Tarihte bir çok vak’a dolayısıyla gördüğümüz bir gerçek, ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesiyle birlikte oluşan toplumsal sorunların salgın hastalıkları; salgın hastalıkların da ekonomik eşitsizlikleri daha da azdırmakta olduğudur.
Her yolla sermaye biriktirme hırsının bir sonucu olarak yaygınlaşan mülksüzleştirme, yoksulluk, yoksunluk, demografik hareketlikik, insan doğa ilişkilerinin giderek anormalleşmesi…
Bu ilk kez olmuyor. Halk sağlığı tarihçileri, mesela, insanın ortaya çıkışından hemen hemen 1950’lerin başlarına kadar,en fazla can kaybına yol açan nedenin sıtma salgınları olduğunu kaydediyorlar.
Bu salgınlar aslında neden değil, sonuçtur. Salgınları ortaya çıkartan nedenleri, her zaman, insanların geçimleri, bunu temin etmek için birbirleriyle ve doğayla içine girdikleri üretim ilişkilerinde aramak gerekir. Bu bakımdan kendinden menkul bir halk sağlığı sorunu ve dolayısıyla çevre sorunu ilan etmek sorunları çarpıtmak anlamına gelir.
Tekrar olsun, salgınların kendi başlarına tarihleri yazılamaz. Salgınları tetikleyen toplumsal-ekonomik etkinlikler gözardı edilerek, onların neden ve sonuçları açıklanamaz. Bununla birlikte, salgınların “vesile” işlevi gördüklerini de belirtmek gerekir.
Sıtma dahil bir çok virüse bağlı hastalık tarımsal yerleşik düzene geçişle, özellikle de ormanların tıraşlanmasıyla birlikte, sık görülmeye başlamıştır. Yine mesela, en şiddetli şekliyle, Avrupa’da 14. yüzyılın ortalarına doğru görülen ve ilk dalgası 3 yıl kadar süren (1348-1351) veba salgını, Moğol saldırıları, işgalleri esnasında ve sonrasında ilk önce Asya’da patlak vermiş, denizaşırı ticaret, periyodik iklimsel değişimler(“global soğuma” çevrimine girilmesi), yaşanan ekonomik alt üst oluş, büyük kitlesel göçler eşliğinde, en çok Avrupa anakarasında (özellikle batısında ve kuzeyinde) olmak üzere, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Sadece Avrupa’da nüfusun yüzde 31’nin bu veba salgını dolayısıyla hayatını kaybetmiş olduğu tahmin edilmektedir.
Salgın, feodal orta çağın fiilen kapanmasına vesile olmuştur. Yine mesela, salgın sırasında çok sayıda Latince diline hakim iyi yetişmiş din adamı ve din kadınının hayatlarını kaybetmesi, meslek olarak dinin sıradanlaşmasına; dinsel inancın sorgulanması, giderek dinin (din insanları da dahil olmak üzere) inananlar nezdinde itibarsızlaşmasına yol açtı. Bunların ikisi birlikte, daha sonraki Reformasyon’un ön koşullarının hazırlanmasında önemli bir rol oynadı.
Kapitalist-emperyalist dönemin tanık olduğu ilk en yaygın salgın, 1.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ABD’den Avrupa’ya askerler tarafından taşınmış olduğu kaydedilen “İspanyol gribi” dir. Dalgalar halinde bir kaç yıl sürmüştür. Başlı başına bir emperyalist komplo olan savaşın yol açtığı toplumsal ve ekonomik yıkım koşullarında ortaya çıkmıştır. Yıkımın eşiğine gelen emperyalist sisteme zaman kazandırmış, dolayısıyla sistemin mevcut sorunlarının birikerek ertelenmesinde de rol oynamıştır.
“İspanyol gribi”, aktif erkek nüfusun önemli ölçüde hayatını kaybetmiş olması dolayısıyla kadın emek-gücünün öncelenmemiş ölçüde yoğun olarak devreye girmesine; yanı sıra, ilk etkili “sosyal devlet” uygulamasının, sağlık alanında acilen, Bolşevik Rusya’da yaratılmasına da vesile olmuştu.
Günümüzdeki vak’aya gelince, 90’lı yılların hemen başında 1946’da kurulan dünya düzeninin çökmesiyle birlikte (Geçerken, söz konusu dünya düzeni sadece sosyalizmle değil, esas olarak onun etkisiyle, kapitalist dünyada “sosyal devlet” ya da “refah devleti” uygulamalarının yürürlüğe sokulmuş olmasıyla da karakterize edilir) emperyalizmin mutlak dünya hegemonyası için yapmış olduğu hamlelerin etaplarını biliyoruz. Bu süreçte, bugünkü salgına yol açan virüsle akraba olan virüslerin yarattığı salgınları daha kısmi bir düzeyde görmüştük (Mesela yeni versiyonlarıyla, “domuz” ve “kuş” gripleri). O zaman da, ekonomi-politik gelişmelerin, toplumsal-ekonomik krizlerin nasıl bu salgınlarla birlikte seyrettiklerine tanık olmuştuk.
Toplumsal eşitsizliklerin, bugünlerde revaç gören bir tabirle, “pik” yaptığı şartların nasıl bu tür salgınlara yol verdiğini bir kez daha hep birlikte deneyimleyerek görmekteyiz.
Çözülen hegemonik emperyalist sistem, toparlanmak için saldırgan, işgalci hamleler, ekonomi-politik komplolar, yaygınlaşan, derinleşen yoksulluk, katliamlar, kitlesel göçler… Adeta bir yasa gibi.
Hayır, ekonomik bunalımı, savaşları, yoksulluğu, toplumsal eşitsizlikleri bu maruz kaldığımız salgın yaratmadı. Tersine, salgını bu kapitalist-emperyalist şartlar yarattı. Akşamdan sabaha değil elbette, hep birlikte içinde yer aldığımız bir süreç içinde. Salgın, hali hazırda işleyen bu şartların daha da ağırlaşmasına yol açtı.
Sistemin işleyişinin yol verdiği bu koşullar, hiç kuşkusuz, daha önceden de görüldüğü gibi, aynı sistem tarafından istismar ediliyor. Şimdilik tabii. Fiilen gerçekleşmiş çöküşünün ilanını ertelemek ya da geciktirmek için ekonomi-politik olarak kullanılıyor. Bunun için her türden baskıcı araçlara, maddi ve psikolojik her türlü baskılama yöntemlerine başvuruluyor.
Kitle psikolojisidir malum, denize düşen yılana sarılır. Şimdilik böyle. Sonrası içinse, hiç bir şeyin kendi kendisine değişmeyeceğini ısrarla vurgulamak gerekiyor. Öyle kıraathane muhabbeti mesabesinde, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, her şey çok iyi olacak” türü ezberlerin ötesinde, somut analizlere ihtiyaç var.
Gidişat, dünyanın, ya da isterseniz, kapitalist-emperyalist totaliterliğin giderek daha çok otoriter, saldırgan pratiklerle karakterize edileceği bir yöne doğrudur. Aşırı üretim krizi, emperyalist hegemonyanın sönüşüyle iç içe gerçekleşiyor. Sınıf savaşımının (belki de son 80 küsur yıldan beri öncelenmediği ölçüde) şiddetleneceği koşullara hızla evriliyoruz. Unutmayalım, emperyalizm sınıf savaşımlarının uluslararası ölçekte yoğunlaşmış halidir. Emperyalist savaşlar da öyle tabii.