Yöntemin, devrimci siyasal perspektifin noksan olduğu, dolayısıyla somut koşulları analiz etme yeteneğinin aksadığı yerde, yetersizlik salt belagatla, giderek nakaratla ikame edilir.
Ünlü bir köşe yazarı youtube’da Ukrayna sorunu hakkında konuşuyor. Bir noktada, konuşanın Rusya’nın verdiği tepkiyi olumladığını, giderek bunu anti-emperyalist bir yaklaşımla bağdaştırdığı izlenimi ediniyorsunuz. Tam o ara, “rusçu” olarak suçlanabileceği ihtimali aklına geliyor herhalde, fren yapma ihtiyacı duyuyor. “Bana ne canım Rusya’dan, Amerika’dan, biz kendimize bakalım. Onlar ne halleri varsa görsünler” mealinde bir şeyler ilave ediyor.
Sonra sunucu hanım kendisine soruyor: “Peki, biz Türkiye olarak bu şartlarda ne yapmalıyız?” Köşe yazarı (mealen): “Kuruluştaki fabrika ayarlarımıza, 1920’ye, 1923’e geri dönmeliyiz. O zaman Türkiye, Rusya’dan bedava silah alıyordu. SSCB’ye bedava fabrikalar kurduruyordu. Ancak, onun ideolojisini içeriye sokmuyor, yasaklıyordu. Çünkü genç Türkiye’nin yüzü Batı’ya dönüktü. Batı dünyasına entegre olmak başlıca hedefiydi.”
Tabii beklendiği gibi, bir deus ex machina mertebesinde Atatürk sahneye indiriliyor. Analiz de, revaç gören bir tabirle, “sözün bittiği” o noktada bırakılıyor.
Konuşmacının, “fabrika ayarları” etrafında olgusal olarak söylediklerine itiraz edemeyiz tabii. Cumhuriyet kurucularının emelleri bir burjuva cumhuriyeti kurmak ve çoğunlukla bu tür cumhuriyetlerin yer aldıkları Batı kapitalist-emperyalist sistemine entegre olmaktı. Bu çok açık. Zaten öyle de olmuştur.
SSCB ile başlangıçta geçici ve sınırlı olması planlanan ilişki, “büyük bunalım” koşullarında, öngörülen sınırları zorunlu olarak aşmıştır. Bununla beraber, olası “ideolojik” sızma girişimlerine karşı da en sert ve en tavizsiz uygulamalar devreye sokulmuştur. Zaten her biri sıkı antikomünist olan kurucuların bu uygulamalara en başından teşne olduklarını da biliyoruz.
Bu SSCB ile yakınlık, süreç boyunca, mümkün olan en kısa zamanda omuzlardan atılması gereken bir yük olarak görülmüştür.
Atatürk, 30’ların ikinci yarısında bu entegrasyonu başlatmak istiyordu. İsmet Paşa, SSCB ile yakın ilişkilerin devamından yanaydı. Entegrasyon için henüz erkendi. 1937’de İnönü tasfiye edildi. Entegrasyon yanlısı Bayar başbakan oldu.
Aynı yıllarda, ulus inşa edilirken etnisite yerine, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında yaşamış kadim tarihsel toplulukların doğal mirasçılığı üzerinde yükselen ideolojik kurgu yerine, bugüne kadar etkin olan gerici ırkçı vurgularıyla “Türk-İslam” ideolojisi ikame edilmişti. Böylece, ülkemizdeki ulusal sorunların aşılması için toplumsal ve siyasal ortamı yumuşatabilecek bir olanaktan vazgeçilmişti.
Entegrasyon yolunda bir sonraki ilk ciddi girişim, 1930’ların ikinci yarısında, SSCB’ye karşı açılacak büyük bir savaşın emarelerinin güçlenmeye başladığı bir zamanda yapılmıştır. Özellikle 1937’de, Britanya ve ABD’nin teşvikleriyle imzalanan Sadabad Paktı, biraz ileride, emperyalist sistem içinde üstlenilecek tampon ya da vassal devlet konumunun (ve bu arada CENTO’nun da) habercisi olarak Türkiye’nin Batı emperyalist sistemine entegre olmak yolunda attığı ilk ciddi adımdır.
Bu arada, 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı seçilmesi en çok SSCB’yi memnun etmişti. Hatta Meclis’teki seçimi izleyen Sovyet diplomatları sonucu Meclis’te büyük bir çoşku ile kutlamışlardı. Komintern yayınlarında da benzer bir tavır görülür. Devrin Sovyet ve Komintern yayınlarında Celal Bayar, emperyalist ülkelerin adamı olarak ilan edilir.
Cumhurbaşkanı olarak İsmet Paşa savaş başladığında, temelleri Tanzimat’la atılan “fabrika ayarları” na dönmüş, önce Almanya ile “gayri resmi” temaslarla işbirliği olanakları araştırılmış, Türk-Alman Dostluk Antlaşması imzalanmış, bu antlaşmayla Almanya Türk ordusunun modernizasyonuna katkı yapacağını taahhüt etmişti.
Nitekim, 1943 ‘de daha önce vaat edilmiş olan Alman tankları Türkiye’ye teslim edilmiş, Stalingrad’da ağır bir darbe alan Alman ordusu Kursk’taki son büyük saldırısını gerçekleştirmeden önce dostlarını sahada yapılacak bir tatbikata davet etmiş, Türkiye Cumhuriyeti adına 1.Ordu Komutanı Orgeneral Cemil Cahit Toydemir gizlice Alman işgalindeki Kursk’a gidip, tatbikatları izlemiş, bu arada Hitler’le de görüşmüştü.
Savaştan sonra Türkiye, bilindiği gibi, yine İsmet Paşa yönetiminde NATO’ya, CENTO’ya dahil olarak soğuk savaşta aktif bir kanat ülkesi olarak arzusuna kavuşmuştu.
Geçerken şunu da belirtmek isterim. Bu siyasal kararların Atatürk’ün düşünceleri hilafına İsmet Paşa tarafından alınmış olduğunu iddia etmek doğru değildir. Türkiye ta Tanzimat’tan itibaren bu yola girmişti. Nitekim, Batı kapitalist sistemine entegre olmuş laik bir cumhuriyet de bu sürecin siyasal zirvesidir. Uygulaması tedrici olarak inişili çıkışlı, ileri geri adımlarla yürütülse de, ta Tanzimat’tan beri öngörülmüş bir programdan söz ettiğimizi ihmal etmiyeceğiz. Yani hükümetleri aşan, süreklilik gösteren bir bir devlet kararı ve kararlılığı söz konusudur.
Şimdi bakınız, Rusya emperyalist bir ülke değil. Anti-emperyalist de değil. Benzer şekilde, yarı-feodal genç Türkiye de, kavramın marksist-leninist anlamında, anti-emperyalist değildi. İşgalci büyük kapitalist devletlere karşı kurtuluş mücadelesi vermişti. Kemalist cumhuriyetçilerin kapitalizmle bir sorunları yoktu. Tersine, kendileri de onlarla olabildiği kadar eşit ilişkiler içinde olacak bir burjuva toplumu yaratmak istiyorlardı. Misak-ı Milli sınırları içindeki siyasal -askeri işgale karşıydılar. Kendi ulusal-egemen devletlerini kurmak istiyorlardı. “Büyük devletler” engel olmakta ısrar edince, emperyalistlere bu coğrafyada siyasal bir darbe vurdular. Emperyalizmi gerilettiler. Bu kurtuluş mücadelesinin ilan edilmiş söz konusu ulusal sınırları aşan anti-emperyalist sonuçları oldu.
Ülkede egemenliğe dayalı sınıf ilişkileri -laik cumhuriyet formu içinde daha demokratik koşullarda da olsa-devam etti. Kısacası, cumhuriyetten sonra da sömürü ilişkileri devam etti. Giderek Türkiye’deki yeni rejim emperyalist sisteme entegre oldu.
Mesela bugün benzer bir durum Suriye’de yaşanmaktadır. Suriye’deki Esad yönetiminin kapitalizmle bir sorunu yok. Emperyalist sisteme, kendi koşullarıyla, entegrasyona da razıydı. Yani anti-emperyalist değildi. Bugün, emperyalizmi gerilettiği koşullarda da anti-emperyalist değil. Ancak emperyalist güçlerle girdiği mücadelede onları gerileterek anti-emperyalist bir işlev yerine getirdi. Kendisinin, normal koşullarda, bir sistem olarak kapitalist-emperyalizmle bir sorunu olmamasına rağmen emperyalistler tarafından dayatılan koşullar altında zorunlu olarak bunu yaptı.
Bugün Rusya ve Çin de emperyalist değiller. Ancak anti-emperyalist de değiller. Kendi ulusal kapitalist çıkarları doğrultusunda siyasal tavırlar alıyorlar. Emperyal arzuları var. Bu da kendisini yayılmacılık şeklinde dışa vuruyor. Bu bağlamda, tabii emperyalist devletlerle çelişkileri var. Çatışıyorlar.
“Öncelikli görev, NATO’nun burada geriletilmesidir. Türkiye de NATO’dan çıkmalıdır. NATO baş düşmandır. Terör örgütüdür.” Hem Rusya hem de Nato’ya, ABD’ye karşı olduklarını söyleyenlerin argümanlarının bir tarafı böyle.
Rusya ve Çin, saldırgan emperyalist güçlerle ekonomik işbirliği yapıyorlar. Ancak ulusal çıkarları çatıştığında bu güçleri frenlemeye çalışıyorlar. Böylece onların dünyaya hakim olmalarına mani oluyorlar. Kendi kapitalist çıkarları için tabii.
Ancak bu frenlemenin kendisi, frenleyenlerin beklentileri, hesapları hilafına anti-emperyalist siyasal sonuçlar yaratmıyor mu? Mesela, Rusya ve Çin’in Suriye’de direnen rejimi desteklemeleri, Afrika’da devreye girmelerinin ilericiler için kazanımları olmamış mıdır? Mesela Suriye’deki emekçi kesimler için kazanımları olmamış mıdır? Küba’daki, Kuzey Kore’deki sosyalist rejimler bugün ayakta kalmışsa, bunda Çin ve Rusya’nın caydırıcı işlevleri etkili olmamış mıdır?
Bundan 10-12 yıl önce en yoksul kıta Afrika’daki Batı ülkelerinin toplam doğrudan yatırımları 10 milyar dolar kadardı. O zaman Çin’in oradaki yatırımları 130 milyar doları geçmişti. Tam o sıralarda, Afrika’da, özellikle Çin’le iş yapan ülkelerde, İslamcı terörün, iç karışıklıkların patlak verdiğne tanık olmadık mı?
Emperyalist ülkeler kendilerine işbirlikçiler, tampon devletler buluyor ya da yaratıyorlar. Öbürleri de, rakipleri karşısında güçlü durabilmek için emperyalistlerin hedef aldıkları ülkeleri işlerine yarayacaksa, savunuyorlar. Emperyalist işbirlikçisi maşa ülkeleri de, tehdit unsuru olarak gördüklerinde sabote ediyorlar.Bu iki farklı içeriğe ve anlama sahip siyasal davranışı, biçimsel benzerlik dolayısıyla aynı kefeye koymak ilerici siyaset açısından doğru olmaz. Birincilerin işine yarar.
Ukrayna sorununu Rusya yaratmadı. Bu sorunu emperyalistler, NATO yarattı. Ukrayna’da egemen bir devlet yok. Emperyalistler Ukrayna’da egemen bir ulusal yapının ortaya çıkmasına izin vermediler. Bugün de NATOcu kukla bir yönetim var. Hatta Ukrayna devletinin adının, Nato’nun Ukrayna devletine şimdiye kadar ayar verirken kullandığı bir siyasal alet olarak neo-nazi paramiliter gruplarla anılması karşısında, bu algıyı bozmak için Yahudi bir kişiyi ülkeye başkan yaptılar.
Rusya, Ukrayna, Almanya ve Fransa Minsk toplantılarında çözüm için mesafeler kat etmişlerdi. Ancak ABD bu antlaşmanın uygulanmasına izin vermedi. ABD diplomasiye itibar etmez. Sonradan kendi hegemonik eğilimlerini ve çıkarlarını zora sokacak hiç bir yazılı antlaşmayla bağlanmak istemez. Hegemonik güç siyasetinden vazgeçemez. Ancak gücün karşısında geriler.
Natonun ve dolayısıyla emperyalist troykanın Doğu Avrupa’da, Kafkasya’da, Orta Doğu’da Rus engeliyle karşılaşması bugün için olumlu bir gelişmedir. Emekçilerin, ilerici güçlerin lehinedir. Bugün çıkıp, “ne Amerika ne Rusya” demek emperyalizme hizmet eder.
Sonra, bir yandan Sovyetler Birliği övgüsü yapacaksınız, diğer yandan da, onun mirasçısı olduklarını ilan etmiş iki halk cumhuriyetinin varolma haklarını savunmayacaksınız. Olmaz. Eğer ileride Rusya bu iki halk cumhuriyetini kendi kapitalist-emperyal çıkarları adına tasfiye etmek isterse, o zaman bunu kabul etmeyiz. Ancak şimdi gördüğümüz, Ukrayna’daki Nato kuklası yönetimin böyle bir amacının olmasıdır. Halen her iki halk cumhuriyetinin topraklarının yüzde altmışı Ukrayna devletinin kontrolü altındadır.
Eğer öncelikli olan denildiği gibi, NATO’nun tasfiyesi ya da NATO’ya karşı mücadeleyse, Rusya’nın NATO’nun çok net olan yayılma hamlelerine karşı verdiği bir yanıt olarak bu operasyona niye karşı çıkıyoruz? Öncesini bırakalım, şu son 20 yılda olup bitenleri görmüyor muyuz? Neredeyse hemen her gün, Akdenizde, Egede kaçak göçmenleri taşıyan bir teknenin battığı haberi geliyor.
Bu miyopluğun önemli nedenlerden birisi sanırım kavramsal noksanlıktır. Emperyalistlerin hegemonik jeo-politiği karşısına, stratejik düşünme yeteneğimizi geliştirecek, rakiplerimizin hamlelerini, daha öte olası hamlelerini okuyacak, onları göğüsleyebilecek surette bize görüş derinliği kazandıracak etkin, devrimci bir jeo-ekonomi-politik kavramına sahip olmamamızdır.
Lokal olanla global olan arasındaki diyalektiği isabetli şekilde okumamıza katkı yapacak bir araçtan söz ediyorum. Gerçeklikten koparsak, şu gün için yapılabilirliği olmayan vaatlerle, belagatle durumu idare ederiz.
Büyük kentlerin bir kaç mahallesine sıkışmış olduğumuz halde, partilerimize her gün kaydettiğimiz üyeleri sayarak tamamen kuşatılmayı mı bekleyeceğiz? Unutmayalım, bugüne kadar genellikle “yeşil bir kuşak” kuşanıp, “kahverengi bir gömlek” giyerek yürütülen kuşatma stratejisi emperyalist hegemonya siyasetinin en temel, en canlı aracıdır.
Nato’yu geriletmek devrimlerin önünü açmak için zarurettir. Nato basitçe dışsal bir askeri örgüt değildir. Nato en başından üye devletlerin içine yerleşmiş, onları kontrol eden, “kırmızı çizgileri” dikte eden, bu çizgiler aşıldığında en karanlık, en vahşi şekillerde müdahale eden içsel bir bir siyasal yapıdır.
Bugünkü savaş,görünürdeki haliyle, emperyalistlerarası bir savaş değildir. Bugün Rusya, ülkelerini Nato’nun paravanı haline getirmiş, emperyalistler tarafından satın alınmış politikacıların, onları arkalayan oligarkların yönetimindeki Ukrayna’da, aslında dolaylı olarak NATO ile savaşıyor. Eğer bu savaş doğrudan NATO ve Rusya arasında olsaydı, yine “ne Nato, ABD ne Rusya” mı diyecektiniz? Nato Ukrayna’yı teslim alırsa, dünya savaşı olasılığı daha fazla artar.
Daha önceki yazılarda söylediğimi tekrar edeceğim: Aslında, Ukrayna sorunu etrafında Anglo-Amerikan emperyalizmi dolaylı olarak Almanya ile savaşıyor. Anglo-Amerikanları Çin’den çok, Almanya’nın yükselişi rahatsız ediyor. Önceki iki dünya savaşında olduğu gibi, Almanya ve Rusya kafa kafaya tokuşturulmak isteniyor.