Rejim bir kez daha yol ayrımında

AKP rejimi 2013 Haziran kalkışması sonrasında bir yol ayrımına gelmişti. Ya dizginleri giderek Cemaat’e kaptırmak ve karşısındaki muhalefet saflarını daha da genişletmek pahasına onunla koalisyonu sürdürecek, emperyalist talep doğrultusunda Cumhuriyet rejiminin yıkılma sürecini daha da hızlandıracaktı. Çünkü emperyalistler öncelikli operasyon alanı olarak seçtikleri bölgemizdeki bütün ulusal egemen devlet yapılarını yıkmak istiyorlardı. Türkiye de buna dahildi. Bu talep bugün de geçerlidir.

Ya da o koalisyonu bozup, yeni iç ve dış ittifak olanaklarını değerlendirerek, söz konusu süreci kendi kontrolünde yürütücekti. Erdoğan tarafı bu ikinci yolu tercih etti. Koalisyonun AKP kanadının ekonomik yağmacılık gibi çok öncelikli bir kaygusunun bu tercihte önemli bir rol oynamış olduğunu düşünmek meşrudur.

Cemaat’in bu tercih karşısındaki tepkisi, 17-25 Aralık operasyonlarıyla başlayıp, 15 Temmuz 2016’da zirvesine ulaşan girişimler oldu.

AKP rejimi böylece ikinci dönemine girdi. Tabii yeni bir koalisyonla. Ülkücü faşist, ulusalcı faşizan, sağ kemalist gibi sıfatlarla anılan ağırlıklı olarak devletin güvenlik bürokrasisinde konumlanmış Türk milliyetçisi gruplarla ittifak yapmak zorunda kaldı. Bu gruplar fiili anlamda siyasal olarak en çok MHP kanalıyla kendilerini ifade ediyorlardı. Halen de böyle.

Söz konusu grupların NATO ile tek sorunları Kürt siyasetine bakışlarıydı. Ortadoğu’nun dizayn edilmesinde Kürt milliyetçi siyasetine etkin bir rol biçilmesini kabul etmiyorlardı. Bu yüzden Rusya kartını kullanmak istediler. Rusya söz konusu yeni ittifakın NATO’ya karşı kullanılacak dış ayağına dahil edildi.

Bu arada bu koalisyon sayesinde, MHP’nin önerisi ve etkin çabasıyla Erdoğan’ın “tek adam” yönetimi şaibeli, hukuksuz uygulamalarla yaratıldı. Erdoğan ve çevresinin ekonomik yağma olanaklarına ulaşmaları önündeki engeller kaldırıldı. Karşılığında yeni rejimin devletinin “kırmızı çizgi” olarak işaret ettiği, Kürt sorununun merkezinde yer aldığı hattın ihlal edilmemesi talep ediliyordu.

Hatta geçen yılın Mayıs’ında başkanlık, bu malum koalisyon güçleri tarafından, hem muhalefet tarafı içeriden manipüle edilerek hem de şaibeli bir seçim tezgahlanarak yeniden Erdoğan’a sunuldu.

Ancak, yağmaya ne dayanır? Bu koalisyonun kendisini jeo- ekonomi-politik olarak sürdürebilme olanakları bugünkü durumda güçleşti. Belediye seçimleri sonuçlarından halkın acil erken seçim istemi çıktı. Bu gerçeği iktidar tarafı görüyor, muhalefet henüz görmek istemiyor.

Tam burada, hem Erdoğan’ın temsil ettiği iktidar koalisyonu kanadı hem de CHP, işbirlikçi sermayenin ve NATO’nun beklentisi olan, yeni olası iktidar kombinasyonlarının önünü açabilecek farklı siyasal olanaklar, araçlar etrafında arayış halindeler. Yani, açık ya da örtük olarak, rejimin bir üçüncü döneminin olanaklı olup olmadığı tartışmaları yapılıyor.

AKP sanki “yumuşama” eğilimindeymiş gibi bir izlenim veriyor. Ancak kendi içinde henüz netleşebilmiş değil. AKP açısından en önemli kaygu yağmayla kazanılmış olanların kaybedilmemesidir. Burası onun zayıf karnıdır.

Koalisyonun daha çok MHP üzerinden kendisini ifade eden kanadınınsa, en büyük korkusu demokratikleşme, bu sayede artık uluslararasılaşmış Kürt sorununun Kürt siyasetine inisiyatif verilerek NATO ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmasıdır. Bu kanadın sözcülerinin sık sık “turuncu devrim” paranoyalarını dışa vurmaları bu çerçevede yorumlanmalıdır.

Bu MHP kanadı, Erdoğan olmadan kendisini, görünürde de olsa, seçimli sistemde siyaseten halen olduğu kadar etkili bir biçimde ifade edemeyeceğini çok iyi biliyor. Yani Erdoğan’a ihtiyacı var. Erdoğan’ı bu koalisyondan kopmaması için sürekli olarak uyarıyorlar.

Nasıl Cemaat’le önceki koalisyonun bozulmasının bir takım ağır siyasal ve ekonomik sonuçları olmuşsa, şimdikinin olası bir çözülmesinin de önemli sonuçlar yaratacağını öngörmek kehanet olmaz.

Yani AKP rejimi ne 2010’daki ne de 2013’deki koşullar içinde yer alıyor. O yıllardaki manevra alanına sahip değil. Bunu görmek lazım. Tekrar olsun, 2016’dan beri yeni bir koalisyon var.

Bu arada, şunu da ihmal etmeyelim: Ne koalisyonun iki kanadının her biri kendi içinde yekpare bir bütündür, ne de CHP muhalefeti. İsterseniz şöyle de söyleyebiliriz : Düzenin iktidar bloğu(düzen söz konusu olunca buna muhalefeti de dahildir), bilindiği gibi, farklı çıkarlar, öncelikler ve dolayısıyla çelişkilerle kat edilmektedir.

Soru şudur: Erdoğan kanadı ya da ondan önce davranmak adına (mesela erken bir seçim önerisiyle) MHP tarafı bu koalisyonu şu sıralarda bozabilirler mi?

Erdoğan’ın sağlamcı olduğunu biliyoruz. Bunun için sağlam güvenceler isteyecektir. Yani MHP’nin yerine koyacağı alternatif korkularını telafi edebilecek güçte olmalıdır. MHP ise devletin güvenlik aygıtlarındaki etkisini kullanarak sonuna kadar direnecektir.

CHP, işbirlikçi büyük sermaye sınıfını ve ABD’yi kendisinin yapacaklarının teminatı olarak AKP’ye göstermek çabasındadır. Namık Tan’ın açıklamalarından bunu okumak mümkündür.

Bu tabloda, en zor durumda olan, MHP tarafıdır. Artık önceki soğuk savaş dönemindeki siyasal ve ideolojik rolleri oynamak mümkün değildir. Benzer bir işi muhtemelen 28 Şubatçı paşalar da yapmak istediler. Kendi koşullarını NATO’ya dayatmaya çalıştılar. NATO’ya karşı değillerdi. Ancak, Türkiye’nin güvenliği için bazı özel istekleri vardı. Ulusal egemen devlet yapısından feragate yanaşmıyorlardı. Kabul edilmedi. Sonuçta, tutarsız, tereddütlü hamleleri bir bumeranga dönüştü.

Bugün koalisyondaki NATO’dan vazgeçmeyi hiç düşünmeyen ” bekacı” kanat, Kürt sorunu adına laik Cumhuriyet’ten dahi vazgeçti. Bunu yaparken egemen ulusal bir devlet olarak kendi altını oymuş olduğunun farkında değil. Farkında olamamasının öznel bir nedeni, NATO’ya uyarlanmış faşizan milliyetçi bir siyasal-ideolojik gelenekten gelmeleridir.

Nesnel nedense, ülkenin içinde bulunduğu jeo-ekonomi-politik koşullar, bu koşullarla rejimleri ve rejimleriyle halk sınıfları arasındaki aykırılık, uyuşmazlıktır.

Bu arada, sürekli teyakkuz hali koşulları yaratılarak hiç bir ülke yönetilemez. Hiç bir iktidar sürdürülemez. Sonra, halksız beka da olmaz.

Sonuç olarak, bu iktidar için koalisyonu “gittiği yere kadar gider” anlayışıyla sürdürmenin tek yolu daha da otoriterleşmektir. Buna karşılık muhalefet de, herhalde, bir süre sonra elindeki erken seçim kozunu kullanmayı düşünecektir.

Yumuşamaya mı ihtiyacımız var?

Erdoğan sağıyla soluyla bu toplumun arabesksiz yapamadığını iyi biliyor. Kendisi de zaten arabeski yaşıyor. Bu bakımdan kitleler nazarında inandırıcı ve etkili olabiliyor.

Bir bakıyorsunuz şahin kesilmiş, sola çullanıyor; az sonra, bir bakıyorsunuz, göz yaşları sel olmuş, solcu bilinen figürler için ağlıyor. Az önce hakaretler yağdırdığına, şimdi göz yaşlarıyla methiye düzüyor.

Arabesk ya da melodram şarklının kendisini ifade biçimidir. Şarklı estetiğidir. Müzikte, sinemada, resimde, ve tabii siyasette popüler olması bundandır.

Erdoğan’ın, 1 Mayıs günü adım dahi attırmadığı, kefaletle dahi olsa Taksim’e yürüyeceğini ilan etmiş Özel’i ertesi günü “kabul”ü ve diyalogun devam edeceğine dair açıklamaları, tabii diğerinin de hakkını yemeyelim, onun da her şeye rağmen görüşmede ısrarcı olması, daha dolaysız bir biçimde gerçekleşmiş ikinci görüşmenin de dostane bir havada cereyanı, sağ veya sol, yandaş veya muhalif figürlerin yüreklerinin yağını eritti. Bir anda ülkeye bir yumuşama iklimi egemen oldu.

Gerçekten de, kameralar önünde verilen “hem mücadele hem müzakere” görüntüleri ekran önündekiler nezdinde de duygusal anların yaşanmasına neden oldu.

Kimi muhalif çevrelerden, “böyle bir yumuşamaya çok ihtiyacımız vardı” açıklamaları geldi.

Özel, “haksız yere” (!) hapis yatırılan Erdoğan’a muhalefet etmiş kişilerin serbest bırakılması için Erdoğan’dan ricacı olduğunu söyledi. Görüşmede, “eğer sizin iktidarı bırakıp gitmenizi istemişlerse, o zaman onları serbest bırakmayın, hapis yatmaya devam etsinler” dediğini de ilave etti.

Şahsen en başından beri ve halen Erdoğan’ın iktidarı bırakmasını talep ediyorum. Üstelik feragat şeklinin de umrumda olmadığını her fırsatta belirtiyorum. Neyse.

Şimdi Özel’in açıklamalarından anlıyoruz ki, Türkiye devletinde bir kuvvetler ayrılığı ilkesi işlemiyor. Erdoğan tutuklatıyor, yargılıyor, hüküm veriyor. Yetmedi, yasa yaptırıyor; yasallaştırıyor. Ki, artık ona da ihtiyaç duymuyor. İstediği anayasa, babayasa olmadan memleketi yönetmek. Bu tipik bir popülist karizma talebidir. Fillen gerçekleşmiştir.

Görüşmede Özel, bazı hüküm giydirilmiş kişilerin serbest bırakılmasını, o hükmü veren kişiden rica ediyor. Bu arada, melodram formatına uyması için olsa gerek, içeridekilerin dışarıdaki çocuklarının halini gösteren fotoğraflarla görüşmeye gitmiş olduğunu da medyamız marifetiyle öğreniyoruz.

Yumuşama bunu temin edebilir mi? Edebilir. Tabii, Erdoğan’ın karşılığında ne alacağına bağlı. Ancak, muhalefetin sonuçta tekrar hava alacağına kuşku yok.

Erdoğan için fark eden bir şey olmaz nasıl olsa. Bugün dışarı bırakır, yarın içeri alır. Bugün melodram kahramanı, yarın şahin “reis”.

Anlaşılıyor ki, Erdoğan’ın biraz soluklanmaya, muhalefetinin de (genellikle olduğu gibi) hava almaya ihtiyacı var. Yumuşamanın bunu sağlayacağı düşünülüyor.

Erdoğan,’ın Özel’le görüşmesi, bir nev’i “balkon konuşması” tadında olmuştur. Damakta kalmayacağı anlamında, Erdoğan, bu tür görüşmeleri sürdüreceğini ifade etmiştir.

Kimbilir, yarın belki “tekrar masa kuralım”, “umudumuz sende” çağrılarını her şeye rağmen, bulundukları her yerden yapabilen ve müzakere sırasına girmiş Kürt siyasetiyle de yumuşayabilir.

Bu arada, CHP’nin de hakkını yemeyelim, artık güreşe doymayan pehlivan kıvamına gelmiş sabık genel başkanının “mücadele” çağrısını, ortasını bulup, zenginleştirerek, “hem mücadele hem müzakere” şiarı doğrultusunda tutarlı olarak gayret sarf etmektedir. Hem de ara vermeden. 1 Mayıs’ta amansız mücadele, 2 Mayıs’ta müzakere!

Birlik ve beraberliğe, dolayısıyla yumuşamaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, Erdoğan-Özel görüşmesi, doğrusu, yandaş ya da “muhalif”, medyamızın da melodram zevkini tatmin etmiştir. Muhalif bilinen medyamızın, akil muhaliflerimizin zaten her zaman macun kıvamında olan yumuşaklığı pelte kıvamına evrilmiştir.

Şimdi artık Erdoğan’dan jest beklenmektedir. Yapar mı, yapar. Yapmadığı iş değil. Hatta hıçkırıklara boğularak, “bu insanlar neden hapiste, kim onları hapse attı” diyerek o malum tiradlarından bir başka örnek vermek için tekrar sahne alabilir.

Peki, Erdoğan’ın gayri meşru bir “reis” olduğu herkesin malumu değil mi? Her şey hepimizin gözleri önünde cereyan etmedi mi? Etmiyor mu?

Kendisi bile hâlâ bulunduğu yerde bulunuyor olmasına şaşırıyordur. Bunun Kılıçdaroğlu’lar, Akşener’ler, Özeller sayesinde olabildiğini de biliyor elbette.

Neyse. Eğer CHP gerçekten mücadele istiyorsa, öncelikle acil seçim çağrısı yapmalıdır. Zaman Erdoğan’ın lehine çalışıyor. İhtiyacımız olan, müzakere değil, mücadeledir; ama Kılıçdaroğlu tarzı mücadele (!) değil. Yumuşamak değil, sertleşmek lazım. Acil seçim talebi sertleşmenin ilk adımı olabilir.

Eğer iktidar hedefleniyorsa, o ancak sertleşmekle olanaklı olabilir. Sadece CHP için değil, düzen karşıtı olmak iddiasındaki muhalefet için de…

Yumuşamaya ihtiyaç duyduklarını söyleyen muhalifler, yarın şu “yetmez ama evet”çi yeni-muhafazakârların durumuna düşebilirler. Dikkatli olsunlar.

CHP restorasyona hazır

Daha önce de yazmıştım, 1946’da CHP yeniden, yeni bir parti olarak kurulma sürecini başlattı. Kendi sınıfsal dayanakları ve sınıfsal vizyonu bakımından doğrusunu da yaptı.

Elbette, sağlıklı bir siyasal parti konjonktürel gelişmelere kayıtsız kalamaz. Kalırsa, biter zaten. Konjonktür siyasetin nesnesidir.

CHP, 27 Mayıs’tan sonra bir süre merkez sağ partisi işlevi gördü. 27 Mayıs’tan sonra kurulan İnönü başkanlığındaki bütün darbe dönemi hükümetleri aslında Bayar ve Menderes’siz DP hükümetleri olarak görülmek gerekir. O dönem kabinelerinin kompozisyonu bu gerçeği net olarak sergiliyor.

Sonra merkez sağ parti olarak AP kurdurulunca, CHP “ortanın solu”na yerleşiyor. DP kapatılmış olsa da, bütün bu süreç boyunca, raydan çıkmamış olan haliyle, onun temsil ettiği siyasal anlayış önemli bir işlev görüyor.

Yani darbeden sonra onun siyasal çizgisine rağmen oluşturulmuş bir siyasal yapılanma söz konusu değildir. Tersine, darbeden hemen sonra kapitalist-emperyalist sisteme ekonomi-politik entegrasyon süreci İnönü hükümetleriyle tekrar rayına oturtulurken, yeni DP olarak, AP’nin de önü açılmıştır.

İnönü CHP’si hem 1946’da hem de 27 Mayıs’ın hemen sonrasında bu söz konusu entegrasyonun, ya da isterseniz, restorasyonun öncüsü ve mimarı olmuştu. DP’nin kurum ve kuralları hiçe sayan kontrolsüz popülist politikalarıyla aksayan düzen siyasal olarak yeniden yapılandırılmıştır.

Doğru, DP dönemi restorasyon dönemiydi. Ancak, 27 Mayıs dönemi de, sonradan maceracı bir mecraya sürüklenen DP devrinin, emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının talebi olan bir takım ekonomi-politik tadilatlarla, CHP öncülüğünde restorasyonu olarak görülebilir. (Aşağı yukarı aynı sıralarda, benzer bir gelişme, tabii farklı toplumsal içeriğiyle, SSCB’de de yaşanmıştır. Hruşçov dönemi restorasyon dönemiydi. Savrulma eğilimleri gösterince, Brejnev-Suslov-Kosygin yönetimi süreci tekrar rayına oturttu. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki siyasal gelişmeleri SSCB’deki siyasal gelişmelerle karşılaştırmalı olarak değerlendirmek bütün bir cumhuriyet dönemini kavramak açısından işlevseldir).

Dönem boyunca darbeyle birlikte kısmen elde edilmiş, kentli ve görece entelektüel düzeyi yüksek meslek sahibi orta katmanların talebi olan demokratik kazanımların fiilen işlemez hale getirilmesinin önkoşullarının hazırlandığı, programlandığı, asker ve sivil bürokrasinin de buna göre yeniden ve sağdan formatlandığı görülür.

27 Mayıs’tan sonra sağcılık devlet eliyle ivme kazanmış, sürekli sağ iktidarlar için gerekli ideolojik koşulların daha programatik, daha örgütlü bir biçimde işlemesi için önlemler alınmıştır.

Elde edilen nispi demokratik olanakların ve dünya genelindeki ilerici kabarmanın katkısıyla büyük kentlerde toplumsal bir tabana kavuşarak güçlenmeye başlayan sol dalganın önünü kesmek için önce İnönü “ortanın solu” şiarıyla devreye sokulmuş, bu misyonu yerine getiremeyeceği görülünce, bu kez genç Ecevit sahne almıştı.

Ecevit sol kültürden gelen, modern sol değerleri sahiplenmiş biri değildi. Sosyalist sol ve sol sosyal-demokratik dalga ve onların önünde set olma ihtiyacı “solcu” rolü oynamasını gerektiriyordu. Nitekim, bu dalga geri çekildiğinde, Ecevit gerçek siyasal kimliğiyle ortaya çıktı. O kadar öyle ki, artık o günkü CHP içinde bile barınması mümkün değildi.

Ecevit’in CHP’den kopuşunu “hizipçilik” gerekçesiyle izah etmek doğru değildir. Ecevit’in hamasi “anti-elitist”, içeriksiz “sol” popülist söylemi, 12 Eylül sonrasında işbirlikçi sermaye sınıfının talebi olan toplumu dinselleştirme programına kolayca uyarlandı.

CHP’ninse, kendisini yeni konjonktüre uyarlaması biraz zaman aldı. Baykal zemini hazırladı. Kılıçdaroğlu yapıyı yükseltti. Sonrasında hepsi onun “prensleri” olan kadrolar ondan bayrağı devir aldılar.

CHP’nin bugünkü misyonu, artık bu haliyle emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının ihtiyaçlarına yanıt vermekte ayak sürüyen, çığırından çıkmış AKP’nin önünde sağdan bir set oluşturmak, iktidarı sürekli sağda tutmaktır.

İçeriği olmayan, altı, kararlı siyasal adımlarla uygulanacak politikalarla doldurulmamış, samimiyetsiz, kof bir sol hamasete abanan bilindik siyaset tarzıyla, rayından çıkmış AKP rejimine merkez sağcı bir ayar vermektir. Bunu da ancak, daha önce de olduğu gibi, CHP gibi bir parti yapabilir. Sermaye genellikle, askeri darbelerin olamadığı koşullarda, düzen için önemli sağ işleri “sol” a gördürür.

Bugünkü CHP yönetimin şaibeli olduğunu iddia ettiği Hatay seçimleri sonuçlarıyla ilgili itirazının, “Taksim’de 1 Mayıs” kararının arkasında duramaması, ve son olarak (kendisine 1 Mayıs’ta adım dahi attırmayan) Erdoğan’la ertesi gün siyaseten eli boş olarak kapalı kapılar ardında görüşmeye gitmesi ve sonrasında kendisini desteklemiş kitlelere görüşmeyle ilgili hiç bir açıklama yapmamış olması, CHP’nin sol iddiası bakımından “kalıbının partisi” olmadığını spektaküler olarak bir kez ilan etmiştir.

Bu arada şunu da tekrar belirteyim: 2.Dünya Savaşı sonrasındaki soğuk savaşın çözüme kavuşmasıyla birlikte Batı’da ve eski sosyalist dünyada, bir siyasal otoriterlik tarzı olarak popülizmin önünün açılmasıyla, genel olarak, eski siyaset erkanıyla kıyas dahi edilemeyecek kadar çapsız siyasal figürler sahne almıştır.

Türkiye gibi ülkelerde buna “kasabalılık” sosyolojisini de ilave etmek lazım. Menderes ve Bayar’dan beri iktidar ve muhalefetiyle düzen siyasetinin sahnesinde kasaba politikacıları yer alıyor. Siyasal değerlendirmeler yaparken bu etkeni de hiç ihmal etmeyelim.

Oysa, Tanzimat bürokrasisi, anayasal-monarşist İttihatçı liderler ve Cumhuriyetin kurucuları global kişiliklerdi.

Sosyal devrimlerle demokratikleştirilmemiş toplumlarda ancak “sandık demokrasisi” kurulabiliyor. Bugün en gelişmiş burjuva toplumlarına bakınız, oralardaki burjuva demokrasileri sosyal devrimlerden çıktılar. Salt siyasal, kültürel devrimlerle mehter yürüyüşü kaçınılmaz oluyor.

Sadede gelelim. Bu seçim sonuçlarıyla CHP, kendisine artık AKP-MHP’nin ayak sürüyerek uygulamakta zorlandığı AKP rejiminin yeniden rayına oturtulması görevinin verildiğini görmektedir. Zaten partinin fabrika ayarlarına döneceği hayaliyle oyalananları bir yana bırakacak olursak, onun Sözcü’sü olan medya da CHP’ye sürekli olarak bu misyonunu açık biçimlerde hatırlatmaktadır.

Ne dünyada ne de Türkiye’de, 60’larda, 70’lerde olduğu gibi, CHP’yi sola çekecek, bu son seçim sonuçlarını halk sınıflarının talepleri doğrultusunda soldan okutacak güçlü bir siyasal eğilim yoktur.

Bu koşullarda, CHP’nin (mümkünse) AKP’siz bir AKP rejimiyle uzlaşmasının bu kez açık olarak ilanına tanık olmaktayız.

AKP rejimi demokratik bir hamasetle inşa edildi. Şimdi CHP benzer bir hamasetle aynı rejimin restorasyonuna soyunmuştur.

Bu seçim sonuçlarıyla ne yapılacağı önemli

Son on küsur yıldan beri AKP’nin inisiyatifiyle toplum bir seçimden ve referandumdan diğerine koşturuldu. Hepsinde oyun kurucu olan AKP idi. Amiyane tabirle, tezgahı iyi kurmuş olduğu için -bu sonuncusu hariç – hepsinden beklendiği gibi yengiyle çıktı.

CHP son seçimde beklemediği bir oranda başarı elde etti. Çünkü seçmen ağır ekonomi-politik koşulların baskısı altında bir tepki verdi.

Bu tepki içinde bulunduğu ağır koşullardan kurtulmak adınaydı. Bunu, bu tepkili kitlelerin, “haydi belediyeleri biraz da CHP yönetsin” mesajı olarak okumak CHP adına büyük bir yanlış olur.

Kitleler sıkıştırıldıkları, bunaltıldıkları koşullardan çıkış arıyorlar. Yerel yönetimlerin kazanılması, iktidarda bir gedik açabilir, açtı da. Ancak bu gedikleri çeşitli biçimlerde gidermenin olanaklı olduğunu da unutmayalım. Son yirmi küsur yılda örnekleri az değil, öyle değil mi? Kitlelere moral verebilir, nitekim verdi. Ancak bütün bunlar şu haliyle, en çok, kitlelerin yerel bazı kazanımlara kavuşmalarını sağlayabilir. O kadar!

Oysa, insanların en yakıcı sorunlarından çıkış beklentilerinin anahtarı merkezi yönetimdedir. Yani bu merkeze sahip olunmadan kitlelerin gerçek taleplerine yanıt verilemez.

Görülecektir, çok geçmeden Saray ve onun devleti yerel yönetimleri markaja alacak, çalışmalarını engelleyecek ya da kısıtlayacaktır. Bunu gerçekleştirme olanak ve araçlarına sahiptir. Yapmadığı iş de değil zaten. Belediyler üzerinden bir tür kayıkçı kavgasıyla gündemi çekip çevirecektir.

Bu arada, ekonomide de zaman kazanmaya çalışıyor. Zamanı kendi lehine kullanmak için adımlar atıyor. Bunu da daha önce bir çok kez yapmış, kitlelerin desteğini almayı başarmıştı. Yine Mehmet Şimşek sahada, top çeviriyor. Yer yer muhaliflerin de desteğiyle, olumlu algılar yaratılmak isteniyor. Şimşek’in AKP’nin olası bir baskın seçimi için formatlanmış OVP’sine karşı muhalefet, bırakınız karşı durmayı, desteğini bile ifade etti. Böyle olmaz!

Şurası çok nettir: Erdoğan bu siyasal “topal ördek” konumundan uygun koşulları süratle hazırlayıp kurtulmak isteyecektir. O zamana kadar, muhalefetle “yumuşama” görüntüsü vererek zaman kazanmaya çalışıyor.

Muhalefet tersine, Erdoğan’ın sertleşerek kontrolünü kaybetmesine yol açacak adımlar atmasını sağlamaya çalışmalıdır. Yani, Erdoğan’la bir yumuşama değil, sertleşme muhalefetin lehine olur. Bu talep geniş kitlelerin verdikleri mesajda içkindir.

Bu seçim sonuçlarıyla CHP’nin ne yapacağı önemlidir. Giderek savunmaya mı çekilecek, yoksa atak oynayarak kurguladığı oyunda, Erdoğan’ı siyaseten sonunu getirecek biçimde kendi sahasına hapsetmeye mi yönelecektir?

Bilemiyoruz. Ancak bugüne kadar ki CHP pratiğine baktığımızda, ilk seçeneğin gerçekleşme olasılığının hiç ihmal edilmemesi gerektiğine vurgu yapmamız da meşru oluyor.

Bu 1 Mayıs’ta CHP ve bütün sol muhalif güçler, inisiyatif alarak, en kısa sürede bir erken seçim çağrısı yapmalıdırlar. Sonbahara kalmadan bu yıl içinde bir erken seçim çağrısı yapmak zor koşullarda bulunan geniş kitleler nezdinde olumlu bir tepki görecektir.

Son seçimlerin mesajı, halkın bu iktidardan acilen kurtulmak talebidir. Bunu görmek lazım. Zaman AKP’nin lehine işliyor, işlemeye devam edecek. Böyle bir çağrıyla, iktidar koalisyonundaki sarsıntıyı yıkıma çevirmek de olanaklı olacaktır. Aksi halde, bu yıkım muhalefet cephesinde gerçekleşebilir.

Tayyip Erdoğan’la hiç bir samimi görüşme yapılamaz. Böyle bir beklenti ahmaklık olur. Eğer söz konusu görüşme ille de olacaksa, halkın acil beklenti ve ihtiyaçlarını talepler olarak programlaştırıp, Erdoğan’a dayatmak için yapılabilir. Olmadı, o görüşme platformu en geç Ağustos ya da Eylül ayında bir erken seçim talebi ilanı için kullanılır.

Eğer CHP ve artık onun içinde (şimdilik) özerk bir siyasal vektör haline gelmiş İmamoğlu gerçekten iktidarı hedefliyorlarsa, kitlelerin acil taleplerini dile getiren bir programla derhal erken seçim çağrısı yapmalıdırlar.

Yoksa, tarihi ve makus talihlerini tekerrür ettirirler.

AKP rejiminin iki dönemi

AKP rejiminin ilk dönemi, ABD’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş döneminin kapanmasıyla birlikte, emperyalist neo-liberal hegemonyasını dünya çapında gerçekleştirerek “tarihin sonu” nu getirmek için uygulamaya koyduğu genel saldırı stratejisi koşullarında oluşturuldu.

Bu, emperyalist hegemonik stratejiyle aynı hizaya gelmeyen veya gelmekte ayak sürüyen siyasal yapıların çeşitli biçimlerde tasfiye edildiği bir dönemdi. Bu dönemi AKP, NATO gladyosunun bir aracı haline getirilmiş Gülen Cemaati’yle koalisyon halinde geçirdi. Cemaat’in -ABD adına- kontrolü altındaydı.

ABD’de oğul Bush dönemi, yeni-muhafazakar tabir edilen entelektüel çevrenin desteğiyle fütursuz saldırılarını sürdürüyordu.

AKP de, Türkiye’deki, isabetli olmayan şekilde “liberal”, ya da “sol liberal” olarak etiketlenen, aslında “yeni-muhafazakâr” olan entelektüel çevrenin ve onların hizmetkârı oldukları işbirlikçi büyük sermaye sınıfının açık desteği ve Cemaat’in devletteki etkisi kullanılarak açılan yolda iktidarını sağlam temellere oturtma olanağı buldu.

Tabii devletten gelen destek sadece Cemaat’in çabasıyla gerçekleşmedi. Devlet içindeki bilindik asker ve sivil NATO’cu güçlerin tercihi de AKP’den yanaydı. “Bilindik” güçler çünkü, onlar özellikle 27 Mayıs darbesinden sonra sürekli yükseliş halinde oldular.

2007 yılında bütün bu güçlerin AKP’ye desteği fütursuz bir karakter kazandı. Giderek hukuksal formlar, kurumsal, kamusal davranış kuralları hiçe sayıldı. Fiili, komplocu, şaibeli siyasal davranışlar, yeni muhafazkâr entelektüellerin “demokrasi” ideolojisini parlattıkları koşullarda meşrulaştırıldı.

Sonrasında uluslararası alanda işler ABD’nin istediği gibi gitmedi. 1997 Asya krizinden sonra gelmesi beklenen büyük kriz 2008’de patladı. ABD ekonomisi havlu attı (Eğer SSCB tasiye edilmemiş olsaydı, muhtemelen bu kriz çok daha genel ölçekte, büyük ve yıkıcı dalgalarıyla 1997’den itibaren gerçekleşecek, belki de o sıralarda büyük bir savaşı tetikleyebilecekti).

Kriz, Türkiye gibi “gelişmekte olan ekonomiler” i emperyalist merkezden kaçan dolarlar dolayısıyla ihya etti. Aynı zamanda, dünya kapitalist ekonomisinin bu sıcak para hareketleri, ihraçları dolayısıyla tamamen jeo-politik bir karakter kazanmasına yol açtı.

ABD, AB ve Japonya emperyalist birleşik saldırı stratejisini yeniden gözden geçirmek ve yeni hegemonya sürecine daha “renkli”, daha kitlesel, demokratik bir görünüm kazandırmak için anlaştılar. Bir tür koalisyon olarak görülmesi gereken Obama ve H.Clinton yönetimi bu koşullarda işe başladı.

ABD’deki yeni yönetimin işaretiyle Davutoğlu dış işleri bakanı yapıldı. Türkiye’deki rejimin ayakbağı olarak gördüğü anayasal, diğer kurumsal engeller büyük ölçüde, devlet olanakları kullanılarak en şaibeli biçimlerde ortadan kaldırıldı. Gerekli tasfiyeler gerçekleştirildi.

Ancak, bütün bu “demokrasi” ideolojisi, coğrafyamızdaki demokratik görünümlü renkli kitlesel hareketler egemen ulusal siyasal yapıların tasfiyesine yol açarken, zaman içinde, giderek emperyalistler aleyhine bir bumeranga dönüşmeye başladı. Emperyalizm BOP coğrafyasında direnişlerle karşılaştı.

Mesela, Esad yönetimi Suriye’de, vaktiyle kemalist yönetimin Türkiye’de yapmış olduğu gibi, emperyalizmin bölgemizdeki planlarını alt üst etti.

Direniş, Tahrir Meydanı ve Gezi olayları dolayısıyla tahkim edilerek, genelleşme eğilimi göstermeye başlayınca, geri adım atma ihtiyacı Beyaz Saray yönetimindeki koalisyonu çözdü.

Bu arada, artan sıcak para girişleri ya da uygun ekonomik koşullar AKP’nin ya da Erdoğan’ın elini güçlendirmişti. İşbirlikçi büyük sermayenin daha da palazlanması yanında, AKP’nin kendi sermaye fraksiyonunu da oluşturmasına olanak verdi.

Erdoğan’ın artık ortağa ve yeni-muhafazakâr ideologlara ihtiyacı yoktu. Zaten ABD’deki koalisyonun çözülmesi buradakinin de daha fazla sürdürülemeyeceğinin işaretiydi.

Erdoğan öncelenmemiş ölçüde geniş bir hareket alanına kavuştu. ABD, ama özellikle de işbirlikçi büyük sermaye sınıfı karşısında görece özerk bir hareket yeteneği elde etti.

ABD içinde koalisyondan düşmüş olsalar da hâlâ belli bir gücü ve etkiyi temsil eden yeni muhafazakâr oligarşi Türkiye’deki bu durumdan vazife çıkartarak, 15 Temmuz 2016’da, Cemaat aracıyla bir hamle yapmak istedi.

Bu Obama yönetimi için de bir oldu bitti idi. Arkasında durmadılar. Ancak, karşı da durmadılar.

Bu oldu bitti, Türk devleti içinde belli bir direnişle karşılaştı. Kadim Natocu bürokrasi, ne zamandır bu yeni-Natocu bürokrasiyle, özellikle de Kürt sorunu etrafında, didişmekteydi. Yeniler, eskilerin eşsiz katkılarıyla tasfiye edildiler.

Uluslararası sahada, ABD ve müttefiklerinin birleşik saldırı stratejisi yerini birleşik savunma ya da kazanılmışları koruma stratejisine bıraktı. Rusya, Çin ve İran palazlandılar.

Erdoğan kendisine önerilen yeni koalisyonu, başkanlık vizesini de cebine koyarak kabul etmek zorunda kaldı. AKP’nin yeni dönemi bu koşullarda başladı. Türk devleti içindeki bilindik eski Nato erkanından arta kalanlar ve daha önemlisi, onların siyasal fikriyatı başta MHP ve muhalif bir işlevsellik adına da CHP içinde temsil ediliyordu.

Ülkede yağmaya dayanan ekonominin erozyonu sürse de, Kürt-Hendek Savaşı üzerinden yürütülen milliyetçi, daha doğrusu Türk-İslamcı kampanya Erdoğan’ın siyasal konumunu konsolide etmek gibi bir rol oynadı.

Bu “eskiler” için NATO ile tek sorun, Nato’nun Kürt kartını Türkiye’nin başı üzerinde Demokles kılıcı gibi sallandırmak istemesiydi. Rusya ve İran bu bakımdan Türk devletinin kozları olmuştu. Türk devleti bölgede ABD’nin esas olarak kendisini muhatap olarak almasını talep ediyordu.

ABD bugüne kadar bu talebe olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermedi. Türk devleti de ABD’nin çıkarlarına halel getirecek eylemlerden bugüne kadar kaçındı.

Erdoğan’ın koalisyon ortağı olan “eski tüfek Natocu” zihniyet açısından iktidara tutunmanın tek meşru aracı Erdoğan’dır. Onunla ortaklığın sona ermesi ya da onun kaybetmesi kendilerinin de kaybetmesi, tasfiyesi anlamına geliyor. Bahçeli’nin konuşmalarından bu gerçeği okumak mümkün oluyor.

Bütün bu yeni süreç boyunca Kılıçdaroğlu CHP’sinin yerine getirmiş olduğu paratoner işlevini bu bağlamda değerlendirmek meşru oluyor.

Bugün Kılıçdaroğlu’nun hiç olmadığı kadar hırçınlaşmış olması, belki de, devletteki koalisyonun bir kanadını oluşturan güçler tarafından kendisine verilmiş olan sözlerin veya yapılmış vaatlerin yerine getirilmemiş olmasındandır. Bilmiyoruz.

Şurası artık nettir: Devlet, Tayyip Erdoğan’la devam etme kararı almıştır. Kendisine başkanlık seçimi kazandırılmıştır. Misyonlarını tamamladıkları düşünülen Kılıçdaroğlu ve Akşener gibi oyuncular tasfiye edilmişlerdir.

Bu tasfiyeler olmasaydı, Erdoğan muhtemelen belediye seçimlerini kazanacak, bu sayede, bu kez söz konusu yeni koalisyonu bozmaya kalkışabilecekti.

Rejimin eski-Natocu kanadı buna izin veremezdi. Erdoğan kendileri lehine bir tür siyasal “topal ördek” halinde kalmalıydı.

Öyle de oldu. Ancak, CHP beklentilerinin ötesinde bir başarı elde etti. Bundan dolayı evdeki hesabın bir kez daha çarşıya uymayacağı bir aşamaya geçildiğini iddia etmek de meşru oluyor.

Bu arada, siyasal öngörülerde bulunurken, kapitalist ekonominin, yeni-liberalizm koşullarında belirginleşen jeo-politik karakterini ihmal etmeyelim.

Kılıçdaroğlu stratejisi seçimi kazandı

Belediye seçimlerinde muhalefetin CHP etrafında elde ettiği sonuç, aslında ta başından Kılıçdaroğlu’nun uygulamaya koyduğu, CHP’yi daha da sağa çekme siyasetinin başarısı olarak görülmek gerekir.

CHP’ye daha Baykal zamanında böyle bir görev verildiği izlenimi ediniliyordu. Ancak yeni siyasetler yeni öznelerle gerçekleştirilebiliyor.

Sonra, bu tür siyasal açılımlar akşamdan sabaha sonuç vermezler. Görece uzun bir inşa ve ideolojik ikna sürecini öngerektirirler. Dolayısıyla sabırla ve kararlılıkla sürekliliğe ihtiyaç duyarlar.

Strateji, popülizmin kitlelerin zihnini bulanıklaştırdığı, sağ ve sol ayrımlarını kitleler nazarında fiilen anlamsızlaştırdığı koşullarda yükselme olanağı buldu.

Bu yüzde 38 oyun tamamı CHP’nin kendi kararlı seçmenlerine ait değildir. CHP’nin oylarının istikrarlı olarak yüzde 25-27 aralığında olduğu biliniyor. Bu seçimlerde de bu durumun değişmemiş olduğu görülüyor.

Bu sonuç Kılıçdaroğlu’nun mimarı olduğu eski sağ ve sol merkezi CHP etrafında motive etme stratejisinin başarısıdır. Kabul etmek lazım.

Öte yandan, bugün CHP’de bu seçim sonuçlarını elde etmiş siyasal figürlerin hemen hepsi Kılıçdaroğlu’nun “sağa açılıma” stratejisinin isterleri doğrultusunda geneleksel CHP’ye göre sağdan devşirilmiş kişilerdir. Kılıçdaroğlu’nun kendisi de CHP’nin bilindik siyasal geleneğinden gelmiyordu.

Yalçın Küçük, Ecevit’in DSP’sinin birinci parti olarak çıkmış olduğu seçimlerden önce Kılıçdaroğlu’nun F.Gülen tarafından milletvekili adayı olarak Ecevit’e önerildiğini yıllar önce yazmıştı. Ecevit, onu Ankara adayları listesinde 5.sıraya koyuyor. Kılıçdaroğlu, beşinci sırada seçilme şansının olmayacağını düşünerek protesto ediyor. Partiden ayrılıyor. Onun yerine konan aday kazanıyor. Bunun üzerine kendisi de CHP’ye yöneliyor.

Baykal’a karşı Erdoğan-Gülen koalisyonun gerçekleştirdiği bir operasyon sonrasında genel başkan yapılıyor.

O dönem malum, emperyalist hegemonya stratejisinin ihtiyaç duyduğu siyasal kolaylıkların temini için (özellikle) müttefik bloktaki ülkelerin iktidar ve muhalefetiyle iç siyasal yapılarının dizayn edildiği bir ortam var. Erdoğan ve Gülen’le işbirliğine yanaşmayan ya da Baykal gibi (kişisel ikbali için) ayak sürüyen siyasetçilerin ayakta kalması çok zordu.

Bir de tabii, nasıl oğul Bush zamanında, ağırlıklı olarak İslam ülkelerinde gerçekleştirilen kanlı emperyalist müdahaleler, ABD’ye karşı dünya İslam nüfusu içinde bir tepki ve muhalefet oluşturmuşsa, Türkiye’de de daha baştan, ABD’nin talebiyle, Erdoğan-Gülen koalisyonu tarafından uygulamaya konulan sünni “ılımlı İslam” stratejisi laik cumhuriyetçi duyarlılığı olan dinamik kitleleri rahatsız ediyordu. Bu kesimler içinde özellikle tarihsel olarak “militan” bir karaktere sahip Alevilerin ayrıcalıklı yeri görmezden gelinemezdi.

ABD’de, isimleri arasında “hüseyin” de bulunan, müslüman atalara sahip Obama figürü, operasyonların sürdürüleceği İslam dünyasının muhalif gazını almak, operasyonları meşrulaştırmak gibi bir işlev de görecekti.

Türkiye’de de, Alevi bir figür olarak Kılıçdaroğlu’na yatırım yapılmış olması bu bakımdan anlaşılırdır. Bakınız, Gezi Olayları sırasında öldürülenlerin hepsi ya da hemen hemen hepsi Alevi idi. Anlatabiliyor muyum?

Rum Selçuklularının yıkılmasında, fetret devrinden, ama özellikle de İmparatorluk devrinden itibaren Osmanlı’nın sürekli bir anarşi ortamında sönmeye başlamasında bugünkü Alevilik gibi, ya da günümüz Aleviliğine yakın dinsel-ideolojik donanıma sahip uyrukların başkaldırısının ayrıcalıklı bir yeri vardı.

Kılıçdaroğlu’nun daha lise yıllarından itibaren sağ siyasal eğilimlere sahip olduğunu tahmin ediyorum. Bunu onun 60’lı yıllarda gerici tarihçi (bir ara Adalet Partisi mebusu) Yılmaz Öztuna’nın Hayat Tarih dergisinin aktif bir abonesi olmasından hareketle söyleyebiliyorum. O zaman, Öztuna ile mektuplaşıyor da sanırım. Malum, söz konusu dergi restorasyoncu bir çizgiye sahipti. Osmanlıcılıkla, Kemalist vurguları törpülenmiş Cumhuriyetçiliği uzlaştırma gayreti içindeydi. Derginin milliyetçi, “ılımlı İslamcı” kuşaklar yaratılmasında önemli bir rol oynamış olduğu açıktır.

Aslında, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde elde edilmiş sonuç da, söz konusu siyasal strateji açısından bir başarı olarak görülmelidir. Bu son seçim sonuçları, öncekinden anlamlı olarak farklı değildir. “6’lı Masa” oylarının bir kısmı bu kez CHP’ye yönelmiştir.

Mayıs seçimlerinin kaybedilmesinden sonra Kılıçdaroğlu’na partisinden yöneltilen eleştirilerin hiç birisinin siyasal- ideolojik bir dayanağı, gerekçesi yoktu. Bugün de yok. Bugün partinin vitrininde bulunup, seçim başarısını kutlayanların hemen hepsi dün partide Kılıçdaroğlu’na en yakın olanlardı. Dahası, onları bulundukları yerlere taşıyan da Kılıçdaroğlu idi.

En önemli soru, Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin zirvesine kimlerin taşıdığıdır. AKP rejiminin kendisini emperyalizmin (ve bu arada siyonizmin de) çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmesi için CHP’nin paratoner işlevi görmesini sağlayan Kılıçdaroğlu yönetimi olmuştur.

En ilginci, muhalefet aleyhine bariz seçim ihlallerinde dahi gerekli tepkinin gösterilmesinde harcadığı samimiyetsiz, sinik çabadır.

AKP’nin şimdilik geri adım attığı Van olayında, “düşürülmüş” Kılıçdaroğlu sert bir tepki veriyor. Ancak vaktiyle HDP’li vekillerin tutuklanmasında, kayyumlar atanmasında lider olarak kendisinin ve partisinin oynadığı rolü unutmuş görünüyor.

Kılıçdaroğlu, kimlerin Sözcü’sü oldukları hepimizin malumu olanlarla didişmeyi bırakıp, bize kimlerin hangi telkinleri ve vaatleri doğrultusunda “elinin kolunun bağlandığını” anlatmalıdır.

Yüzde elli yüzde elli hali sürüyor

Seçim sonuçlarına bakıldığında 2023 seçimlerindeki denge görüntüsünün sürdüğü anlaşılıyor. O zaman da, iktidar ve muhalefet koalisyonları bu seçimlerdeki kadar oy almışlardı. Ağır ekonomik koşullara rağmen bu dengeyi bozacak bir seçmen davranışı ortaya çıkmadı.

Fark, İYİP, DEM, Zafer Partisi olaylarının bir bölümünün CHP’ye kaymış olmasıdır.

Bu sonuçlar, muhalafetin etkisini arttıracağı koşullarda, siyasetin yeniden dizayn edilmesi, özellikle de, Cumhur İttifakı’nın çözülmesi gibi bir sonuca yol açabilir. Bunun için muhalefetin tavrının belirleyici bir öneme sahip olduğunun vurgulanması gerekir.

CHP, 1989’daki belediye seçimlerinde de benzer bir çıkış yapmış, ancak bu çıkış, aynı zamanda, barajın altında kalacağı bir sürecin başlangıcı olmuştu.

Yani muhalefetin bu sonuçlarla siyaseten ne yapacağı önemlidir.

Tayyip Erdoğan’ın bu yeniden oluşan muhalefete karşı yapacağı hamleler olacaktır elbette. En etkili müdahalesi, Yeniden Refah Partisi ve DEM’i yanına çekmek olabilir. Bunu yapabilir mi, mevcut ittifakı yenileyebilir mi? Büyük ödünler vererek yapabilir. Bu ödünler de onun bilindik otoritesinin dramatik olarak erozyona uğramasına yol açar.

Ancak mevcut halde, hiç bir şey olmamış gibi de devam edemez. Aksi halde, iç politikada, dış politikada atacağı her adım, muhalefetin kazançlarına dönüşür. Sonunu hızlandırır.

O kadar öyle ki, artık bombalar patlatılarak, “sınır ötesi operasyonlar” yapılarak da bu durumdan çıkılamaz.

Biden’ın Erdoğan’a destek olmak için seçimler öncesinde onu mayıs ayında ABD’ye davet etmesi de işe yaramamış görünüyor. Elbette Biden bu desteği bedava vermiyor. Erdoğan’dan beklentileri var. Bu sonuçlar Erdoğan’ın ABD’ye daha fazla dayanmasını gerektirecektir.

Şu an itibarıyla Erdoğan’ın siyasal manevra alanı daralmıştır. Bu alanı genişletebilir mi? Genişletebilir, ancak bunu yaparken, bilindik “güçlü lider” imajı çok zarar görür. Artık içte ve dışta anlamlı ödünler vermeden siyasal durumu toparlayamaz.

Erdoğan’ın hareket alanını sadece bu seçim sonuçları daraltmıyor. Emperyalizmin küreselleşme stratejisiyle tamamen jeo-politik bir olgu haline dönüşmüş olan kapitalist ekonominin isterlerini yerine getirme zarureti de iyice elini kolunu bağlıyor.

Ya ödünler verecek ya da, kendi tabiriyle, “dikleşerek” rejimin bir iç patlamayla ortadan kalkmasına neden olacak. Her durumda, kendi yarattığı Yeniden Refah Partisi ve/veya bekacı “güvenlik devleti” ni hesaba katmak ihtiyacı ağır basacaktır. Adı anılan parti olası yeni kombinasyonlarıyla , AKP yapısı için çözücü bir işlev görme potansiyeline sahiptir.

CHP’ye gelince, bu sonucu sadece kendi eforuyla yaratmamıştır. Evet, lider değişikliğinın olumlu bir etkisi olmuştur. Ancak, o malum yüzde 25-27 aralığının üzerinde bir çıkış yapamamıştır. Partinin siyasal kırılganlığı artmıştır. Kabul etmek gerekir ki, parti ve İmamoğlu’nun iki ayrı vektör olarak varlıkları teyit edilmiştir.

Tam da sermaye sınıfının arzuladığı şekilde. Sermaye, bir yandan CHP’nin bu siyasal halini partinin kendisine karşı; diğer yandan da, İmamoğlu’nu Tayyip Erdoğan’a karşı kulllanabilme olanağını elde etmiştir.

Önümüzdeki siyasal gelişmeler bu hali veri alacaktır.

Dip dalga mı geliyor?

“Dip dalga” bir denizcilik tabiri. Okyanuslarda yüzey sakin görünürken biraz derinde güçlü bir akıntının bulunduğu durumu ifade etmek için kullanılıyor.

Belli bir toplumsal-siyasal davranışı izah etmek için bu denizcilik terimi, tabii gizemli bir imayla, son yıllarda revaçtadır.

Son seçimlerde genellikle sol muhalefet, ülkenin ve toplumun içinde bulunduğu ekonomik-toplumsal koşulları dikkate alarak bir “dip dalga” beklentisi içinde oldu. Bu seçimlerde de bu tür bir beklenti içinde olanlar düş kırıklığına uğrayacaklar.

2007 seçimlerinden beri bu tür dip dalga sadece AKP için gerçekleşti.

Zaten genellikle bu tür toplumsal-siyasal davranışlar sağ adına gerçekleşir. Sol, sessiz ve derin akıntılara kapılarak iktidara yürümez. Solun yürüyüşü kavga gürültülü, kısacası, göstere göstere olur.

Solun kitlesi edilgen, milliyetçi ve/veya dinci ideolojilerle afyonlanmış, biata hazır bir kitle değildir. Solcu dövüşerek iktidara yürümek zorundadır. Sağcı teslim olarak. Solcu dipten yüzeye, yüzeyden dibe dalgalar halinde ilerler; sağcı dip akıntısına kapılarak.

Solcunun bu kabarması devrimi, devrimleri getirir. Sağcının sürüklenişi faşizmleri, karşı-devrimleri.

Bu seçimin sonucu da öncekilerden pek farklı olmayacak. Ana muhalefet, 2-3 eksik, 2-3 fazla, önceki belediye seçimlerinde elde etmiş olduğu konumlarını koruyacak.

Ekonomik sıkıntılar, üç büyük kentteki emeklilerin, orta sınıfın genelinin artan ekonomik sefaleti Türkiye çapında AKP aleyhine bir büyük toprak kaymasına neden olmayacak. Buna deprem bölgesini de dahil edelim.

On bin liranın İstanbul, Ankara, İzmir’de temsil ettiği değerle, Konya, Trabzon, Gaziantep’te temsil ettiği değer eşit değil. Sonra, bu coğrafyada halkın çoğunluğu tarihsel olarak devlet gücünü temsil eden ya da ona en yakın görünene itibar eder.

Burada sorun, muhalefetin Türkiye’nin en dinamik, ekonomik olarak en üretken, en güçlü il ve ilçelerini yönetmesine rağmen buralardan Türkiye’yi kontrol edebileceği, iktidarı hedefleyen bir siyaset üretememiş olmasıdır. Bunun için de, öncelikle siyasal bir irade ön koşuldur. Böyle bir olgu bugüne kadar ortaya çıkmamıştır.

Bence bu seçimlerin en kayda değer sonuçları, İmamoğlu’nun önünün siyaseten açılması ve sol sosyalist, komünist oyların bir miktar yükselmesi olacaktır.

Bir de tabii daha önemlisi, seçimlerden sonra Türkiye’de siyasal oyun kartlarının yeniden karılması olasılığının yüksek olmasıdır. Bir kere devlet, iktidar bloğu Tayyip Erdoğan’a sıkı sıkı tutunmuş durumda. Onun konumunu zayıflatacak olası gelişmelere, girişimlere izin vermemek için her yolu deneyecekler. Devletin içinde yer aldığı uluslararası bağlam için de (şimdilik) aynı durumun geçerli olduğu görülüyor.

İmamoğlu, bugün ABD’de Trump’ın gördüğü muameleye benzer müdahalelere, engellemeler maruz kalıyor. Bu durum devam edebilir.

Türk devletinin özellikle 2015’den beri kuruluşuna hizmet ettiği ve halen tutmaya çalıştığı suni jeo-ekonomi-politik dengeye yüklenilirse, kartların yeniden karılmasıyla kalınmayacak, kartların yeniden dağıtılması ihtiyacı da doğacaktır.

Emperyalizm çağında uluslararası terör jeo-ekonomi-politik bir olgudur

Tarihsel dönemler ve olaylar arasında doğrudan benzerlikler kurmak her zaman yanlıştır. Ancak, bugünden bakarak belli bir dönemi ve belli olayları kendi koşulları içinde değerlendirerek, günümüz için taşıdıkları anlam üzerinde düşünmek, tartışmak doğrudur.

Kapitalizmin ilk büyük bunalımını yaşadığı 19.yüzyılın son çeyreğinden itibaren kapitalist ülkeler ve onların vasalları arasındaki gerilimlerin şiddetlendiğini, yer yer lokal vekalet savaşlarına, hükümet darbelerine, siyasal devrimlere, ekonomik engellemelere, o zaman anarşistlerin başlıca vurucu gücünü oluşturdukları uluslararası terör, suikast olaylarına yol açtığını, bunların da özellikle “büyük” Avrupa coğrafyasında yaygınlaştığını görürüz. Birinci Dünya Savaşı yaklaşırken bu tür gerilimlerin, olayların ivme kazanmış olduğu açıktır.

Bütün bu olay ve olgular güç mücadelesi içindeki rakip devletlerle bağlantılıdır kuşkusuz. Ancak elbette buradan hareketle bu güçlerin bir film senaryosu yazar gibi, olayları, oyuncuları, rolleri belirledikleri, “motor” komutu vererek aynen sahneledikleri sonucu çıkartılmamalıdır. Reel hayatın, koşulların, tabii karşılıklı mücadelenin engellemeleri, kısıtlamaları, rayından çıkarmaları söz konusudur. Kontrol dışı kalmalar, özerk hareket alanları her zaman dikkate alınmalıdır.

Uluslararası terör örgütlerinin uluslararası kabul edilmelerinin nedeni, bunların güç mücadelesi içindeki devletlerle olan varoluşsal bağlantılarıdır. Her zaman kontrol altında tutulamasalar bile güç mücadelesinin belli evrelerinde bu mücadele içindeki güçler bakımından vazgeçilemez işlevsellikleri olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Bu modern terörün yaratıcısı ve sahadaki yönlendiricisi emperyalizmdir. Son yetmiş küsur yıllık zaman içinde NATO’nun yadsınamaz bir mücadele yöntemidir.

ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler, doğrudan bir savaşı göze alamadıkları koşullarda, vekalet savaşlarını ve uluslararası terör aracını devreye sokuyorlar. Bunlar biliniyor.

Halen “büyük” Ortadoğu’da ve Ukrayna’da emperyalizm adına vekalet savaşları sürüyor. Bu savaşlarda, genellikle olduğu gibi, terörist örgütler de kullanılıyor. Bir kere, ABD kendi aleyhine çalışan hiç bir terör örgütünü yaşatmıyor. Bugün uluslararası sahada kararlı bir şekilde (zaman zaman tabelasını değiştirerek de olsa) etkinlik gösteren bir terör grubu varsa, onun şu ya da bu dolayımlarla ABD’nin himayesinde olduğunu hiç tereddüt etmeden belirtmek gerekir. Bu gerçeğin altını kararlılıkla çizmek gerekiyor.

Şunu da ilave edeyim, bugün ne Rusya ne de Çin bu uluslararası terör örgütlerini kullanabilme kapasitesine sahiptir. Rusya’daki gibi büyük çapta terör olaylarını yaratmaları bugün için olanaklı görünmüyor. Hatta bu iki ülkenin söz konusu terör örgütleriyle mücadele edebilmesi de güçtür. Tabii bunda Suriye ve Ukrayna’da yapılmış olan ihmallerin, hataların da önemli bir rolü vardır.

ABD , vaktiyle Britanya, hiç bir zaman sıfırdan terör örgütleri kurmadılar. Kurmazlar. Birtakım politik ideolojiler ve idealler etrafında, birtakım marjinal gruplar tarafından oluşturulmuş yapılara nüfuz ederek onları içlerinden yönlendirirler. Örneğin Müslüman Kardeşler örgütü, İslami idealler etrafında küçük bir grup idealist İslamcı tarafından kurulmuş, Osmanlı hilafet devletinin yıkıldığı, işbirliği halindeki anti-emperyalist Sovyet ve Kemalist güçlerin Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarını tehdit ettiği koşullarda, emperyalist siyaset adına ideolojik ve siyasal olarak yönlendirilmişti.

Rusya’daki terör saldırısını doğrudan IŞİD ve/veya en az son on yıldan beri egemen bir devlet olarak varlığından söz edilmesi olanaklı olmayan Ukrayna devletinden hareketle izah etmeye çalışmak doğru olmaz. Elbette onların rollerini yadsıyamayız. Ancak, ikisi de emperyalistlerin Rusya’ya karşı vekalet savaşlarında kullandıkları araçlar olarak görülmek gerekir. Kendi başlarına böyle bir olayı planlayıp, uygulayamazlar.

Dikkat ediniz, bu tür terör saldırılarına vekalet savaşlarının yapıldığı, düşman ilan edilmiş Rusya ve Çin’in etkin oldukları coğrafyalarda daha çok rastlıyoruz. İran, Rusya, Irak, Afganistan, Libya, Nijerya, Nijer, Mali, Çad, Sudan vb. Bu terör saldırılarının temel gayesi, siyasal ve ekonomik istikrarsızlıklar yaratarak, rakip ya da düşman görülen güçleri zayıflatmaktır. Bir de tabii, raydan çıktığı düşünülen vasallara tekrar bir ayar vermektir.

Mesela, bu tür bir ayar vermeye, Merkel ve Hollande ikilisinin Minsk’te, ABD’nin itirazlarına rağmen kurulan barış görüşmeleri çerçevesinde Putin’i ziyaret etmeye hazırlandıkları bir sırada Paris’te patlayan Charlie Hebdo saldırıları örnektir. Malum, Merkel ve Hollande kendilerine verilen ayarla hizaya sokulmuşlardı.

Bugün Ukrayna’da binlerce NATO askeri ya da “uzman”ı bulunduğu sır değil. ABD ve İngiltere Ukrayna’daki cepheyi takviye ederek genişletmek istiyorlar. Bunu da saklamıyorlar. NATO çerçevesinde politik vasallar haline getirilmiş müttefiklerin bu savaşta daha etkin bir şekilde yer almaları için ikna edilmeye çalışıldığına tanık oluyoruz.

Hep söylüyorum, ABD’nin zamanı yok. Hızlı hareket etmek zorunda. Bugün orada egemen olan güçler, her geçen günün hegemonyanın sürdürülebilirliği açısından aleyhlerine işlediğini görüyorlar. O kadar öyle ki, içeride Trump’ın temsil ettiği sermaye güçlerinin, oligarşilerin giderek yoksullaşan, eski toplumsal-ekonomik konumlarını giderek yitiren geniş halk sınıflarının desteğini alarak ülkenin kontrolünü ele geçirebileceğini dahi öngörebiliyor. Trump engellenmek isteniyor. İkna edilemediği görülüyor. Söz konusu güçler halen NATO’yu geri dönülmesi zor bir yere doğru iterek bir momentum yaratmaya çalışıyorlar.

Konu açılmışken, medyamızdaki bazı “anti-emperyalist”, “demokrat” figürlerin ABD’deki seçimler söz konusu edildiğinde, Biden lehine, Trump aleyine, yani ABD’deki ve genel olarak Batı dünyasındaki “aydınlanmış” çevrelerle birlikte hareket ettiklerini, onlar gibi düşündüklerini görüyoruz. Şaşırmıyorum tabii. Emperyalizm, emperyalist siyaset, ABD ve Nato’nun uluslararası müdahaleleri gibi konularla ilgilenmeyen, daha çok yaşam tarzlarının savunulmasına odaklanan iç politik kaygulardan hareketle değerlendirmeler yapan Amerikalı liberallerin siyasal konum ve davranışlarını sahiplenmenin, özellikle bizim gibi emperyalist siyasetin mağduru olan halklar açısından bakıldığında, ahmakça olduğunu vurgulamakla yetiniyorum.

Ukrayna’daki savaşa ivme kazandırmak bakımından Rusya’nın her açıdan, moral olarak da, zayıflatılması, fevri davranmaya teşvik edilerek hatalar yapması arzulanıyor. Bu arada, Rusya’nın ve Çin’in yanlışlarından, hesap hatalarından önceki yazılarda söz etmiştim. Yinelemek istemiyorum.

Vurgulanması gereken bir başka nokta da şudur: En son Rusya seçimlerinde de gördük. Artık bu kapışmaya doğrudan taraf olan ülkelerde “şaibesiz” bir seçim beklemeyelim. Türkiye’de de, kendisine NATO’nun lojistik destek üssü işlevinin yüklenmiş olduğu koşullarda, “şaibesiz” seçimler yapılamıyor. Yapılamayacağı da öngörülmelidir. Nitekim, Mayıs ayındaki başkanlık seçimi AKP rejimi için gerçekte kaybedilmiş seçimdi. Ancak, belediye seçimlerinde bu vak’anın tekrar edeceğini sanmıyorum. Çünkü bu seçimler (en azından) kısa erimde rejimin geleceği açısından belirleyici olmayacak gibi görünüyor. Bunu daha çok Meclis muhalefitinin siyasal tavrından hareketle söylüyorum.

Emperyalistler açısından, Rusya ve Çin açısından da bugün için Erdoğan’la devam etmek eğiliminin güçlü olduğu görülüyor. AKP rejiminin uluslararası alanda hareket alanının daralmayacağı, tersine, koridor ihtiyacı bakımından genişleyebileceği dahi öngörülebilir. Yönetimin iç yapısında birtakım tadilatlarla, ama sürekli otoriterleşerek, yeni ihtiyaçlara yanıt verebilir. Bunu daha önce de bir çok kez yapmıştı.

Erdoğan rejimi seçimde yapamadığını, ihtiyaç duyulduğunda, hali hazırda oluşmuş olan, seçimlerden sonra daha da pekiştirilecek “anayasal” ya da başka bir ifadeyle “hukuksal” araçları kullanarak çok daha etkili şekilde yapabilir.

Bu arada, ABD’deki başkanlık seçimleri sürecini dikkatle izlemek gerekir. Orada da sağlıklı bir seçimin gerçekleşmeyeceğini öngörmek meşrudur. Zaten ABD’nin seçim sistemi, “ön seçiçiler kurulu” nun varlığı dolayısıyla müdahaleye açıktır. Bunu ihmal etmeyelim. Daha önceki, mesela, Bush ve Al Gore arasındaki seçimi hatırlayalım. Birden’ın kazandığı seçimi de gerçekte Trump’ın kazanmış olduğu iddialarını da ciddiye alalım.

Son olarak, hem dünyadaki hem de ülkemizdeki giderek ısınan gelişmeler karşısında, dağınıklığa son vermek için küçük hesapları bir yana bırakıp, sol devrimci bir odak oluşturmak için vakit kaybetmeden harekete geçmek elzemdir. Ülkenin ve bölgenin devrimci sosyalist bir platforma ihtiyacı var. CHP’nin, DEM’in peşine takılmak bizi buralara kadar getirdi. Buradan çıkmamız lazım.

Yerel seçimlerden sonra ne olacak?

Yerel seçimler öncesi toplumdaki havaya bakıldığında, seçimlerden sonra ülkedeki mevcut siyasal halin anlamlı ölçüde değişmeden süreceği öngörülebiliyor.

Daha önce bir çok kez söylemiştim. İktidar ve muhalefetiyle, AKP rejimi eski dünya düzeninin çöküşünden sonra Anglo-Amerikan hegemonyasının sönümlenme sürecinin ivme kazanmış olduğu koşullarda, ABD’nin bu iniş halini rakipsiz bir dünya egemenliği kurarak yükselme yönüne çevirmeyi planladığı sıralarda, süreç içinde oluşturuldu.

ABD’nin bu hevesini gerçekleştiremeyeceği sahada teyit edildi. İlk kez 1. Napolyon döneminin kapanmasından sonra ortaya çıkan Britanya (daha sonra ABD) ve Rusya’nın esas tarafları oluşturdukları “sürekli” soğuk savaşın (her farklı evresinde olduğu gibi, farklı görünümleriyle) tekrar alevlenmesi, başka bir ifadeyle, yeni uluslararası dengelerin yeni bir dünya düzeni için arayışları zorlaması, bu sürecin çeşitli bölgesel savaşlar, ekonomik yaptırımlar, finansal globalleşme görünümlerinde dal budak salarak devam etmesi, AKP rejiminin dayanıklılığının zeminini hazırladı.

Söz konusu rejim bu dengeler arasında salınarak, ama hiç bir şekilde içinde yer aldığı emperyalist bağlamdan kopmadan, tersine, 19.yüzyıldan beri (kısa sayılabilecek ara dönemler dışında) hep yapılmış olduğu gibi, aynı bağlam içinde kendisi için biçilmiş tampon ve/veya koridor rollerini hakkını vererek oynamaya devam etti. Etmeyi sürdürüyor.

Benzer bir durum 2.Abdülmamid’in 33 yıl sürmüş istibdat rejimi için de geçerliydi. Bu kez “Küçük Napolyon” devrinin kapanmasıyla, Fransa’nın Britanya’nın hegemonyasını kabullendiği, Almanya’nın emperyal hevesleri bakımından cesaretlendiği, Rusya ve Britanya arasındaki soğuk savaşın yeni bir evresine ulaştığı koşullarda, 2.Hamit rejimi bu dengeler arasında salınabileceği siyasal manevra alanına kavuşmuştu. Tabii, Britanya’nın belirlediği çerçevenin dışına çıkmadan, onun talebi olan Rusya önünde tampon işlevini aksatmadan…

Hatta Osmanlı’nın daha Kırım Savaşı’ndan önce bu tampon işlevini benimsemiş olduğunu biliyoruz. 19.yüzyıldan beri sık sık Rusya ile yapılan savaşları, Britanya adına vekalet savaşları olarak görmek de mümkündür.

Günümüze gelirsek, bu seçimlerden sonra da bu rejim muhtemelen sona ermeyecektir.

CHP adaylarının önceki seçimlerde olduğu gibi, kahir ekseriyeti tarihsel olarak ülkenin batısında ve kuzey batısında konumlanmış (reel) büyük kentleri kazanmaması beklenmiyor.

Sadece İstanbul’un ilçelerininin neredeyse tamamı, özellikle de, CHP’nin kontrolünde olanlar, Anadolu’da AKP-MHP ittifakının elinde olan illerin neredeyse tamamından reel olarak daha büyük.

Türkiye’de siyasal olarak bir şey kurmak istiyorsanız, tarihsel olarak, batıya ve kuzey-batıya hakim olmanız gerekir. Türkiye’nin diğer bölgeleriyle yıkabilirsiniz, ama kuramazsınız.

Osmanlı devrinde de böyleydi. Cumhuriyet devrinde de bu gerçek değişmedi. Osmanlı’nın ortaya çıkması, yükselmesi kendisini batıda sağlama almasıyla olanaklı olmuştu. Cumhuriyeti yükselten Kurtuluş Savaşı da esas olarak bir Batı Cephesi operasyonuydu. Batıda, şu ya da bu derecede, Batı kültürüyle yetişmiş kadroların öncülüğünde gerçekleşti.

Coğrafyamızda tarihsel olarak, kurucu, devrimci siyasal iradeler batıdan çıktı. Sonradan kendisi için yıkıcı bir şekilde araçsallaştırılacak iç bölgelerin “milli iradesi” ni de bu devrimci irade yaratmıştı.

“Milli irade” ile siyasal olarak yıkarsınız, karşı-devrim yaparsınız, ama kuramazsınız. Kurmak için devrimci irade lazımdır. O da sağın hakim olduğu iç bölgelerden çıkmaz.

Bugün Türkiye’deki siyasal açmaz, toplumsal-siyasal dinamizmin, içleri kontrol eden gerici “milli irade” ye dayanan iktidar ile reel kentlere egemen sözde ilerici, devrimci iradenin (düzen adına) siyasal vesayetçisi rolünü üstlenmiş düzen muhalefeti arasında sıkışmış olmasıdır. İkinci durum, yani bu sözde vesayet ortadan kaldırılmadan, birincisi alt edilemez.

Aksi halde, bu mevcut siyasal durum halk kitlelerine verdiği azabı arttırarak derinleşmeye devam edecektir. Yani, yolsuzluk, arsızlık, hukuksuzluk, yağma, şiddet, çürüme derinleşerek sürecektir.

Sözde ilerici vesayetçilerin bu gidişatı değiştirmek gibi bir dertleri yok. Farklı bir programları yok. Tek istedikleri iktidar konumlarına, aynı şeyleri farklı şekillerde yapmak gayesiyle, kendilerinin yerleşmesidir. Yani AKP rejimini kendi liderliklerinde sürdürmektir.

Tıpkı iktidardakiler gibi, onlar da meşruiyet iddialarını “konu mankeni” derekesine indirgenmiş seçmenler üzerinden bu “sandık demokrasisi” ne dayandırıyorlar. Bu çerçevede, ülkenin en dinamik toplumsal kesimlerine dolap beygiri işlevi yüklüyorlar.

AKP-MHP iktidarı seçimlerden sonra da hukuk ihlallerini sürdürecek, anayasal hakları tekrar daraltacak. Daralttığıyla da yetinmeyecek, verdiği kadarını da uygulamayacak. Kayyumlar atamayı (hatta ülkenin batısındaki büyük kentlere dahi) sürdürecek. İçini kendi adamlarıyla doldurduğu Anayasa Mahkemesi’ni fiilen işlevsizleştirecek. Yani bilindik etkinliklerine ara vermeyecektir.

Ele güne karşı anayasal meşruiyeti için gerekli görerek koyduğu yeni kuralları, daha önce de defalarca yaptığı gibi, bir süre sonra ayakbağı olarak görecek, mutlakiyetçi bir anlayışla, işbirlikçi sermaye sınıfı adına ve lehine oluşturduğu bu siyasal döngünün sürmesi için gayret sarf edecektir. Bunları hepimiz biliyoruz.

Tabii ülkenin içinde yer aldığı uluslararası bağlam da bütün bu iç gelişmelere çanak tutmaya devam edecek gibi görünüyor.

Ukrayna’daki savaş yeniden ivme kazanacak, savaş alanının başka bölge ülkelerini de, şu ya da bu ölçüde, içine alacak surette genişlemesi teşvik edilecektir.

Ortadoğu’da, ABD, Suriye ve Irak’taki askerlerini geri çekmek istiyor. Trump’ın bu konudaki tavrı belli. Biden da böyle bir düşüncelerinin olduğunu bu yakınlarda söylemişti.

Bu bağlamda, hem Karadeniz’de hem Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye farklı roller verilmek istenebilir. Bu taleplere verilecek yanıtlar iç siyasetin seyrini etkileyebilir. Özellikle de AKP-MHP koalisyonunun sürmesini güçleştirebilir. En azından, bu koalisyonda bazı zorunlu tadilatlar yapılmasını gerektirebilir.

Özcesi, bugünkü yönetim seçimleri kazansa da kaybetse de, demokrasi, siyasal haklar, “hukuk devleti” konularındaki hareket şekli değişmeyecek, tersine, mutlakiyetçi bir anlayışla ivme kazanacaktır. Bunları kolayca tahmin edebiliyoruz.

Gelgelelim, bütün bu öngörülerimize rağmen devrimci siyasetler olarak işbirliği yapmakta müşküllerimiz var. Yerel seçimler fırsat olarak görülüyordu. Ancak, beklenen işbirliği en azından bazı yerelliklerde sağlanamadı.

Bütün halkı örgütleyemesiniz, böyle bir çaba anlamsızdır, ama bu tür işbirlikleriyle geniş kitlelerin siyasal iradesini birleştirebilirsiniz. Bu ikincisi çok daha pratik ve emin bir yol değil mi?