4 Eylül’den siyasal iktidar odağı olmak iradesi çıkmalıdır

 Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve 15 Temmuz, ABD’nin sık sık vurgulamış olduğu, “Türklerin en önemli ihraç malı” olan TSK’nın, NATO’cu amaçlar adına,  yeniden dizayn edilmesi, hatta radikal bir şekilde  tasfiyesine yönelik olarak atılmış adımlardı. Gaye, TC devletini pasifize ederek, onu kayıtsız koşulsuz bir şekilde NATO’nun emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmaktı.

Zaman geçtikçe yaratılmak istenen resim netleşiyor. Suriye’ye yönelik son işgal girişimi, TC devletinin NATO isterleri doğrultusunda kayıtsız koşulsuz kullanılmaya hazır hale getirilmiş olduğunun yadsınamaz bir göstergesidir. Bu işgalin esas amacı, olası ve daha geniş kapsamlı bir NATO müdahalesi için mevzi kazanmaktır. Bundan kuşku duymamak gerekir. Bu arada, ABD’nin İran’la ve Rusya ile yapmış olduğu antlaşmaların da geçici geri adımlar olduğunu geçerken hatırlatmak isterim (1).

Güvenilmez cihatçı maşalar ve ABD tarafından nereye çekilirse oraya gitmeye hazır (yani TC devletinden bu bakımdan bir farkı olmayan) Kürt grupların sahadaki istikrarsız, kararsız, güçsüz varlıkları  olası NATO operasyonu için sağlam bir dayanak noktası oluşturamazdı. TC devleti sahaya açık bir şekilde sürülerek Suriye’nin kuzeyindeki NATO kontrolü güçlendirilmek istenmiştir.

Bu koşullarda TC devleti adına daha geniş kapsamlı bir savaşa dahil olma olasılığı yüksektir. Bu savaşın kaçınılmaz olarak ülkemizde tam bir çöküş ve  iç savaşla sonuçlanacağı ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Şimdiden bu öngörü doğrultusunda somut önlemler almamız zarurettir.

Önce şu saptamaları yapalım: Bugün Kürt siyaseti ve dolayısıyla onun timarı olan Türk bileşenleri anti-emperyalist değildir. Aynı TC devleti gibi, Kürt siyasetleri de emperyalizmle ittifak halindedir. Bunların sık sık “demokratik halk” ibareli birlikler kurduklarını açıkladıklarını biliyoruz. Bunlara elbette itibar etmemek gerekir. Kürt siyaseti solcu dahi değildir.

Bugün “sosyal demokrasi” diye bir şey de yoktur. Böyle bir şeyin var olup olmadığını, programına ve pratiklerine bakarak anlarsınız, bugün böyle bir şey var mı? Bir emperyalist “düzen partisi” nden söz edilebilir. HDP’nin bugün sanki dışlanmış gibi görünmesi, TC devletinin Suriye toprağını işgali için gereklidir. Merak etmeyiniz, ihtiyaç halinde yarın yine yolları birleşir.

Emperyalist siyaset altında bulundukları sürece bunların zaman zaman kontrollü bir şekilde kafa kafaya tokuşturulduklarını, bundan sonra da, gerekiyorsa, kafalarının tokuşturulacağını biliyoruz. Bu çerçevede bunların  ikisi de aynı “Kral yolu” nun yolcusudurlar.

Kürt siyasetinin timarı olan Türk siyasetlerinin, bundist kitle örgütlerinin  adlarını anmak bile züldür. Bunlara kafayı takmayalım. Hatta bunlar yokmuş gibi davranmak yanlış olmayacaktır. Öyle ya, birisi çıkıp, “Türkiye solunu Kürt halkının (seçmeninin demek istiyor) himmetiyle yeniden oluşturmak neden mümkün olamasın”  diyebiliyor. Bunu bugüne kadar PKK dahi telaffuz etmemiştir. Tıpkı bir başkasının vaktiyle çıkıp, “Haziran’ı, Öcalan’ın (meşhur)  “halka açık” mektubu mümkün kılmıştır” demesi gibi. Tabii bunları her zaman “tımar koparma”  arzusu gibi okumak lazım.

Nasıl, sağ tarafta “ihale almak” AKP icazetiyle olanaklı olabiliyorsa, söz konusu “sol” tarafta da, parsadan pay almak için PKK icazeti gerekiyor. Bunlara karşı daha açık, daha eleştirel bir mücadele içine girmek gerekir. Onların “kemikleşmemiş” (ki bizim için  gerekli olanlar onlardır) kitlelerini ancak böyle kendi yanımıza çekebiliriz.

Kürt ulusal sorununu marksist-leninist siyaset açısından sahiplenerek PKK oportünizmi karşısına devrimci sol siyaseti koymamız, devrimci sol Kürt kitlesiyle bağlaşmamız zarurettir.

CHP’ye gelince, bu parti kendi iktidarına sahip değildir. CHP, bugün itibarıyla AKP’nin konu mankenidir. AKP politikalarının destekçisidir. Bu desteği zaman zaman muhalefet ediyormuş gibi vermesi tabiidir. İşlevi budur. Yoksa, “muhalefet” olmaz. Gerektiğinde “hava yastığı”, ve/veya “hava supap” ı işlevi görmesi gerekmektedir.

Son yıllarda tanık olunan bütün NATO’cu askeri operasyonların “kayıtsız koşulsuz” destekçisidir. Şimdi de, Suriye’nin işgalini olumlarken, bu kez bunu, açıkça “milli mutabakat” belagati altında yapmaktadır. Nitekim, Kılıçdaroğlu da daha düne kadar, yine bir Amerikan enstrumanı olan Cemaat tarafından yürütülen sözde muhalefetin partideki (eğer “imam” demeyeceksek) sözcüsü gibi hareket ediyordu. Bugün yeni koşullara, “mutabakat” adı altında adapte olmuştur (2).

Elbette CHP kitlesi de, devrimcilerin hedef kitlesidir. CHP’nin emperyalist gerici siyaset adına oynamakta olduğu, “ilerici” laflarla kamufle edilmiş rolünü ısrarla deşifre ederek söz konusu kitleyi yanımıza çekmemiz gerekiyor (3)

Muhtemelen bir gladyo enstrümanı olan Vatan Partisi ile temsil edilen Tayyipçi, sözde anti-emperyalist, “orducu”,  sol demagojiyle sakladıkları burjuva milliyetçilikleriye, burjuva devletin bekasını öne koyan Ulusalcıların verdikleri resim şimdiye kadar olmadığı kadar nettir. Bunların etkisi altında bulunan kahir ekseriyeti cumhuriyetçi, laik kitleyi ihmal edemeyiz. Nitekim, bu kitlenin ne kadar dinamik olduğunu Haziran’ da görmüştük.

Peki bütün bu kesimlerle nasıl aynı siyasal safta toplanabiliriz ? Bunun için ne yapmamız lazım ? Şimdi ayak sesleri duyulan bir savaş, iç savaş ihtimali var. Böyle bir durumda, “ikili iktidar” durumu kaçınılmaz olacaktır. Artık öyle “devlet aklı” devreye girecek, veya ordu sol darbe yapacak falan hikayelerine bu kadar tecrübeden, ve özellikle son yaşananlardan sonra itibar edilmemesi gerekir. Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz. Kimse bizi kurtarmayacak, biz kendi kendimizi kurtaracağız.

Şimdiden bunun olanaklarını oluşturmak, acil olarak bir inşa faaliyeti içinde olmak gerekiyor. Şimdilik bir partinin önderliğinde bu olası savaşımın götürülemeyeceği görünüyor. Bununla beraber, söz konusu iktidar odağının yaratılmasında proletarya partisinin öncü rolü oynaması mümkündür. Öyleyse, öncelikle sağlam bir proleter devrimci çekirdeğe, yani partiye şiddetle ihtiyaç vardır. İşte böyle bir parti, bu koşullarda, ancak bu sözünü ettiğim siyasal iktidar odağının inşa sürecinde ortaya çıkabilir.

Bugünkü koşullar dikkat alındığında,  bu partinin kendisi tek başına bir anda bir siyasal muhalefet odağı haline gelemez. Ancak söz konusu muhalefet odağının teşkil edilmesinde en etkin bir şekilde katılabilir, dahası,  öncü rolünü oynayabilir. Sonrasında ayağını bu platforma basarak sıçramaya çalışması şu an için daha gerçekçi görünüyor.

4 Eylül’den iktidar perspektifi olan bir siyasal muhalefet odağı talebi çıkmalıdır. Ancak bu şartla, 4 Eylül, alelade bir protesto mitingi olmaktan çıkar. Bu platformu bir cephe olarak değil, yürütme gücüne haiz, halk sınıflarını demokratik olarak temsil kabiliyeti olan bir “kurucu meclis” olarak  kurgulamak mümkün olabilir.  Bunun şekli, çerçevesi tartışılır elbette. Ancak bugünkü işbirlikçi rejimin karşısına ortak paydası  ” Türkiye demokratik halk cumhuriyeti” olan  bir iktidar odağı olarak çıkmak gerekir. Sosyalizm olmadan bu gayenin hasıl olamayacağını bu süreç içinde yaşayarak  öğreneceğiz. Bu bakımdan öz güvenimizin tam olması gerekir.

Böyle bir devrimci iktidar odağının inşası için çağrı ve girişim 4 Eylül’ün öncelikli görevi olmalıdır.

NOTLAR

1)  Bu arada, Türkiye’nin ABD’ye karşı Rusya ile ittifakı söz konusu değil. Yok böyle bir şey. Türkiye, ABD ve NATO çıkarlarına daha iyi hizmet etmek için Rusya ile yumuşadı. Bu son işgal girişimi bu iddianın yadsınamayacak dayanağını oluşturuyor. Nitekim, Rus uçağının düşürülmesi olayı da bir ABD tezgahıydı. Suriye’de kendi başına buyruk hareket etmekte direnen Türkiye’nin hareket alanını daraltmak adına yapılmıştı.

2) Tayyip daha önce üç kez mutabakat yapmıştı. Baykal CHP’siyle “Çengelköy Mutabakatı”, General Büyükanıt’la “Dolmabahçe Mutabakatı” ve Öcalan’la “İmralı Mutabakatı” . Bunların nasıl sonuçlanmış olduklarını unuttuk mu? Şimdi Kılıçdaroğlu CHP’siyle varılan mutabakatın da akıbeti farklı olmayacak.

3) CHP, hükümetin bütün emperyalist ve gerici politikalarını destekledi. Desteklemeye devam ediyor. Bunu yaparken, hükümete yönelik olarak, zaman zaman, tabanını oluşturan sol eğilimli kitlenin hoşuna gidecek eleştiriler yapıyor. Bunların hiç biri inandırıcı değildir. Uyarılarını da bu gerici düzenin daha güvenli bir ortamda sürdürülmesi adına yapıyor.

Amerikan ayarı

“Başarısız” darbe girişimi sonrası yaşanan gelişmeler, bu girişimle ABD’nin Türkiye’ye bir ayar verme gayesi gütmüş olduğunu teyit ediyor. Özellikle TSK ve müttefik cihatçı güçlerin ABD şemsiyesi altında Cerablus’a yönelik operasyonu, Türkiye’nin tekrar ama bu kez harfiyen NATO emirlerine amade hale getirilmiş olduğunu açık bir şekilde gösteriyor.

Muhtemelen Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyaretiyle birlikte Türkiye, bu ülkeyle yeni bir teslimiyet antlaşması  yapacaktır.  Bu kez AKP yönetimi, hiç kuşkusuz, kendisine dayatılan her talebi koşulsuz kabul edecek konumda olacaktır. En azından, bundan böyle kendisine verilecek her ödevi tereddüt etmeksizin yerine getireceğini taahhüt edecektir.

Böylece, ABD açısından darbeyle ulaşmak istediği amacın da hasıl olduğu görülmektedir. AKP hükümeti, Tayyip Erdoğan, ABD’ye yönelik kaprisler yaparak ayakta duramayacağını şimdilik anlamış görünüyor. Bu anlayışın nereye kadar sürdürebileceği kestirilemez elbette. Ancak AKP’nin şu an için aykırı bir uygulamaya başvurabileceği bir hareket alanı kalmamıştır. Öte yandan,  “milii mutabakat” oyununa zorlanmıştır. Yani ABD’nin yeni talimatlarını yerine getirmek konusunda öne sürebileceği iç siyasal mazeret de kalmamıştır. O kadar ki, AKP ve Tayyip Erdoğan, aksi davranışları halinde ipleri kolayca çekilebilecek bir konuma getirilmişlerdir.

Ne ABD, ne de TC devleti, Suriye’de Esad’ın başarısını kabul edebilecek durumdadır. Esad güçlerinin Suriye’de sürekli mevzi kazanması, Türkiye devletini ve ABD’yi ciddi şekilde rahatsız etmektedir. Olası bir yeni Cenevre görüşmesi esnasında ABD masaya eli güçlü oturmayı arzulamaktadır. Bu gayenin hasıl olabilmesi için Esad’ın mümkün olduğu kadar zayıf düşürülmesi gerekiyor. Türkiye’nin ABD talebiyle Cerablus’da konumlandırılması, emperyalistlerin Esad karşıtı planları, hamleleri, olası hamleleri çerçevesinde değerlendirilmek gerekir.  Buna göre, muhtemelen TC devleti emperyalistler ihtiyaç duyduklarında, Cerablus’un ötesinde adımlar atacaktır.

Bütün bunları öncekinden farklı bir üslupla, şimdilik, Rusya ve meşru Suriye yönetimini doğrudan ve sert bir şekilde karşına almadan yapmaya çalışıyor. Yani Türkiye’den istenen, Rusya, İran ve Suriye konusunda ABD’nin adımlarına uygun adımlar atmasıdır. ABD gerçekçi davranma ihtiyacı duyuyor. Suriye topraklarında bölgesel mevziler kazanma gayesini, Suriye’nin müttefikleriyle, hatta Şam yönetimiyle işbirliği, diyalog havası yaratarak gerçekleştirmeye çalışıyor. Şu sıralarda bir restleşmeyi arzu etmemektedir.

Direniş emperyalistler aleyhine kızışıp,  Suriye ve Irak’ın  toprak bütünlüğü, idari egemenliği ve birliği talebi güçlü bir şekilde vurgulanırsa, bu samimiyetsiz yumuşama, zaman kazanma politikası sürdürülemez. Yaratılmak istenen mutabakat, uzlaşma havası dağılır. Direnişin kararlılığı Türkiye’nin almaya çalıştığı bu yeni pozu da bozacaktır.

Bir süre sonra Türkiye’nin, kendisine verilen rol gereği uygulamaya çalıştığı bu “yeni” emperyalist politikanın da sahada işe yaramadığı görülecektir.  Üstüne üstlük, bu kez, gelişmelerin olumsuz sonuçlarının etkisine daha beter şekilde açık olacaktır. İstikrarsızlığı öncelenmemiş ölçüde derinleşip, süreğen hale gelecektir.

Tıpkı emperyalistler ve işbirlikçileri tarafından içeride dayatılan “milli mutabakat” gibi, dışarıdaki mutabakat görüntüsü de samimi değildir. Sürdürülemeyeceği görülecektir.

Bu arada, Türkiye devleti, “Kürt koridoru” mitini de, özellikle ulusalcıların himmetiyle,  bu istikrarsızlığı derinleştirmek adına tepe tepe kullanmaktan kaçınmıyor.   Bakınız, Türkiye’nin “koridor” olacağı iddia edilen sınırı aşağı yukarı 1300 km’dir. Bu sınırın ABD destekli peşmerge ve YPG ile kontrol edilmesi mümkün değildir. Bunları geçelim. Bugünkü halleri ne olursa olsun, İran, Rusya, Suriye, Türkiye gibi köklü modern devletlerin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz. Zaten ne zamandır  Türkiye devleti bile bu sınırı kontrol edememektir. Bu haliyle, uzunca bir süre daha kontrolü sağlaması olanaklı görülmemektedir. Bu uzun sınırlar çok önemli bir istikrarsızlık kaynağı olmayı sürdürecektir.

Bu noktada, yöntemsel bir uyarı yapmak isterim. Bir çoğumuz yapıyoruz, bugün yaşanan olaylara tarihsel paralellikler kurarak yaklaşıyoruz. Zihin açıcı uyarılar, fikir jimnastiği anlamında bu tür koşutluk kurmak yararlı olabilir. Günümüzde cereyan eden olaylarla geçmişte cereyan etmiş kimi olaylar arasındaki şekli benzerliklere dikkat çekmek anlaşılabilir. Ancak bunun ötesinde, koşutluktan özdeşlik üretmek her zaman yanlıştır. Her devrin kendi koşulları, dinamikleri, özgün gerçeklikleri vardır. Bunu akıldan çıkarmamak lazım.

Devam edelim.  Bugün ABD kimseye ulusal egemen devlet kurdurmaz. Tersine kurulu olanları da yıkmaya çalışır. ABD, en iyi halde, küçük küçük ama stratejik, bölgesel dayanak noktaları yaratmaya çalışıyor. Bunların territoryal olarak bütünsel, birleşik olmaları da gerekmiyor. Ancak emperyalist planlar hesabına tümleşik siyasetlerinin olması isteniyor. Hatta ABD’nin bu “bölgesel yönetimler” in sürdürülebilirliği bakımından varoluşsal anlamını desteklediği ölçüde, bu küçük vasallıkların  karşıt çıkarlarla bölünmüş olması istenilen bir durumdur.

Şu son Cerablus işgalinin dahi bölgesel Kürt siyasetini uyandırmamış olmasının izahı yoktur. Kürt siyasetinin  yapacağı en akıllı hamle, meşru Suriye yönetiminin yanında yer almak olmalıydı.  Böylece, Demokratik Kürt ulusal talepleri ve bu taleplerin meşruiyetini takviye eden ittifaklar oluşturmak bakımından kazançlı çıkacağı bir hamle yapmış olurdu.

Kürt siyasetinin kısa erimli, sürdürülmesi olanaklı olmayan kazanımlar, “vaat edilmiş topraklar”  adına ABD’nin kanatlarının altında siyaset yapmaya çalışmasının sonucu, bir kez daha  hüsran olacaktır. Hegemonik güç olarak  ABD’nin dünyada bir geleceği yoktur. Bu bölgede hiç yoktur.

Kürt ulusal siyaseti bu siyasal akılsızlıkta ısrar ederse, yani emperyal güçler tarafından mahkum edildiği depolitizasyondan kurtulamazsa, biraz ileride bölgenin bütün anti-emperyalist, ilerici, demokratik güçleri tarafından dışlanacak ve kaçınılmaz olarak düşmanlaştırılacaktır.

Türkiye’nin doğrudan sorunu “FETÖ” değil, AKP’dir

15 Temmuz darbesiyle felç edilmiş TC devleti, hâlâ durumunu gerçekçi bir şekilde değerlendirebilecek bir halde değil. Türk devleti fillen çözüldü.

Fethullah Gülen diyor ki, “Haçlı işgali o kadar da kötü bir şey olmaz”. Emin olun, bu aynı zamanda bütün dinci tayfanın düşüncesidir. Tayyip de, Müslüman Kardeşler de, IŞİD, El Nusra da böyle düşünür.  Bu dinci tayfanın hayran olduğu Osmanlı devleti de işgal koşullarında uyruklarına aynısını telkin ediyordu.

Bu bilinç hali, cemaatler halinde  ayrışmış toplum vizyonundan kaynaklanıyor. İnanç sistemleri halinde din kaçınılmaz olarak bir anakronizmdir. Elbette bu anakronizm dincinin kafasını da kat etmektedir.

Sonra, bunların hepsi aynı şekilde, aynı derecede katildir. Birisi, Berkin’i katleder,  öbürü Antep’teki bebeleri.

Gülen’in bu görüşü, aynı zamanda, işbirlikçi, gün bugündür diyen yağmadan gözü doymaz Türkiye sermayesinin de görüşüdür. Bundan da emin olmak gerekir.

Şimdi bu haldeki TC devleti, ülkenin paspas haline getirilmesiyle sonuçlanabilecek yeni bir hamleye girişti. Zaten uzun zamandır işbirliği yapmakta olduğu cihatçı katillerini Cerablus’a sokarak, orayı ele geçirmeyi planlıyor. Orada da,  darmadağın haldeki kafasını bir kez daha duvara toslayacaktır. Türkiye’nin asıl derdi, Suriye’deki meşru yönetimin Halep’te başarılı olmasına mani olmaktır. IŞİD bahane. Bu bakımdan ABD ile görüş birliği halindedir.   Rusya ile yumuşama da esasen bu amaca hizmet etmektedir. Yumuşama olmasaydı, sınırda helikopter dahi kaldıramayacaktı.

Depoliteze edilmiş TC devleti de, aynı depolitize Kürt siyaseti gibi, başkasının bastonuyla yürümeye çalışıyor. Savaş yapılır elbette, ama çıkar kendi güçlerinle, daha da önemlisi, kendi çıkarlarına göre belirlediğin siyaset adına bunu yaparsın. Bir bumerang yememek için kimle nereye kadar yürüyebileceğini iyi hesaplarsın. Müttefiklerini, mümkün olan en uzun erimli, sürdürülebilir siyasal çıkarlarını hesap ederek belirlersin. Attığın, atacağın her adımda nihai çıkarlarını  gözetirsin.

Türkiye, bir oldubittiyle Suriye’de aklınca mevzi kazanabileceğini sanıyor. Olmayacak iş! Gerçeklikten kopmuş Türkiye hâlâ bu noktaya nasıl gelmiş olduğunun fakında değil. Yanlışta direnmeye devam ediyor. TC devleti, Tayyip Erdoğan liderliğinde adeta bir “Amok Koşucusu”nun ruh halindedir.

Bakınız, eğer Türkiye devleti toparlanmak, bölgesel çıkarlarını korumak istiyorsa, hiç zaman kaybetmeden, Suriye yönetimi, İran, Irak ve Rusya gibi ülkelerle ittifak yapmalıdır. ABD’nin etkisini kırmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır yani. Bunu AKP yapamaz. Bunu bu sermaye sınıfına hizmet eden devlet yapamaz. AKP düzeni kaçınılmaz olan sonunu ötelemeye çalışıyor. Zaman kazanma derdindedir. AKP hiç bir vaadinin, hiç bir sözünün, hiç bir antlaşmasının arkasında duramaz. Onun hiç bir ilkesi yoktur. Olamaz.

AKP’nin vizyonu, Fethullah’ın, IŞİD’in, El Nusra’nın, ÖSO’nun, M.Kardeşler’in vizyonudur. AKP sadece kendi dar çıkarlarını, yakayı kaptırmamayı düşünüyor. Paçayı kurtarmayı hesaplıyor. Onu Türkiye, bu ülke halkları, onlarını yaşamı ilgilendirmiyor. Onun en önemli derdi, Batı’daki emperyalist efendileriyle yeni bir uzlaşma sağlamak, yeni bir teslimiyet antlaşması yapmaktır.  Bu sayede, kendisinin deliğe süpürülmesine mani olmaktır. Oysa bu onun kaçınılmaz kaderidir. Emperyalist efendileri bakımından Tayyip Erdoğan ve Bin Ladin, Bağdadi, Mursi, Fethullah gibi uşakları arasında bir nitelik ve işlev farkı yoktur.

Bu koşullarda, Türkiye’nin ilerici, yani anti-emperyalist güçleri bir siyasal odak haline gelmek zorundadırlar. Bir destek noktasına ihtiyaç var. 4 Eylül’de bu çağrıyı yapmak, bunu ilerici Türkiye halklarının talebi haline getirmek gerekir. Bunu bugünkü işbirlikçi Kürt siyasetinin paçalarına tutunmuş olanlar yapamazlar. Türkiye’nin ilerici, devrimci siyasal çıkarlarını, AKP düzeniyle, emperyalistlerle her türlü işbirliğine açık mevcut Kürt siyasetinin görüş açısına uyruklaştırmak ahmaklıktır.

Şunu açık olarak ifade etmek gerekir : Bütün emperyalist, Amerikancı işbirlikçiler alçaktır. Kim bu bölgede Amerikan varlığını ve etkisini attırmayı kendi siyasal çıkarlarına uygun buluyorsa, o alçaktır. Kim ABD’ye sahada maşa olmayı kabulleniyorsa alçaktır.

Peki şimdi bu işbirlikçilerle işbirliği yapanlar da yarın,  “aldatıldık” mı diyecekler?

“Sizin bombacılar”, “bizim bombacılar” olmaz.Kabul edilemez.

AKP hükümeti 7 Haziran seçimlerinden yenilgiyle çıkınca, beslediği, işbirliği yaptığı IŞİD’i de kullanarak ülkede büyük ve kanlı bir terör havası yaratıp, “istikrar” elden gidiyor yaygarası kopartmıştı. Ardından  vakit kaybetmeden, kendi çıkarları adına uysallaştırmış olduğu düzen muhalefetinin de gayretiyle bir seçime gitmişti. Böylece düşüşünü biraz daha ötelemiş oldu.

Tekrar hükümeti kurar kurmaz,  tahminlere göre 7 binden fazla insanın hayatına mal olan, kanlı, kuralsız  bir “Kürt savaşı” başlatmıştı. AKP, dışarıda, içeride sıkıştıkça şiddete, teröre başvuruyordu.

15 Temmuz darbe girişimi bu koşullarda ortaya çıktı. Ülkedeki kanlı terör ortamı bu kez bizatihi devleti içinden vurdu. Devletin içinde ilan edilmemiş halde sürmekte olan örtülü savaş açık bir kanlı savaşa dönüştü. Artık her bir tarafımızda şiddet, terör, kan var. Terörü önleme iddiasındaki güçler bizatihi ve en spektaküler biçimde terörün kaynağı haline dönüştüler.

Devletin kurumları, organları, özneleri arasında had safhaya ulaşan bir güvensizlik hali derinleşerek yayılıyor.  Devlet ve hükümet kıyasıya birbiriyle savaşıyorlar.

Ancak şu da bir gerçek, bugün bu AKP düzeni şiddet olmadan, terör olmadan sürdürülemez. Paradoksal olarak, aynı nedenle de ayakta kalamaz. Yani terör,  bu rejimin sürdürülmesi için gereklidir; ama öte taraftan da,  onun kendisini sürdürme olanaklarını tüketmektedir. AKP’nin terörü, başka terörleri doğurmaktadır.

Emperyalist vesayet altında, içeride, dışarıda,  hep şiddet ekmiş olduğu için şimdi hasadını yapması kaçınılmaz oluyor. Özcesi,  AKP rejimi bu kısır döngüye mahkum durumdadır.

Bu koşullarda, giderek daha çok, “bomba yüklü araçlar”, “canlı bomba” haberlerini duyacağımız kesindir. Bu gidişatın, kitleleri de giderek “sizin bombacılar”, “bizim bombacılar” şeklinde ayrıştırma tehlikesi var. “PKK’nın bomba yüklü araçları”, “IŞİD’in canlı bombaları” na karşı!

Türkiye solunun kalabalık denebilecek kesimini temsil eden kimi gruplar, birinci seçeneği (derin bir sessizlik, sükut olduğuna göre) herhalde sahipleniyorlar. Bazısı, “fakat” lı kayıtlarla eleştiriyor. Gerek duyduklarında, “Deniz’ler, Mahir’ler, Sinan’lar” edebiyatına başvuruyorlar. Siyasal yöntemleri yanlış olsa da, dürüstlükleri, kahramanlıkları tartışılmayacak olan bu devrimcilere haksızlık ediliyor. Böylece devrimci sol siyasetin meşruiyetini yok etmek isteyenlerin değirmenine su taşınıyor.

Kürt siyaseti, PKK’nin şahsında, Çekiç Güç’ün Irak’ın kuzeyine yerleşmesinden sonra bir kez daha, en eski siyasal-tarihsel referanslarına  geri dönmüştür. Yani emperyalizmin bastonuyla yürümeye çalışmaktadır. Kürt ulusal siyaseti, anti-emperyalist damarı, Kürdistan’ın kararlı feodal sosyal-ekonomik yapısı nedeniyle  çok zayıf olduğu için sürekli patinaj yaptı. Bugün de söz konusu siyasal kültürü aşamıyor.

“Sömürgeci” denilince, Türkiye’yi görüyor, emperyalistleri, ABD’yi görmüyor. Dahası, onlarla bölge halkları aleyhine işbirliği olanaklarından istifade etmeye çalışıyor. Bu tavır, “askeri vesayet” lafazanlığı yaparak, onun “emperyalist vesayet” koşullarında mümkün olabildiğini gözden saklamak isteyenlerin tavrını andırıyor.

Kürt ulusal sorunun ilerici çözümü ancak emperyalizme tavır almakla olanaklıdır. Şu halde, anti-emperyalist gelenekleri güçlü olan Türkiye ve Arap solunun öne çıkmasına ihtiyaç vardır.

Kürt siyaseti, 19.yy’da İngilizci Osmanlı karşısında Rusya kartını kullanmıştı. İttihatçılık ve erken Kemalizm devrinde, bu kez İngiliz kartını kullandı. Artık aynı TC devleti gibi, aynı cihatçılar gibi  ABD’nin kucağındadır.

Hegemonik güç olmak, hegemonya da böyle bir şeydir zaten. Bir çok oyuncuyu, çıkarları çatışan bir çok gücü aynı zamanda kullanabilme, onları yönlendirme, eylemleri üzerinde eyleyebilme kapasitesi. Elbette bu yetenek pürüzsüz gerçekleşemiyor. Bu durumda, hegemonik güç adına, bir başka olmazsa olmaz kapasite, hizadan çıkanı tekrar hizaya sokma, olmuyorsa, hiçleme yeteneği devreye girecektir.

Marksist-Leninist siyaset, ittifaklara ihtiyaç duyuyor, duyacaktır. Ancak, bu şartlarda ittifaklara girerken en öncelikli ölçülerinden birisi, bu kör terörün tarafı olmamak, ona açık tavır almak olmalıdır. Bu terörle, sahadaki emperyalist siyaset ve onun vasal devletleri, örgütsel araçları arasındaki bağı iyi okumalıdır.

Bu arada, Kürt siyaseti ve Kürt ulusal sorununu birbirlerine eşitlemek, Kürt ulusal sorununu onun belli bir siyasetine, oportünist PKK siyasetine indirgeyerek tavır almak doğru değildir.

Devrimciler karınlarından konuşmazlar. Sanki zaten mevcut değilmiş gibi, yeni tabelalar altında, “günün anlam ve önemini belirten konuşmalar” mesabesinde tekrarlanan, etnik Kürt siyasetinin mevcut siyasal tımar sistemini ihya etmeye yönelik cepheleşmelerin, bloklaşmaların dışında kalmalıdır. Kendisine  yeni alanlar açmanın mücadelesi içinde olmalıdır. Bu arada, Kürt ulusal sorunu politikasını,  devrimci işçi sınıfı sosyalizminin siyasal çıkarlarına tabi kılmalıdır.

4 Eylül Mitingi öncesinde, kim tarafından yapılırsa yapılsın, her tür terörist saldırının, bombalamaların emperyalist siyasetin, bu arada AKP rejiminin,  bölge ve dünya politikalarına hizmet edeceğini, dönüp dolaşıp, devrimci sol siyasetin meşruiyet alanını ortadan kaldırmaya yöneleceğini açık bir şekilde ilan etmek yararlı olacaktır.

Son olarak, dün Gaziantep’te IŞİD tarafından gerçekleştirilen saldırı, cihatçılarla AKP arasındaki sıkı bağlantıyı bir kez daha açığa çıkarmıştır.  Bir çok kez ziyaret ettiğim, insanlarıyla konuştuğum  Antep’in,  ekonomik ve kültürel olarak halen onun tamamlayıcı bir parçası olan Kilis’in nicedir,  Rakka’dan sonra IŞİD’in kontrolündeki en önemli kentler olduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Dahası, Antep ve Kilis, IŞİD Rakka’sının en hayati lojistik merkezleridir.  Türkiye’nin de “Peşaver” idir.

Emperyalizm ve tarikatlar

AKP rejimi, solculara nefes aldırmayan ama toplumun islamcı tarikatlar halinde örgütlenmesini sivil toplumculuğun, dolayısıyla “demokratikleşme” nin gereği olarak sunan, dahası, bu tür bir yapılanmayı kendi sigortası olarak gören “laik” cumhuriyet düzeninin içinden çıktı.

Bu durum,  ülkemizde, cumhuriyet devleti tarafından kollanmış  iki ana tarikat grubu, Nurcu ve Nakşi tarikatları arasında halen en şiddetli şekilde sürmekte olan savaşa rağmen böyledir. Yani bir açıdan bugün devletteki savaş tarikatlar arası bir savaştır.

Bu iki tarikat devletlidir. Devlet ve emperyalistler nazarında itibarlıdır.  Devletin, onun içinde yer aldığı uluslararası bağlamın çıkarlarıyla uyumlu hareket etmeyen hiç bir tarikatın yaşama şansı yoktur. Sadece ülkemizde değil, aralarında ABD gibi hegemonik konumda bulunan bir ülkenin de bulunduğu başka bir çok ülkede de bu iş böyledir.

Daha önce yazmış olmalıyım, ABD’de Mormon tarikatı 1820’lerde Joseph Smith adlı bir meczup tarafından  kuruldu. O zamanın hegemonik gücü Britanya tarafından rakip bir güç olarak görülen ABD’ye karşı desteklenip, kullanılmaya başlandıktan sonra, 1830’lardan itibaren hızla bu ülkedeki etkisini arttırdı.

Yani kolonyal güçlerin, emperyalistlerin dinsel grupları, tarikatları kullanmaları sadece günümüze özgü vak’adan değil. Geçmişi var.

Mesela, Çin’i zayıflatıp, kendisine tabi kılmak isteyen Britanya, Afyon Savaşları’yla sersemlettiği Çin’ e bir darbe daha vurmak adına, yoksul halk sınıflarının, kendisini İsa ile özdeşleştiren bir meczup köylü olan Xiuquan önderliğinde, egemen hanedanlığa karşı demokratik taleplerle başlattıkları ayaklanmayı manipüle ederek, yaklaşık on beş yıl sürecek  (1850-64) ve en az yirmi milyon insanın hayatına mal olacak kanlı bir iç savaşı, Taiping Ayaklanması’nı  teşvik etmişti.

Bizde de mesela, 31 Mart Ayaklanması dinsel boyutuyla Nakşiler’in başını çektiği bir ayaklanmaydı. Nakşilik bir kez ortaya çıktıktan sonra  (Hindistan’dan, Orta Doğu’ya kadar, bir çok vak’ayla tespit edilebildiği gibi) tarihsel olarak ve ihtiyaç duyulduğunda, Britanya devletinin aleti gibi işlev görmüştür.

Nakşilik, Tanzimat’tan imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı devleti nazarında en itibarlı, en çok kayrılan tarikattır. 31 Mart gerici ayaklanmasında da, dinci gericilikle liberallerin ( Devrin en önde gelen liberal figürü, Ahrar Partisi kurucusu sıkı İngilizci Prens Sabahattin, ayaklanmayı desteklemişti. Sonrasında tutuklanmış, kendisinin serbest bırakılmasını temin eden Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastın planlayıcısı olarak ölüm cezasına çarptırılınca yurt dışına kaçmıştı) ) ittifakını görüyoruz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Elbette bu tarikatların en palazlanmış olanları emperyalizmle sıkı ilişkilere sahip olanlarıdır. Yani uluslararasılaşmış olanlardır. Bu uluslararasılaşmanın altyapısı, emperyalist finans ağlarına dahil olmakla oluşturuluyor. Yüklendikleri ulusal ve uluslararası işlevlere, görevlere göre bu tarikatların kontrolüne verilen sermaye miktarı da büyüyor.

Bu gerçeği en somut haliyle, Afganistan’a Sovyet müdahalesinden sonra gözlemledik. Bugün de örneklerini görmekte olduğumuz türden “vekalet savaşları”  ilk kez o zaman bu uluslararasılaştırılmış tarikat yapıları tarafından yürütüldü.

Emperyalizmin siyasal çıkarlarına entegre bu tür dinsel hareketler ancak negatif, yıkıcı amaçlara hizmet edebiliyor. Çok geçmeden de, kontrol altında tutulmalarının mümkün olamadığı görülüyor. Hatırlanacağı gibi, Afganistan’da ilerici yönetimin yıkılmasından sonra orada emperyalistler adına vekalet savaşı yürütmüş tarikatlar koalisyonuna bir hükümet kurdurulmak istenmişti.  Çok geçmeden, her tarikat gerçek dini kendisinin temsil ettiğini iddia etmiş, emperyalistlerin “demokratik Afganistan”  senaryosu halen sürmekte olan bir iç savaşla sonuçlanmıştı.

Emperyalistler bir çok tarikatı aynı anda kullanmayı çıkarlarına uygun bulmuş olsalar da, onların çoğulluğunun anlamını tam olarak kavrayamamışlar veyahut bu halin yol açacağı olası sonuçları kestirememişlerdi. Bunların çoğul varlıkları sadece çıkar temin etme gayesiyle izah edilemezdi. Her birinin  tek tek üyeleri nazarında bir meşruiyete de ihtiyaçları  vardı. Bu meşruiyet de “hakiki” lik iddiasına dayandırılıyordu. Yani sadece onlar “hakiki din” i temsil ediyorlardı. Her biri, gerçek dini kendisinin temsil ettiğini iddia ediyordu. Siyasallaşmış bir dinsel tarikatı doğrudan doğruya ve başlı başına bir “din” olarak, liderlerini -en azından- fiilen peygamber gibi görmek gerekiyordu.

Böyle bir algı, aslında, şeklen,  bir iman sistemi olarak genel din kavrayışından (mesela, İslam, Judaizm, Hıristiyanlık gibi) sapma gibi görünse de, onun varoluş, işleyiş mantığına hiç de aykırı değildir. Tanrı vahyi yoruma açıktır. Sorun eğer “şirk” ise bu uygulamada o iman sistemlerinin alameti farikasıdır. Mesela bu üç iman sistemi de, iddialarının hilafına uygulamada, kurucularının şahsında,  “şirk” i fiilen ve sürekli olarak üretmek, yeniden üretmek zorundadırlar. Bu sistemlerin sürdürülebilen toplumsal gücü, dünyevi olanla tanrısal olanı ilişkilendirmeleriyle mümkün oluyor. Yani kutsalı referans olarak gösterip, dünyevi olanın ihtiyaçlarına yanıt vermeleri gerekiyor.  Bu ilişkiden de kaçınılmaz ve paradoksal olarak Şeytan çıkıyor.

Her neyse. Emperyalistler benzer senaryoları Çeçenistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Libya’da da denemek istediler tutmadı. Tutması mümkün de değil.

Türkiye’de, Aralık 2013 yılından beri olup bitenleri böyle bir açıdan değerlendirmek de mümkün. Emperyalist düzen siyaseti bizde de, giderek genişleyen şekilde, dinsel alana taşındı. Dinselliğe abandı. “Düzen partisi” kendisini, liberal, “liberten”, “radikal demokrat” çığırtkanlarıyla, mezhepçi, tarikatçı dinselliklerin dilinin içinden konuşarak ya da anlamsal olarak onlarla kendisini bağdaştırarak  ifade etme ihtiyacı duydu. Halen de böyle.

Devlet içindeki savaş, kendisini tarikatlar arasındaki savaş olarak da dışa vuruyor. Bugün için Nurcu FETÖ’cülük terörist ama Nakşilik, Nakşi Menzilcilik, İsmailağacılık vb demokratik “sivil toplum” kuruluşları oluyor. Tayyip Erdoğan ve AKP, FETÖ ile koalisyon ortağıydı, ancak bu ortaklık, aynı zamanda,  iki dinci tarikat arasındaki koalisyondu. Koalisyon bozuldu. Bugün bir tarikat ötekine galebe çaldı. En azından şimdilik durum böyle görünüyor.

Tabii düzen güçleri ve onların her renkten ideolojik sözcüleri hâlâ Tayyip Erdoğan’ın, AKP’nin (kısaca, devlet iktidarına sahip görünen Nakşi kliğin) “demokratik devlet” i, “sivil toplum” u hem de “sıfırdan” tekrar kuracağına olan inançlarını dile getirmekten, iman tazelemekten geri durmuyorlar.  Yani olmayacak duaya, bilmem kaçıncı kez, amin diyorlar. Yağmadan, peşkeşlerden, kayyum marifetiyle sermaye transferlerinden, kısaca büyük birikim olanaklarından başı dönmüş, aç gözlü sermaye sınıfı burnunun ötesini göremiyor.

Bakınız şurası çok açık: Bugün devrimci sol bir program ve solcuların önderliği olmaksızın bu durumdan kurtulmak mümkün değildir. Aksini iddia etmek, havanda su dövmek…

Avrasya konusu

Avrasya, 20 yy’ın başında, devrin hegemonik gücü olan Britanya devleti tarafından  kendi emperyal stratejisi adına, esas politik eksen olarak kuramsallaştırıldıktan sonra salt coğrafi ve kültürel  bir alan olmanın ötesinde, politik  bir anlam kazanmıştır.

O zamana kadar Britanya devletinin jeo-stratejisi, imparatorluğun bir deniz gücü olmasından hareketle, devletin çıkarlarının ancak denizlerdeki hakimiyetle korunabileceği iddiasına dayanıyordu.

Gelgelelim,  esas olarak bir kara gücü olan Rusya’nın, kapitalizmin 1870’lerdeki ilk büyük bunalımıyla birlikte,  inişe geçmiş bir hegemonik güç olarak  Britanya emperyalizminin çıkarları önünde engel ve tehdit oluşturması, İngiliz jeo-stratejisinin gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Yeni bir kurama ihtiyaç vardı. Emperyalist jeopolitik bilimi bu ihtiyaçtan doğdu.

Halford Mackinder, 20.yüzyılın başında, “Heartland Theory” çerçevesinde, Avrasya’nın Britanya devletinin çıkarları adına ölümüne önemli  bir coğrafi-politik eksen  olduğunu ilan etti. Britanya’nın esas olarak bir “iç-ülke” olan bu coğrafyayı sadece denizlerden kontrol edemeyeceğini, kendisini bir büyük “kara gücü” haline de getirmesi gerektiğini belirtti. Tabii bunu çıkarları doğrultusunda bölge ülkeleriyle vasallık ilişkileri, ittifaklar kurarak yapabilirdi (İngiltere ve ABD’nin geçmişte ve bugün, başta Çin olmak üzere,  Asya ülkeleriyle ilişkilerine bu açıdan bakmak lazım).

Avrasya’nın tarihi- siyasal-coğrafi eksen olarak sunulmasıyla asıl hedef elbette Rusya idi. Bu politika Rusya’nın düşmanlaştırılmasını, kuşatılarak izolasyonunu öngörüyordu. Esasen, 19 yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da ortaya çıkmış olan sıcak ve soğuk savaşlar, Rusya’nın düşmanlaştırılması teması etrafında tetiklenmiş, sürdürülmüştür. Onun “müttefik” yapıldığı koşullarda dahi yıkımı öngörülmüştü.

Bu yeni anlayış ilk kez Rus-Japon Savaşı (1905) ile test edildi. Sahada başarılı oldu. Bilindiği gibi Japonlara, Rusya’yı düşmanlaştırmaları için önce gaz verildi. Orduları Britanya tarafından donatıldı, desteklendi (Bir benzeri Kırım Savaşı sırasında Osmanlı için söz konusu olmuştu).

Kısacası,  Avrasya coğrafyasını politik olarak anlamlandıran, onu bu çerçevede bir eksen haline getiren,  Britanya emperyalizminin çıkarları ve talepleri olmuştur.

18.yüzyıldan itibaren Rus devletinin kaydettiği gelişmeler, tarihsel coğrafyasının bir çok stratejik noktada kesiştiği Osmanlı devletiyle, bir çok kez savaşlarla sonuçlanan,  gerilimli ilişkilere yol açtı. Osmanlı devleti, Rusya’ya karşı çok duyarlı hale geldi. Adeta sürekli bir teyakkuz hali oluşmuştu.

Rusya’nın gelişmesini, batılı modernleşmesiyle ( Rusya ilk batılılaşma deneyimini temsil eder. Onu Osmanlı devleti ve ondan bir 25-30 yıl sonra da Japonya izleyecektir)  izah eden Osmanlı elitleri Osmanlı devletinin de aynı yolu izlemesi gerektiğini telaffuz etmeye başlamışlardı. Daha sonra Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa sorununun ortaya çıkması, Osmanlı için yeni bir tehdit oluşturması, Tanzimat Programı’nın uygulamaya konulmasında itici güç oluşturdu.

Özetle, “Rusya sorunu” ve üzerine “Mısır sorunu” modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla zirvesine ulaşacak bir süreci tetiklemiş oldu.

Tanzimat, esas olarak, Britanya devletinin jeo-politik çıkarlarına entegre olunduğu halde modernleşerek devletin bekasını temin etmek anlamına geliyordu. Tedricen işbirlikçi bir kapitalizm, işbirlikçi bir burjuva sınıfı yaratmak sonucunu doğurmuştur. Bu içeriğiyle, işbirlikçi defosuna, yöntemsel saplantılarına rağmen ilerici bir rol oynamıştır.

Osmanlı devletinin bekası  bu sayede olanaklı olabilmişti. Yani bugünkü Türk devletinin (çünkü Cumhuriyet Tanzimat programının zirvesidir) en ilksel, varoluşsal referansı bu dış bağlamıdır (“Dış bağlamı” olmayan bir devlet olmaz).  Buradan, “haydi bana eyvallah” diyerek çıkıp gidilemiyor. Çünkü bu bağlamın tarihsel olarak oluşmuş ekonomik temelleri, yapıları, sosyal ilişkileri, öznel taşıyıcıları var. Bu bağlamdan kalıcı olarak çıkabilmek için bütün temelleri yıkmanız, taşıyıcıları etkisizleştirmeniz gerekecektir. Böyle bir ön gereklilik var.

Türkiye’yi analiz ederken bu dış bağlamı ihmal etmememiz lazım. Türkiye’nin Osmanlı devrinde, sonrasında cumhuriyette de, Rusya kartını zaman zaman “kapris” yapmak adına kullanmasını ancak bu bağlamı dikkate aldığımızda kavrayabiliriz. Yine, mesela, önce Britanya’nın, sonra ABD’nin “yeşil kuşak” talebi çerçevesinde, hem 2.Abdülhamid devrinde hem  Cumhuriyet devrinde  teşvik edilen “İslamcılık siyaseti” ni de aynı bağlamdan hareketle anlamaya çalışmak lazım. Bu noktada geçerken, dışsal olanın zaman içinde bir içsel refleks haline dönüşebildiğini hatırlamak isterim.

Türk diplomasisinin yukarıda değindiğim nedenlerden dolayı üzerine oturtulmuş olduğu eksen, emperyalist batı çıkarları adına Rusya önünde “tampon” olmaktır. Bu ayrıcalığını yitirmemek TC devleti için son derece önemlidir.

Bugüne kadar usul, emperyalist taleplerin kontrollü şekilde, (Osmanlı devrinde) İslamcı olmayan siyasal kadrolar, Cumhuriyet devrinde de laik kadrolar tarafından uygulanmasıydı. Ancak 2.Savaş sonrası başlayan soğuk savaşın sona ermesi, emperyalizmin dünyaya hakimiyet stratejisini  hızla uygulamaya koyması, yani acele hareket etmesi, (hem bizim de yer aldığımız çevre ülkelerde, hem  merkez ülkelerde) vasat ya da vasat olarak dahi kabul edilemeyecek kadroların kullanılmasını gerektirdi. Türkiye’de de ciğer kediye teslim edildi. Bugün yaşadıklarımızı bu şekilde okumak da mümkün.

Uzatmayalım, emperyalistlerin şanzımanı Suriye’de  dağıtmaları,  kullandıkları İslamcı kadroların çapsızlıkları, Rusya’nın Doğu Akdeniz’e yerleşmesine yol açmış, böylece “tampon” siyaseti ayrıcalığının, ilk kez bu kadar derinden ve şiddetli,  sarsılması gibi bir sonuç doğurmuştur.

Bu koşullarda, beklendiği gibi Rusya “kaprisi” tekrar sahne almıştır. Buradan Türkiye’nin saf değiştireceği sonucunu çıkarmak saflıktır. Doğu Perinçek ve avenesinin  iddialarının siyaseten,  dünkü NATO’nun ve Amerikancı TC devletinin bekasını öngören “sosyal-emperyalizm” iddiası kadar cirmi vardır.  Rusya adına, karşılığı bir şekilde ödenmiş veya ödenecek,  “lobi faaliyeti” mesabesindedir.

“Yenikapı Hatırası”

Geçtiğimiz Pazar günü çekilen Yenikapı’daki “düzen partisi”  fotoğrafına iyi bakalım. O fotoğrafta yer alanlar arasında FETÖ sayesinde ya da onunla işbirliği halinde bulundukları mevkilere gelmemiş bir tek kişi var mı? Buna genelkurmay başkanı, eski başbakan, eski bakanlar ve eski cumhubaşkanı da dahil (1)

Tabii bir de o fotoğrafta yer almayan işbirlikçiler var. Mesela Baykal. Anlaşılıyor ki, Baykal’ın kaset tuzağından haberi varmış, FETÖ’nün elinde esirmiş. İddialara göre, FETÖ’cüler kendisiyle temas kurup, bazı isteklerde bulunmuşlar, Baykal önce kabul edip, sonra yapamamış falan. O kasette yer alan görüntüler muhtemelen Baykal’a da ait değildi. Doğruysa, benzerini engizisyoncular yaparlardı, işkence edecekleri kişilere önce işkence aletlerini gösterip, işi işkenceye bırakmadan “itiraf” almaya çalışırlardı. Şimdi Baykal’ın davranışlarına bakılınca,  bu işin ortaya çıkartılmasını istiyormuş gibi hareket etmediği izlenimi ediniliyor.

Baykal’ın AKP ile işbirliği, onun yükselişine basamak olması elbette çok daha erken bir evrede başlıyor. Bu “kaset skandalı” tartışmasında bunu unutturmaya çalışıyorlar.

Öte yandan, Yenikapı fotoğrafını eleştiren HDP’nin de asıl derdi, davet edilmemiş olmaktır. Davet edilmiş olsaydı, hiç kuşkusuz, o da o fotoğrafta yerini alacaktı. Hatta davet edilmemiş olmasını, yaratılmak istenen “milli mutabakat” anlayışına uygun bulmadığını daha önce açıklamıştı.

Bütün bunlar olup biterken, “taşeronluk sistemi” nin özel sektörde de uygulanmasına hız verildi. Bir çok iş yerinden haberler geliyor. Mesela, en son Doğan Yayın, Migros zinciri işçilerinden, ya sözleşmeli olmayı kabul etmelerini ya da işi bırakmalarını istediler. Elbette bunun arkası gelecektir. Yine, turizmde işten çıkarmalar bütün hızıyla sürüyor. Mesela en son İstanbul Hilton’un çalışanlarına ücretsiz izin vermiş olduğu söyleniyor. Bunun arkasından taşeronluk çıkabileceği gibi,  Aydın Doğan’a bir “ödül” verilmesi de söz konusu olabilir.

Türkiye’de, devlet eliyle ne yapılıyorsa,  ne olup bitiyorsa, sermaye sınıfının çıkarınadır. Şimdiye kadar en büyük kazanan onlardır. Şimdi düşününüz, Türkiye devletinin, uyruklarının vergileriyle neredeyse 80 yılda yaratmış olduğu en büyük ekonomik kuruluş olan TÜPRAŞ’ı Koç Ailesi’ne peşkeş çekiyorsunuz. İstanbul’un en değerli topraklarını Koç’a, Doğuş’a veriyorsunuz. Bunlar gibi yağmacı daha bir çok aile olduğu malum.

Görüyor musunuz,devlet, ya da ideolojik bir ifadeyle,  “görünmez  el”  sermaye sınıfı için ne kadar önemli, hem de en çok “devlet müdahalesi” ne karşı olduğu zamanlarda. Devlet, anayasal konumu ne olursa olsun, merkezi olarak davrandığında işlevsel olabiliyor. En federal anayasal yapılarda dahi egemen sınıfın çıkarları adına fillen en merkezi davranış biçimlerine başvurulabiliyor. Anayasanın bütün burjuva politika bilimi için “nirvana” işlevi gördüğünü biliyoruz. Sosyalistlerin “anayasa” nın ideolojik işlevini ihmal etmemeleri gerekir.

Marks, bir yerde, Kapital’i yeniden yazabilseydi, devlet konusuna ayrı bir başlık açacağı mealinde bir şey söylemişti. Kapitalin hareketinde, birikiminde,  kapitalizmin ortaya çıkmasında devletin oynadığı rol eşsizdir. Şuradaki, buradaki kapitalist ilişkilerin bir sistem haline gelebilmesi devlet sayesinde olanaklı olabilmiştir (Kapitalizmin ülkemizdeki macerasında da bu gerçeği görmüyor muyuz?)

Öyleyse, işçi sınıfı sosyalistleri “devletin sönmesi” hikayesine öncelikli bir başlık olarak bel bağlamamalıdır. İşçi sınıfı iktidarında da devlet onun iktidarını sürdürebilmesi bakımından çok uzun bir süre en önemli araç olacaktır. Hem de en “merkezi” haliyle. Emperyalizm deplasmanında oyunu onun kurallarıyla oynamak gerekir.

Kültüralist radikal küçük burjuvaların ne anlama geldiğini kendilerinin dahi bilmediği, “özerklik”, “öz-yönetim”, “kantonculuk”  kuruntularına kapıları kapatalım. Bu tür denemeler bütün ciddi devrimci deneyimlerde başarısız olmuşlardır. Sosyalizm söz konusu olunca, ölçeği daima büyük, geniş tutmaya gayret etmek lazım.

“Devletin sönmesi” hikayesini SSCB deneyiminin baş kusuru olarak sunanlar, aslında, Sovyet devletinin sınıf mücadelesini esas alan proletarya diktatörlüğünden fiilen vazgeçmiş olmasının onun çözülmesindeki rolünü kavramayanlardır.

“Devletin sönmesi” söylemini,  esas olarak liberal ve bu yüzden de kaçınılmaz olarak muhafazakâr bloğa dahil olan anarşist etkilerden arındırmak gerekir. Reel SSCB, gerçeklikten koptuğu, kendisi adına  reel olmayan bir dünya resmi çizmiş olduğu için çözüldü.

Dönelim bize. İşbirlikçi sermaye obur bir kene gibi emekçinin, halk sınıflarının  bedenine yapışmış.  Karnı doydukça daha çok acıkıyor. Hep bana, hep bana… “Kültürlü” geçinen figürleri dahi Tayyip gibi biri önünde, ona şirin görünmek için neredeyse amuda kalkacaklar. Aldıkları ödülleri bile vakit kaybetmeden,  huzurda iki kat oldukları halde, Tayyip’e sunuyorlar. Bu kadar büyük bir sefalet, tıpkı büyük cehaletlerin ancak diplomalarla olanaklı olabilmesi gibi, ancak büyük paralara sahip olmakla mümkün olabilirdi.

Yenikapı’da çekilen “hatıra fotoğrafı” gözümüzün önünde gitmemeli. Türkiye’nin geleceği bu fotoğrafta yer alanlarla yapılacak devrimci siyasal mücadeleden çıkacak. Bu fotoğrafın arkasında fon olarak kullandığı taşıma kalabalıklara kafamızı fazla takmayalım (2). O fotoğrafın “hep bana, hep bana” diyen açgözlü küçük bir azınlığın sefaletinin fotoğrafı olduğunu unutmayalım.

NOTLAR:

1) Sadece politika erbabı değil, etraflarındaki karelerde görünmek için çırpınan yandaşlar korosu da, bu işbirliğinden nemalanmış, hatta bir çoğu doğrudan Cemaat tarafından kollanmış, kayrılmıştır. Şimdi Cemaat’ in 15 yıllık AKP rejiminin bütün günahlarının tek sorumlusu haline getirilmek istendiğini görüyoruz. Bu tuzağa düşmemek gerekir. “Yenikapı hatırası” bunun söylendiği gibi olmadığının en sağlam belgesi değil mi?

Bu arada, başbakan Binali Yıldırım’a dikkat ediniz, adeta “akil” bir muhalefet partisi lideri gibi davranıyor. Çok korkuyor  tabii,  ama aynı duygudan mustarip Tayyip Erdoğan gibi, kontrolünü kaybetmiyor.  En başından, adeta bir paratoner işlevi görmeye çalışıyor. Bu hali, ona biçilen rolle izah etmek erken bir değerlendirme olabilir. Şimdiye kadar adeta içgüdüsel hareket ediyor.

2) Bu kalabalıklar şimdilik Mussolini, Hitler kalabalıkları değil. Memurlar, belediyelerde çalışanlar, polisler zorunlu olarak bu toplantılara, “nöbet” lere katılıyorlar. Yoklama dahi yapılıyor. Tabii işveren olarak devletin onlara karşı havuç/sopa aracını kullandığını da biliyoruz. Bundan başka bir de “besleme” gruplar var. Mesela, Taksim’den hiç eksik olmayan malum bir “Tophane grubu” var. Yine aynı çerçevede değerlendirebileceğimiz, harcırahlı  “cami cemaatleri” var.

“FETÖ” cülük nedir?

FETÖ’cülük emperyalist siyonizmin savaş arabasına koşulmuş islamcılıktır. Peki, El Kaidecilik, El Nusracılık, ÖSO’culuk, IŞİD’cilik, İhvancılık, AKP’cilik nedir? Özsel olarak aynı şeylerdir. Emperyalizm ve siyonizmle sıkı bağlantıları, ona uşaklıkları anlamında aralarında fark yoktur.

FETÖ’cülük soğuk savaş şartlarında bu İslamcı emperyalist-siyonist uşakların “yeşil kuşak” stratejisinin askerleri olarak Türkiye’nin gericileştirilmesine hizmet etmeleridir. FETÖ’cü olan 1947’den beri TC devletidir. Ordusuyla, yargısıyla, düzenin siyasal partileriyle, iş dünyasıyla, camileriyle, eğitim kurumlarıyla, medyasıyla.

Sultan 2.Abdülhamid tahta çıktığında, devletin ayakta kalabilmesi için o devrin ABD’si olan Britanya İmparatorluğu’na kayıtsız koşulsuz teslim olması gerektiğini biliyordu. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu parça parça edilebilir, mesela Rusya yukarıdan inip “Üçüncü Roma” hayallerini gerçekleştirebilirdi. Nitekim, 1878’de, Yeşilköy’e kadar inmiş, son anda Britanya’nın devreye girmesiyle geri çekilmişti.

2.Hamit de, İngiltere’yle, tıpkı, Cumhuriyet devrinde ABD ile olduğu gibi, devletin bekası adına “olmazsa olmaz” olarak sunulan ilişkisinde, zaman zaman, fazla ileri gitmemek, ya da kendisini gerçekten kaptırmamak şartıyla, Rusya şantajını kullanmış, karşılık olarak, genellikle sopa gösterilerek terbiye edilmişti.

O zaman da Britanya devleti, bugünkü anglo-amerikan emperyalistleri gibi, Avrasya coğrafyasını geleceği adına vazgeçilmez öneme sahip bir yer olarak görüyordu. Hindistan sömürgesiydi. Çin’i ve etrafındaki ülkeleri de kendisine tabi kılmak istiyordu. Rusya en büyük engeldi.

Avrasya coğrafyasında büyük bir müslüman nüfus vardı. Osmanlı İmparatorluğu dışında hepsi gayri müslim yönetimler altında yaşıyorlardı. Öyleyse, bu büyük müslüman nüfusu söz konusu yönetimlere karşı Britanya çıkarları adına kullanmak gerekiyordu. Marjinal bir aydın hareketi olarak “İslamcılık” değil ama İslamcı siyaset bu şekilde ortaya çıktı. Emperyalizm, İslamcılığı yaratmadı ama içine dahil olarak çıkarlarına hizmet edecek surette dönüştürdü. Mesela islamcılık siyasetinin en önemli kurucu figürlerinden birisi olan Afgani ve asistanı Abduh doğrudan Britanya’nın çıkarları adına çalışıyorlardı. Kısacası, o zaman da, Britanya, Avrasya’yı, Büyük Orta Doğu’yu  yeşil kuşakla sarmak istiyordu.

2.Abdülhamid bu siyaset adına harekete geçirildi. ” Halife sultan” olarak islamcılık siyasetinin dünyadaki temsilcisi yapıldı. İsterseniz, o devirdeki “BOP”un “eş başkan”ı   yapılmıştı da diyebiliriz.  Artık “yeni-Osmanlıcılık” a ihtiyaç vardı. Hamit merhum, sürekli pirelenerek de olsa,   kendisine  verilmiş bu görevi,  elinden geldiği kadar, yerine getirmeye çalışmıştı.

Sonrası malum. Kafaları karışık ama inanmış, dürüst İttihatçılar, zaten dağılmış bir devleti devraldılar. Beceriksizlikleriyle tabutuna  son çiviyi çaktılar. Eh,  kuraldır, ellerinde devleti bitirenler, bitirilirler. İttihatçılık’ın sorunlarını oldukça iyi analiz etmiş  Atatürk’ün kararlı “anti-İttihatçılık” ına bu açıdan bakmak gerekir(1)

Kemalistler “kadim devlet” i tekrar ama bu kez laik Cumhuriyet (eski düzenin bütün meşruiyeti dinden geliyordu, Padişah Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi, elbette yeni düzenin meşruiyeti için eskisinin meşruiyet kaynağı referans olarak alınamazdı) formunda kurdular.  Çok geçmeden Hamit’in İngilizciliğini de, yeni şartlarda aldığı formuyla, anglo-amerikancılıkla ikame ettiler.

Gelelim bugüne, şimdi Erdoğan, yine ağlama şovları, “pardon” larıyla işleri çekip çevirebileceğine inanıyor. Bu inancını teşvik eden en önemli etken, hiç kuşkusuz, “sol”, liberal şakşakçılarıyla “düzen partisi” nin coşkulu desteğidir.

“Pardon” demişken, eğer iktidarını sürdürebilirse, Erdoğan yarın da, mesela, “İsmailağa Cemaati” ya da “Menzil Cemaati” için mi özür dileyecek? Bu arada, bu darbe girişimine katılanlar da, “pardon” derlerse, ne olacak?

Gerçekten de, birikmiş tekerrürler ya da “fars” koşullarındayız. Trajedi ağlatır, komedi güldürür. Fars karşısında insan, acı acı ağlamakla, katıla katıla gülmek arasında bikarar halde oluyor.

Bitirmeden önce, bir kaç saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bu darbe girişimiyle, onu planlamış olanlar bakımından,  siyasal gaye hasıl olmuştur. Bu girişim, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk sürecinin devamıdır. Son evresidir. Gaye, TC devletini felç etmek, işleyemez hale getirmekti. Operasyonel yeteneklerine ket vurmaktı. Başarılmıştır. Bugün dünyada ve bölgemizde bu hasıl olmuş gayeden şikayetçi olan hiç bir önemli devlet yoktur. Yani hepsinin işine gelmiştir.

İkincisi, TC devletini bu hale tek başına Erdoğan sokmamıştır. Erdoğan bu devletin son 70 yıllık tarihinde bir kopuşu değil, sürekliliği temsil etmektedir. Restorasyon ve karşı-devrimcilik arasında süreklilik olur. Yalnız bu ikisinin aynı siyasal özneler önderliğinde gerçekleştirildiği, bildiğim kadarıyla, vaki değildir. Bugün de, burjuvazinin olası bir restorasyon programını Tayyip’le gerçekleştirmesi kabil değildir. Tayyip bugün burjuva düzeni için dahi yüktür, risktir. İç bağlantılarıyla emperyalist “üst akıl”, sorunun Tayyip Erdoğan olduğunu kavrayamamış, ya da bu gerçeği geç kavramış olduğundan son hamlelere ihtiyaç duymuştur.

Buna bir şey daha ilave edeyim, emperyalistlerin fiili operasyonların hız kazanmış olduğu uğraklarda, askeri ya da sivil darbeler, saray darbeleri, fiziksel tasfiyeler, siyasal komplolar da hız kazanabiliyor. Sonuçta bunların iktidar teknikleri olduklarını ihmal etmemek gerekiyor.

Son olarak, daha önce değinmiş olduğum gibi, “kaos” ve “kriz” aynı şey değildir. Kaos, bir çok krizin kesiştiği şartlarda zuhur eder. Krizden farklı olarak parametlerinin okunması, kestirim yapılabilmesi çok zordur. Oradan ne çıkacağını kestiremezsiniz. Kendisini dallanıp budaklanmalar halinde dışa vurur. Bu bakımdan,  bugün Türkiye’de bir kaos hali hüküm sürmektedir.

Bu koşullarda, devrimcilere yakışmayan, “yandık, bittik, mahvolduk” edebiyatına sarılmaları olacaktır. Mesela, en önemli karşı-devrimci kurum olarak, özellikle solun ezilmesinin en etkili aracı olarak ordunun, saikleri ne olursa olsun,  kendisinin de her türlü katkıyı yapmış olduğu, kendisinin tasfiyesiyle sonuçlanan bir süreçte bulunmasından devrimcilerin şikayetçi olmasını anlayamıyorum.

Devrimi istiyorsak, kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliyiz. Bunu göze almadan devrimci olunamaz. Yangınlara bakmaktan korkmamak gerekir. Devrimler yangınlardan çıkar. Devrimcilik yıkarak kurmak demektir. Hatırlama ihtiyacı duyuyorum.

NOTLAR:

1) İttihatçılar arasında en etkili grubu temsil eden askerler yeteneklerine aşırı güveniyorlardı. Ancak siyasal aklın, akılcılığın kılavuzluk etmediği askeri yeteneğin bir bumeranga dönüşebileceğinin farkında değillerdi. Akıl, hesap yapmak demektir. Bu arada, sınırlarını hesap etmek demektir. Global perspektifi olmayan siyasal akıl aksaktır. Siyasal aklın onay vermeyeceği bir maksimalizm her zaman felaket getirir.

İttihat ve Terakki, askerlerin etkisine rağmen siyasal bir oluşum olarak iktidarı almış, parti öncülüğünde devrim yapmak istemiş ama savaş koşullarının da bastırmasıyla giderek askerileşmişti. Sivil “merkezi umumi”, esas olarak askeri olan troykanın etkisine girmişti. Yani askeri kanat siyasete hakim olmuştu. Emperyalist işgal şartlarında oluşmuş Kemalist deneyimdeyse, tersine, öncü olarak  askeri örgütlenmeden siyasal partiye gelinmişti. Kemalist devrim, partinin değil, askerin öncülüğünde başarılmıştı. Bir “merkezi umumi” hareketi değildi.