Türkiye, ABD ve uydularının 2011’de başlattıkları Suriye’ye yönelik saldırı sonrasında siyasal olarak yeni bir mecraya sürüklenmiştir. O tarihten itibaren Türkiye giderek istikrarsızlaştırılmış, devletin kurumsal yapısı çözülmüş, egemen bir devlet olarak varlığı sorgulanır hale gelmiştir. Büyük Haziran ayaklanması, birbirini izleyen terör eylemleri, askeri darbe ve sivil darbe girişimleri, sınır-ötesi operasyonlar ülkedeki kaotik durumu sürekli derinleştirmiştir.
Suriye sorunu etrafında yazmış olduğum en erken yazılarda, Afganistan sorununa entegre edilmiş Pakistan bağlamında Türkiye’nin deneyimlemesi olası gelişmelere işaret etmiştim. O zaman, Afganistan sorununa sahada aktif ama reel siyaset anlamında pasif konumda bir devlet olarak dahil olan Pakistan’ın egemen bir devlet olma niteliğini yitirmiş olduğunu, sürekli derinleşen bir istikrarsızlık içinde debelenip durmakta olduğunu belirtmiştim.
Pakistan siyaseti giderek bu Afgan bataklığı içinde yaşamaya adapte olmuş, hatta o bataklığın dışında bir yaşam biçimini adeta olanaklı görememiş, o kadar ki, bu bakımdan eleştirel olanları “vatan haini” olarak suçlamaya kadar işi vardırmıştır. Bugün Pakistan’a egemen olan siyasetin halen en genel sonuçlarıyla bu bataklıktan nemalanmakta olduğu açıktır.
2011’den itibaren (başlangıçta farkında olmadan) Türk devleti yazgısını Suriye sorununa bağlamış oldu. AKP, Türkiye’yi Avrupa ülkesi yapmak vaadiyle iktidar olmuştu. Bu sorun etrafında Türkiye’yi tam bir Orta Doğu ülkesi haline getirmiş oldu.
Devlet giderek aktif bir lojistik merkez, siyasal karar yapma anlamında, pasif bir oyuncu olarak kendisini bu soruna adapte etmiştir. Temel olarak bu sorunun yarattığı koşullarda kendisini yeniden dizayn etmiştir. Bütün bu süreç elbette pürüzsüz bir işleyişle yaşanmamış, çatışmalı, ileri ve geri hamlelerle yürütülebilmiştir.
Süreç içerisinde AKP’nin Cemaat’le yapmış olduğu koalisyon çökmüş, bu koalisyon devrinde dışlanan, hedef haline getirilmiş olan kendilerini milliyetçi-ulusalcı ya da kemalist olarak tanımlayan, esasen eski rejimin siyasal-ideolojik bakiyesinden oluşan gruplarla zorunlu bir koalisyon kurulmuştur.
Bu arada, Türkiye’deki siyasal rejimin toplumsal tabanı zaman içerisinde sürekli daralmaktadır. Kendisini sürdürebilmesi olağan koşullara dönüşle olanaklı değildir. Sürekli “olağanüstü hal” içinde, sürekli teyakkuz halinde sürdürülebilmesi mümkün olabilir. Suriye bataklığı rejimin kendisini yeniden üretebilmesi bakımından varoluşsaldır.
Türkiye 2016’dan itibaren hem ABD’nin hem de Rusya’nın Suriye sorunu etrafındaki taleplerini bu iki güç tarafından kabul edilebilir, hoş görülebilir sapmalarla yerine getirmektedir. Yani halen bu iki güç için işlevseldir. Büyük sermaye grupları bakımından da anlamlı bir rahatsızlık nedeni değildir.
Rejim bir seçim baskısı altında Suriye’de bir “askeri başarı” dan medet ummaktadır. Böyle bir başarının garanti olmadığı bir durumda, seçimi ertelemek de yine bu Suriye sorunu etrafında olanaklı görülmektedir. Yani seçimi kazanmak ya da ertelemek Suriye sorunu ile bağlantılandırılarak mümkün olacaktır. Olası bir seçim kaybı ise rejim için sonun başlangıcı anlamına gelir.
Suriye’yi havadan bombalamak yetmez. Bu daha önce de bir çok kez yapılmıştı. Bir kara harekatı ve seçimleri öne almak, bu sırada da, yurtdışındaki dayanaklarından temin ettiği paraları içeride dağıtmak şeklinde bir hesap var.
Bunun olabilmesi için öncelikle ABD ve Rusya’nın onay vermesi lazım. Ancak böyle bir onayın riskler içerdiğini de görmek gerekiyor. Yani sınırları iyi belirlenmiş alanlarda bir kara harekatına izin verilse de, sahada işler beklendiği gibi gitmeyebilir. Gelişmeler, Suriye devletiyle, kuzeyindeki Kürt yönetiminin birlikte Türkiye’ye direnmelerine yol açabilir. Bu olasılığın Türkiye’ye dönük yıkıcı etkilerinin olacağı açıktır.
Böyle bir mecraya gidiş olasılığı ihmal edilmemelidir. Bu koşullarda en dinamik toplumsal ve siyasal güçlerin iktidarı almak olanağı ortaya çıkacaktır. Böyle bir siyasal odağın oluşturulması devrimci sosyalistler için ivedi bir görevdir.