Trump ne yapacak? I

Trump, kendisinden önceki başkanlar ne yaptılar, ne yapmaya çalıştılarsa onu yapacak. ABD hegemonyasını sürdürmeye, güncellemeye çalışacak. Ne daha iyi ne daha kötü.

Trump içeride, geniş alt yapı yatırımlarıyla ekonomiyi canlandırıp, bir süreliğine istihdamı, dolayısıyla talebi artıracak bir politika izleyecek. Bu sayede muhtemelen stagnasyonu  bir süreliğine aşacak, bunu yaparken, en kararlı şekilde,  emekçi düşmanı sosyal politikalar izleyecek, dinciliği, cinsiyetçiliği, ırkçılığı öne koyan gerici popülist “açılımlar” gerçekleştirecek.

Trump, Obama, Clinton veya Bush türünden bir kukla olmadığı için bunları açıkça dile getirmekten kaçınmıyor. Bununla birlikte, onun finansallaşmaya karşı reel ekonomiyi, sanayii teşvik eden önlemler almasını beklemek gerçekçi görünmüyor. Ekonomik politikasını Wall Street’in isterleriyle uyumlu kılacağı açıktır.

Dış politikasına gelince, Trump, Avrasya perspektifinden vazgeçmiyor. Vazgeçemez de. Onun farklı olarak yapmak istediği, taktikleri değiştirmektir. Stratejiyle bir sorunu yok. Trump, ABD’nin öncelikli üç düşmanı olduğunu belirtiyor: Çin, K.Kore, İran. Bunların ilk ikisi müttefik olarak görülebilir. Sonuncusu da, Çin’e en çok petrol ihraç eden ikinci ülke konumunda. Eğer planlanan projeler tamamlanabilirse, belki Çin için daha da  önemli petrol ve gaz tedarikçisi ülke konumunda olacak.

Trump diyor ki, ABD’nin bu düşmanlarla baş edebilmesi için Rusya’yı da onlarla düşmanlaştırması, en azından, onlardan yalıtması gereklidir. Yani bu düşmanları alt edebilmesi için ABD’nin Rusya’ya ihtiyacı olduğunu dile getiriyor. Ona göre, söz konusu düşmanların etkisizleştirilmesinden sonra Rusya’nın hizaya getirilmesi daha kolay olacaktır.

Trump’a göre Orta Doğu’da ABD’nin istediklerini elde edememiş olmasının en önemli nedeni İran’dır. Orta Doğu’da ABD ve dolayısıyla İsrail çıkarlarını tehdit eden en önemli, en tehlikeli güç de İran’dır. Suriye, Irak politikalarındaki başarısızlık, İran’ın konumuyla alakalıdır. İran bertaraf edilmeden Irak, Suriye’de, genel olarak Orta Doğu’da ABD çıkarlarını realize etmek çok zordur. İran’a taviz verildiği için Irak ve Suriye’de başarılı olunamamıştır.

ABD’nin Çin, K.Kore, İran düşman cephesine Rusya’nın dahil olmasıyla sonuçlanacak politikalar izlemesini akılcı bulmamaktadır. O zaman bu düşman cepheyle mücadele etmek çok daha zorlaşacak, başarı şansı en aza inecektir. Rusya, ürkütülmemeli, onu tedirgin edecek hamlelerden vazgeçilmelidir. Rusya konusunda, amiyane tabirle, Avrupa’nın, özellikle de Almanya ve D.Avrupa’nın gazına gelmemek gerekir. Rusya’yı Suriye’de zorlayacak hamlelerden kaçınmak gerekir. Kısacası Trump, kaz gelecek yerden tavuğun esirgenmemesini vaz’ ediyor.

Ancak burada belirsiz olan, adeta anahtar bir işlev yüklenmek istenen bu Rusya politikasının gerçekleşebilmesi için iki ülkenin maddi jeo-ekonomi-politik çıkarlarının nasıl uzlaştırılacağıdır.  Bu mümkün müdür? Bence değildir. Geçici yumuşamalar, uzlaşmalar, işbirlikleri olabilir tabii. Ancak Rusya’nın  Batı bloğuna, onun jeo-politiğine entegre olması tarihsel olarak olanaklı görünmemektedir.

Obama yönetimi, görevinden ayrılmadan önce, Trump’ın kucağına, D.Avrupa’da, Orta Doğu’da, Çin’de bombalar bırakmak için her şeyi yaptı. Doğu Avrupa’da, Rusya’yı nükleer bir NATO çemberi içinde alarak bunaltmak; Suriye’de, IŞİD’le mücadele yalanını öne sürerek cihatçıları ve bu arada IŞİD’i de yeniden takviye ederek Suriye’ye saldırtmak için elinden geleni ardına koymadı. IŞİD’in Deyrezor, El Bab, Palmira saldırıları, ABD’nin Halep’e yanıtı olarak görülmek gerekir.

ABD, maşalarını istediği gibi kullanmaktadır. Zaman zaman tepelerine bomba yağdırmakta, daha doğrusu, çoğu kez yağdırıyormuş gibi yaptığı halde onlara destek vermektedir. Bu da anlaşılabilir bir haldir. Bu cihatçılar ABD’nin çocuklarıdır. Doğrudan sahaya inemediği şartlarda, onun sahadaki askerleridir. Kontrolünden çıkmadıkları sürece feda edilmeyecekleri açıktır.

ABD söz konusu olduğunda, açık olan bir konu daha var:  ABD şartların lehine olmadığı bir durumda, hiç bir diplomatik antlaşmaya imza atmaz. Eğer diplomasi masasına oturması gerekiyorsa, bu ancak görüntüyü kurtarmak adına olabilir.  Daha önce Cenevre’de görmüş olduğumuz gibi, konuyu sulandırmak, zora sokmak ve nihayet masayı devirmek için elinden geleni yapar.

ABD’nin Astana’ya dahil olmasının, Astana’nın da başarısız olmasına, görüşmelerin sulandırılmasına, sonunda masanın devrilmesine yol açacağı kesindir. Tabii şimdi ABD’de bir devir teslim var. ABD devleti içinde Trump’ın temsilcisi olduğu kanadın ne kadar işlere hakim olacağını zaman gösterecek.

Türkiye, Suriye’de hiç memnun olmadığı son durumun Trump’ın gelişiyle birlikte yeniden Sünni/Siyonist bloğun isterleri doğrultusunda değişmesini umut etmektedir. Trump’tan gelecek “aport” talimatıyla harekete geçmeye hazırdır. ABD vasalı olarak  Türk devleti, ABD’nin arkalamadığı hiç bir mutabakatın arkasında duramaz. Bugünün “yetmez ama evetçisi” olan Türk ulusalcılarının iddiaları, aynı geçmişin “yetmez ama evetçisi”  Kürt ulusalcılarının “ileri demokrasi” iddiaları gibi,  tamamen dayanaksızdır. Aynı ölçüde sahtekarlıktır.

Emperyalistler, BOP’u sahneye koyarlarken, buna bir din savaşı, mezhep savaşı içeriği de kazandırmayı düşünmüşlerdi. Buna göre belirlenmiş fay hatlarını hareketlendirmek istemişlerdi. Bir yanda, S.Arabistan’ın başını çektiği “Sünni blok” ve karşısında İran’ın liderliğini yaptığı “Şii blok”. Kaçınılmaz olarak, Vahabilik ve On İki İmam Şiiliği savaşı.

Normal koşullarda, ne Sünnilik ne de Şiilik tek parça bir bütünlüğü temsil etmezler. Mesela, Sünnilik dahilinde, Hanefilik Orta Doğu’da etkisizdir, daha çok, Türkiye, Santral ve Uzak Asya müslümanları, Pakistan gibi ülkelerde güçlüdür. Orta Doğu Arapları arasında Hanbelilik (Sünni mezhepleri içinde bir teolojisi olan tek mezhep budur), onun içinden çıkmış Selefilik, onun Suudi çıkarlarına uyarlanmış versiyonu olan Vahabilik güçlüdür. Burada Suriye hakkındaki ilk yazılarımda değinmiş olduğum gibi, Sünniliğin en gerici kanadı olan Vahabilik, en militan (Hanbelilik de kuruluşu itibarıyla, en katı, en militan mezhepti zaten) , en zengin, emperyalistlerin ve siyonistlerin çıkarlarıyla en uzlaşık bir akım olması dolayısıyla, kaçınılmaz olarak, diğerlerini domine edecekti.

İran şiiliği de, normal koşullarda,  diğer Şii akımlarıyla her zaman kavga halinde olmuştur. Nusayriliği ve Aleviliği yadsımış, sünnliğe en yakın Şii mezhebi olan Zeydiliğe sert eleştiriler yöneltmiş, İsmaili ve Dürzi kanatlarla uzlaşmaz bir teolojik çekişme içinde bulunmuştur. Ancak bu jeo-politik kapışmada Şiiliği temsil eden tek büyük devlet olması İran’ın bu bloğun lideri olmasına yol açmıştır.

Türkiye’deki Sünni mezhepçi yönetimin bu saatten sonra İran’la birlikte Sünni bloğun aleyhine saf tutmasını beklemek gerçekçi değildir. Şimdiki durum, koşulların dayattığı geçici bir uzlaşma hali olarak görülmelidir. Türkiye, Trump politikalarında kendi konumuna uygun bir rol biçileceğini umut etmektedir. Trump’ın ilan ettiği “İran karşıtlığı, Rusya dostluğu”, hiç şüphesiz, Türkiye’nin el oğuşturmasına yol açmıştır. Bu da hesaba katıldığında, Astana’dan kalıcı bir sonuç çıkmayacağı öngörülebilir. Türkiye, Trump yerleşene kadar zaman kazanmak isteyecektir.

Bitirirken, Çin’in biraz üzerine gidilince, panik halinde hareket ettiğini görüyoruz. Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi gibi tartışmalı konularda, Çin, taktik olarak yanlış hamleler yapmaktadır. Özellikle Güney Çin Denizi sorununu aşmak için yaptığı hamleler, diğer hak iddiasında bulunan ülkeleri ABD’nin emperyalist kışkırtmalarının aracına dönüştürebilir. Söz konusu ülkelerin ABD’nin kucağına itilmesine yol açacak politikaların Çin’e zararı olur. Çin’in sakin kalması, bölge ülkeleriyle ilişkilerde, ekonomik, tarihsel-kültürel bağları dolayısıyla, ABD’ye göre daha avantajlı olduğu konumunun bilincinde olarak hareket etmesi, emperyalist planların boşa çıkartılmasına yarayacaktır.

Resesyon

Kapitalist sistem 60’ların ortasından, SSCB’nin resmen çöktüğü 90’lara kadar azalan kar oranları dolayısıyla süreğenleşen stagnasyon ve resesyon koşullarında varlığını sürdürdü (Geçerken, bu halin ortaya çıkması, esas olarak, kapitalist sistemin içsel işleyiş mantığıyla izah edilebilir. Ancak sosyalist dünya sisteminin var olduğu koşullarda kapitalist sistemin jeo-ekonomi-politik hareket alanı daralmıştı. Bu gerçeği de ihmal etmemek gerekir.) Sistemin bu halden çıkmak için başvurduğu araç global ölçekte finansallaşma oldu. Bunun olmazsa olmazı, menkul kıymetlerin uluslararası düzeyde hiç bir engelle karşılaşmadan hareket kabiliyetine sahip olmasıydı. Bu da onun jeo-ekonomi-politik bir sorun olduğunu gösterir. Emperyalist saldırganlık, ülke işgalleri, dolaylı işgaller, “renkli devrimler” bu çerçevede anlamlandırılabilir. Bilindiği gibi,  2000’li yılların başlarında finansallaşma eğilimi zirve yaptı. Bu eğilimin varacağı yer,  yeniden başa sarma, daha ağır bir  stagnasyon ve resesyon döngüsü içinde debelenme olacaktı. Sistem halen bu süreç içerisindedir.

Bu sürecin Türkiye ekonomisine etkilerini bugün sürecin önceki evrelerine göre daha net olarak görebiliyoruz. Sistemin global ölçekte finansallaşmasının esas görünümlerinden birisi, Türkiye gibi “çevre” tabir edilen  ülkelere sermaye akışıdır. Yani çevre ekonomilerinin borçlandırılmasıdır. Bol borç parayla bol keseden harcamalara teşvik edilmesidir. Harcadıkça, daha fazla borca ihtiyaç duyması, nihayet, borç batağı içinde boğulmasıdır.

Akışkan “sıcak para” güvenli koşullarda yüksek kazancı öngörür. Siyasal, toplumsal koşulların yüksek kazanç olanağını vaat etmesi gerekir. Türkiye son üç yıldan beri söz konusu sermaye için “istikrarlı” bir ülke statüsünde değildir. Aslında bu hale yol açan bizatihi finansallaşma sürecinin kendisidir. “Sıcak para” tanım itibarıyla, kırılganlaştıran, hızla çürüten, toplumsal direnişleri yükselten, yıkıcı bir dinamiktir. Yani bugünkü sonuç için kimsenin özel olarak bir komplo yapmasına gerek yoktu. Sürecin dinamizmi bu sonucu kaçınılmaz olarak yaratıyor. Ülke ekonomisi ne kadar kırılgansa, o ölçüde ağır tahribata uğruyor.

Türkiye ekonomisi son iki çeyrekte net olarak küçülmüştür. Bunun anlamı resesyondur. Bugün derinleşmekte olan bir resesyon hali vardır. Esasen dolar kurunun 3 tl’nin üzerinde seyrettiği şartlarda, ekonomide işleri çevirmenin giderek zorlaşacağı biraz ekonomi bilen herkesin malumuydu. Türkiye ekonomisi bu yeni yılın ilk ayında resesyon aşamasının derinleşeceğinin  işaretlerini vermektedir.  Muhtemelen döviz kuru tekrar yükseliş eğiliminde olacak, Merkez Bankası üzerindeki siyasal baskılar onun bu duruma etkili, daha doğrusu, gerçekçi bir şekilde müdahale etmesini engelleyecektir. Yükselen kurun ateşini gerçekçi bir faiz oranı düşürebilir. Öyle “0” bilmem kaçlarla halledilebilecek bir sorun değildir. Ancak M.Bankası yapılması gerekeni yapamamakta,  utangaç hamlelerle işi idare etmeye çalışmaktadır.

Bu ay içinde ABD’de, Trump yönetimi iş başı yapacaktır. Trump’ın ekonomi politikası, yapılan açıklamalardan izlenebildiği kadarıyla, ilk etapta inşaat ve onunla alakalı sektörlere kaynak aktarılmasını öngörmektedir. Bu parasal kaynağın bir trilyon dolar civarında olacağı söylenmektedir. Trump yönetimi ilk iki yılında bu sayede ülkede büyüme ve istihdam yaratmayı planlamaktadır. Elbette bu önlemlerle  ABD ekonomisinin bunalımı çözülmez, ancak ekonomiye etkisi bir kaç yıl sürebilecek, hatta bu sayede belki Trump’ın bir dönem daha devam etmesini temin edebilecek bir soluk aldırılabilir. Sonrasında mevcut bunalımın daha da ağırlaştığı görülecektir. Söz konusu olan, azalan kar oranları, stagnasyon,resesyon, finansallaşma ve tekrar stagnasyon ve resesyon kısır döngüsü içinde debelenen sistemin çıkmaz halidir.

Trump, eğer ekonomik önceliğini seçim kampanyası süresince sık sık dile getirdiği şekilde gerçekleştirebilirse,  “sıcak para” manyağı halinde getirilmiş Türkiye gibi ülkelerin işi daha da zorlaşır. Ancak hayli yüksek faiz ödeyerek para bulabilirler. Yetmez, ülkelerin siyasal ve toplumsal koşulları sermaye sahipleri tarafından daha fazla sorgulanmaya başlanır. Nitekim, parlamentoda başkanlık görüşmeleri sürerken döviz kurunun dramatik şekilde yukarıya doğru ivme kazanmasından sonra uluslararası sermayenin başkanlık sorununu “siyasal istikrar” adına olumlu görmediği,  bir olağanüstü hal rejimi olarak öngörülen başkanlık konusunu, kırılganlığın, çatışmanın artması olarak yorumladığı pekala iddia edilebilir.

Mevcut durumda, döviz kurundaki artış zaten enflasyonist baskılar yaratıyor. Ekonominin küçülmesi yönünde basıncı arttırıyor.  Faiz artışlarının da benzer yönde baskılar yapacağı açıktır. Yani bir bıyık/sakal açmazı söz konusudur.  Öyleyse, düşük faiz oranı, bol para, kredili satışlarla beslenen geniş yandaş kitlenin yandaşlığını sürdürebilmesi için gerekli koşulların ortadan kalkması beklenebilir. Bu koşulların ortadan kalkmış olması burjuvazinin iktidarının da ortadan kalkması anlamına gelmez elbette. Tayyip Erdoğan burjuvazinin politikacısıdır. O olmazsa, pekala burjuvazi başka birilerine iş verir. Başka bir tayyip bulur.

Son bir nokta, ya da tekrar olsun, AKP rejimi bir seçimle, referandumla gitmez. Bir seçim ya da referandum kaybı sadece onun bir darbe alması anlamına gelir. Bu rejimin yazgısı, jeo-ekonomik-politik koşullardaki gelişmelere bağlıdır. Sönme eğilimindeki emperyalist hegemonik gücün bu konumunu sürdürebilmek için neo-liberal ekonomik araçlarla hayati bir hamle yaptığı koşullarda, bu hamlenin seyri, yol açtığı, bundan sonra yol açacağı sonuçlar, rejimin yazgısının belirlenmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır.  AKP de bunu iyi görüyor, sürekli manevra yapma ihtiyacı duyuyor. Alanı daraldıkça bu ihtiyacı daha fazla duyuyor. Hatta şimdi görüldüğü gibi, uluslararası bağlamından görece serbestleşip, boşluğa düşüyor. Yeniden o bağlamına tutunabilmek adına Trump’ı bir şans olarak değerlendirmek istiyor.