Ulusal ölçekteki toplumsal tarihsel gelişmelere, bir takım yöntemsel sorunlara neden olsa da, uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakmak zihin açıcı oluyor. Bunu yaparken içinde yer alınan uluslararası bağlamdan kopmamak ve belli koşullar altında uluslararası bağlamın imtiyazlı roller oynayabileceğini ihmal etmemek gerekiyor.
Böyle uzun süreli bir bakıştan hareketle süreklilik arz eden bir takım genel siyasal eğilimleri dönemler halinde tespit etmek veya ayırt etmek mümkün olabiliyor. Genel bir siyasal eğilimin başlangıcı olarak tespit edilen bir olayın özellikleri bir siyasal kültür halini alarak izleyen bir çok benzer tarihsel olayı tetiklemekle kalmıyor, onlar için paradigmatik bir anlam da kazanıyor. Bu sayede kendisinden çok sonra dahi cereyan eden siyasal olayları içinden kat’ediyor.
Örnek vermek gerekirse, Türkiye’de, üç aşağı beş yukarı, 1839-1939 yılları arasında kalan zamanı, çelişkileriyle, ileriye sıçrayış, geriye kaçış veya nispi denge halleri içinde, genel olarak, bir toplumsal ilerleme, veya devrimci kabarmalar dönemi olarak tespit edebiliriz. Söz konusu dönem boyunca bir başlangıç noktası olarak işaretlenebilecek Tanzimat olayı paradigmatik bir rol oynuyor. Benzer girişim veya kalkışmaların izledikleri siyasal metodoloji haline geliyor. Şöyle demek de meşrudur: Türkiye’de 1839 başlayan Tanzimat dönemi 1939’da tamamlanmıştır.
Türkiye’de Tanzimat hareketi, sağ ve sol versiyonlarıyla, sonraki bütün monarşist ve cumhuriyetçi reform ve devrim kalkışmaları üzerinde maddi ve manevi etkileriyle yaşayan başat bir siyasal kültür işlevi görmüştür. Osmanlı Tanzimatı’na her ne kadar Mısır’daki reformist gelişmeler vesile olmuşsa da, asıl itki Rusya ile rekabetten kaynaklanmıştır.
Bizdeki Tanzimat (çünkü benzerleri biraz daha sonra Japonya, Rusya ve İran gibi ülkelerde de görülecekti) genel bir uygarlık değiştirme programı olarak sunulur. Britanya-Fransa himayesinde ve kılavuzluğunda, devlet bürokrasisi önderliğinde kapitalist modernleşmeyi gerçekleştirme programıdır. Sonuçlarına bakarak bunun, işbirlikçi bir kapitalist düzen oluşturma programı olduğunu belirtmek gerekir.
Aynı şeyleri sağ ve sol kanatlarıyla izleyen diğer meşruti monarşist ve cumhuriyetçi programlar için de söyleyebiliriz. Kapitalist dünya ekonomisine, farklı görünümler içinde, (ama hepsinde) onun çevresinde yer alacak surette entegre olma programlarıydı.
Farklı kanatlarıyla birlikte her üçü de (Tanzimat, 2.Meşrutiyet ve Cumhuriyet) , bu ereği gerçekleştirmek için kültürel dönüşümleri öne çıkartıp, sosyal dönüşümü tedrici sorun olarak görüyorlardı. Yöntemsel olarak kültürel bir radikalizme öncelik atfediliyordu.
Bu üç deneyim içinde, hedeflenen amaçlar ve elde edilen sonuçlar bakımından en başarılı olanı elbette cumhuriyetti. Bu başarıyı sadece önderliğin kafasının netliği ve kararlılığıyla izah etmek eksik olur. İçinde bulunan dünya ve bölge koşulları, önderliğin bu netlik ve kararlılığının ortaya çıkmasını mümkün kılan zemini hazırlamıştır.
İttihatçılar ve itilafçılar kendilerini içinde buldukları dünya koşullarında, büyük bir savaş selinin önüne katıp süreklediği kadrolar haline geldiler. O karambolde sürüklenip, yitip gittiler. Cumhuriyetçiler savaş selinin geri çekildiği koşullarda, selden geri kalanlar üzerinde yükseldiler.
1923, uluslararası bağlamı itibarıyla, Lozan’dan önce Paris Konferansı’nın çocuğudur. Paris ( ya da Versailles) olmazsa, Lozan da olamazdı. Bu bakımdan, Kemalistlerin dolaylı şekilde de olsa savaş halinde bulunduğu İngiltere-Fransa ittifakına yakın olmaları bir paradoks olarak görülemez. Uzun süreli bir tarihsel perspektiften baktığınızda, Türkiye Tanzimat’tan beri o ittifaka ya dahildir. Ya da dahil olmak istemiştir. Yani kendisini hep o dış bağlama ait görmüştür.
Paris’te kurulmuş dünya düzeni 1939’da fillen sona ermişti. 1940’da söz konusu konferansın yapıldığı şehrin Nazi Almanyası’na teslim olmasıyla hukuken de sona erdi .
Paris’te ortaya çıkan dünya düzeninin sürdürlemeyeceğinin işaretleri zaten daha erken bir zamandan itibaren geliyordu. Kemalistler de savaşın soluğunu 30’ların başlarında hissetmeye başlamışlardı. Savaşın olası tarafları da aynı sıralarda hemen hemen belli olmuştu. Nazi Almanya, İngiltere-Fransa ittifakı ayrı ayrı, 30’lu yılların ikinci yarısında, cazip kredi vaatleriyle Ankara’yı yanlarına çekmek için yarış halindeydiler. Sovyetler de, yaklaşan savaş öncesinde, etrafını sıkıca tahkim etmek için mevcut iyi ilişkileri konsolide etmek gayretindeydi.
Kısacası, Ankara’da diplomatik trafik hızlanmış, Ankara’nın pazarlık kabiliyeti de artmıştı. Artık kendisini yalnız görmüyordu. SSCB ile ilişkiler ekonomik olarak memnuniyet verici olsa da, siyasal dolayımları Ankara tarafından yük ya da engel addediliyordu. Sovyetler’e artık 20’lerde, 30’lu yılların ilk yarısında bakıldığı gibi olumlu bakılmıyordu.
İleride 1946’dan itibaren izlenecek yol, daha Atatürk’ün sağlığında, bizzat onun önderliğinde döşeniyordu. Celal Bayar tercihi yeni ulusal ve uluslararası siyaset ihtiyacından doğmuştu. Ankara emperyalist Batı’yla entegrasyon çabasındaydı. Öyleyse, Bayar tercihini restorasyon döneminin başlangıcı olarak okumak da mümkündür.
Bayar’ın başbakanlığı SSCB’yi rahatsız etmişti. İnönü cumhurbaşkanı seçilince, Meclis’te oylama oturumunu izleyen diplomatik sıralarda abartılı sevinç gösterisinde bulunanlar sadece Sovyet temsilcileriydi. En karamsar olanlar ise Alman, İngiliz ve Fransız temsilcilerdi. Yani o zaman, İnönü Sovyetler’e yakın biri olarak görülüyordu.
Burada, İnönü’nün seçilmesi sonrasında Komünist Enternasyonal dergisindeki bir yazıdan küçük bir alıntıyı aktarmak istiyorum : “İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Alman faşizmini huzursuz kılan olaylar oldu. Birincisi, Bayar hükümetine son verildi. İkincisi, CHP yönetiminden sağcı ve faşist dostu unsurlar uzaklaştırıldı. Üçüncüsü, yeni meclis seçiminde bu sağcı ve faşist ajanlar milletvekili seçilemediler. Dördüncüsü, belli bir basın özgürlüğü sağlandı ve Bayar’la eski İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın yandaşları devlet örgütünden uzaklaştırıldı” (Yakın tarihimiz, Milliyet Gazetesi Tarih ve Kültür Eki, Fasikül 4: 1980: sayfa 69)
Bu noktada küçük bir not olsun : İsmet Paşa’nın başbakanlıktan alınmasında önemli bir rolü bulunan SSCB ile “dostluk” ilişkilerinin ve Bayar devrindeki “soğukluk” döneminin de mimarı sayılan dış bakan Tevfik Rüştü Aras, onun cumhurbaşkanı seçilmemesi için de çok çalışmış olan bir figürdü. İstenen restorasyonun veya entegrasyonun onun liderliğinde gerçekleştirilemeyeceğini öngörüyordu. Muhtemelen Atatürk de farklı düşünmüyordu.
Uzatmayalım. 1923’de kurulan “Atatürk Cumhuriyeti” fiilen 1939’da dönüşüm geçirecekti. Artık emperyalist Batı’yla hep arzu ettiği ama bir türlü uygun fırsatı bulup da gerçekleştiremediği entegrasyonu gerçekleştirmek isteyen bir “yeni” bir cumhuriyet arayışı vardı. Arayışın lideri biraz daha erken bir zamandan itibaren bizzat Atatürk idi. Cumhuriyet devriminin restorasyonu Atatürk’ün sağlığında, Bayar’ın başbakan olarak atanmasıyla başlar. Dünya kapitalizmine entegrasyon için restorasyon zorunluydu. Türkiye’nin 2.D.Savaşı’ndaki sözde tarafsızlığını bu yeni siyasal açılımla birlikte düşünmek gerekir.
Yani İnönü Atatürk’ün 1937’den itibaren bariz hale gelen anti-Sovyet ama Britanya-Fransa yanlısı dış politikasını sürdürecekti. Zaten başka türlü de iktidarı tutamazdı. Savaş başladığında, Sovyetler’le dayanışma, taahhüt edilen hilafına, gerçekleşmedi. Tarafsızlık şiarı altında tam tersi yapıldı. Geçerken, savaş sonrası SSCB’nin Türkiye’ye Boğazların statüsü konusunda kendi lehine düzeltmeler yapılması için baskı yapmasını bu çerçevede okumak gerekir.
1945 yılında, 1919’da Paris’te ( ya daVersailles’da) aksak doğmuş dünya düzeni, bu kez Yalta’da, gözden geçirilerek yenilendi. Bizim 1946’daki 2.Cumhuriyet Yalta Konferansından çıktı. Türkiye, Anglo-Amerikan emperyalizmine entegrasyon yoluyla yeni kurulan dünya düzenine adapte oldu.
Şimdi deniliyor ki, “Tayyip Erdoğan 1923’te kurulan Atatürk Cumhuriyet’ini yıktı”. Onu bile buna inandırdılar. Adam kendisinde öyle bir keramet görmeye başladı. Oysa, Tayyip Erdoğan türü ne bir şey yıkabilir ne de bir şeyi kurabilir. Erdoğan ne 23’ü ne de 46’yı yıktı. İkincisi zaten birincisinin inkârından çıkmıştı. 1946’daki 2.Cumhuriyet, Yalta nizamının çökmesiyle birlikte çözüldü ve çöktü. Tayyip Erdoğan onun siyasal enkazı içinden çıktı.
Tayyip Erdoğan yıkmadı. Zaten yıkılmış olanı ganimet haline getirip, yağmaladı. Deniliyor ki, “yıktı, ama yerine yeni bir şey kuramadı”. Kuramaz. Yeni bir dünya kurulmadan, Türkiye’nin ne olacağını kestiremiyoruz. Çünkü böyle bir düzenin kurulmasında, bugünkü haliyle Türkiye senaryo yazabilecek, senaryo yazımına katkıda bulunabilecek konumda değildir.
Tekrar olsun, Erdoğan 45′ te tesis edilmiş olan dünya düzenin yıkıntılarından yükseldi. Bugüne kadar süren hareket kabiliyetini de, bu düzensizliğin neden olduğu manevra alanına borçludur.
Bu arada, reformist solcuların “Türkiye, 1950’den itibaren DP hükümetleriyle birlikte gericileşti” iddiası eksiktir. 1949’daki Türkiye, 1950’dekinden daha az gerici değildir. 1960 darbesinden sonra Türk devletinin ilericileştiği iddiası da doğru değildir.
Darbeden sonra kurulan İnönü hükümetleri, Menderes’siz, Bayar’sız DP kabineleri gibidir (Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra kurulan hükümetlerin Demirel’siz AP hükümetleri olması gibi) . Dahası, devletin emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda, gericiliğinin tereddüde yer bırakmayacak şekilde konsolide edilmesi için yeniden örgütlenmesi NATO’nun 27 Mayıs darbesi sayesinde olmuştur. Devletin en stratejik kurumlarında büyük tasfiyeler, bazı ilerici kurumların işlevsizleştirilmesi bu sayede gerçekleştirilmiştir.
27 Mayıs’ın öteki NATO darbelerinden farklı olarak ilerici bir görüntü vermesinin en önemli nedeni şudur: Menderes-Bayar’ın izledikleri ekonomik ve kültürel politikalar, kentli işçi ve kentli orta sınıfın demokratik tepkilerine yol açmıştı. Kentli işçiler, aralarında, asker-sivil memurların, öğretim elemanları ve öğrencilerin, serbest meslek sahiplerinin, gazetecilerin de bulunduğu kentli orta katmanların demokratik taleplerle başkaldırıları, protestoları, hükümetin düşmesini isteyen büyük sermaye sınıfının bu enerjik kesimlerle geçici bir ittifakını gerekli kılmıştı. Bu yüzden darbeden hemen sonra bu kesimlerin bir kısım ilerici talepleri yerine getirilmişti. Aksi halde darbe, büyük çoğunluğu kırsal olan ve DP’yi destekleyen nüfus karşısında gayet dar bir toplumsal tabana dayanmak zorunda kalacaktı. NATO ve yerli büyük sermaye sınıfı bu riski göze alamazlardı.
Ancak bu kenti işçi ve orta katmanların şikayet ve taleplerinin darbenin nedeni olarak görülmemesi gerekir. Nedeni değil ama, etkileriyle ya da bir etken olarak, vesilesi olmuştur. Darbenin birbirine bağlı ya da iç içe iki nedeni vardı: (1) Menderes-Bayar’ın izledikleri popülist ekonomik politikanın sürdürülür olmaktan çıkıp iflas etmesi, hükümetin büyük bir devalüasyon ve moratoryum ilanıyla işbirlikçi finans-kapitali zarara uğratması. Kentli kitleleri yoksullaştırması. Hükümetin rasyonel ekonomik politikalar uygulama kapasitesini yitirmesiyle oluşan ekonomi-politik güven bunalımı. (2) Ekonomi-politik bakımdan kırılganlaşmış Türk devletinin İran’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak Arap coğrafyasında, Afrika’da ilerici hareketlerin mevzi kazanmaya başlamalarıyla kritik bir evresine girmiş olan soğuk savaşta, DP hükümeti yönetiminde, emperyalist siyasal talepleri yerine getirebilme yeteneğini kaybetmiş olmasıdır. Hükümetin bu durumunu kabullenmeyerek kontrolden çıkması, kendi başına hareket etme eğilimleri göstermesidir. Emperyalistlerin, o koşullarda, bu tür davranışları tolere etmeleri kabil değildi.
1939’dan itibaren girilen dönem en uzun gericilik dönemi olarak- artık yıkıntılar içinde de olsa- halen devam etmektedir. Sorun, Yalta’da kurulan dünya düzeninin 1991’de çökmesiyle birlikte, 1919-1939 arası dönemdekine benzer aksak, sürdürülmesi olanaklı olmayan, kararsız, tekinsiz, kaotik bir “ara dönem” den geçiyor olmamızla alakalıdır.
Türkiye içinde yer aldığı her dünya düzeni söz konusu olduğunda, “TSK partisi” de dahil, her zaman tek bir “düzen partisi” tarafından yönetildi. 1923’ten sonra da, 1946’dan sonra da, halen de…
Dünyadaki uzun süreli büyük dönüşümler tek vuruşta gerçekleşmiyor. Reel koşulların dayattığı doğrusal olmayan etaplardan geçiyor. Şimdi de yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var. Dayatıyor. Etapları katediliyor. Bölgesel savaşlar, yaygınlaşmış terör, ticaret savaşları, ekonomik yaptırımlar, ambargolar, yeni Bretton Woods taleplerini yükselten BRICS gibi ittifaklar, renkli devrimler, rejim ihraçları, askeri darbeler. Sürekli derinleşen toplumsal eşitsizliklerin ve meşruiyet erozyonunun teşvik ettiği, bütün coğrafyaları kat’etme eğiliminde olan büyük kitlesel ayaklanmalar. Bu koşullarda oluşan kontrol dışı alanlar, kontrol edilemeyen bölgeler. Vekiller marifetiyle zaman kazanma… İşler giderek daha da karmaşık şekilde düğümleniyor. Kılıca ihtiyaç olacak mı, şimdi soru budur.