işadamlarının palazlanması sağlandı. Özellikle neo-liberal özelleştirme politikasının izlendiği sırada bu eğilim takviye edildi.

İran’da çıkarları neo-liberal politikalardan ve dolayısıyla Batı ile işbirliğinden yana olan bir finans burjuvazinin güçlenmesi rejimin siyasal örgütlenmesi içinde de etkilerini gösterdi. Hatta benzer bir örneğini Çin’de gördüğümüz gibi, bu sınıfla üst düzeyde etkili kimi devlet güçleri bağlaştı, veyahut iç içe geçti. Bunlar aynı zamanda, canlı uluslararası ilişkileri de olan kentli “beyaz yakalı” tabir edilen kesimlerle doğrudan ya da dolaylı bağlantılara sahipler. Bu kesimlerin globalist eğilimleri kentli modern orta katmanları da siyaseten onlara yakınlaştırıyor.

Bunların karşısında, kapitalizmle bir sorunu olmayan ama rejimin sürdürülmesini, yani “beka” sorununu öncelikli gören nispeten daha küçük sermaye sahiplerine, devrim muhafızlarının önemli bir bölümüne, orta ve alt seviyedeki bürokratlara, geniş orta ve küçük boy çiftçi nüfusa dayanan dini liderliğin ağırlıklı bir kısmının destek verdiği siyasal kanat var.

Reisi’nin başkanlığına kadar İran bu iki gruptan birisinin siyasal olarak tam egemen olduğu bir görüntü vermiyordu. Rejimin kararsızlığını ( bu kararsızlık “nükleer program” la ilgili tartışmalarda hissediliyordu mesela) dışa vuran bir tür orta yolcu ekonomi-politik hat izleniyordu.

Reisi devrinde ne oldu? Önce bölgede emperyalistlerce başlıca rakip olarak İran’ın karşısına çıkartılan (Bu rekabet aslında İslam öncesi devirden intikal etmiştir- “Şeriat tartışmaları” başlıklı yazımda kısmen değinmiştim) S.Arabistan’la, Rusya ve Çin gibi devletlerin devreye girmesiyle, yumuşama sağlandı. Gerici Arap rejimleri dahi Suriye yönetimini tanıdı. Yani emperyalistler için önem arz eden önemli bir sorun başlığında, belli bir kısıtlı alanda olsa da, onun isterleri hilafına hareket ettiler. Bununla da kalmadılar, yine Suriye, Yemen ve Gazze’deki meşru siyasal yapılarla, emperyalistler aleyhine, ilişkisi olan Hizbullah tanıdılar.

Reisi devrinde iyice şiddetlenen yaptırımlar dolayısıyla çok önemli bir hamle daha yapıldı. Çin ve Rusya ile el altında tutuluyor olsa da, içerideki bu kararsızlık hali nedeniyle, hiç bir zaman uygulamaya konmayan ekonomi-politik antlaşmalar realize edilmeye başlandı. İran maruz kaldığı söz konusu kararsızlıktan çıkarak yönünü artık net olarak Çin ve Rusya’ya döneceğini ilan etmişti.

Özellikle bu son gelişmenin İran’daki globalist çevreleri ne denli rahatsız etmiş olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Tam bu sırada malum “helikopter kazası” oldu. ABD ve İsrail devletlerine baş rol atfedilen senaryolar ortaya çıktı. Olayın hem İran ve İsrail arasındaki kontrollü (askeri) didişmenin sürdüğü bir sırada hem de bu iki ülkenin müdahalesine açık Azerbaycan gibi bir ülkenin ziyareti sonrasında cerayan etmesi bu iki ülke etrafındaki kuşku halelerini takviye etti.

Burada ilginç olan, İran yönetiminin dikkat çekecek kadar soğuk kanlı bir tepki vermesiydi. Evet, geçmişteki kimi benzeri olay hatırlandığında, en dikkat çekici taraf buydu. İran yönetimi, adet yerini bulsun diye, “araştırma ve soruşturma devam ediyor, göreceğiz” mealinde, yani hiç bir sonucun çıkmayacağı şeklinde okunabilecek bir açıklamayla yetindi.

Reisi’nin ölümü yeni bir seçim olanağı anlamına geliyordu tabii. Şimdi bakıyoruz yine “Batı yanlısı bir liberal” ve “devrimci rejim yanlısı bir muhafazakâr” arasında bir çekişme var. İlk tur liberal olanın galibiyetiyle sonuçlandı. Gözlemcilere göre ikinci turu da o alacak.

Elbette, Reisi devrinde de bu güçler arasındaki mücadele yer yer şiddetlenerek sürmüştü. Yerleşik rejimlerin liberal talepler karşısında, her zaman genlerinden kaynaklanan, bir tepkileri olabiliyor. Takıntı haline getirilmiş (büyük harfle) “Beka” kaygusu abartılı siyasal davranışlara yol verebiliyor. Rakip siyasal güçler de bu faylar üzerine abanırlar zaten. Kadınlara “türban” zorunluluğu da rejimin bekası bakımından simgesel bir anlam taşıdığı için onun zayıf karnını oluşturuyor.

Bizdeki eski rejimin “türban” sorunu nasıl AKP rejiminin yükselmesinde bir kaldıraç işlevi gördüyse, İran’da da tersten benzer bir işlevi, ama bu kez, liberaller için yerine getirmektedir. Bir kadının örtünmediği için katledilmesi, geniş ve modern bir genç nüfusa sahip İran’da, özellikle kentli orta katmanlar arasında infiale yol açtı. Tabii bu seçimlerde liberal aday bunun siyasal getirilerini de toplamış olmalıdır.

Ancak, şunu da hatırlatayım: 2012 yılında World View Forum tarafından yayınlanan bir kaynağa göre (S.Flounders: War Without Victory) İran’daki üniversite öğrencilerinin yarısından biraz fazlası kadın. Ülkedeki hekimlerin üçte birinden fazlası kadın. Devrim gerçekleştiği sırada (1979), kırsal kesim kadınlarının en az yüzde doksanı okur-yazar değildi. Kentlerde bu oran en az yüzde kırk beşti. Kadın başına doğum oranı 2023 yılında 1.6’ya gerilemiş (Türkiye’de 1,5).

Pekiy, ikinci turu da aynı aday kazanırsa ne olacak? En yakın olasılık, İran’ın tekrar kararsızlık devrine ricat etmesi, ağırlaşan yaptırımların baskısı altında, süreç içinde rejiminin zayıflaması ve hatta belki de çözülmesidir. Tabii içinde bulunduğumuz konjonktürde, böyle bir çözülme için uluslararası etkenlerin de rol oynaması beklenmelidir.

Şimdi uluslarası etken demişken, ekonomik olarak Çin’in ve askeri olarak Rusya’nın mevcut emperyal düzen içinde açmış oldukları gediğin ne kadar önemli bir siyasal rol oynamakta olduğuna dikkatinizi çekmek isterim. Emperyalistler tarafından kuşatılan, baskılanan ülkelere öncelikle soluk alacakları, sonra kendilerine yeni bir yol seçecekleri olanak sunuluyor. Emperyalizmle mücadele bakımından bu son derecede önemli. Bunun da altını çizelim.

Şimdi bu koşullarda çıkıp, Çin, Rusya emperyalist ülkeler, bunların ABD ile, NATO ile mücadelelerinde taraf olmayalım demek, açık bir oportünizmdir. Başlangıcından beri tek emperyalist merkez olan ABD, Britanya ve Kıta Avrupası’nın (sonra buna tek Asyalı ülke olarak Japonya’da dahil olacaktır) halen birleşik bir saldırı halindeki emperyalist siyasetlerine hizmet etmektir.

Bu emperyalizm konusuna başka bir yazıda değinmeyi umuyorum. Ancak emperyalizmi diyalektik anlamda bütünsel bir olgu olarak görmeyen, onu “alt”, “üst” diye ayıran yaklaşımların gerçeklikle ve marksist-leninist yöntemle bağdaşmadığı açıktır.

Aynı biçimde, “global kuzey” ve “global güney” şeklindeki muğlak, marksizmi-leninizmi bir “üçüncü dünya” teorisi haline getirme gayretindeki anlayışları da kabul edemeyiz.

Şimdi deniliyor ki, “Efendim emperyalistler, ABD artık her istediğini Türkiye gibi ülkelere yaptıramaz”. Eskiden yaptırabiliyor muydu? Mesela, Suriye konusunda, daha önce Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü sorununda, Kıbrıs’ta, “haşhaş sorunu” nda… Bunlar şimdi hatırladıklarım. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Bugün Almanya, Fransa gibi ülkeler emperyalist, ABD hegemonik sisteminin bileşenleri, bugün artık dünya savaşı koşullarının oluştuğu bir durumda, maruz kaldıkları bütün ekonomik zararlara ve iktidar bloklarından yükselen bütün itirazlara, yakınmalara rağmen ABD’ye nazaran “uydu” gibi hareket ediyorlar.

Bir başka örnek olay Japonya. ABD’nin başını çektiği hegemonik yapı içinde bugünkü Çin’e benzer şekilde, ekonomik olarak hızla büyüyordu. Hatta o zaman yapılan yorumlarda, o temposuyla Japonya’nın 2000’li yılların başlarında ekonomik olarak ABD’yi aşacağı iddia ediliyordu. Ne oldu?

ABD, Japonya’nın ipini çekti. Yen’in dolar karşısındaki değerini daha da yükseltmesi için Japonya’ya sürekli baskı yaptı. Böylece ihracat pazarlarına bağımlı Japon ekonomisinin rekabet yeteneğini azalttı. ABD ile ticaretinde, ABD lehine kısıtlamalar getirdi. Japon ekonomisinin büyümesi engellenmiş oldu. Diğer taraftan ABD, Deng’in Çin’iyle anlaşarak onu Japonya’ya karşı ekonomik olarak destekledi. Japonya hepsini kabullenmek zorunda kalmadı mı?

Şimdi Çin bunun farkında olduğu için ABD hegemonik sisteminin dışında kalmaya çalışıyor.

Emperyalizm kendi içinde çelişki ve çatışmaları barındıran global çapta, bütünsel bir sınıfsal-siyasal hegemonya düzenidir. Siyasetinin odağında bu düzenin sürmesi, sürdürülmesi yer alır. Kendi içinde özerk “alt”, “üst” güç odaklarının oluşmasına izin vermez. İçindeki gerilimleri gücünü bölmeden çözer. Bugüne kadar böyle olmuştur. Bundan sonra da ayakta kalabilmesi için böyle olması gerekiyor.

NOT:

CHP mitinglerinin “gaz alma ” işlevi görmek ya da “top çevirmek” için organize edildiklerini söylemiştim. Elbette görünür gayesi, Şimsek’in OVP’sinin başarıyla uygulanabilmesi için iktidara ihtiyaç duyduğu zamanı vermektir. Söylemeye bile gerek, sermaye sınıfının talebidir bu. Ancak, bu bir siyasettir.

Şimdi çıkıp, “canım evet durum böyledir, ama mitingler de olsun, hareket olur, fena mı” mealinde konuşmak bir siyaset değildir. Eğer o mitinglere katılanları, diyelim, “hükümet istifa!”, “Türkiye el ele erken seçime”, “Hemen, derhal erken seçim” gibi talepleri seslendirmeye ikna edebilirseniz, yani o mitinglere bu yönde müdahale edebilirseniz, “top çevirme” siyaseti yerine, “derhal erken seçim” siyasetini koyabilirseniz, bu bir siyaset olur. Karşıt siyaset olur.

Yoksa, laf olsun torba dolsun!