Hamas ve Filistin direnişi

Yayın tarihi kamil

Önce şu saptamayı yapalım: Filistin, tıpkı daha önce örneklerini, mesela, Afrika’da, gördüğümüz gibi yabancı istilacıların sömürgeleştirdiği bir ülke. Yani bir sömürge.

Filistin’in sömürgeleştirilmesi, tarihsel olarak ırkçı ve anti-semitist olan emperyalistlerin Avrasya ve Ortadoğu’daki mevzilerini ya da jeo-ekonomi-politik konumlarını güçlendirmek, bu arada da, Avrupa’da 2.D.Savaşı’nın biraz öncesinden itibaren yeni siyasal içeriğiyle yakıcı bir sorun haline dönüşmüş olan “Yahudi sorunu” nu çözmek için temellerini 1.Dünya Savaşı sonrasında Balfour deklarasyonuyla atmış oldukları planın siyonistlerin siyasal önderliğinde gerçekleştirilmesiyle olanaklı olmuştur.

Balfour Deklarasyonu “Yahudi Sorunu”nun emperyalist bir sorun olarak ilanıdır.

Bilindiği gibi, Filistin ülkesi sürekli ivme kazanan aşamalar halinde, 1.Dünya Savaşı’nın ön günlerinden itibaren ama özellikle de 2.Dünya Savaşı sonrasında emperyalistlerin dayatmasıyla, Batı Avrupa’da istenmeyen Yahudi nüfusun göçe teşvik edilmesiyle işgal ettirilmiş, işgalciler ülkede sürekli yayılararak sömürgeleştirilen alanı da sürekli genişletmişlerdir. Bu yapılırken, yerleşik Arap halkı da ülkelerini terke zorlanmıştır. Bu süreç halen devam etmektedir.

Siyonistler ve bölgedeki gerici Arap rejimleri, Şah devri İran’ı ve emperyalizmin uydusu Türkiye gibi bölgesel güçlerin katkıları, bu söz konusu ülkelerin himayesindeki İslamcı siyasetin emperyalist “böl ve yönet” taktiği uyarınca harekete geçirilmesiyle işgale direnen Filistin halkının direnişi kırılmak istenmiş, dünya sosyalist sisteminin bölünmesi ve zayıflaması ve nihayet çökmesiyle birlikte bunda başarılı da olunmuştur.

Ancak, görece lokalize görünümler almış olsa da, direniş bastırılamamıştır. Gazze’de yaşananlar bunun en spektaküler göstergesidir.

Gazze’deki savaş emperyalist bir içeriğe sahiptir. Basitçe, İsrail devleti ve Filistin halkı arasındaki mücadele olarak görülemez. İsrail devleti emperyalist bir projedir. Siyonizm emperyalizmin Avrasya ve Ortadoğu’daki çıkarlarına hizmet etmek için onun arabasına koşulmuştur.

Siyonizmin görünürdeki siyasal içeriği İsrail’in Filistin halkına karşı uyguladıkları “işgal”, “kolonileştirme” “holokost”, “apartheid” dır. Bu saptamaların hepsi doğrudur. Ancak, bunun emperyalizmin bölgesel siyasetiyle bağlantısı kurulmazsa, anlaşılması, dolayısıyla onunla doğru bir şekilde mücadele edilmesi mümkün olamaz.

Tekrar edelim, kapitalist-emperyalist siyasetle iç içe geçmişliği saptanmadan siyonizmin siyasal anlamı kavranamaz. Siyonist proje emperyalist siyasetin himayesinde olanaklı olabilmiştir. Ancak onun sayesinde sürdürülebilir.

Marksist-Leninistler her kim emperyalizmle mücadele ediyorsa, onun yanında olurlar. Marksist-Leninist siyaset her zaman ve ancak emperyalizme karşıt olarak oluşturulabilir. Filistin’deki mücadelenin bir cephesi olarak Gazze’deki savaş emperyalist siyonizme karşı bir savaştır.

Bir devrimci sosyalist kendi siyasal ideallerini saf teorik formları içinde kavramaya, mücadelesini buna göre oluşturmaya kalkışırsa, anti-diyalektik bir yanlışın öznesi olur. Tıpkı bizatihi gerçekliğin saf halde olmaması gibi, saf haliyle bir sosyalizm pratiği de olamaz. Gerçekliğin çok boyutlu olduğunu unutmayalım.

Bu bakımdan, Gazze’de olduğu gibi, emperyalizme karşı direnen, emperyalizmin yayılmacı ve savaşçı emellerine karşı (bugün için) savunma konumunda olan Rusya ve Çin güçlerinin yanında olmak marksizm-leninizmin yöntemine, dolayısıyla emekçi dünya halklarının çıkarlarına uygundur.

Sosyalist bloğun çökmesinden sonra emperyalizmin uygulamaya koyduğu birleşik saldırı stratejisi karşısında devrimci komünizmin enternasyonal birliğini sağlamak, onun ilerici, demokratik direnişlerle ittifakını kurmak zarurettir. Bugün en önemli eksiğimiz budur.

İçinde bulunduğumuz coğrafyada, emperyalist siyasetin en önemli aracı olan İsrail, onun lojistik destek güçleri olarak işlev gören Arap ve Türk siyonizmleri geriletilmeden proleter devrimci siyasetin önünü açacak hiç bir ilerici, demokratik adım atılamaz.

İsrail, ABD ve Avrupa’daki müttefikleri en yüksek mevkilerde bulunan yöneticilerinin ağzından, Gazze’deki emperyalist-siyonist katliamı protesto edenleri Nazi Almanyası’ndaki anti-semitist kampanyaları düzenleyenlerle aynı kefeye koyduklarını ilan ettiler. Bu demagojik sahtekarlık emperyalist ideolojinin işleyiş biçimine gayet uygundur.

Buna karşılık devrimci sol siyasetin, bizatihi İsrail’in, dolayısıyla onun emperyalist ve lojistik payandalarının her siyasal hamleleriyle anti-semitizmi sürekli yeniden ürettiklerini, anti-semitizmin emperyalist-siyonist siyasetin damarlarındaki kan olduğunu ilan etmeleri, bu yolla emperyalist-siyonist demagojiyi geri püskürtmeleri gerekiyor.

Öncelikle, emperyalistlerin bugünkü çıkarları doğrultusunda Hamas’ın terörist ilan edilmiş olmasını kabul edemeyiz. Kapitalist-emperyalizme karşı her kim direniyor, onu geriletmeye çalışıyorsa onu müttefik olarak görmek marksist-leninist siyasetin gereğidir.

Hamas 2017 yılında kendisini açıkça Müslüman Kardeşler’in Gazze şubesi olarak ilan etmişti. Müslüman Kardeşler örgütü 1949’da, Seyyid Kutub’un örgütte en etkili olduğu bir sırada, Britanya’nın, biraz daha sonra da, NATO’nun himayesine girip, onun emperyalist siyasetinin (soğuk savaştaki) aracı haline gelmişti. Bu konumu bugün de (veya henüz) anlamlı olarak değişmiş değil. Dönemsel gel-gitler siyasal maşalık ilişkisinin doğasında var elbette.

Emperyalizm, Büyük Ortadoğu’da “Arap Baharı” bayrağı altında yeni bir saldırı başlatıp, Suriye’yi de hedef aldığında, Hamas müttefik ilan edilmişti. Suriye’deki direnişle geri püskürtüldüğünde, terörist ilan edildi. Zaten görece uzak geçmişte de bu tür gel-git hareketlerinin örneklerini görmüştük.

Hamas’ı emperyalistler ve İsrail kurdurmadı. Ancak, kurulduktan sonra onu taktik amaçlarla kullandılar. Hamas da, Filistin siyasetinde, El Fetih’e karşı alternatif politik bir güç haline gelebilmek için onları kullanmaya çalıştı. Nitekim, FKÖ’nün, dolayısıyla El Fetih’in de teslim olmasından sonra Hamas’ın Filistin mücadelesindeki rolü önem kazandı.

Artık Filistin halkının direnme iradesinin ve talebinin sahadaki sözcüsü olarak etkinliğini arttırması için aşağıdan, halktan gelen baskılara yanıt vermesi gerekiyordu. Halkın mücadele istemi, mücadelenin şiddetlenmesi Hamas üzerindeki basıncı arttırdı. Hamas ya siyasal boşluğu dolduracak ya da etkisizleşerek El Fetih gibi sönecekti.

Hamas birinci yolu seçmek zorunda kaldı. Nitekim, daha bu son eylem gerçekleşmeden içindeki çatlak, halktan gelen basınca dayanamayarak su yüzüne çıktı. Hamas içindeki çatlak, daha 2017’de onun kendisini Müslüman Kardeşler’in bileşeni olarak ilan etmesiyle baş göstermişti. O tarihten sonra Hamas aslında fiilen iki kanada ayrılmıştı.

Haniye ve Meşal’in başını çektikleri Müslüman Kardeşler’e yakın fraksiyon, ve Halil Hayya’nın liderliğini yaptığı M.Kardeşler karşıtı grup. 2022’de Suriye Arap Cumhuriyeti ve İran İslam Cumhuriyeti Hayya grubunu açıkça desteklemeye başladılar.

Bugün Gazze’deki savaşı Hamas bu yapısıyla ve tabii Hamas’la bağlantısı olmayan başka direniş gruplarıyla da ittifak halinde sürdürüyor.

Öte yandan, Hamas konusunda ihmal edilen önemli bir nokta da, onun artık Gazze’de devlet haline gelmiş olmasıdır. Gazze halkının ihtiyaçlarını onun kadar doğrudan ve etkili biçimde karşılayabilecek bir başka oluşum hali hazırda mevcut değil. Koşullar onu devletleştirdi. Ha bu devlet halkın ihtiyaçlarına doğru düzgün ya da yeterince yanıt veriyor mu, o ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak, mevcut durumda şu ya da bu ölçüde, şu ya da bu yeterlilik derecesinde, fiilen devlet işlevi görebilen en etkili otorite o. Bunu kabul edelim.

Gazze’deki savaş, aynı Ukrayna’daki savaş gibi, bize emperyalist güçlerin ve anti-emperyalist direniş güçlerinin de kendi içlerinde siyaseten yekpare ya da “saf” halde olmadıklarını, olamayacaklarını, dolayısıyla bunların siyasal davranışlarının doğrusal bir biçimde hareket etmediğini, edemeyeceğini bir kez daha öğretiyor.

Şimdi, AKP hükümeti bir grup yaralı Hamas savaşçısını Türkiye’ye buradaki hastanelerde tedavilerinin yapılması için getirtmiş.

Buna karşı çıkılmaz. Ancak, bu olay üzerinden siyonist-emperyalizmin lojistik merkezlerinden biri olan Türkiye’nin ve o siyasetin yürütme organı olan AKP yönetiminin sahtekarlığının deşifre edilmesi, AKP’nin ve onun siyasal İslamcı çizgisinin ikiyüzlülüğünün afişe edilmesi gerekir.

Bu olay etrafında Hamas’ı değil, Türk-İslam siyonizminin bayraktarlığını yapan AKP yönetimini hedef almak gerekir.

Bırakınız ticari ilişkiler içinde olmayı, işgalci-sömürgeci İsrail devletini tanıyan her kimse emperyalist siyasete hizmet etmektedir.

Filistin’li savaşçıların, Hamas’lı olabilecekleri gerekçesiyle ülkemizde tedavi edilmelerine, üstelik de solcu olduklarını iddia eden kimseler tarafından karşı çıkılması, siyonizmi kollayan oportünist bir tavırdır. Mücadele edilmesi gerekir.

Yok efendim, Hamas Batılı devletler tarafından (emperyalistler demeye dilleri varmıyor) bir terör örgütü olarak görülüyormuş (aslında kendileri de öyle görüyorlar), Türkiye dünyada zor durumda kalırmış (Yani, emperyalistlerle ilişkileri bozulur demek istiyorlar). Nitekim, muhtemelen Erdoğan’ın bu ay içinde yapılması beklenen ABD ziyareti de bunun için iptal edilmiş falan…

Bu arada, Hamas ve müttefikleri kazanamayacaklarını bile bile bir savaşı başlattıkları için İsrail’e hizmet etmişler. Bütün bunlar İsrail planıymış. Hamas, İsrail planlarına hizmet ederek Filistin halkını oyuna getirmiş. Neresinden tutsanız, elinizde kalacak komplocu iddialar.

Daha önce söyledim. Mücadele işgal altındaki sömürge halkının talebidir. Yeni bir olgu değildir. Ancak yeni bir aşamaya varmıştır. Daha uzun bir süre devam edecektir.

İlk siyasal kazanımı, Filistin yönetimine tam üye statüsü tanıyan son BM kararıdır. Bu kazanımların zaman içinde artacağına, Netanyahu yönetiminin tasfiye edileceğine de tanık olacağız.

Öte yandan, “yedi düvel” e karşı savaş ilan etmiş kemalist geleneği sahiplendikleri bilinen bu iddia sahiplerinin çıkıp, “Hamas kazanamayacağı bir savaşı başlattı” diye yakınmaları kendi adlarına büyük bir çelişkidir. Kesinlikle devrimci bir tavır değildir.

Kaldı ki Hamas, İsrail’in daha resmen kuruluşu öncesinde başlattığı ve sonrasında da hep yaptığı gibi, doğrudan sivil hedeflere değil, askeri hedeflere saldırmıştı. Bunu yaparken, İsrail askerlerini esir alarak hapisteki Filistinli esirlerle takas etmeyi planlamışlardı.

Kabul edelim, Türkiye sol hareketi içinde bu tür siyonist lobilerin belli bir etkisi var. Bunda tarihsel olarak kemalist Türk milliyetçiliğinin, onun kemalizmini model almış Arap milliyetçiliğini düşmanlaştırmış olmasının payını ihmal edemeyiz.

Kemalist ulusal kurtuluşçu siyasal yöntem ve ideolojiden hayli etkilenmiş, altmışlı ve yetmişli yıllarda palazlanmış, küçük burjuva popülist sol söylem ve pratiğin bırakmış olduğu siyasal izleri de ihmal edemeyiz. Bu eğilimlerle amansız bir mücadele zarurettir.

Kemalizm tarihimizde ilerici bir rol oynamıştır. Burjuva laik cumhuriyeti kurmuştur. Hiç şüphesiz, burjuva cumhuriyeti, mutlak monarşiden, İttihatçıların meşruti monarşizminden ileridir. Ama sosyalizmden geridir.

Yeri gelmişken, Atatürk’ü ve kemalizmi İttihatçılığın devamı olarak sunmak yanlıştır. Diyalektik tabirle, Atatürk ve kemalizm inkârın inkârıdır. Meşrutiyet inkârdır. Cumhuriyet de meşrutiyetin inkârıdır. Atatürk böyle bir ayrıcalıklı siyasal konumu temsil eder. Meşruti monarşist İttihatçıların hedefi haline gelmiş olması da bu yüzdendir.

J.J. Rousseau gibi. O da aydınlanma hareketi içinde hem monarşiyi hem de meşrutiyetçilerin konumunu inkâr etmişti. “Devrimci cumhuriyet” şiarını yükseltmişti. Bu yüzden, mesela Voltaire, Ansiklopedistler gibi Aydınlanma hareketi içinde yer alan figürlerin hedefi olmuştu.

Son olarak, emperyalist-siyonist AKP siyasetinin bu karakterini en açık biçimde dışa vuran, milyonlarca sığınmacının emperyalist taleplerle ülkemize getirilmesiyle sonuçlanan Suriye, Irak ve Afganistan macerası halkımızın tepkisine yol açmıştır. Bu tepki halen gerici, milliyetçi istismarcılar tarafından en başta Arapları hedef alan ırkçı, yabancı düşmanı söylemsel mecralara yönlendirilmektedir.

Gazze’deki direniş karşısında ilerici halk kesimlerinden beklenen etkin kitlesel desteğin gelmemesinde AKP siyasetin neden olduğu yığınsal Arap göçü ve onun siyasal istismarının önemli bir payı olduğu açıktır.

Hiç bir ilerici gerekçesi olmayan, olamayacak tarihsel Arap düşmanlığı bu son gelişme tarafından tekrar harekete geçirilmiştir.

Tabii, Kürt siyasetinin en etkili bölümünün emperyalist-siyonist siyasetin bağlamına dahil olması da diğer bir etken olarak görülmek gerekir.

Bugün Gazze’de Hamas’ın başını çektiği direniş Filistin hareketinin siyasal merkezinin Gazze’ye kaymış olmasını, bu bakımdan da Hamas’ın mücadeledeki önder konumunu teyit etmiştir.

Batı Şeria’da ya da FKÖ’nün yönetimindeki Filistin Ulusal Otoritesi’nin kontrolündeki topraklardan henüz Gazze’ye etkili bir destek gelmedi. Bununla birlikte, ilk uluslararası kazanımı da onlar elde ettiler. Bunu da not edelim.

Rejim bir kez daha yol ayrımında

AKP rejimi 2013 Haziran kalkışması sonrasında bir yol ayrımına gelmişti. Ya dizginleri giderek Cemaat’e kaptırmak ve karşısındaki muhalefet saflarını daha da genişletmek pahasına onunla koalisyonu sürdürecek, emperyalist talep doğrultusunda Cumhuriyet rejiminin yıkılma sürecini daha da hızlandıracaktı. Çünkü emperyalistler öncelikli operasyon alanı olarak seçtikleri bölgemizdeki bütün ulusal egemen devlet yapılarını yıkmak istiyorlardı. Türkiye de buna dahildi. Bu talep bugün de geçerlidir.

Ya da o koalisyonu bozup, yeni iç ve dış ittifak olanaklarını değerlendirerek, söz konusu süreci kendi kontrolünde yürütücekti. Erdoğan tarafı bu ikinci yolu tercih etti. Koalisyonun AKP kanadının ekonomik yağmacılık gibi çok öncelikli bir kaygusunun bu tercihte önemli bir rol oynamış olduğunu düşünmek meşrudur.

Cemaat’in bu tercih karşısındaki tepkisi, 17-25 Aralık operasyonlarıyla başlayıp, 15 Temmuz 2016’da zirvesine ulaşan girişimler oldu.

AKP rejimi böylece ikinci dönemine girdi. Tabii yeni bir koalisyonla. Ülkücü faşist, ulusalcı faşizan, sağ kemalist gibi sıfatlarla anılan ağırlıklı olarak devletin güvenlik bürokrasisinde konumlanmış Türk milliyetçisi gruplarla ittifak yapmak zorunda kaldı. Bu gruplar fiili anlamda siyasal olarak en çok MHP kanalıyla kendilerini ifade ediyorlardı. Halen de böyle.

Söz konusu grupların NATO ile tek sorunları Kürt siyasetine bakışlarıydı. Ortadoğu’nun dizayn edilmesinde Kürt milliyetçi siyasetine etkin bir rol biçilmesini kabul etmiyorlardı. Bu yüzden Rusya kartını kullanmak istediler. Rusya söz konusu yeni ittifakın NATO’ya karşı kullanılacak dış ayağına dahil edildi.

Bu arada bu koalisyon sayesinde, MHP’nin önerisi ve etkin çabasıyla Erdoğan’ın “tek adam” yönetimi şaibeli, hukuksuz uygulamalarla yaratıldı. Erdoğan ve çevresinin ekonomik yağma olanaklarına ulaşmaları önündeki engeller kaldırıldı. Karşılığında yeni rejimin devletinin “kırmızı çizgi” olarak işaret ettiği, Kürt sorununun merkezinde yer aldığı hattın ihlal edilmemesi talep ediliyordu.

Hatta geçen yılın Mayıs’ında başkanlık, bu malum koalisyon güçleri tarafından, hem muhalefet tarafı içeriden manipüle edilerek hem de şaibeli bir seçim tezgahlanarak yeniden Erdoğan’a sunuldu.

Ancak, yağmaya ne dayanır? Bu koalisyonun kendisini jeo- ekonomi-politik olarak sürdürebilme olanakları bugünkü durumda güçleşti. Belediye seçimleri sonuçlarından halkın acil erken seçim istemi çıktı. Bu gerçeği iktidar tarafı görüyor, muhalefet henüz görmek istemiyor.

Tam burada, hem Erdoğan’ın temsil ettiği iktidar koalisyonu kanadı hem de CHP, işbirlikçi sermayenin ve NATO’nun beklentisi olan, yeni olası iktidar kombinasyonlarının önünü açabilecek farklı siyasal olanaklar, araçlar etrafında arayış halindeler. Yani, açık ya da örtük olarak, rejimin bir üçüncü döneminin olanaklı olup olmadığı tartışmaları yapılıyor.

AKP sanki “yumuşama” eğilimindeymiş gibi bir izlenim veriyor. Ancak kendi içinde henüz netleşebilmiş değil. AKP açısından en önemli kaygu yağmayla kazanılmış olanların kaybedilmemesidir. Burası onun zayıf karnıdır.

Koalisyonun daha çok MHP üzerinden kendisini ifade eden kanadınınsa, en büyük korkusu demokratikleşme, bu sayede artık uluslararasılaşmış Kürt sorununun Kürt siyasetine inisiyatif verilerek NATO ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmasıdır. Bu kanadın sözcülerinin sık sık “turuncu devrim” paranoyalarını dışa vurmaları bu çerçevede yorumlanmalıdır.

Bu MHP kanadı, Erdoğan olmadan kendisini, görünürde de olsa, seçimli sistemde siyaseten halen olduğu kadar etkili bir biçimde ifade edemeyeceğini çok iyi biliyor. Yani Erdoğan’a ihtiyacı var. Erdoğan’ı bu koalisyondan kopmaması için sürekli olarak uyarıyorlar.

Nasıl Cemaat’le önceki koalisyonun bozulmasının bir takım ağır siyasal ve ekonomik sonuçları olmuşsa, şimdikinin olası bir çözülmesinin de önemli sonuçlar yaratacağını öngörmek kehanet olmaz.

Yani AKP rejimi ne 2010’daki ne de 2013’deki koşullar içinde yer alıyor. O yıllardaki manevra alanına sahip değil. Bunu görmek lazım. Tekrar olsun, 2016’dan beri yeni bir koalisyon var.

Bu arada, şunu da ihmal etmeyelim: Ne koalisyonun iki kanadının her biri kendi içinde yekpare bir bütündür, ne de CHP muhalefeti. İsterseniz şöyle de söyleyebiliriz : Düzenin iktidar bloğu(düzen söz konusu olunca buna muhalefeti de dahildir), bilindiği gibi, farklı çıkarlar, öncelikler ve dolayısıyla çelişkilerle kat edilmektedir.

Soru şudur: Erdoğan kanadı ya da ondan önce davranmak adına (mesela erken bir seçim önerisiyle) MHP tarafı bu koalisyonu şu sıralarda bozabilirler mi?

Erdoğan’ın sağlamcı olduğunu biliyoruz. Bunun için sağlam güvenceler isteyecektir. Yani MHP’nin yerine koyacağı alternatif korkularını telafi edebilecek güçte olmalıdır. MHP ise devletin güvenlik aygıtlarındaki etkisini kullanarak sonuna kadar direnecektir.

CHP, işbirlikçi büyük sermaye sınıfını ve ABD’yi kendisinin yapacaklarının teminatı olarak AKP’ye göstermek çabasındadır. Namık Tan’ın açıklamalarından bunu okumak mümkündür.

Bu tabloda, en zor durumda olan, MHP tarafıdır. Artık önceki soğuk savaş dönemindeki siyasal ve ideolojik rolleri oynamak mümkün değildir. Benzer bir işi muhtemelen 28 Şubatçı paşalar da yapmak istediler. Kendi koşullarını NATO’ya dayatmaya çalıştılar. NATO’ya karşı değillerdi. Ancak, Türkiye’nin güvenliği için bazı özel istekleri vardı. Ulusal egemen devlet yapısından feragate yanaşmıyorlardı. Kabul edilmedi. Sonuçta, tutarsız, tereddütlü hamleleri bir bumeranga dönüştü.

Bugün koalisyondaki NATO’dan vazgeçmeyi hiç düşünmeyen ” bekacı” kanat, Kürt sorunu adına laik Cumhuriyet’ten dahi vazgeçti. Bunu yaparken egemen ulusal bir devlet olarak kendi altını oymuş olduğunun farkında değil. Farkında olamamasının öznel bir nedeni, NATO’ya uyarlanmış faşizan milliyetçi bir siyasal-ideolojik gelenekten gelmeleridir.

Nesnel nedense, ülkenin içinde bulunduğu jeo-ekonomi-politik koşullar, bu koşullarla rejimleri ve rejimleriyle halk sınıfları arasındaki aykırılık, uyuşmazlıktır.

Bu arada, sürekli teyakkuz hali koşulları yaratılarak hiç bir ülke yönetilemez. Hiç bir iktidar sürdürülemez. Sonra, halksız beka da olmaz.

Sonuç olarak, bu iktidar için koalisyonu “gittiği yere kadar gider” anlayışıyla sürdürmenin tek yolu daha da otoriterleşmektir. Buna karşılık muhalefet de, herhalde, bir süre sonra elindeki erken seçim kozunu kullanmayı düşünecektir.

Yumuşamaya mı ihtiyacımız var?

Erdoğan sağıyla soluyla bu toplumun arabesksiz yapamadığını iyi biliyor. Kendisi de zaten arabeski yaşıyor. Bu bakımdan kitleler nazarında inandırıcı ve etkili olabiliyor.

Bir bakıyorsunuz şahin kesilmiş, sola çullanıyor; az sonra, bir bakıyorsunuz, göz yaşları sel olmuş, solcu bilinen figürler için ağlıyor. Az önce hakaretler yağdırdığına, şimdi göz yaşlarıyla methiye düzüyor.

Arabesk ya da melodram şarklının kendisini ifade biçimidir. Şarklı estetiğidir. Müzikte, sinemada, resimde, ve tabii siyasette popüler olması bundandır.

Erdoğan’ın, 1 Mayıs günü adım dahi attırmadığı, kefaletle dahi olsa Taksim’e yürüyeceğini ilan etmiş Özel’i ertesi günü “kabul”ü ve diyalogun devam edeceğine dair açıklamaları, tabii diğerinin de hakkını yemeyelim, onun da her şeye rağmen görüşmede ısrarcı olması, daha dolaysız bir biçimde gerçekleşmiş ikinci görüşmenin de dostane bir havada cereyanı, sağ veya sol, yandaş veya muhalif figürlerin yüreklerinin yağını eritti. Bir anda ülkeye bir yumuşama iklimi egemen oldu.

Gerçekten de, kameralar önünde verilen “hem mücadele hem müzakere” görüntüleri ekran önündekiler nezdinde de duygusal anların yaşanmasına neden oldu.

Kimi muhalif çevrelerden, “böyle bir yumuşamaya çok ihtiyacımız vardı” açıklamaları geldi.

Özel, “haksız yere” (!) hapis yatırılan Erdoğan’a muhalefet etmiş kişilerin serbest bırakılması için Erdoğan’dan ricacı olduğunu söyledi. Görüşmede, “eğer sizin iktidarı bırakıp gitmenizi istemişlerse, o zaman onları serbest bırakmayın, hapis yatmaya devam etsinler” dediğini de ilave etti.

Şahsen en başından beri ve halen Erdoğan’ın iktidarı bırakmasını talep ediyorum. Üstelik feragat şeklinin de umrumda olmadığını her fırsatta belirtiyorum. Neyse.

Şimdi Özel’in açıklamalarından anlıyoruz ki, Türkiye devletinde bir kuvvetler ayrılığı ilkesi işlemiyor. Erdoğan tutuklatıyor, yargılıyor, hüküm veriyor. Yetmedi, yasa yaptırıyor; yasallaştırıyor. Ki, artık ona da ihtiyaç duymuyor. İstediği anayasa, babayasa olmadan memleketi yönetmek. Bu tipik bir popülist karizma talebidir. Fillen gerçekleşmiştir.

Görüşmede Özel, bazı hüküm giydirilmiş kişilerin serbest bırakılmasını, o hükmü veren kişiden rica ediyor. Bu arada, melodram formatına uyması için olsa gerek, içeridekilerin dışarıdaki çocuklarının halini gösteren fotoğraflarla görüşmeye gitmiş olduğunu da medyamız marifetiyle öğreniyoruz.

Yumuşama bunu temin edebilir mi? Edebilir. Tabii, Erdoğan’ın karşılığında ne alacağına bağlı. Ancak, muhalefetin sonuçta tekrar hava alacağına kuşku yok.

Erdoğan için fark eden bir şey olmaz nasıl olsa. Bugün dışarı bırakır, yarın içeri alır. Bugün melodram kahramanı, yarın şahin “reis”.

Anlaşılıyor ki, Erdoğan’ın biraz soluklanmaya, muhalefetinin de (genellikle olduğu gibi) hava almaya ihtiyacı var. Yumuşamanın bunu sağlayacağı düşünülüyor.

Erdoğan,’ın Özel’le görüşmesi, bir nev’i “balkon konuşması” tadında olmuştur. Damakta kalmayacağı anlamında, Erdoğan, bu tür görüşmeleri sürdüreceğini ifade etmiştir.

Kimbilir, yarın belki “tekrar masa kuralım”, “umudumuz sende” çağrılarını her şeye rağmen, bulundukları her yerden yapabilen ve müzakere sırasına girmiş Kürt siyasetiyle de yumuşayabilir.

Bu arada, CHP’nin de hakkını yemeyelim, artık güreşe doymayan pehlivan kıvamına gelmiş sabık genel başkanının “mücadele” çağrısını, ortasını bulup, zenginleştirerek, “hem mücadele hem müzakere” şiarı doğrultusunda tutarlı olarak gayret sarf etmektedir. Hem de ara vermeden. 1 Mayıs’ta amansız mücadele, 2 Mayıs’ta müzakere!

Birlik ve beraberliğe, dolayısıyla yumuşamaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, Erdoğan-Özel görüşmesi, doğrusu, yandaş ya da “muhalif”, medyamızın da melodram zevkini tatmin etmiştir. Muhalif bilinen medyamızın, akil muhaliflerimizin zaten her zaman macun kıvamında olan yumuşaklığı pelte kıvamına evrilmiştir.

Şimdi artık Erdoğan’dan jest beklenmektedir. Yapar mı, yapar. Yapmadığı iş değil. Hatta hıçkırıklara boğularak, “bu insanlar neden hapiste, kim onları hapse attı” diyerek o malum tiradlarından bir başka örnek vermek için tekrar sahne alabilir.

Peki, Erdoğan’ın gayri meşru bir “reis” olduğu herkesin malumu değil mi? Her şey hepimizin gözleri önünde cereyan etmedi mi? Etmiyor mu?

Kendisi bile hâlâ bulunduğu yerde bulunuyor olmasına şaşırıyordur. Bunun Kılıçdaroğlu’lar, Akşener’ler, Özeller sayesinde olabildiğini de biliyor elbette.

Neyse. Eğer CHP gerçekten mücadele istiyorsa, öncelikle acil seçim çağrısı yapmalıdır. Zaman Erdoğan’ın lehine çalışıyor. İhtiyacımız olan, müzakere değil, mücadeledir; ama Kılıçdaroğlu tarzı mücadele (!) değil. Yumuşamak değil, sertleşmek lazım. Acil seçim talebi sertleşmenin ilk adımı olabilir.

Eğer iktidar hedefleniyorsa, o ancak sertleşmekle olanaklı olabilir. Sadece CHP için değil, düzen karşıtı olmak iddiasındaki muhalefet için de…

Yumuşamaya ihtiyaç duyduklarını söyleyen muhalifler, yarın şu “yetmez ama evet”çi yeni-muhafazakârların durumuna düşebilirler. Dikkatli olsunlar.

CHP restorasyona hazır

Daha önce de yazmıştım, 1946’da CHP yeniden, yeni bir parti olarak kurulma sürecini başlattı. Kendi sınıfsal dayanakları ve sınıfsal vizyonu bakımından doğrusunu da yaptı.

Elbette, sağlıklı bir siyasal parti konjonktürel gelişmelere kayıtsız kalamaz. Kalırsa, biter zaten. Konjonktür siyasetin nesnesidir.

CHP, 27 Mayıs’tan sonra bir süre merkez sağ partisi işlevi gördü. 27 Mayıs’tan sonra kurulan İnönü başkanlığındaki bütün darbe dönemi hükümetleri aslında Bayar ve Menderes’siz DP hükümetleri olarak görülmek gerekir. O dönem kabinelerinin kompozisyonu bu gerçeği net olarak sergiliyor.

Sonra merkez sağ parti olarak AP kurdurulunca, CHP “ortanın solu”na yerleşiyor. DP kapatılmış olsa da, bütün bu süreç boyunca, raydan çıkmamış olan haliyle, onun temsil ettiği siyasal anlayış önemli bir işlev görüyor.

Yani darbeden sonra onun siyasal çizgisine rağmen oluşturulmuş bir siyasal yapılanma söz konusu değildir. Tersine, darbeden hemen sonra kapitalist-emperyalist sisteme ekonomi-politik entegrasyon süreci İnönü hükümetleriyle tekrar rayına oturtulurken, yeni DP olarak, AP’nin de önü açılmıştır.

İnönü CHP’si hem 1946’da hem de 27 Mayıs’ın hemen sonrasında bu söz konusu entegrasyonun, ya da isterseniz, restorasyonun öncüsü ve mimarı olmuştu. DP’nin kurum ve kuralları hiçe sayan kontrolsüz popülist politikalarıyla aksayan düzen siyasal olarak yeniden yapılandırılmıştır.

Doğru, DP dönemi restorasyon dönemiydi. Ancak, 27 Mayıs dönemi de, sonradan maceracı bir mecraya sürüklenen DP devrinin, emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının talebi olan bir takım ekonomi-politik tadilatlarla, CHP öncülüğünde restorasyonu olarak görülebilir. (Aşağı yukarı aynı sıralarda, benzer bir gelişme, tabii farklı toplumsal içeriğiyle, SSCB’de de yaşanmıştır. Hruşçov dönemi restorasyon dönemiydi. Savrulma eğilimleri gösterince, Brejnev-Suslov-Kosygin yönetimi süreci tekrar rayına oturttu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki siyasal gelişmeleri SSCB’deki siyasal gelişmelerle karşılaştırmalı olarak değerlendirmek bütün bir cumhuriyet dönemini kavramak açısından işlevseldir).

Dönem boyunca darbeyle birlikte kısmen elde edilmiş, kentli ve görece entelektüel düzeyi yüksek meslek sahibi orta katmanların talebi olan demokratik kazanımların fiilen işlemez hale getirilmesinin önkoşullarının hazırlandığı, programlandığı, asker ve sivil bürokrasinin de buna göre yeniden ve sağdan formatlandığı görülür.

27 Mayıs’tan sonra sağcılık devlet eliyle ivme kazanmış, sürekli sağ iktidarlar için gerekli ideolojik koşulların daha programatik, daha örgütlü bir biçimde işlemesi için önlemler alınmıştır.

Elde edilen nispi demokratik olanakların ve dünya genelindeki ilerici kabarmanın katkısıyla büyük kentlerde toplumsal bir tabana kavuşarak güçlenmeye başlayan sol dalganın önünü kesmek için önce İnönü “ortanın solu” şiarıyla devreye sokulmuş, bu misyonu yerine getiremeyeceği görülünce, bu kez genç Ecevit sahne almıştı.

Ecevit sol kültürden gelen, modern sol değerleri sahiplenmiş biri değildi. Sosyalist sol ve sol sosyal-demokratik dalga ve onların önünde set olma ihtiyacı “solcu” rolü oynamasını gerektiriyordu. Nitekim, bu dalga geri çekildiğinde, Ecevit gerçek siyasal kimliğiyle ortaya çıktı. O kadar öyle ki, artık o günkü CHP içinde bile barınması mümkün değildi.

Ecevit’in CHP’den kopuşunu “hizipçilik” gerekçesiyle izah etmek doğru değildir. Ecevit’in hamasi “anti-elitist”, içeriksiz “sol” popülist söylemi, 12 Eylül sonrasında işbirlikçi sermaye sınıfının talebi olan toplumu dinselleştirme programına kolayca uyarlandı.

CHP’ninse, kendisini yeni konjonktüre uyarlaması biraz zaman aldı. Baykal zemini hazırladı. Kılıçdaroğlu yapıyı yükseltti. Sonrasında hepsi onun “prensleri” olan kadrolar ondan bayrağı devir aldılar.

CHP’nin bugünkü misyonu, artık bu haliyle emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yanıt vermekte ayak sürüyen, çığırından çıkmış AKP’nin önünde sağdan bir set oluşturmak, iktidarı sürekli sağda tutmaktır.

İçeriği olmayan, altı, kararlı siyasal adımlarla uygulanacak politikalarla doldurulmamış, samimiyetsiz, kof bir sol hamasete abanan bilindik siyaset tarzıyla, rayından çıkmış AKP rejimine merkez sağcı bir ayar vermektir. Bunu da ancak, daha önce de olduğu gibi, CHP gibi bir parti yapabilir. Sermaye genellikle, askeri darbelerin olamadığı koşullarda, düzen için önemli sağ işleri “sol” a gördürür.

Bugünkü CHP yönetimin şaibeli olduğunu iddia ettiği Hatay seçimleri sonuçlarıyla ilgili itirazının, “Taksim’de 1 Mayıs” kararının arkasında duramaması, ve son olarak (kendisine 1 Mayıs’ta adım dahi attırmayan) Erdoğan’la ertesi gün siyaseten eli boş olarak kapalı kapılar ardında görüşmeye gitmesi ve sonrasında kendisini desteklemiş kitlelere görüşmeyle ilgili hiç bir açıklama yapmamış olması, CHP’nin sol iddiası bakımından “kalıbının partisi” olmadığını spektaküler olarak bir kez ilan etmiştir.

Bu arada şunu da tekrar belirteyim: 2.Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaşın çözüme kavuşmasıyla birlikte Batı’da ve eski sosyalist dünyada, bir siyasal otoriterlik tarzı olarak popülizmin önünün açılmasıyla, genel olarak, eski siyaset erkanıyla kıyas dahi edilemeyecek kadar çapsız siyasal figürler sahne almıştır.

Türkiye gibi ülkelerde buna “kasabalılık” sosyolojisini de ilave etmek lazım. Menderes ve Bayar’dan beri iktidar ve muhalefetiyle düzen siyasetinin sahnesinde kasaba politikacıları yer alıyor. Siyasal değerlendirmeler yaparken bu etkeni de hiç ihmal etmeyelim.

Oysa, Tanzimat bürokrasisi, anayasal-monarşist İttihatçı liderler ve Cumhuriyetin kurucuları global kişiliklerdi.

Sosyal devrimlerle demokratikleştirilmemiş toplumlarda ancak “sandık demokrasisi” kurulabiliyor. Bugün en gelişmiş burjuva toplumlarına bakınız, oralardaki burjuva demokrasileri sosyal devrimlerden çıktılar. Salt siyasal, kültürel devrimlerle mehter yürüyüşü kaçınılmaz oluyor.

Sadede gelelim. Bu seçim sonuçlarıyla CHP, kendisine artık AKP-MHP’nin ayak sürüyerek uygulamakta zorlandığı AKP rejiminin yeniden rayına oturtulması görevinin verildiğini görmektedir. Zaten partinin fabrika ayarlarına döneceği hayaliyle oyalananları bir yana bırakacak olursak, onun Sözcü’sü olan medya da CHP’ye sürekli olarak bu misyonunu açık biçimlerde hatırlatmaktadır.

Ne dünyada ne de Türkiye’de, 60’larda, 70’lerde olduğu gibi, CHP’yi sola çekecek, bu son seçim sonuçlarını halk sınıflarının talepleri doğrultusunda soldan okutacak güçlü bir siyasal eğilim yoktur.

Bu koşullarda, CHP’nin (mümkünse) AKP’siz bir AKP rejimiyle uzlaşmasının bu kez açık olarak ilanına tanık olmaktayız.

AKP rejimi demokratik bir hamasetle inşa edildi. Şimdi CHP benzer bir hamasetle aynı rejimin restorasyonuna soyunmuştur.