Milliyetçilik mi yurtseverlik mi?

Milliyetçilik kapitalizmi, yani sermaye düzenini öngörür. Burjuvazinin ideolojisidir. Burjuva sınıfı oluşurken kaçınılmaz olarak ulusal bilinci de oluşuyor. İç ve dış rakip sınıflar karşısındaki sınıf çıkarlarının yarattığı bu bilinç homojen bir ulusal pazar oluşturma ve onun sürekliliğini sağlama ihtiyacıyla güdülenir. Bu bakımdan etnik, kültürel, dinsel ve hatta cinsel olarak ayrıştırıcı, eleyici, baskılayıcıdır. Ulusçu ideoloji, pazarını, kâr hırsıyla güdülenen etki alanını genişletmek kastıyla uygun koşulları bulduğunda sermaye sınıfın saldırganlaşma eğilimiyle karakterize edilir.

Milliyetçilik, burjuva ulusal devletin ülke içindeki sınıf mücadelesinin bir aracı olarak hareket etmesiyle koşut bir biçimde işçi sınıfına ve onun siyasal çıkarlarına saldırmakta ideolojik bir işleve sahiptir.

Burjuvazi özellikle de yükselme döneminde, bağımsız bir yurt kurma ideali etrafında “milli düşman(lar)” yaratarak sınıf çelişkilerini bastırmak ya da örtmek için ulusallığı, toplumsal eşitlik yanılsamasını destekleyecek şekilde ideolojik bir malzeme haline getirir. Ulusalcı söylemini emekçi sınıfa karşı baskı ve sindirme eylemini meşrulaştırmak için kullanır. Sermaye sınıfının kapitalist çıkarlarını “ulusal çıkar” yaftasıyla bütün topluma dayatır. Homojenize bir toplum algısı yaratır.

Milliyetçilik ideolojisi sermaye sınıfının elinde hayli güçlü ve işlevsel bir mücadele aracıdır. Bunun nedeni, her ne kadar ulus olarak tanımlanan olgunun bileşenleri belli bir coğrafyada tarihsel-kültürel ve tabii nesnel olarak mevcutlarsa da, bu malzemeden bir ulusal bilinç üretilmesinde milliyetçilik ideolojisinin oynadığı çok önemli roldür.

Yurtseverlik emekçi sınıfın ideolojisidir. Kamusalcı, sınıfsal ayrımları kabul etmeyen, eşitlikçi bir toplumsal ideali bayraklaştırır. Ulusal ve dolayısıyla uluslararası çapta sermaye sınıfıyla mücadele içinde doğar. Bu karakteriyle emekçi sınıfın enternasyonal dayanışma platformu üzerinde yükselir.

Sosyalist yurt talebiyle, her türden ulusal, etnik, sınıfsal, kültürel, dinsel, cinsel vb hiyerarşiyi reddeder.

Kapitalizm ve yurtseverlik birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlar. Yurtseverlik tanım itibarıyla anti-emperyalisttir. Kapitalizmi reddetmek ise anti-emperyalizmin önkoşuludur.

Bu çerçevede, paradoksal “anti-emperyalist milliyetçilik”, “ilerici milliyetçilik”, ya da aynı imayla kullanılan, “ezilen halkın milliyetçiliği” gibi kavramlar ideolojik saptırmadır. Kapitalizmi ve sermaye sınıfını olumlayan, sosyalizmle buluşmayan milliyetçilikler yurtsever değildir. Gericidir. Önünde sonunda emperyalistlere biat ederler.

Bu söylediğim, emperyalist güçlerin işgalci eğilimleriyle tekelci kapitalizmleri arasında siyasal bağ kurmakla ilgilenmeyen, dahası kapitalist bir düzen kurmak isteyen konjonktürel anti-emperyalizmlere (ya da “yedi düvel” işgalciliğine) referans veren milliyetçilikler için de geçerlidir. Bu tür hareketler emperyalizme karşı savaşı kazansalar da, sonrasında ona entegre olmak için çaba sarfederler. Bu bakımdan, yurtsever hareketlerden ayrılırlar. Gericidirler.

“Atatürk milliyetçiliği” de bu tür bir ideoloji olarak gericidir. Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren ulusal kurtuluşçular ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti devleti emperyalizmle uzlaşma, onunla entegrasyon çabası içinde olmuştu.

Bu entegrasyon ta başından programatik bir hedefti. Sovyet Rusya faktörü tamamen konjonktürel bir siyasal koz veya alternatifti. Yurtseverlerin itirazlarına rağmen ve direnişleri bastırılarak söz konusu milliyetçi hedefe ulaşılmıştır.

Atatürk milliyetçiliğinin “kemalizm” adı altında daha radikal görünüme sahip, küçük-burjuva Kadro ve Yön hareketleri etrafında formüle edilmiş şekli de, kapitalist-olmayan imalar taşısa da, yurtseverlik tanımına uymaz.

Neo-liberal bir karakter kazanmış geç emperyalizm çağında, burjuvazinin yükseliş devrinde bayraklaştırmış olduğu cumhuriyetçilik, laiklik, kamuculuk, eşitlik gibi istemler terk edildikten sonra ancak sosyalizmle birlikte gerçekleştirilebilecek idealler haline gelmişlerdir.

Sermayenin gerici ideolojisi olarak milliyetçilikler bu gerçekleştirmenin önünde engeldir. Sosyalizm mücadelesi tanım itibarıyla yurtsever karakterdedir. Yurtsever sosyalisttir.

AKP Rejimi ayakta duramayacağını görüyor

Seçimlerin gerçek sonucu Türkiye’nin artık bu rejimi taşıyamayacağıdır. İktidarı ve muhalefetiyle bunun farkında olan rejim güçleri erkenden önlem almaya başladılar.

Yeni hükümetin kompozisyonu emperyalist siyasetin daha kararlı ve daha da otoriter bir şekilde uygulanacağının ilk işareti olmuştu.

Rejime yönelik muhalif tavır ve yaklaşımların bastırılacağı günlerdeyiz. Millet İttifakı dağıtıldı. Bu ittifakın içindeki iki ana parti ve dışarıdan destek veren YSP yeniden dizayn ediliyor. Onlara yeni sınırları empoze ediliyor.

Bu operasyonun medya ayağıyla ilgili ilk işaretler zaten Sözcü üzerinden verilmişti. Şimdi rejimle en uzlaşmaz olan Merdan Yanardağ’ın TELE 1 hedef seçilmiştir. Devre dışı bırakılmak istenmektedir.

Bu koşullar altında devrim ve demokrasi güçleri neyi bekliyorlar? Rejimin yeni bir seçim kampanyasına hazırlanmayı mı?

Alevi ve Zaza kimliğiyle Kılıçdaroğlu AKP Rejimi’nin yükseliş devri operasyonları sırasında muhalefeti tutmak, onun gazını almak bakımından işlevseldi.

Bugün bu işleviyle rejim adına işlevsel olamayacağı görülüyor. CHP’nin işlevsizleştirilmesi, bu arada, İYİP’in ve diğer sağ partilerin (ve belki operasyona maruz kalmış haliyle YSP’nin de) iktidara yamanması için operasyonlar yapıldığı, yapılacağı izlenimi ediniliyor.

Devrimciler, demokratlar bu süreci seyretmemeli. Bir direniş hattına ivedilikle ihtiyaç var. Merdan Yanardağ’ın şahsında TELE 1’in maruz bırakıldığı bu saldırı bir çıkış vesilesi olmalıdır.

“Nasıl olsa 8-10 ay sonra yeni bir seçim var” havasında sıranın bizlere gelmesini mi bekleyeceğiz?

Rusya dersleri

Bir ulusal egemen devlet (ki tarihsel olarak kapitalizme en uygun devlet formudur) bir sacayağı üzerinde yükselir : Ulusal ekonomi (merkezinde ulusal bir merkez bankası yer alır), ulusal ordu ve ulusal eğitim/öğretim.

Merkezi devletlerin, özellikle de rakiplerin açık ya da dolaylı saldırılarına maruz kaldıkları koşullarda merkez-kaç kuvvetleri kısa süreliğine, belli özel hedeflere ulaşmak için kullanmaları anlaşılabilirdir. Ancak bu tür organizasyonlara sürekli bir rol atfetmek bunların merkezi yapıyla sürtüşme ve çatışmasını kaçınılmaz kılar. Rusya’da da Wagner olayının özü bu kuralın ihmal ve ihlal edilmesiyle bağlantılır.

Bir süredir Rus devleti Wagner’i doğrudan merkezi aygıtın kontrolüne bağlamak istiyordu. Ukrayna’daki savaşın giderek dal budak salması, Rus genelkurmayının Ukrayna ile ilgili planlarının ta başından kararsızlıklara, hatta belirsizliklere sahip olduğu izleniminin zaman içinde güçlenmesi, sahadaki dağınıklık algısının da güçlenmesine hizmet etti. Bu koşullarda merkezi yönetimden beklenenen Wagner operasyonu da ötelendi.

Bu plan ve ötelemeler Wagner komuta kademeleri arasında gerilimi, psikolojik baskıyı arttırmış olmalıdır. Öte yandan, Rus merkezi devlet aygıtı içinde farklı çıkarları ve tabii fikirleri temsil eden fraksiyonların bu tür merkezkaç araçların tasfiyesi ya da doğrudan merkeze bağlanmaları yönünde hükümete yaptıkları açık baskı da, Wagner’i ilk hamleyi yapmaya teşvik etti.

Putin’in popülist-karizmatik kişiliğiyle, Batı karşıtı ulusalcı, Avrasyacı vb güçlerle Batı’yla daha yumuşak ilişkileri savunan liberal güçler arasında bir tür denge işlevi gördüğü biliniyor. NATO’nun Rusya’yı ekonomik ve askeri bağlamda, kuşatma stratejisinin Ukrayna sorunu etrafında hızlandırılması bu dengenin daha ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusunu da gündeme dayatmaktadır.

Putin yönetiminin, abartılı bir özgüvenle, bu Wagner sorununu zamana yayarak çözme ihmalkârlığı (ki açık bir yönetim zaafiyetidir), sorunu bu noktaya getirmiş oldu.

Hiç kuşkusuz, modern devletler içlerinde sınıf çatışmalarını veya bu çatışmaların siyasal-idari düzeydeki yansımalarını taşırlar. Ancak bunların uzlaşmaz bir gerilim noktasına taşınmasına izin vermedikleri ölçüde kendilerini sürdürebilirler. Ukrayna savaşı ve onunla bağlantılı ekonomik sorunlar Rusya’yı bu yöne doğru çekiyor.

Nitekim, Anglo-Amerikan emperyalizmi de Rusya’yı ve yanı sıra Almanya’yı, bu Ukrayna sorununu mümkün olduğu kadar uzatarak, kafa kafaya tokuşturulacakları aşamaya kadar götürmek istiyor.

Rus ordusunun daha harekatın başında, baskın basanındır anlayışıyla doğruca yöneldiği Kiev’den neden vazgeçtiğini henüz anlayabilmiş değilim. Putin hedeflerinin Ukrayna’yı kuşatmak olmadığını, Kiev’i ele geçirmeyi düşünmediklerini, sadece Kiev yönetiminin ülkenin Doğu’sundaki katliamlarını durdurmak için özel bir harekat yaptıklarını ilan etmişti. Bugüne kadar geldik. Bu stratejinin yanlış olduğu anlaşıldı.

Kiev dahil olmak üzere Dinyeper’in doğusu tarihsel Rus toprağıdır. Bunun tartışması olmaz. Bu toprakları savunamayan Rusya’yı yönetemez. Söz konusu hattın savunulamadığı koşullarda, Belorusya hedef olacak, Rusya’nın çözülmesi yolunda büyük bir adım atılmış olacaktır. Strateji buna göre kurulmalıydı. Rusya yönetici sınıfının devletteki kompozisyonun yansıması olarak görülebilecek tereddütler, ordunun organizasyonundaki yetersizlikler işlerin bu noktaya gelmesinde önemli bir rol oynadı.

Bir kalkışma olarak Wagner olayı Rus devleti açısından çok fazla önemsenecek bir olay değildir. Hatta Rusya’daki gelişmeleri biraz izleyen bir çok kişi ve kurum için bu kalkışma “Kırmızı Pazartesi” mesabesindeydi. Bununla birlikte, geleceğe yönelik yananlamları ve çağrışımları bakımından son derece önemlidir.

Rusya, neo-liberal girdaptan çıkmak zorundadır. En azından, güçlü kamucu vurgularıyla (“kapitalist-olmayan yol” dan vazgeçtik) devlet kapitalizmi programına geçmelidir. Ancak mevcut sınıfsal egemenlik yapısı içinde bu dahi mümkün değildir. Halen neo-liberaller devlet içinde güçlüdür.

Rus devleti Sovyet deneyimini soğukkanlı bir biçimde değerlendirmeli, Rusya’yı küçük-burjuva popülist, tam bir NEPman olan Bukharin’in hayali olan tedarikçi bir ülke konumundan süratle çıkarmalıdır. Rusya petrol, gaz, tahıl tedarikçisi bir ekonomi olmamalıdır. Sovyet ekonomisinin düşüşünde bu tedarikçi rolünün önemli bir payı olmuştu.

Benzer bir şeyi, biraz farklı bir bağlamda da olsa, Batı ekonomilerine büyük bağımlılığı olan Çin için de söylemek pekala mümkündür.

Halen NEP dönemi iddiası varsa, unutmayalım ki, o mümkün olduğu kadar kısa sürmesi öngörülmüş bir dönemdi (Biraz daha uzun sürmüş olsaydı, belki de Perestroika devri o günlerde yaşanacak, devrim kaybedecekti) Stalin’in liderliği onun tam zamanında sosyalist inşa lehine tasfiyesiyle yükselmişti.

Aynı sırada, politik koşulları, dünya konjonktürünü okuma kapasitesine sahip olmayan küçük-burjuva Trotsky dünya devrimi hayalleriyle koşullara teslim olmuştu (Aslında ömrünün sonuna kadar bu globalist siyasete bağlı kalmıştı. Hatta Brest-Litovsk’a bu kadar direnmiş olmasının altında yatan neden de devrimi Sürekli Devrim macerasına sevk etmekti. )

Trotsky söz konusu olduğunda, onun öznel durumunun, kişilik sorunlarının da davranışları üzerinde belirleyici olduğunu belirtmek isterim. Kendi kendisiyle savaşan bir kişilik, siyasete burnunu soktuğunda, Trotsky örneğinde olduğu gibi kullanışlı ve çok zararlı bir ahmağa dönüşebiliyor.

Bu arada, “Dünya Devrimi” (“Tarihin Sonu” olarak da okunabilir) ideali uluslararası finans sermayesinin, günümüzdeki formuyla neo-liberalizmin de başlıca hedefidir. Bilindiği gibi, bu devrimle birlikte Pax Romana imasıyla uzun bir barış döneminin dünyaya egemen olacağı va’z edilir. Nazi 3.Reich’ı da bu aynı anlayışın belli bir aşaması olarak görülebilir. Yeri gelmişken, ABD’de Trotsky’nin ölümünden sonra önde gelen Trotskistlerin, örnekse, Hook, Schachtman, Wholsetter, bir ara Trotsky’nin özel sekreteri de olan Burnham, Kristol’ın soğuk savaş yıllarının neo-liberal dünya devrimcilerine dönüştükleri biliniyor).

Lenin ve Stalin Alman Devrimi’nin başarısızlığına tanık oldular. Dünya devrimi beklentisinin gerçekleşemeyeceğini kavradılar. Bilindiği gibi, o gün için dünya devrimi denilirken, “Alman Devrimi” nin başarısıyla başlayacak bir süreç kast ediliyordu. Bolşevikler, savaşın Rusya’da olduğu gibi Almanya’da da bir devrime yol açacağına inanmışlardı.

O kadar öyle ki, Sovyet bayrağındaki orak-çekiç, Rus kır proletaryasıyla, Alman sanayi proletaryasının birliğini simgeliyordu. Gerçekleşmedi. Süratle manevra yapıldı. Devrimci siyaset budur.

Trotsky’e çok yakın olan değerli komünist iktisatçı Preobrazhensky, Trotsky’i artık sosyalizm inşasının gerekli olduğuna ikna edemedi. Onun inşa programını rakip gördüğü Stalin uygulayacaktı.

İstediğiniz kadar teorik donanımınız olsun, siyasal çizginiz yanlışsa, bir anlam ifade etmez. İstediğiniz kadar doğru siyasal çizginiz olsun, onu gerçekleştirme iradeniz yoksa, anlamı olmayacaktır. Herkes doğruyu bulabilir. Bu o kadar da zor değildir. Önemli olan onu uygulamak, ya da isterseniz, onu politikleştirmek ve sahada gerçekleştirmektir.

Dünya devrimi konusunda son olarak şunu da ekleyeyim: Burada ütopik olan reel olanın yerine ikame ediliyor. Kapitalizm ulusal pazar ölçeğini, ya da her kapitalist ülke kendi koşullarını veri alır. Onlara öncelik tanır. Aynısı, sosyalist ya da proleter devrim için de geçerlidir. Bu yüzden Trotskist devrim yoktur. Bu yüzden Trotskist devrimci partiler devrim mücadelesinde önemli bir rol oynayamıyorlar. Öncülük vasıfları yoktur.

Şimdi, Wagner savaşçıları özel görevler üstlenmiş Rusya için savaşan askerlerdir bu bakımdan paralı asker olarak görülemezler demek doğru olmaz. Konsept bizatihi neo-liberal devlet, ordu anlayışının bir tezahürü olarak görülmek gerekir. Konuya öncelikle bu açıdan bakmak gerekir(1)

Bu çerçevede, “paralı asker” demek, parayı ödeyene hizmet eden asker demektir. Ulusal bir devleti paralı askerlerle, “profesyonel ordu” ile savunamazsınız. Bu neo-liberal anlayışın telkinlerinden biridir. Aynı şekilde, “özerk” ya “bağımsız” merkez bankasıyla da ulusal ekonomi yürütülemez. Eğitimde özelleşmenin teşvik edilmesi ve öğretim birliğinin, dini tedrisatlı okullarla, her biri bir yabancı devletin himayesinde, onun eğitim/öğretim anlayışını temsil eden yabancı dilde öğretim yapan okullarla ihlal edilmesi, askeri okulların, öğretmen okullarının kapatılması ulusal egemen devletin varlığını fiilen ortadan kaldırmak anlamına gelir.

Bizde ulusal egemen yapıdaki gedikler AKP rejimiyle açılmadı. Cumhuriyet kadroları da, tıpkı onları önceleyen meşruti monarşist İttihatçılar gibi, Tanzimat yöntemine sadıktılar. Buna göre, siyasal iktidar Tanzimat’ın kültürel değişim programını uygulamak için araç olarak görülüyordu. Sosyal değişimler kültür devrimini (kaçınılmaz olarak) tedricen izleyecekti.

Sonuçta, Tanzimat devri boyunca “kültür çatışmaları” ideolojisiyle gaz verilen ikili yapıların (mesela, geleneksel medrese ve modern okullar) önü açıldı. Cumhuriyet’te de benzeri gerçekleşti.

“Demokrasi”, kendisine yol veren demokratikleşmeyi, demokratik yapıları uluslararası sermaye ve onun içerideki bağlantılarının anlayışıyla bağdaşır biçimde engel olarak gördü. Süreç içinde, konjonktür uygun olduğu ölçüde, onları fiilen ortadan kaldırmaya yöneldi.

Kültürel devrimci demokratikleşme, onun devrimci iradesi siyasal “milli irade” yi yarattı. O milli irade de, bir çok başka örnekte de görüldüğü gibi, demokrasi aracılığıyla, kendisini var eden demokratik yapıları tasfiye etti. Demokrasi, restorasyon ve karşı-devrimin aracı olduğu ölçüde olumlandı. Daha doğrusu bu hedeflere ulaşmak için güdümlendi. Bugün buradayız.

Merkezileşme konusunda bir kaç şey daha söyleyerek bitireceğim. Bir ulusal egemen devlet merkezi ve üniter olmak zorundadır. Emperyalist kuşatmanın söz konusu olduğu koşullarda, federatif yapılar, coğrafi özerklikler ulusal egemenlikle bağdaşmaz.

ABD şeklen fedaratiftir. Ancak uygulamada merkezi ulusal devlettir. Kaldı ki federatif yapısı etnik, ırksal, dinsel vb tarihsel kırılma hatları boyunca oluşmamış. Sömürge olduğu dönemde Britanya tarafından dayatılmış özerk koloniler formu, yeni bağımsızlık koşullarında sürüdürülmek istenmiş. Bugünkü yapı, bağımsızlık sonrası idari yapılanmayla ilgili mücadelelerden, iç savaş sonrası uzlaşmadan çıkmış. Zaman içinde fiilen merkezi işleyişi olan bir devlet haline gelmiş.

Merkezileşmemiş bir emperyal devlet uzun yaşamaz.

Osmanlı devletinde mesela, ilk ciddi emperyal devlet oluşturma girişimi Fatih devriyle başlar. Fatih, önce merkezkaç güçleri kontrol altına aldı. Beyliklerin tasfiyesine hız verildi. Dini cemaatler her birini temsil eden tek bir kurum altında toplandılar. Ermeni Patrikliği, Rum Patrikliği vb. Müslüman tekke ve zaviyeleri kontrol altına alındı. Güç odakları haline gelmelerine izin verilmedi. Tek bir dinsel Sünni-Hanefi anlayış resmi düzeyde meşru görüldü (Tabii henüz laiklik diye bir kavram yok. Bu arada, Osmanlı devrinde hiç bir zaman laiklik anlayışı söz konusu olmadı. Aydınları arasında ateizmi savunanlar bile vardı ama laikliğin sözünü eden yoktu. ). Diğerlerine popüler dinsel anlayışlar olarak, siyasallaşmadıkları sürece, göz yumuldu.

Bu bakımdan, Osmanlı devleti fiiliyatta teokratik değildi. Meşruiyet için teokratik ideolojiye referans vermesi, onun teokratik bir devlet olduğuna delalet etmez. Din kurumu, ruhban tabakası siyaseti belirlemiyordu. Siyaset dinsel düzeni oluşturuyor, din bürokrasisini atıyordu. (Aslına bakılırsa, kurumsallaşmış tarihsel dinler de siyasetin ihtiyaçlarından doğmuşlardır. Bu ihtiyaçlara yanıt verdikleri sürece varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Değişen ihtiyaçlar etrafında sürekli müdahalelere maruz kalmışlardır. Arkasında siyasetin olmadığı tarihsel bir din tasavvuru tarihsel gerçeklikten kopuktur).

Bitirirken, tekke ve zaviylere, dinsel alana Atatürk’ten çok önce, Türk-İslamcıların, bütün tarihsel olaylarda sergiledikleri mitolojikleştirme eğilimleri dolayısıyla yere göğe sığdıramadıkları Fatih müdahale etmişti. Fatih devrinde de, Atatürk devrinde de, bu müdahalenin asıl nedeni siyasal merkezileşme, merkezi tutma ihtiyacı idi.

NOTLAR:

(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra bir Rus haber sitesinde Wagner komutanı Prizoghin’in SSCB devrinde adi suçtan hüküm giymiş birisi olduğuna dair bir iddia okudum. Rusya devleti bu kalkışma olmamış gibi davranamaz. Mutlaka hesap sorulacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

“Kılıçdaroğlu mu İmamoğlu mu?”

Tekrar edeceğim, AKP rejimi sadece iktidarıyla değil, muhalefetiyle de bir emperyalist proje olarak dizayn edildi. Türkiye’de ikinci savaş sonrasında oluşturulmuş soğuk savaşın bakiyesi olan siyasal yapı 2002’de tasfiye edildi.

Neo-liberal kapitalizmin basitçe finansallaşmayı öngören ekonomik bir olgu olarak görülmemesi gerekir. Aynı zamanda kültürel, siyasal bir gerçekliktir. 70’li yılların başından itibaren dünya çapında uygulamaya konulmuştur.

Hedeflenen, sadece kapitalist sistemin erken 60’lı yıllarda içine girdiği durgunluğu aşmak değil, finansallaşma ve finans sektörü aracıyla sosyalist dünya sistemini ekonomik olarak çökertmek, ona tutunan ya da tutunma olanağına sahip 3.Dünya ülkelerini emperyalist sisteme entegre etmek, sistem içinde bir tür restorasyon gerçekleştirerek Almanya ve Japonya gibi rakip olma potansiyeli giderek güçlenen ülkelere Anglo-Amerikan hegemonyası altında yeni bir ayar vermekti.

Bunun için sadece ekonomik araçları kullanmak elbette yeterli olmayacaktı. Asıl hedefi marksizm-leninizm, yani devrimci işçi sınıfı siyaseti olan 1968 model küçük burjuva libertenizm ideolojisini kendi “liberal-kapitalist” dünya vizyonuna uygun olarak post-modern tabir edilen şekilde dönüştüren, yanı sıra siyasal tarihi revize eden bir kültürel kampanyaya girişildi.

Siyaset alanındaysa, iki yüzyıllık sınıf mücadelelerinin sonucunda oluşmuş “sağ/sol”, “merkez/çeper” gibi ayrımları silikleştirecek hamleler yapıldı.

Sadece ekonomik alan değil, kültür ve siyaset alanları dünya çapında yeniden dizayn edildi. Bu amaçla zaman zaman zor araçları da kullanıldı.

Bu süreçte, dünyanın batısında, doğusunda, kuzeyinde, güneyinde ne olduysa, ülkemizde de şu ya da bu ölçüde benzer şeyler oldu.

En azından şu son yirmi beş yılda, diğer yerlerden vazgeçtik, Avrupa ülkelerine bakınız, kimler siyaset yapıyor, kimler iktidar, kimler muhalefet?

Yine örneğin, Ukrayna sorunu etrafında Batı ve Doğu Avrupa’nın tamamı, bu arada Japonya da, tam olarak “cüce” veya vassal devletler haline getirilmediler mi?

Ukrayna demişken, Anglo-Amerikanlar bu sorunu zaten bir taşla birkaç kuş vurma aracı olarak kullanıyorlar. Görünenin arkasındakini ortaya çıkarmak gerekir. Bu savaş esas olarak Anglo-Amerikanların yükselen Almanya’ya müdahalesi olarak görülmek gerekir. Daha önce bir çok kez bunu belirtmiştim. Onun için burada üzerinde durmayacağım.

Sadece şunu tekrar belirteyim. Anglo-Amerikan emperyalist siyaseti ana hatlarıyla 1870’lerden itibaren izlediği siyasal çizgiyi izlemeye devam ediyor.

Çin’e fazla takılmayalım. Çin, yeni-liberal finansallaşmanın girdabına dahil edildi. Orada debelenip duruyor. Ekonomisinin yavaşlaması sürecek. Bu bakımdan 90’lardaki Japonya’nın düştüğü duruma benzer bir durumda bulunuyor. Bununla birlikte, bu durumdan çıkmak için Japonya’ya göre (tabii kullanabilirse) daha önemli araçlara sahip olduğunu da belirtmek isterim.

Konuya dönelim. Türkiye’de de, peş peşe operasyonlarla siyasete müdahale edildi. Bugün hem iktidar hem muhalefetteki partiler, figürler adeta paraşütle bulundukları yerlere konduruldular. Daha küçük olanlarsa, araziye uymak zorunda bırakıldılar.

CHP’de de farklı bir şey olmadı. Bugün partinin siyasetine, vitrininde bulunanlara, adı genel başkan adaylığı için geçenlere bakınız. Hangisinin CHP’nin bilindik çizgisiyle bağlantısı var?

Figürlere bakarsanız, hangisi bildiğimiz CHP geleneğinden geliyor? Kılıçdaroğlu, ilk kez F.Gülen tarafından Ecevit’in DSP’sine öneriliyor. Partinin birinci parti çıktığı genel seçim öncesi Ankara 5.sıradan milletvekili adayı gösteriliyor. Kılıçdaroğlu oradan seçilemeyeceğini düşünerek, kabul etmiyor, ayrılıyor. Yerine aday gösterilen kazanıyor (Küçük bir ironi diyelim).

Biraz ileride, parti çizgisine göre hayli liberal konumuyla, Baykal’ın CHP’sine dahil oluyor. Bir operasyonla Baykal’ın alaşağı edilmesi sonrasında genel başkan yapılıyor. Parti süratle neo-liberal siyasetin istemlerine göre uyarlanıyor. Emperyalist proje olan AKP rejimine “muhalif” olarak biat ediyor. Anayasa ihlalleri, seçim sahtekârlıkları dahil, AKP’nin bütün şaibeli uygulamalarına seyirci kalıyor; en çok, gaz alma gayretiyle, düzenin supapı olmak işleviyle varlığını hissettiriyor. Rejim ne zaman ihtiyaç duysa, orada bitiveriyor.

İmamoğlu figürünün de geleneksel CHP ile bir ilgisi yok. ANAP kökenli olduğu biliniyor. Partiye Mesut Yılmaz’ın ricasıyla alınıyor. Çünkü AKP’ de arrivist hırslarını tatmin etmesi mümkün değil, konjonktürel olarak en ideal mecra CHP oluyor tabii. Kendisinin ülkenin yeni Tayyip Erdoğan’ı olacağına inanıyor. İnandırılıyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Erdoğan da onu kendisine benzetmek için elinden geleni esirgemiyor. Belki ona yasak getirecek, görevden alacak, kimbilir, belki cezaevine bile yollayacak. Böylece kitlesel messiyanik beklentilere yanıt verecek yeni “bir “karizma” şişirilmesine hizmet ediyor.

Hiç kuşkusuz, eğer Tayyip Erdoğan değiştirilecekse, onu iktidar yapmış güçler için şu sıralarda vitrine çıkartılmış adaylar arasında en uygun figür İmamoğlu’dur.

Yok bu durum sürdürülecekse, hırsları olmayan, azla kanaat eden, ana muhalefet lideri olmayı büyük devlet olarak gören Kılıçdaroğlu biçilmiş kaftandır.

Bakınız, sermaye sınıfı kimi, daha doğrusu, hangi kişiliği ne zaman nerede kullanabileceğini nasıl biliyor, öyle değil mi?

Bu bakımdan, Kılıçdaroğlu mu, İmamoğlu mu tercihi, hepsinden önce, düzen açısından yapılacak bir tercihtir. Düzen için bu tercih iki soru etrafında netleştirilebilir : Karizması rutinleşmiş olan Erdoğan gönderilecek mi, devam mı edecek? Devam ederse, bu demokrasi tiyatrosuna inancını yitirmekte olan nitelikli geniş kitlelerin kontrolü nasıl sağlanacak? Muhalif enerjiler nasıl dizginlenecek? Çünkü böyle giderse, kitlelerin gazını alma işlevi dahi yerine getirilemeyecektir.

Bu arada, şu unutuluyor: Neo-liberal siyaset fikirlerle, programlarla, ilkelerle yapılmıyor. Yapılamaz. En kabasından popülist bir söylem, postmodern bir bağdaştırmacılık, faşizan bir eklektizm ve bunların taşıyıcısı, sözcüsü olabilecek siyasal figürler üzerinden yapılıyor. Karizma balonları bu nefesle şişiriliyor.

Bu açıdan, “parti sağa kaydı, sola daha fazla yaslanmalı” talepleri gerçeklikten kopuktur.

Bir başka yanlış, “parti sağla ittifak kursun ama bunu sağa savrulmadan yapsın” talebidir. CHP, 6 partiyle “millet ittifakı” nı kurmadan önce, tutarlı ve gerçekçi bir şekilde, kendi içinde bir “millet ittifakı” kurdu. Bu ittifak Baykal zamanında kurulabilir miydi ( Elbette bunu Baykal’ı övmek için söylemiyorum) ?

Sol, sağla ittifak kurmak ihtiyacı duyuyorsa, kaçınılmaz olarak, şu ya da bu derecede sağa meyledecektir. Dünya siyaset tarihi, solun tarihi bunun birçok örneğine referans verir.

Düşünürken, konuşurken somut olana odaklanıp, gerçeklikten kopmamak gerekir. Bunu yapmanın bir yararı da, eldeki aracı, malzemeyi iyi tanımak olanağına kavuşmak olacaktır.

Bitirirken, CHP tartışmacıları partinin eski kaşarı Sarıgül’ü de ihmal etmesinler.

“Sözcü”nün misyonu

Sözcü TV yayın yaşamına asıl hedefi CHP olan, Millet İttifakı’nı yeniden dizayn etme çağrısıyla başlamıştı. Hatta 6’lı Masa devrildiğinde, Akşener, ve tabii dolayısıyla İmamoğlu, olmadı Yavaş desteklenmiş, Sözcü’nün en önemli sözcülerinden biri olan Özdil, bu desteği vermeyenlere hakaret etmişti.

Özdil, Sözcü’nün tavrını ortaya koymuş olmasına rağmen gelen tepkiler üzerine kızağa çekilmişti. Sonrasında da, yönünü Oğan’a çevirmiş, bu kez onu parlatmaya çalışmıştı.

Burada dikkat çeken nokta, Sözcü’nün aday olarak destek verdiklerinden hiç biri CHP kökenli değildi. Yani CHP’ye, içindeki CHP’li olmayan, konjonktür gereği ve ittifak olasılıkları düşünülerek aday gösterilmiş figürlerle müdahale etmek istenmiş olmasıdır.

Seçimlerden sonra Sözcü artık muhalif maskesini taşıyamaz oldu. Galiba seçim sonuçlarının resmi olarak değil ama kesin olarak açıklanmasından sonra ana haberlerini sunan zat, Kılıçdaroğlu’na Sözcü kararı olduğu açık olan bir çağrıyı tebliğ etti. : “Hizmetleriniz için teşekkür ederiz. Artık istifa edebilirsiniz.”

Ogünden sonra medya üzerinden Sözcü merkezli bir CHP tartışması dolaşıma sokuldu. Halen sürüyor.

Bir taraftan da bu aynı camianın malum “duayen” i Mehmet Şimşek’e yardımcı olunması gerektiğini ilan ederek, AKP rejimine bu dar günlerinde yardım çağrısı yaptı. Duayenimiz, son Kılıçdaroğlu mülâkatında, hızını alamayarak, medya tarihimize geçecek şekilde, CHP liderine, “sizin emperyalizmin ajanı olduğunuz iddia ediliyor, gerçekten öyle misiniz” diye soru sormak cüretini gösterdi (Bu soruyu Tayyip Erdoğan’a sorabilir mi?).

Aslında, bu Sözcü tarzına aşinayız. Bir zamanlar, Ertuğrul Özkök medyası bu tarzın pratiğini en yetkin şekilde yapardı.

Pekiy, Sözcü neden şimdi bu hamleleri yapmak ihtiyacı duyuyor?

Uluslararası finans oligarşileri ve Türkiye’deki bağlantıları Türkiye’yi AKP rejimi altında bir restorasyona götürmeye çalışıyorlar. Bir yandan, ülkenin dahil olduğu dış bağlamda ABD/NATO hattı tahkim ediliyor; diğer yandan, rayından çıkmış ekonomi yeniden büyük sermaye sınıfının çıkarlarına uygun şekilde dizayn edilmek isteniyor. Daha bürokratik-teknokratik, dolayısıyla daha otoriter bir döneme giriyoruz.

Bu süreçte, AKP rejimi dinselleştirmeye daha da abanacaktır. CHP’nin daha da sağa savrulmasına ihtiyaç var.

Sözcü, sermaye sınıfının sözcüsü olarak bu “yeni” dönemdeki işlevini yerine getiriyor. Düzen muhalefetinin merkezi partisi olan CHP’yi daha da etkisizleştirerek, alttan gelecek, mecrasını bu partide bulmaya çalışacak olası bir muhalif toplumsal baskıyı da şimdiden etkisizleştirmeye çalışıyor.

Bu arada tabii, ülke belediye seçimlerine, sosyalist sol da dahil, muhalefeti (kafaları başta olmak üzere) dağıtılarak götürülmek isteniyor.

Sosyalist solda ağırlığı olan kesimlerin bir konformizm içinde, kolay muhalefeti sürdürme eğiliminde oldukları görülüyor. Bu tablonun değişeceğine dair bir işaret henüz yok.

Sözcü sözcülerini kendi kanallarına çağırıp, kendilerine sorular sordurup, uysal, aklı başında çocuklar olarak yanıtlar vermeye devam ederler herhalde.

Son olarak, SBKP deneyimi belleklerde. Özellikle son otuz yılında, şanlı tarihine sırtını dönmek pahasına, başına ne geldiyse, sınıf mücadelesinden uzak durmak, ülkesinde burjuva toplumunu taklit etmek, hatta “küçük Amerika” olmak sevdasından gelmişti.

CHP değişir mi?

Türkiye devrimcisi, genel olarak, marksist-leninist düzen kavramı etrafında bir tartışma yerine liberal etkiler altında, burjuva siyasal bilim camiasının onay verdiği kavramlarla örülmüş teorik çerçeveler içinde analizler yapar oldu.

Seçim sonrası “bu CHP değişmelidir” talebi etrafında devrimcilerin de yer yer dahil olduğu bir tartışma sürdürülüyor.

Bu tartışmanın bir tarafı, genel olarak, değişimden partinin başında bulunan kişinin değişmesini anladığını açık açık beyan ediyor. Diğer bir kısım tartışmacı, CHP’nin kuruluş ayarlarına geri dönmesini talep ediyor.

Bu birinci talebi yükseltenlerin diğerlerinden daha gerçekçi olduklarını düşünüyorum.

CHP demokratik bir burjuva toplumu kurmak için yola çıkmıştı. Bu hedefine de büyük ölçüde ulaştı. Ulusal iradenin egemen olacağı anayasal, laik bir cumhuriyetin kurulmuş olması başlı başına önemli bir demokratik adımdı. Temel kadın haklarının tanınması, burjuva güçler ayrılığı ilkesinin şeklen güvence altına alınması, seküler hukuk sistemine geçilmesi, eğitim ve ve öğretim birliği, basın-yayın, dernek kurma, toplanma gibi hakların, devlet karşısında özerk toplumsal yapıların devleti denetlemek dahil haklarının tanınması büyük demokratik adımlardı.

Evet, tarım devrimi ya da daha genel olarak feodal yapıların tasfiyesi, ulusal toplulukların haklarının tanınması gibi konularda devrimci hamleler yapılamadı. Ancak kabul edelim, bunlar demokratik bir devrimin gerçekleştirilmesi en zor hedefleridir.

Kemalist devrimin önderlerinin Tanzimat metodunu benimsemiş Osmanlı asker ve sivil bürokratları olduklarını da dikkate alalım.

Unutmayalım, 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra ta otuzlu yılların başlarına kadar, yani sosyalist toplumun kuruluş aşamasına kadar tarım devrimi ertelenmişti.

Devrimleri siyasal bilinç düzeyine çıkartan her zaman bir gecikme ya da gecikmişlik düşüncesidir. İngiltere’de tarım devrimi kısmen 13.yüzyılda, genel olaraksa, “çitleme” seferberliği halinde 16.yüzyılda gerçekleşmişti. Tarihsel gecikme her zaman işleri daha karmaşıklaştırarak zorlaştırır.

Bizde genellikle “demokratikleşme” ile “demokrasi” birbirine karıştırılır. Birincisi, ikincisine indirgenir. Oysa demokrasi, demokratikleşmenin siyasal alandaki tezahürüdür. Siyasal alanın belli sınırlar içinde de olsa serbestleşmesidir.

CHP misyon partisi olarak 1946’da bunu yapmış, yani demokrasiyi de kurarak kuruluş devrindeki işlevini tamamlamıştı. Bu, bir parti olarak kuruluş devri CHP’sinin de misyonunu tamamlamış olduğu anlamına geliyordu. Başlangıçta belirlediği hedefler bakımından bu misyonun başarıyla tamamlanmış olduğu söylenebilir.

Bütün kısıtlamalarına, eksikliklerine ve yanlışlarına rağmen demokratikleşmenin ve demokrasinin mimarı DP değil, CHP’dir. Dahası, DP gibi bir partinin kendi içinden çıkmasının ön koşullarını da hazırlamıştır. Bunu teslim etmek gerekir. Bu misyon sosyolojik ve siyasal içeriği itibarıyla burjuva ve devrimci demokratiktir. Yani CHP burjuva demokratik düzeni kuran partidir.

Neden 1946? Çünkü CHP’nin bir kuruluş devri partisi olarak ortaya çıkıp, işlerlik göstermesi iki dünya savaşı arasında, siyasal dünyadaki düzensizliğin damgasını taşıyan bir zamanda olmuştur. 1946’da emperyalist ve sosyalist dünya sistemlerinin taşıyıcılığında yeni bir dünya düzeni kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş hedeflerine uyar şekilde emperyalist dünyaya entegre olmuştur. Çok partili siyasal düzene geçiş bu entegrasyonun bir gereğiydi. Bu anlamda, yeni bir misyonu yeni araçlar ve tabii yeni politik figürler taşıyabilirdi.

Yeni dünya ve yeni Türkiye düzeni koşullarında CHP değişim geçirerek, süreç içinde, düzenin ana muhalefet ayağını oluşturdu. Burjuva demokratik siyasal düzeni taşıyan bir ayak iktidar ise diğeri de muhalefettir. Düzenin iktidarı ve düzenin muhalefeti.

Özellikle ellili yılların ikinci yarısından itibaren Batı’da işçi sınıfı siyasetinin bastırması ve kapitalizmin ekonomik “boom” devrinin burjuva siyasetine sağladığı özgüvenin dalga dalga kapitalist dünyayı etkisi altına almasının ülkemize de yansımaları oldu. Yükselen sol dalga, çatı partisi TİP’in etkili bir şekilde ortaya çıkması, CHP’yi düzenin solu olarak yeniden yapılanmaya götürdü. İsterseniz, CHP yeniden kuruldu da diyebiliriz.

Düzenin yeni siyasal ihtiyacı için veya yeni misyon için yeni bir parti ve yeni taşıyıcı figürler.

Ecevit liderliğindeki CHP düzenin solunu tutmak, ötesindeki solun önünde baraj kurmak, işçi sınıfının radikal sosyalist taleplerini reformlar halinde sulandırmak, olmadı, emekçi kitlelerin gazını almak gibi görevler yüklenmişti.

Ecevit CHP’si içi boş, altı doldurulmamış, samimiyetsiz bir retorikle, halk kitlelerine dönük çağrılar, etkili sloganlarla örülmüş salt söylemden ibaret programı ve Ecevit’in popülist hitabetinin de gayretiyle 12 Eylül askeri darbesine kadar düzen adına top çevirip durmakta başarılı oldu.

Sosyalist blokun çökmesinden sonra Anglo-Amerikan emperyalizmin tek başına kendi hegemonyası altında yeni bir dünya düzeni kurmak için bir birleşik saldırı stratejisinin hazırlıklarına giriştiği yıllar, küçük küçük yeni partilerin doğduğu, sağ ve sol kavramlarının muğlaklaştırıldığı, liberal teolojinin egemen olduğu ve bu etkenlerin hepsinin birden, biraz daha sonra otoriter popülist siyasal konumları takviye edeceği bir momentum kazandı.

Sonra malum, ABD, NATO saldırıları, savaşları, karşı direnişler. Emek örgütlerinin itibarsızlaştırıldığı, demokratik kitle örgütlerinin “sivil toplum örgütleri” formunda kitelelerinden ve demokratik hedeflerinden tecrit edildiği, sosyalist taleplerin “aşırılık” olarak kriminalize edilmek istendiği, dinselliğin hemen bütün ideolojik aygıtlar kullanılarak toplumun her kesimine empoze edildiği koşullarda Kılıçdaroğlu CHP’si dizayn edildi. Yani, yeni bir misyon yeni bir figür…

Dünya sermaye sınıflarının genel olarak laikliğe, tanım itibarıyla kamucu olan bir devlet formu olarak cumhuriyete, sağ ve soluyla geleneksel anlamında çoğulcu tabir edilen demokrasilere ihtiyaçları kalmamıştı. Türkiye’de de böyle oldu. CHP elbette bir burjuva düzen partisi olarak bu yeni talebe yanıt verecekti.

Kısacası, bugün CHP’nin kuruluş ayarlarına dönmesini, 6 Ok ilkelerini yeniden sahiplenerek en eski misyonunu yeniden üstlenmesini talep etmek kadar anakronik bir siyasal talep olamaz. Hiç gerçekçi değildir.

Nitekim, seçim sırasındaki söylemine bakıldığı zaman CHP’nin tarihinde hiç olmadığı kadar sağa savrulmuş olduğu, bu bakımdan, sermayenin ve emperyalizmin taleplerini en ideal şekliyle kendisinin gerçekleştirebileceğini ilan ettiği görülecektir.

Bugün Kılıçdaroğlu gidip yerine yeni bir lider geldiğinde ne yapacak? Kuruluş ayarlarına mı dönecek? Kesinlikle mümkün değildir. Daha da sağda konumlanılacaktır. Yani düzenin ihtiyaçlarına yanıt vermeye devam edecektir.

Genel başkanı dahil CHP’nin vitrinini değiştirmek elbette mümkündür. Ancak partinin bu dönemdeki misyonunu kuruluş devri misyonu lehine dönüştürmek söz konusu olmayacaktır.

Son olarak, yeni-liberalizm sadece finansallaşmanın motor işlevi gördüğü bir ekonomik birikim modeli olarak görülemez. Onu siyaset de dahil olmak üzere bir kültür olarak görmek gerekir.

Bu kültür post-modern bir bağdaştırmacılığı, ekletizimi öngörür. Örnekse, sağ/sol ayrımı anlamsızdır. Veyahut bu “eskimiş” ayrımın işleri ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayan dogmatik “büyük anlatılara” referans verdiği söylenir.

Bu salt bir retorik değildir, çünkü yeni-liberal teoloji bu tür kalıplara sığmaz. Yani maddi bir ihtiyaçtan kaynaklanır.

Bu bakımdan özellikle bu yeni-liberalizmin krize girdiği 80’li yıllardan itibaren popülist, mümkünse, “karizmatik” siyasal figürlerin imaline başlandı. Krizlerde bu figürlerin sistemin sürdürülebilmesi açısından oynadıkları rolleri gördük, görüyoruz. Toplumlara empoze edilmiş yeni-liberal kapitalist kültür bunun için gerekli temeli sağlıyor. Kitlesel talebi yaratıyor.

Siyasetin “halil ibrahim sofrası” olarak sunulmasının toplumsal-kültürel bir karşılığı var. Aynı şekilde, uluslararası ve “yerli ve milli” işbirlikçi sermaye sınıfının Erdoğan karşısında ellerinde bulundurmak istedikleri olası bir alternatif siyasal “muhalif” figür olarak İmamoğlu’nun mealen, “Abdülhamid Han da Mustafa Kemal de bizimdir” anlayışı bu popülist bağdaştırmacı anlayışın en veciz ifadesidir.

Tekrar edeceğim, CHP’nin başına geçirilecek kişi ve ekibi de bu yeni-liberal kültürün siyasal ihtiyaçlarına yanıt verebilecek olanlar arasından seçilecektir. Başka türlüsüne izin verilmez.

Operasyon kabinesi

Daha önce söylediğim gibi, Erdoğan kazanmadı, ona kazandırıldı. Bu bir devlet kararıydı. Bu kararın ilk aşaması, açık anayasal engele rağmen Erdoğan’ın tekrar aday yapılması, muhalefetin de bunu kabullenmesiydi.

Ülkede 2007’den beri adil bir seçim yapılmıyor. Bütün seçimler şaibeli. Sayısı resmen açıklanmayan büyük bir sığınmacı nüfusunun barındığı ülkemizde, daha seçmen kütüklerinin düzenlenmesi aşamasından itibaren bir şeffaflık söz konusu değil. On milyon civarında (yüzer-gezer) sığınmacının olduğu bir ülkede doğru düzgün seçim olabilir mi? Bu koşullarda bu sonuçların da imal edildiğini, bunun “ısmarlama” bir seçim sonucu olduğunu iddia etmek meşru oluyor.

AKP’ye tek başına yönetebileceği bir çoğunluk verilmiyor. Oyları barajın altında olduğundan kuşku duyulmaması gereken MHP’ye rejimin sürdürülebilmesi için gerekli sayı temin ediliyor. Yani devletteki suni denge korunuyor.

Kritik bakanlıkları itibarıyla bugünkü kabinenin bu dengenin sürdürülebilmesi bakımından daha işlevsel olduğu görülüyor. Operasyon yeteneği öncekine göre daha yüksek olan bir kabine. Örnekse, yeni maliye bakanı ekonomide, eğitimde rasyonel bir anlayışın, devlette liyakatın egemen olmasının gerekliliğini vurguluyor. O doğrultuda çalışacağını, kadrolarını ona göre oluşturacağını belirtiyor. Dediğini yapması, Erdoğan’ın yetki ve yetkesinin altının oyulması anlamına gelir. Yapamamasıysa, Erdoğan’ın iktidarda kalmasını iyice zorlaştırır. Şimdilik Erdoğan’ın birinci seçeneği tercih etmiş olduğu anlaşılıyor.

Savunma ve dış işleri bakanlıklarına da, özellikle bölgesel sorunlarda, operasyon yeteneğine sahip figürler atanmış. Özcesi, Erdoğan’ın güvenlik ve uluslararası politikalar konusunda daha da pasifize edileceği bir döneme giriyoruz. Buradan daha demokratik koşulların oluşacağı sonucu çıkartılmamalıdır. Tersine, tam anlamıyla güdümlü, otoriter bir siyasal yapılanmanın oluşturulması beklenmelidir.

CHP’nin başını çektiği resmi muhalefetin de (hiçbir liderlik vasfı olmayan) Kılıçdaroğlu liderliğinde yoluna devam etmesi isteniyor. “Küçük Tayyip” portresi çizen hırslı İmamoğlu’na nazaran kontrolü kolay bir figür Kılıçdaroğlu.

Önceki yazılarımda, Kılıçdaroğlu’nun neden muhalefetin başına atanmış olduğunu, ABD’de ilk Afrika ve islam kökenli başkan olarak atanan Obama’nın sistem için işlevsel anlamıyla kıyaslayarak ifade etmiştim.

ABD, BOP hamlesini nüfusunun kahir ekseriyetinin müslüman, önemli bir kısmının da “beyaz adam” olmadığı bir coğrafyada uygulamaya sokmuş, ciddi bir direnişle karşılaşmış, siyaseten meşruiyeti sorgulanır hale gelmişti. Obama bu olumsuz gelişmeyi bertaraf etmek için öne sürülmüştü.

Kılıçdaroğlu’nun da, tarihsel olarak en önemli muhalif odağı oluşturan Alevi ve Kürt kitleleri (Hem Selçuklu hem de Osmanlı devleti özellikle Alevi-Türkmen ayaklanmalarıyla ayakta duramayacak hale getirilmişlerdi. Alevi ve Kürt ayaklanmalarının Cumhuriyet devrinde de devlet için sarsıcı sonuçları olmuştu. Gezi ayaklanmasında katledilenlerin hemen hepsinin Alevi olduğunu dikkate alınız) dizginlemek için işlevsel olabileceği düşünülmüştü.

Daha bürokratik-teknokratik ve bundan dolayı da daha otoriter bir döneme girileceği izlenimi ediniliyor. Muhtemelen ekonomide IMF’siz bir IMF programı uygulanacak. Olası tepkilere karşı bir yandan sert önlemler alınacak; diğer yandan, dinsel propagandaya daha fazla abanılacaktır.

Pakistanlaşma

Suriye’ye emperyalist müdahale başlatıldığında, Türk devletine biçilen lojistik merkez işlevinin Türkiye’nin pakistanlaşacağı bir süreci başlatacağını o zamanki yazılarımda belirtmiştim. Söz konusu lojistik işlevin Türk devleti tarafından benimsenmesiyle, çok geçmeden, Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca Peşaver benzeri bir alan yaratıldı. Türkiye bir yandan da bir mülteci deposu haline getirildi. Bütün bu süreç, Türkiye’nin Suriye sorununa kaçınılmaz olarak doğrudan müdahil olacağı koşulları hazırladı.

Bu noktada geriye dönerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluş aşamasında sonradan zuhur edecek Pakistan devletine benzer bir yapıda ortaya çıkması için emperyalistlerin ve onların içerideki uzantılarının (Örnekse, bir yanda general Kazım Karabekir, Rauf Orbay vb figürler; diğer yanda, Avrupa finans kapitalinin ülkedeki has temsilcisi Cavit bey ve benzeri İttihatçı meşruti monarşistler) girişimlerinin Kemal Atatürk önderliğinde boşa çıkartılmış olduğunu hatırlatmak isterim.

Bilindiği gibi, kurucu Kemalistlerin emperyalist dünyada neden oldukları rahatsızlığı bertaraf etmek için Britanya emperyalizmi Ortadoğu’da, Türkiye’yi model alma olasılığı en yüksek olan Mısır’da İhvan’ı (Müslüman Kardeşler) kullandı. Daha sonra Hindistan ve Pakistan’da Cemaat-i İslami’yi; Endonezya’da Dar-ül İslami’yi kullanacaktı.

Bunların hepsi kırklı yılların sonunda oluşturulan emperyalist “yeşil kuşak” stratejisinin hizmetindeki fiili “İslami enternasyonal”in bileşenleri haline getirildiler. Emperyalist çıkarlarla iç içe geçmiş, emperyalist finansal ağlarla birbirine bağlanmış bu fiili enternasyonal halen işlerliğini sürdürüyor.

Finansal ağlar derken basitçe “tarikat-ticaret” tabir edilen mütevazi ilişkileri kast etmiyorum. İçinde emperyalist finans merkezlerinin denetiminde milyarlarca doların dolaştığı damarlardan söz ediyorum. Samir Amin bir yazısında, Mısır’ın en zeginleri arasında, milyarlarca dolarlık servetleriyle İhvancı ağın üst düzey yöneticilerinin yer aldığını, Morsi’nin de bu figürlerden biri olduğunu belirtmişti.

Yine mesela, Bin Ladin’in ve ailesinin şirketleri, Ladin’in arandığı sıralarda, Sudan’da milyarlarca dolarlık otoyol ihaleleri alıyordu. Bunlara erken yazılarımda daha ayrıntılı olarak değinmiştim.

Evet, Kemal Atatürk bu tezgahı bir süreliğine boşa çıkardı. Ancak kurduğu bağımsız ve laik cumhuriyeti kapitalist temeller üzerinde inşa edebileceğini düşünmesi büyük bir yanlıştı. Cumhuriyetini emperyalistlere rağmen kurmuş, ama onlara entegre olmayı da başlıca hedef olarak görmüştü. SSCB ile kurduğu ilişkileri, 20’li yılların sonlarında başgösteren büyük buhran koşullarında, söz konusu entegrasyona konjonktürel bir hazırlık evresi olarak değerlendirmek istemişti.

Kemalist kadrolar böyle bir entegrasyonun eşit bir bileşeni olacaklarına samimi olarak inanıyorlar, kendilerini aksi yönde uyarmaya çalışan solculara dünyayı dar ediyorlardı. Bunu yaparken, giderek Türkçü-İslamcı gerici emperyalist ideolojiye abanıyorlardı. Bunlar liberal kapitalizme inanan Atatürk’ün sağlığında, onun yönetimi altında başladı.

Nitekim, 1937’de Celal Bayar’la ilk ciddi hamlesini gerçekleştirdi. Kemal Atatürk gelmekte olan savaşı öngörüyor ve bir an önce hegemonik Anglo-Amerikan emperyalist güçle entegrasyon sağlamak istiyordu. Sovyetler’le mevcut ilişkinin bir süre daha sürdürülmesinden yana olduğu anlaşılan İsmet Paşa’nın tasfiyesi, Atatürk’ün bu gayesiyle bağlantılı olmalıdır.

İsmet Paşa’nın 1938’de cumhurbaşkanı olması için o devrin Sovyet yönetimi Ankara’da ciddi kulis çalışmaları yapmış, İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi SSCB’de büyük bir sevinç yaratmıştı. Devrin Sovyet matbuatına, özellikle Komünist Enternasyonal yayınlarına bakınız. “Faşist Bayar kaybetti. İlerici İnönü kazandı ” diye başlıklar atılıyor. Büyük Millet Meclisi’nde seçimi izleyen Sovyet heyeti ve medyası, İnönü’nün kazanmasını büyük ve pek alışık olunmadık bir tezahürat ve sevinç gösterisiyle kutluyordu.

Elbette İnönü, Cumhuriyetin ta başından kararlaştırılmış siyasal yönünün neresi olması gerektiğini en iyi bilenlerden birisiydi. Zamanı geldiğinde de gereğini yapıyordu. İleriki yıllarda, Doğan Avcıoğlu ve Abdi İpekçi’nin kendisiyle yapmış oldukları mülakatlar okunduğunda, bu gerçeğin bir kez daha teyit edildiğini görürüz.

1946’dan itibaren TC devleti yeni bir kuruluş aşamasına geçiyor. Böylece emperyalist sisteme entegrasyon sürecini başlatarak eski CHP misyonunu tamamlıyordu.

Yeni işlerin yeni araçlar ve yeni figürlerle, ve tabii yeni politikalarla yapılması gerekiyor. Demokrat Parti bu ihtiyaçtan doğuyor. Önü açılıyor. Ancak bu partinin karizmatik ve tabii popülist lideri Menderes başta olmak üzere yöneticilerinin deneyimsizlikleri, kasaba politikacılarına özgü davranış tarzları, seçimler aracılığıyla geniş halk desteğini arkalarına aldıktan sonra baştan ve kontrolden çıkmalarına yol açıyor.

Tarihimizde Sultan Abdülaziz devrinden sonra gerçekleşen ikinci moratoryum, siyaseten nasıl ilkinde Abdülaziz’in başını yediyse, bu kez de Menderes ve kimi arkadaşlarının kellelerini vermeleriyle sonuçlanıyordu. Ardından Bayar ve Menderes’siz, İnönü başkanlığında adeta yeni DP hükümetleri kurulmuştu.

27 Mayıs bir devrim değil, ülkemizdeki ilk NATO ve CENTO (ya da diğer adıyla, temelleri Atatürk’ün sağlında atılmış Bağdat Paktı) askeri darbesiydi (1). Bu konuyu daha önceki yazılarımda işlemiş olduğum için burada üzerinde durmayacağım. Yalnız, siyasal olayları çözümlerken aktörlere ve onların söylemlerine fazla takılmadan, ülkenin dahil olduğu uluslararası bağlamı ihmal etmeden, siyasal programa, hedeflere odaklamanın gerekli olduğunu söylemekle yetineceğim.

Her askeri darbeyle TC devletine bir ayar verilmiştir. Devlet, emperyalizmin ya da uluslararası tekelci sermayenin ekonomi-politik ihtiyaçlarına yanıt verebilecek şekilde yeniden düzenlenmiştir. Siyasal partiler (Mesela CHP’ye bir türlü adapte olamadığı “ortanın solu” rolü biçilmişti. 60’lı yıllarda dünya genelinde sol siyasetin yıldızının parlaması, Türkiye’de çatı partisi TİP’in başarıları acilen İsmet Paşa’nın devre dışı bırakılmasını, yeni bir figür olarak bütün kifayetsizliğine rağmen Ecevit’in yükseltilmesini, böylece kabaran sol dalganın kontrol altına alınarak evcilleştirilmesini gerekli kılmıştı) dahil devlet içindeki kurumlar, tabii hukuksal çerçeve de, buna göre yeniden dizayn edilmiştir.

27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri aksak darbelerdir. Ancak onlar olmaksızın 12 Eylül’deki “tam teşekküllü” darbe zor gerçekleştirilirdi.

Siyasette, hele uluslararası siyasette bir vuruşta hedefinize ulaşmanız çok özel koşulları öngerektirir. Devrimler de dahil siyaset her zaman reel bir süreç olarak değerlendirilmek gerekir. Emperyalistler dahil hiç bir güç yazdığı siyasal senaryoyu harfiyen uygulayamaz. Hayatta böyle bir şey olamaz. Her zaman karşı güçler, merkezkaç güçler, direnme odakları vardır. Siyasal güçler arasında her zaman genel, uzun süreli denge durumları olmaz. Hatta nadiren olur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD hegemonik güç olarak çıkınca Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, hegemonya mücadelesi içine girdiği geleneksel kolonyalist tarzıyla emperyalist Britanya’ya karşı Wilson doktrininde ifadesini bulan modern liberal emperyalist bir hegemonik anlayışı uygulamaya koydu. Geleneksel sömürge sisteminin çözülmesini teşvik etti.

Kendi sistemine entegre, şeklen bağımsız ve egemen ama esas olarak kendi kontrolü altında yönlendirebildiği, asli düşmanlarını çevreleyecek surette vassal devletler yaratmaya yöneldi. Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya gibi çok ağırlıklı olarak müslüman nüfuslu ülkelere “yeşil kuşak” stratejisinin uygulanabilmesi bakımından vazgeçilemez bir konum atfedildi.

Bu ülkelerin hepsinde İslamcılık ideolojisi yer yer milliyetçi bir söylemle takviye edilerek dolaşıma çıkartıldı. Türkiye’de mesela, İlim Yayma Cemiyetleri, sonradan TÜSİAD’da birleşecek işbirlikçi büyük sermayenin girişimleriyle kuruldu. Emperyalist siyasetin hizmetindeki Türkçü akımlar, şu ya da bu derecede, İslamcı siyaset içinde eritildiler.

Endenozya popülist karizmatik bir figür olan Sukarno liderliğinde ne İslamcı ne laik, öyle iki arada bir derede tabir edilen şekilde, ikisi arasında salınarak bir süre yoluna devam etti. Karizmatik liderlik genellikle olduğu gibi, belli bir geçiş süreci boyunca bir tür siyasal çimento işlevi gördü. Endonezya nüfusunun çoğunluğu müslüman olmakla birlikte, bu çoğunluğun İslam hakkında fazla bilgisi yoktu. Örneğin ülkede kurtuluştan sonra bile camilerde ezan yerine çan çalınmaktaydı. Cami sayısı da nüfusuna göre hayli azdı. Din eğitimi sistematik hale getirilmemişti.

Sukarno, kendilerini sosyalist ve İslamcı olarak tanımlayan siyasal gruplar arasında dengeyi sağlıyordu. Elbette bu sürdürülebilir bir genel denge durumu değildi. İslamcılar daha sonraki anlamında İslamcı değildiler. İslamcı etiketi sömürgeci Hollanda ve işgalci Japonya karşısında bir kimlik ihtiyacından doğmuştu. Dinden söz edenin çok ama dini bilenin çok az olduğu yabancısı olmadığımız bir durum söz konusuydu yani.

Sosyalist hareketin parçalanmasıyla onun içinden çıkan komünistler, izledikleri halk cephesi taktiği ve ona uygun siyasal-ideolojik revizyonlarla geniş bir halk desteğine ulaştılar. Proletaryayı değil, tüm halkı temsil ettiklerini belirtiyorlar, Çin ve SSCB’den bağımsız, o sıralarda popüler olan ve cepheci taktikle de uyuşan Milli Demokratik Devrim anlayışını daha da sulandırılmış olduğu halde savunuyorlardı. Özcesi, komünist hareket ulusal kurtuluş savaşı veren, o savaştan çıkan çoğu ülkede karşılaşılan sağa savrulma eğilimine yenik düşmüştü.

Endonezya Komünist Partisi bu haliyle ÇKP’den sonra Asya’nın ikinci en büyük komünist partisi olmuştu. Üstelik soğuk savaşın şiddetlendiği ve merkezinin Çin, Kore, Vietnam, Kamboçya sorunları etrafında Asya’ya kaydığı koşullarda.

Sukarno bu koşullarda zekice organize edilmiş konuşmalarıyla dengeyi tutmayı başardı. Ancak ülkenin henüz bütün tarafların üzerinde uzlaştığı bir anayasası dahi yoktu. Fiili bir durum vardı. Devletin kurum ve kuralları gerçek anlamda oluşmamıştı. Devlet yönsüz kalmıştı.

ABD’nin girişimleriye 1965’te Suharto’nun askeri darbesi gerçekleşti. Komünistler imha edildi. İslamcı siyaset programatik hale getirildi. Endonezya adeta yeniden İslamlaştırıldı. Bu vesileyle ABD, Endenozya’dan çok şey öğrenmiş oldu.

Pakistan’a gelince, Pakistan’ın Hindistan’dan bağımsız bir devlet olarak ayrılması, ulusal değil (Çünkü bir Pakistan ulusu yoktu) dinsel bir gerekçe üzerinde temellendirildi. Şii-İsmaili Cinnah’a sünni bir İslam devleti kurduruldu. Daha doğrusu, süreç içerisinde islamileşecek bir devlet kurduruldu. Pakistan laik bir devlet olarak kurulmadı. Ancak bugünkü anlamında İslami bir devlet olarak da kurulmadı. O da Endonezya gibi salınıyordu.

Endonezya’daki askeri darbeden öğrenen ABD, işi sıkı tutarak, Pakistan’ı da İslamcılık doğrultusunda yönlendirdi. Aynı sıralarda, Türkiye’de de İslamcılık takviye edildi. İslami vakıflar, okullar, kurslar, cemiyetler yaygınlık kazandı. 27 Mayıs darbesinden sonra İnönü ve Menderes dönemlerinde başlatılan islamlaştırma kampanyasına ivme kazandırıldı.

12 Mart 1971’de Türkiye’de Endonezya tipi bir askeri darbe yapılamazdı. Ülkede asgari ölçüde de olsa, demokratik bir siyasal yapı, 1961 Anayasasının temin ettiği kurumlar ve kurallar halinde işleyen bir devlet aygıtı vardı. O zaman planlanan bu anayasal demokratik yapıyı tamamen güdümlü hale dönüştürmekti.

Türkiye’de, Mısır’da, Endonezya’da, Pakistan’da aynı hedefe başarıyla ulaşıldı. Daratılmış bir siyasal alanda, devlet tarafından medya dahil bütün devlet kurumlarına empoze edilmiş kırmızı çizgiler çerçevesinde, gerekli görüldüğünde partilerin iç işleyişine müdahalelerin söz konusu olduğu, belirli aralıklarla seçimlerin yapıldığı, milliyetçi soslu İslamcı bir ideolojinin resmen yayıldığı güdümlü rejimler yaratıldı. Anglo-Amerikan emperyalizminin beklentilerini karşılamak bakımından bu uygulamanın en başarılı olduğu ülke Pakistan oldu.

SSCB’de Hruşçov devrinde, sosyalist dünya etrafındaki kuşatmayı kırmak, yeni müttefikler kazanmak için marksist-leninist teoride bir takım revizyonlara gidildi. Bu çerçevede, “kapitalist olmayan yol”, “tüm halkın devleti” gibi tezler kabul gördü.

3.Dünya tabir edilen camiada yer alan çoğu ülkede sosyalizmin emekçi sınıflar ve devlet elitleri nezdinde benimsenmesinin olanaklı olmadığı saptamasından hareketle, bu ülkelerde SSCB destekli askeri darbeler aracılığıyla otoriter, kapitalist-olmayan bir modernleşmenin mümkün olabileceği, zamanla bu yapıların sosyalizme dönüşebileceği, en azından oraya kadar da bu ülkelerin SSCB ile dostane ilişkiler içinde kalabileceği öngörülmekteydi.

O zaman SBKP Merkez Komitesi’nin özellikle Arap dünyasıyla ilgili başdanışmanları arasında bulunan Gregory Mirskii gibi Nasır deneyiminden sonuçlar çıkarmış akademisyenler bu anlayışın sözcülüğünü yapıyorlardı.

Sovyetler Birliği’ni Afganistan’a (KGB’nin aksi yöndeki uyarılarına rağmen askeriyenin gazıyla, olası sonuçları iyi hesaplanmamış) müdahaleye götüren süreç bu doktrinin bir sonucu olarak görülebilir. Savaş 9 yıl sürdü. Bu savaşta Pakistan emperyalist bloğun ve onun Çin gibi “sosyalist” müttefiklerinin başlıca lojistik destek üssü haline getirildi. Ülkede milyonlarca Afgan mülteci depolandı. Ülkenin kaynakları bu uğurda hoyratça tüketildi. Pakistan gittikçe daha fazla Afganistan sorununa dahil olmak zorunda kaldı. Afgan olayından iki yıl önce gerçekleştirilen askeri darbeden sonra Pakistan’da toplumun ve devletin islamizasyonu ivme kazanmıştı.

Askeriyenin bir yandan islamizasyonu teşvik ederken, diğer yandan yolsuzluk, yağma düzeninin sürmesini teminat altına alıp, kendisini de bunun merkezinde konumlandırması 1977’deki Ziya ül-Hak darbesiyle konsolide edildi. Afganistan savaşına emperyalizm adına dahil olmak devletin bütün kurumlarını ve bu arada ekonomisini çökertti.

Bugün borç batağındaki ülke, esas olarak ucuz emek-gücüne dayalı fason üretimin motor rolü oynadığı bir dışsatım stratejisi izliyor. Pakistan sürekli dış finansman bağımlısı olarak İMF programlarına mahkum hale getirildi. Bugün de bu hal devam ediyor.

ABD’nin denetimindeki askeriyenin merkezinde yer aldığı bir oligarşi ülkenin siyasetini baskılarla, yasaklarla, ya da darbe tehditleriyle yönlendiriyor. Seçimleri istediği gibi manipüle ediyor. Güçler ayrılığı ilkesinin fiilen işlemesine izin vermiyor. Topluma İslami kuralları dayatıyor. Ordu dahil bütün kurumlar, bu arada eğitim ve öğretim sistemi de sünni İslami anlayışa göre dizayn edilmiş halde.

Oligarşi düzeninin sürdürülmesinde engel olarak gördüğü siyasileri ya sürgüne gönderiyor ya da öldürüyor. Bir süre önce sürgüne göndermiş olduklarına ihtiyaç duyulduğunda, koşullarını kabul etmesi halinde, tekrar görev veriyor. Bu arada geleneksel olarak sivil siyaset Butto-Zarhari, Şerif gibi aile hanedanlıklarının timarı haline getirilmiş. Resmi muhalefet dizayn edilmiş, kendisine iktidar görevi verilecek zamanı bekliyor.

Bilindiği gibi, geçen Nisan ayında başbakan İmran Han askeriyenin girişimleriyle alaşağı edildi. Han’ın Afganistan ve Ukrayna konusunda ABD’nin telkin ettiği politikaları izlemeyi reddettiğini biliyoruz. İmran Han ABD’nin ülkesindeki hakim konumunu Rusya ile dengeleme düşüncesindeydi.

Tabii Han ve ailesi de bu yolsuzluktan, yağmadan nemalanan oligarşinin içinde yer alıyor. Tıpkı onu görevden alan güçler gibi. İmran Han ve son eşinin adları kara para aklama operasyonlarında geçiyor.

Gelgelelim, kamuoyu yoklamaları onun tekrar aday olması halinde büyük bir çoğunluk sağlayarak iktidara geleceğini öngörüyorlar. Oligarşi de, ABD de bunun farkında. Bu yüzden tutuklandı. Ancak suni dengeler üzerinde duran devletin yüksek yargı kanadı Han’ın tutuklanmasına karşı çıktı. Derhal serbest bırakılmasını istedi.

Bu arada hiç beklenmedik bir gelişme daha oldu. Han’ın binlerce taraftarı Lahor ve Rawalpindi gibi onun güçlü olduğu yerlerde askeri garnizonlara saldırdı. Askeri araçları, bu arada, devletin övünç nesnesi olan “yerli ve milli” İHA tipi bir uçağı tahrip ettiler. Kolordu komutanının ikametgahını ateşe verdiler. Bu saldırılara siyasal elit arasında yer alan bir ailenin moda tasarımcısı kızı olan 34 yaşındaki Hatice Şah’ın önderlik ettiğini medyadan öğreniyoruz.

Mayıs ayı boyunca olaylar durulmadı. Rejim yanlılarının çoğunluğu teşkil ettiği Pencap’ta bile binlerce gösterici kışlaları hedef aldı. Çatışmalar çıktı. Binlerce kişi gözaltına alındı veya tutuklandı. Son olarak genelkurmay başkanlığı göstericilerin askeri mahkemelerde yargılanacağını duyurdu.

Bu direnişler orduda paniğe yol açtı. Ordu içindeki çatlakları da ortaya çıkardı. Ordunun alt ve orta kademelerinde İmran Han taraftarlarının önemli bir ağırlığı oluşturduğu söyleniyor. Üstelik İmran Han Pakistan’da orduya açıkça meydan okuyan bilinen ilk üst düzey siyasetçi.

İmran Han yüksek enflasyon, artan işsizlik, sürekli emekçiler aleyhine bozulan gelir dağılımına neden olan ağır ekonomik koşullar altında, halkın siyasetten ve siyatsetçiden umudunu kesmiş olduğu bir sırada, güdümlü siyasal yapının bilindik bir görevlisi olmaması, ABD’nin ülke üzerindeki hegemonyasına yüksek sesle meydan okumasıyla geniş bir kitlenin umudu oldu. Halk içinde egemen dinsel-mesiyanik kültürün de katkısıyla, popülist söylemi ve tarzıyla bir anda karizmatik bir figür haline geldi. Liderliğini yaptığı Pakistan Adalet Hareketi (PTI) kısa sürede iktidar oldu.

Şimdi ya güdümlü demokrasinin gereklerine uyarak sürgüne gitmeyi kabul edecek ya da yargılanıp, (belki Butto gibi idama) mahkum edilecek. Tabii bir üçüncü yol da serbest bırakıldıktan sonra bir suikaste uğramasıdır.

Öte yandan bu güdümlü siyasal yapıyı güdenler, şimdiden İmran Han’ın yerine geçirmeyi planladıkları partisindeki iki muhalif hizbin liderleri arasında bir tercih yapmaya çalışıyorlar.

Evet, pakistanlaşma böyle işliyor.

NOTLAR:

(1) Kemalist cumhuriyetin kendi ideolojisi doğrultsunda yetiştirmiş olduğu ( sonra da savunucusu olduğu bu cumhuriyeti terk etmesi için ne gerekiyorsa yaptığı ) en çaplı, en önemli aydını Niyazi Berkes, Asya Mektupları’nda, 1959’da Kalküta’da bir üniversitede karşılaştığı, Türkiye’de de bulunmuş bir Amerikalı görevlinin kendisine, “sizce Türkiye’de bir ihtilâl olur mu” diye sorduğunu, kendisinin şaşırarak olumsuz bir yanıt verdiğini, bunun üzerine Amerikalının, “siz herhalde uzun süredir Türkiye’yi izlemiyorsunuz, ülkenizde vahim olaylar oluyor. Menderes yönetimi demokratik kuralları, insan haklarını ihlâl ediyor, biz Amerikalılar çok kaygılıyız, ülkenizde her an bir ihtilâl olabilir, Menderes’in işi bitti, günleri sayılı artık” dediğini anlatır.