“Kılıçdaroğlu mu İmamoğlu mu?”

Tekrar edeceğim, AKP rejimi sadece iktidarıyla değil, muhalefetiyle de bir emperyalist proje olarak dizayn edildi. Türkiye’de ikinci savaş sonrasında oluşturulmuş soğuk savaşın bakiyesi olan siyasal yapı 2002’de tasfiye edildi.

Neo-liberal kapitalizmin basitçe finansallaşmayı öngören ekonomik bir olgu olarak görülmemesi gerekir. Aynı zamanda kültürel, siyasal bir gerçekliktir. 70’li yılların başından itibaren dünya çapında uygulamaya konulmuştur.

Hedeflenen, sadece kapitalist sistemin erken 60’lı yıllarda içine girdiği durgunluğu aşmak değil, finansallaşma ve finans sektörü aracıyla sosyalist dünya sistemini ekonomik olarak çökertmek, ona tutunan ya da tutunma olanağına sahip 3.Dünya ülkelerini emperyalist sisteme entegre etmek, sistem içinde bir tür restorasyon gerçekleştirerek Almanya ve Japonya gibi rakip olma potansiyeli giderek güçlenen ülkelere Anglo-Amerikan hegemonyası altında yeni bir ayar vermekti.

Bunun için sadece ekonomik araçları kullanmak elbette yeterli olmayacaktı. Asıl hedefi marksizm-leninizm, yani devrimci işçi sınıfı siyaseti olan 1968 model küçük burjuva libertenizm ideolojisini kendi “liberal-kapitalist” dünya vizyonuna uygun olarak post-modern tabir edilen şekilde dönüştüren, yanı sıra siyasal tarihi revize eden bir kültürel kampanyaya girişildi.

Siyaset alanındaysa, iki yüzyıllık sınıf mücadelelerinin sonucunda oluşmuş “sağ/sol”, “merkez/çeper” gibi ayrımları silikleştirecek hamleler yapıldı.

Sadece ekonomik alan değil, kültür ve siyaset alanları dünya çapında yeniden dizayn edildi. Bu amaçla zaman zaman zor araçları da kullanıldı.

Bu süreçte, dünyanın batısında, doğusunda, kuzeyinde, güneyinde ne olduysa, ülkemizde de şu ya da bu ölçüde benzer şeyler oldu.

En azından şu son yirmi beş yılda, diğer yerlerden vazgeçtik, Avrupa ülkelerine bakınız, kimler siyaset yapıyor, kimler iktidar, kimler muhalefet?

Yine örneğin, Ukrayna sorunu etrafında Batı ve Doğu Avrupa’nın tamamı, bu arada Japonya da, tam olarak “cüce” veya vassal devletler haline getirilmediler mi?

Ukrayna demişken, Anglo-Amerikanlar bu sorunu zaten bir taşla birkaç kuş vurma aracı olarak kullanıyorlar. Görünenin arkasındakini ortaya çıkarmak gerekir. Bu savaş esas olarak Anglo-Amerikanların yükselen Almanya’ya müdahalesi olarak görülmek gerekir. Daha önce bir çok kez bunu belirtmiştim. Onun için burada üzerinde durmayacağım.

Sadece şunu tekrar belirteyim. Anglo-Amerikan emperyalist siyaseti ana hatlarıyla 1870’lerden itibaren izlediği siyasal çizgiyi izlemeye devam ediyor.

Çin’e fazla takılmayalım. Çin, yeni-liberal finansallaşmanın girdabına dahil edildi. Orada debelenip duruyor. Ekonomisinin yavaşlaması sürecek. Bu bakımdan 90’lardaki Japonya’nın düştüğü duruma benzer bir durumda bulunuyor. Bununla birlikte, bu durumdan çıkmak için Japonya’ya göre (tabii kullanabilirse) daha önemli araçlara sahip olduğunu da belirtmek isterim.

Konuya dönelim. Türkiye’de de, peş peşe operasyonlarla siyasete müdahale edildi. Bugün hem iktidar hem muhalefetteki partiler, figürler adeta paraşütle bulundukları yerlere konduruldular. Daha küçük olanlarsa, araziye uymak zorunda bırakıldılar.

CHP’de de farklı bir şey olmadı. Bugün partinin siyasetine, vitrininde bulunanlara, adı genel başkan adaylığı için geçenlere bakınız. Hangisinin CHP’nin bilindik çizgisiyle bağlantısı var?

Figürlere bakarsanız, hangisi bildiğimiz CHP geleneğinden geliyor? Kılıçdaroğlu, ilk kez F.Gülen tarafından Ecevit’in DSP’sine öneriliyor. Partinin birinci parti çıktığı genel seçim öncesi Ankara 5.sıradan milletvekili adayı gösteriliyor. Kılıçdaroğlu oradan seçilemeyeceğini düşünerek, kabul etmiyor, ayrılıyor. Yerine aday gösterilen kazanıyor (Küçük bir ironi diyelim).

Biraz ileride, parti çizgisine göre hayli liberal konumuyla, Baykal’ın CHP’sine dahil oluyor. Bir operasyonla Baykal’ın alaşağı edilmesi sonrasında genel başkan yapılıyor. Parti süratle neo-liberal siyasetin istemlerine göre uyarlanıyor. Emperyalist proje olan AKP rejimine “muhalif” olarak biat ediyor. Anayasa ihlalleri, seçim sahtekârlıkları dahil, AKP’nin bütün şaibeli uygulamalarına seyirci kalıyor; en çok, gaz alma gayretiyle, düzenin supapı olmak işleviyle varlığını hissettiriyor. Rejim ne zaman ihtiyaç duysa, orada bitiveriyor.

İmamoğlu figürünün de geleneksel CHP ile bir ilgisi yok. ANAP kökenli olduğu biliniyor. Partiye Mesut Yılmaz’ın ricasıyla alınıyor. Çünkü AKP’ de arrivist hırslarını tatmin etmesi mümkün değil, konjonktürel olarak en ideal mecra CHP oluyor tabii. Kendisinin ülkenin yeni Tayyip Erdoğan’ı olacağına inanıyor. İnandırılıyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, Erdoğan da onu kendisine benzetmek için elinden geleni esirgemiyor. Belki ona yasak getirecek, görevden alacak, kimbilir, belki cezaevine bile yollayacak. Böylece kitlesel messiyanik beklentilere yanıt verecek yeni “bir “karizma” şişirilmesine hizmet ediyor.

Hiç kuşkusuz, eğer Tayyip Erdoğan değiştirilecekse, onu iktidar yapmış güçler için şu sıralarda vitrine çıkartılmış adaylar arasında en uygun figür İmamoğlu’dur.

Yok bu durum sürdürülecekse, hırsları olmayan, azla kanaat eden, ana muhalefet lideri olmayı büyük devlet olarak gören Kılıçdaroğlu biçilmiş kaftandır.

Bakınız, sermaye sınıfı kimi, daha doğrusu, hangi kişiliği ne zaman nerede kullanabileceğini nasıl biliyor, öyle değil mi?

Bu bakımdan, Kılıçdaroğlu mu, İmamoğlu mu tercihi, hepsinden önce, düzen açısından yapılacak bir tercihtir. Düzen için bu tercih iki soru etrafında netleştirilebilir : Karizması rutinleşmiş olan Erdoğan gönderilecek mi, devam mı edecek? Devam ederse, bu demokrasi tiyatrosuna inancını yitirmekte olan nitelikli geniş kitlelerin kontrolü nasıl sağlanacak? Muhalif enerjiler nasıl dizginlenecek? Çünkü böyle giderse, kitlelerin gazını alma işlevi dahi yerine getirilemeyecektir.

Bu arada, şu unutuluyor: Neo-liberal siyaset fikirlerle, programlarla, ilkelerle yapılmıyor. Yapılamaz. En kabasından popülist bir söylem, postmodern bir bağdaştırmacılık, faşizan bir eklektizm ve bunların taşıyıcısı, sözcüsü olabilecek siyasal figürler üzerinden yapılıyor. Karizma balonları bu nefesle şişiriliyor.

Bu açıdan, “parti sağa kaydı, sola daha fazla yaslanmalı” talepleri gerçeklikten kopuktur.

Bir başka yanlış, “parti sağla ittifak kursun ama bunu sağa savrulmadan yapsın” talebidir. CHP, 6 partiyle “millet ittifakı” nı kurmadan önce, tutarlı ve gerçekçi bir şekilde, kendi içinde bir “millet ittifakı” kurdu. Bu ittifak Baykal zamanında kurulabilir miydi ( Elbette bunu Baykal’ı övmek için söylemiyorum) ?

Sol, sağla ittifak kurmak ihtiyacı duyuyorsa, kaçınılmaz olarak, şu ya da bu derecede sağa meyledecektir. Dünya siyaset tarihi, solun tarihi bunun birçok örneğine referans verir.

Düşünürken, konuşurken somut olana odaklanıp, gerçeklikten kopmamak gerekir. Bunu yapmanın bir yararı da, eldeki aracı, malzemeyi iyi tanımak olanağına kavuşmak olacaktır.

Bitirirken, CHP tartışmacıları partinin eski kaşarı Sarıgül’ü de ihmal etmesinler.

“Sözcü”nün misyonu

Sözcü TV yayın yaşamına asıl hedefi CHP olan, Millet İttifakı’nı yeniden dizayn etme çağrısıyla başlamıştı. Hatta 6’lı Masa devrildiğinde, Akşener, ve tabii dolayısıyla İmamoğlu, olmadı Yavaş desteklenmiş, Sözcü’nün en önemli sözcülerinden biri olan Özdil, bu desteği vermeyenlere hakaret etmişti.

Özdil, Sözcü’nün tavrını ortaya koymuş olmasına rağmen gelen tepkiler üzerine kızağa çekilmişti. Sonrasında da, yönünü Oğan’a çevirmiş, bu kez onu parlatmaya çalışmıştı.

Burada dikkat çeken nokta, Sözcü’nün aday olarak destek verdiklerinden hiç biri CHP kökenli değildi. Yani CHP’ye, içindeki CHP’li olmayan, konjonktür gereği ve ittifak olasılıkları düşünülerek aday gösterilmiş figürlerle müdahale etmek istenmiş olmasıdır.

Seçimlerden sonra Sözcü artık muhalif maskesini taşıyamaz oldu. Galiba seçim sonuçlarının resmi olarak değil ama kesin olarak açıklanmasından sonra ana haberlerini sunan zat, Kılıçdaroğlu’na Sözcü kararı olduğu açık olan bir çağrıyı tebliğ etti. : “Hizmetleriniz için teşekkür ederiz. Artık istifa edebilirsiniz.”

Ogünden sonra medya üzerinden Sözcü merkezli bir CHP tartışması dolaşıma sokuldu. Halen sürüyor.

Bir taraftan da bu aynı camianın malum “duayen” i Mehmet Şimşek’e yardımcı olunması gerektiğini ilan ederek, AKP rejimine bu dar günlerinde yardım çağrısı yaptı. Duayenimiz, son Kılıçdaroğlu mülâkatında, hızını alamayarak, medya tarihimize geçecek şekilde, CHP liderine, “sizin emperyalizmin ajanı olduğunuz iddia ediliyor, gerçekten öyle misiniz” diye soru sormak cüretini gösterdi (Bu soruyu Tayyip Erdoğan’a sorabilir mi?).

Aslında, bu Sözcü tarzına aşinayız. Bir zamanlar, Ertuğrul Özkök medyası bu tarzın pratiğini en yetkin şekilde yapardı.

Pekiy, Sözcü neden şimdi bu hamleleri yapmak ihtiyacı duyuyor?

Uluslararası finans oligarşileri ve Türkiye’deki bağlantıları Türkiye’yi AKP rejimi altında bir restorasyona götürmeye çalışıyorlar. Bir yandan, ülkenin dahil olduğu dış bağlamda ABD/NATO hattı tahkim ediliyor; diğer yandan, rayından çıkmış ekonomi yeniden büyük sermaye sınıfının çıkarlarına uygun şekilde dizayn edilmek isteniyor. Daha bürokratik-teknokratik, dolayısıyla daha otoriter bir döneme giriyoruz.

Bu süreçte, AKP rejimi dinselleştirmeye daha da abanacaktır. CHP’nin daha da sağa savrulmasına ihtiyaç var.

Sözcü, sermaye sınıfının sözcüsü olarak bu “yeni” dönemdeki işlevini yerine getiriyor. Düzen muhalefetinin merkezi partisi olan CHP’yi daha da etkisizleştirerek, alttan gelecek, mecrasını bu partide bulmaya çalışacak olası bir muhalif toplumsal baskıyı da şimdiden etkisizleştirmeye çalışıyor.

Bu arada tabii, ülke belediye seçimlerine, sosyalist sol da dahil, muhalefeti (kafaları başta olmak üzere) dağıtılarak götürülmek isteniyor.

Sosyalist solda ağırlığı olan kesimlerin bir konformizm içinde, kolay muhalefeti sürdürme eğiliminde oldukları görülüyor. Bu tablonun değişeceğine dair bir işaret henüz yok.

Sözcü sözcülerini kendi kanallarına çağırıp, kendilerine sorular sordurup, uysal, aklı başında çocuklar olarak yanıtlar vermeye devam ederler herhalde.

Son olarak, SBKP deneyimi belleklerde. Özellikle son otuz yılında, şanlı tarihine sırtını dönmek pahasına, başına ne geldiyse, sınıf mücadelesinden uzak durmak, ülkesinde burjuva toplumunu taklit etmek, hatta “küçük Amerika” olmak sevdasından gelmişti.

CHP değişir mi?

Türkiye devrimcisi, genel olarak, marksist-leninist düzen kavramı etrafında bir tartışma yerine liberal etkiler altında, burjuva siyasal bilim camiasının onay verdiği kavramlarla örülmüş teorik çerçeveler içinde analizler yapar oldu.

Seçim sonrası “bu CHP değişmelidir” talebi etrafında devrimcilerin de yer yer dahil olduğu bir tartışma sürdürülüyor.

Bu tartışmanın bir tarafı, genel olarak, değişimden partinin başında bulunan kişinin değişmesini anladığını açık açık beyan ediyor. Diğer bir kısım tartışmacı, CHP’nin kuruluş ayarlarına geri dönmesini talep ediyor.

Bu birinci talebi yükseltenlerin diğerlerinden daha gerçekçi olduklarını düşünüyorum.

CHP demokratik bir burjuva toplumu kurmak için yola çıkmıştı. Bu hedefine de büyük ölçüde ulaştı. Ulusal iradenin egemen olacağı anayasal, laik bir cumhuriyetin kurulmuş olması başlı başına önemli bir demokratik adımdı. Temel kadın haklarının tanınması, burjuva güçler ayrılığı ilkesinin şeklen güvence altına alınması, seküler hukuk sistemine geçilmesi, eğitim ve ve öğretim birliği, basın-yayın, dernek kurma, toplanma gibi hakların, devlet karşısında özerk toplumsal yapıların devleti denetlemek dahil haklarının tanınması büyük demokratik adımlardı.

Evet, tarım devrimi ya da daha genel olarak feodal yapıların tasfiyesi, ulusal toplulukların haklarının tanınması gibi konularda devrimci hamleler yapılamadı. Ancak kabul edelim, bunlar demokratik bir devrimin gerçekleştirilmesi en zor hedefleridir.

Kemalist devrimin önderlerinin Tanzimat metodunu benimsemiş Osmanlı asker ve sivil bürokratları olduklarını da dikkate alalım.

Unutmayalım, 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra ta otuzlu yılların başlarına kadar, yani sosyalist toplumun kuruluş aşamasına kadar tarım devrimi ertelenmişti.

Devrimleri siyasal bilinç düzeyine çıkartan her zaman bir gecikme ya da gecikmişlik düşüncesidir. İngiltere’de tarım devrimi kısmen 13.yüzyılda, genel olaraksa, “çitleme” seferberliği halinde 16.yüzyılda gerçekleşmişti. Tarihsel gecikme her zaman işleri daha karmaşıklaştırarak zorlaştırır.

Bizde genellikle “demokratikleşme” ile “demokrasi” birbirine karıştırılır. Birincisi, ikincisine indirgenir. Oysa demokrasi, demokratikleşmenin siyasal alandaki tezahürüdür. Siyasal alanın belli sınırlar içinde de olsa serbestleşmesidir.

CHP misyon partisi olarak 1946’da bunu yapmış, yani demokrasiyi de kurarak kuruluş devrindeki işlevini tamamlamıştı. Bu, bir parti olarak kuruluş devri CHP’sinin de misyonunu tamamlamış olduğu anlamına geliyordu. Başlangıçta belirlediği hedefler bakımından bu misyonun başarıyla tamamlanmış olduğu söylenebilir.

Bütün kısıtlamalarına, eksikliklerine ve yanlışlarına rağmen demokratikleşmenin ve demokrasinin mimarı DP değil, CHP’dir. Dahası, DP gibi bir partinin kendi içinden çıkmasının ön koşullarını da hazırlamıştır. Bunu teslim etmek gerekir. Bu misyon sosyolojik ve siyasal içeriği itibarıyla burjuva ve devrimci demokratiktir. Yani CHP burjuva demokratik düzeni kuran partidir.

Neden 1946? Çünkü CHP’nin bir kuruluş devri partisi olarak ortaya çıkıp, işlerlik göstermesi iki dünya savaşı arasında, siyasal dünyadaki düzensizliğin damgasını taşıyan bir zamanda olmuştur. 1946’da emperyalist ve sosyalist dünya sistemlerinin taşıyıcılığında yeni bir dünya düzeni kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş hedeflerine uyar şekilde emperyalist dünyaya entegre olmuştur. Çok partili siyasal düzene geçiş bu entegrasyonun bir gereğiydi. Bu anlamda, yeni bir misyonu yeni araçlar ve tabii yeni politik figürler taşıyabilirdi.

Yeni dünya ve yeni Türkiye düzeni koşullarında CHP değişim geçirerek, süreç içinde, düzenin ana muhalefet ayağını oluşturdu. Burjuva demokratik siyasal düzeni taşıyan bir ayak iktidar ise diğeri de muhalefettir. Düzenin iktidarı ve düzenin muhalefeti.

Özellikle ellili yılların ikinci yarısından itibaren Batı’da işçi sınıfı siyasetinin bastırması ve kapitalizmin ekonomik “boom” devrinin burjuva siyasetine sağladığı özgüvenin dalga dalga kapitalist dünyayı etkisi altına almasının ülkemize de yansımaları oldu. Yükselen sol dalga, çatı partisi TİP’in etkili bir şekilde ortaya çıkması, CHP’yi düzenin solu olarak yeniden yapılanmaya götürdü. İsterseniz, CHP yeniden kuruldu da diyebiliriz.

Düzenin yeni siyasal ihtiyacı için veya yeni misyon için yeni bir parti ve yeni taşıyıcı figürler.

Ecevit liderliğindeki CHP düzenin solunu tutmak, ötesindeki solun önünde baraj kurmak, işçi sınıfının radikal sosyalist taleplerini reformlar halinde sulandırmak, olmadı, emekçi kitlelerin gazını almak gibi görevler yüklenmişti.

Ecevit CHP’si içi boş, altı doldurulmamış, samimiyetsiz bir retorikle, halk kitlelerine dönük çağrılar, etkili sloganlarla örülmüş salt söylemden ibaret programı ve Ecevit’in popülist hitabetinin de gayretiyle 12 Eylül askeri darbesine kadar düzen adına top çevirip durmakta başarılı oldu.

Sosyalist blokun çökmesinden sonra Anglo-Amerikan emperyalizmin tek başına kendi hegemonyası altında yeni bir dünya düzeni kurmak için bir birleşik saldırı stratejisinin hazırlıklarına giriştiği yıllar, küçük küçük yeni partilerin doğduğu, sağ ve sol kavramlarının muğlaklaştırıldığı, liberal teolojinin egemen olduğu ve bu etkenlerin hepsinin birden, biraz daha sonra otoriter popülist siyasal konumları takviye edeceği bir momentum kazandı.

Sonra malum, ABD, NATO saldırıları, savaşları, karşı direnişler. Emek örgütlerinin itibarsızlaştırıldığı, demokratik kitle örgütlerinin “sivil toplum örgütleri” formunda kitelelerinden ve demokratik hedeflerinden tecrit edildiği, sosyalist taleplerin “aşırılık” olarak kriminalize edilmek istendiği, dinselliğin hemen bütün ideolojik aygıtlar kullanılarak toplumun her kesimine empoze edildiği koşullarda Kılıçdaroğlu CHP’si dizayn edildi. Yani, yeni bir misyon yeni bir figür…

Dünya sermaye sınıflarının genel olarak laikliğe, tanım itibarıyla kamucu olan bir devlet formu olarak cumhuriyete, sağ ve soluyla geleneksel anlamında çoğulcu tabir edilen demokrasilere ihtiyaçları kalmamıştı. Türkiye’de de böyle oldu. CHP elbette bir burjuva düzen partisi olarak bu yeni talebe yanıt verecekti.

Kısacası, bugün CHP’nin kuruluş ayarlarına dönmesini, 6 Ok ilkelerini yeniden sahiplenerek en eski misyonunu yeniden üstlenmesini talep etmek kadar anakronik bir siyasal talep olamaz. Hiç gerçekçi değildir.

Nitekim, seçim sırasındaki söylemine bakıldığı zaman CHP’nin tarihinde hiç olmadığı kadar sağa savrulmuş olduğu, bu bakımdan, sermayenin ve emperyalizmin taleplerini en ideal şekliyle kendisinin gerçekleştirebileceğini ilan ettiği görülecektir.

Bugün Kılıçdaroğlu gidip yerine yeni bir lider geldiğinde ne yapacak? Kuruluş ayarlarına mı dönecek? Kesinlikle mümkün değildir. Daha da sağda konumlanılacaktır. Yani düzenin ihtiyaçlarına yanıt vermeye devam edecektir.

Genel başkanı dahil CHP’nin vitrinini değiştirmek elbette mümkündür. Ancak partinin bu dönemdeki misyonunu kuruluş devri misyonu lehine dönüştürmek söz konusu olmayacaktır.

Son olarak, yeni-liberalizm sadece finansallaşmanın motor işlevi gördüğü bir ekonomik birikim modeli olarak görülemez. Onu siyaset de dahil olmak üzere bir kültür olarak görmek gerekir.

Bu kültür post-modern bir bağdaştırmacılığı, ekletizimi öngörür. Örnekse, sağ/sol ayrımı anlamsızdır. Veyahut bu “eskimiş” ayrımın işleri ağırlaştırmaktan başka bir işe yaramayan dogmatik “büyük anlatılara” referans verdiği söylenir.

Bu salt bir retorik değildir, çünkü yeni-liberal teoloji bu tür kalıplara sığmaz. Yani maddi bir ihtiyaçtan kaynaklanır.

Bu bakımdan özellikle bu yeni-liberalizmin krize girdiği 80’li yıllardan itibaren popülist, mümkünse, “karizmatik” siyasal figürlerin imaline başlandı. Krizlerde bu figürlerin sistemin sürdürülebilmesi açısından oynadıkları rolleri gördük, görüyoruz. Toplumlara empoze edilmiş yeni-liberal kapitalist kültür bunun için gerekli temeli sağlıyor. Kitlesel talebi yaratıyor.

Siyasetin “halil ibrahim sofrası” olarak sunulmasının toplumsal-kültürel bir karşılığı var. Aynı şekilde, uluslararası ve “yerli ve milli” işbirlikçi sermaye sınıfının Erdoğan karşısında ellerinde bulundurmak istedikleri olası bir alternatif siyasal “muhalif” figür olarak İmamoğlu’nun mealen, “Abdülhamid Han da Mustafa Kemal de bizimdir” anlayışı bu popülist bağdaştırmacı anlayışın en veciz ifadesidir.

Tekrar edeceğim, CHP’nin başına geçirilecek kişi ve ekibi de bu yeni-liberal kültürün siyasal ihtiyaçlarına yanıt verebilecek olanlar arasından seçilecektir. Başka türlüsüne izin verilmez.

Operasyon kabinesi

Daha önce söylediğim gibi, Erdoğan kazanmadı, ona kazandırıldı. Bu bir devlet kararıydı. Bu kararın ilk aşaması, açık anayasal engele rağmen Erdoğan’ın tekrar aday yapılması, muhalefetin de bunu kabullenmesiydi.

Ülkede 2007’den beri adil bir seçim yapılmıyor. Bütün seçimler şaibeli. Sayısı resmen açıklanmayan büyük bir sığınmacı nüfusunun barındığı ülkemizde, daha seçmen kütüklerinin düzenlenmesi aşamasından itibaren bir şeffaflık söz konusu değil. On milyon civarında (yüzer-gezer) sığınmacının olduğu bir ülkede doğru düzgün seçim olabilir mi? Bu koşullarda bu sonuçların da imal edildiğini, bunun “ısmarlama” bir seçim sonucu olduğunu iddia etmek meşru oluyor.

AKP’ye tek başına yönetebileceği bir çoğunluk verilmiyor. Oyları barajın altında olduğundan kuşku duyulmaması gereken MHP’ye rejimin sürdürülebilmesi için gerekli sayı temin ediliyor. Yani devletteki suni denge korunuyor.

Kritik bakanlıkları itibarıyla bugünkü kabinenin bu dengenin sürdürülebilmesi bakımından daha işlevsel olduğu görülüyor. Operasyon yeteneği öncekine göre daha yüksek olan bir kabine. Örnekse, yeni maliye bakanı ekonomide, eğitimde rasyonel bir anlayışın, devlette liyakatın egemen olmasının gerekliliğini vurguluyor. O doğrultuda çalışacağını, kadrolarını ona göre oluşturacağını belirtiyor. Dediğini yapması, Erdoğan’ın yetki ve yetkesinin altının oyulması anlamına gelir. Yapamamasıysa, Erdoğan’ın iktidarda kalmasını iyice zorlaştırır. Şimdilik Erdoğan’ın birinci seçeneği tercih etmiş olduğu anlaşılıyor.

Savunma ve dış işleri bakanlıklarına da, özellikle bölgesel sorunlarda, operasyon yeteneğine sahip figürler atanmış. Özcesi, Erdoğan’ın güvenlik ve uluslararası politikalar konusunda daha da pasifize edileceği bir döneme giriyoruz. Buradan daha demokratik koşulların oluşacağı sonucu çıkartılmamalıdır. Tersine, tam anlamıyla güdümlü, otoriter bir siyasal yapılanmanın oluşturulması beklenmelidir.

CHP’nin başını çektiği resmi muhalefetin de (hiçbir liderlik vasfı olmayan) Kılıçdaroğlu liderliğinde yoluna devam etmesi isteniyor. “Küçük Tayyip” portresi çizen hırslı İmamoğlu’na nazaran kontrolü kolay bir figür Kılıçdaroğlu.

Önceki yazılarımda, Kılıçdaroğlu’nun neden muhalefetin başına atanmış olduğunu, ABD’de ilk Afrika ve islam kökenli başkan olarak atanan Obama’nın sistem için işlevsel anlamıyla kıyaslayarak ifade etmiştim.

ABD, BOP hamlesini nüfusunun kahir ekseriyetinin müslüman, önemli bir kısmının da “beyaz adam” olmadığı bir coğrafyada uygulamaya sokmuş, ciddi bir direnişle karşılaşmış, siyaseten meşruiyeti sorgulanır hale gelmişti. Obama bu olumsuz gelişmeyi bertaraf etmek için öne sürülmüştü.

Kılıçdaroğlu’nun da, tarihsel olarak en önemli muhalif odağı oluşturan Alevi ve Kürt kitleleri (Hem Selçuklu hem de Osmanlı devleti özellikle Alevi-Türkmen ayaklanmalarıyla ayakta duramayacak hale getirilmişlerdi. Alevi ve Kürt ayaklanmalarının Cumhuriyet devrinde de devlet için sarsıcı sonuçları olmuştu. Gezi ayaklanmasında katledilenlerin hemen hepsinin Alevi olduğunu dikkate alınız) dizginlemek için işlevsel olabileceği düşünülmüştü.

Daha bürokratik-teknokratik ve bundan dolayı da daha otoriter bir döneme girileceği izlenimi ediniliyor. Muhtemelen ekonomide IMF’siz bir IMF programı uygulanacak. Olası tepkilere karşı bir yandan sert önlemler alınacak; diğer yandan, dinsel propagandaya daha fazla abanılacaktır.

Pakistanlaşma

Suriye’ye emperyalist müdahale başlatıldığında, Türk devletine biçilen lojistik merkez işlevinin Türkiye’nin pakistanlaşacağı bir süreci başlatacağını o zamanki yazılarımda belirtmiştim. Söz konusu lojistik işlevin Türk devleti tarafından benimsenmesiyle, çok geçmeden, Türkiye’nin Suriye sınırı boyunca Peşaver benzeri bir alan yaratıldı. Türkiye bir yandan da bir mülteci deposu haline getirildi. Bütün bu süreç, Türkiye’nin Suriye sorununa kaçınılmaz olarak doğrudan müdahil olacağı koşulları hazırladı.

Bu noktada geriye dönerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha kuruluş aşamasında sonradan zuhur edecek Pakistan devletine benzer bir yapıda ortaya çıkması için emperyalistlerin ve onların içerideki uzantılarının (Örnekse, bir yanda general Kazım Karabekir, Rauf Orbay vb figürler; diğer yanda, Avrupa finans kapitalinin ülkedeki has temsilcisi Cavit bey ve benzeri İttihatçı meşruti monarşistler) girişimlerinin Kemal Atatürk önderliğinde boşa çıkartılmış olduğunu hatırlatmak isterim.

Bilindiği gibi, kurucu Kemalistlerin emperyalist dünyada neden oldukları rahatsızlığı bertaraf etmek için Britanya emperyalizmi Ortadoğu’da, Türkiye’yi model alma olasılığı en yüksek olan Mısır’da İhvan’ı (Müslüman Kardeşler) kullandı. Daha sonra Hindistan ve Pakistan’da Cemaat-i İslami’yi; Endonezya’da Dar-ül İslami’yi kullanacaktı.

Bunların hepsi kırklı yılların sonunda oluşturulan emperyalist “yeşil kuşak” stratejisinin hizmetindeki fiili “İslami enternasyonal”in bileşenleri haline getirildiler. Emperyalist çıkarlarla iç içe geçmiş, emperyalist finansal ağlarla birbirine bağlanmış bu fiili enternasyonal halen işlerliğini sürdürüyor.

Finansal ağlar derken basitçe “tarikat-ticaret” tabir edilen mütevazi ilişkileri kast etmiyorum. İçinde emperyalist finans merkezlerinin denetiminde milyarlarca doların dolaştığı damarlardan söz ediyorum. Samir Amin bir yazısında, Mısır’ın en zeginleri arasında, milyarlarca dolarlık servetleriyle İhvancı ağın üst düzey yöneticilerinin yer aldığını, Morsi’nin de bu figürlerden biri olduğunu belirtmişti.

Yine mesela, Bin Ladin’in ve ailesinin şirketleri, Ladin’in arandığı sıralarda, Sudan’da milyarlarca dolarlık otoyol ihaleleri alıyordu. Bunlara erken yazılarımda daha ayrıntılı olarak değinmiştim.

Evet, Kemal Atatürk bu tezgahı bir süreliğine boşa çıkardı. Ancak kurduğu bağımsız ve laik cumhuriyeti kapitalist temeller üzerinde inşa edebileceğini düşünmesi büyük bir yanlıştı. Cumhuriyetini emperyalistlere rağmen kurmuş, ama onlara entegre olmayı da başlıca hedef olarak görmüştü. SSCB ile kurduğu ilişkileri, 20’li yılların sonlarında başgösteren büyük buhran koşullarında, söz konusu entegrasyona konjonktürel bir hazırlık evresi olarak değerlendirmek istemişti.

Kemalist kadrolar böyle bir entegrasyonun eşit bir bileşeni olacaklarına samimi olarak inanıyorlar, kendilerini aksi yönde uyarmaya çalışan solculara dünyayı dar ediyorlardı. Bunu yaparken, giderek Türkçü-İslamcı gerici emperyalist ideolojiye abanıyorlardı. Bunlar liberal kapitalizme inanan Atatürk’ün sağlığında, onun yönetimi altında başladı.

Nitekim, 1937’de Celal Bayar’la ilk ciddi hamlesini gerçekleştirdi. Kemal Atatürk gelmekte olan savaşı öngörüyor ve bir an önce hegemonik Anglo-Amerikan emperyalist güçle entegrasyon sağlamak istiyordu. Sovyetler’le mevcut ilişkinin bir süre daha sürdürülmesinden yana olduğu anlaşılan İsmet Paşa’nın tasfiyesi, Atatürk’ün bu gayesiyle bağlantılı olmalıdır.

İsmet Paşa’nın 1938’de cumhurbaşkanı olması için o devrin Sovyet yönetimi Ankara’da ciddi kulis çalışmaları yapmış, İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi SSCB’de büyük bir sevinç yaratmıştı. Devrin Sovyet matbuatına, özellikle Komünist Enternasyonal yayınlarına bakınız. “Faşist Bayar kaybetti. İlerici İnönü kazandı ” diye başlıklar atılıyor. Büyük Millet Meclisi’nde seçimi izleyen Sovyet heyeti ve medyası, İnönü’nün kazanmasını büyük ve pek alışık olunmadık bir tezahürat ve sevinç gösterisiyle kutluyordu.

Elbette İnönü, Cumhuriyetin ta başından kararlaştırılmış siyasal yönünün neresi olması gerektiğini en iyi bilenlerden birisiydi. Zamanı geldiğinde de gereğini yapıyordu. İleriki yıllarda, Doğan Avcıoğlu ve Abdi İpekçi’nin kendisiyle yapmış oldukları mülakatlar okunduğunda, bu gerçeğin bir kez daha teyit edildiğini görürüz.

1946’dan itibaren TC devleti yeni bir kuruluş aşamasına geçiyor. Böylece emperyalist sisteme entegrasyon sürecini başlatarak eski CHP misyonunu tamamlıyordu.

Yeni işlerin yeni araçlar ve yeni figürlerle, ve tabii yeni politikalarla yapılması gerekiyor. Demokrat Parti bu ihtiyaçtan doğuyor. Önü açılıyor. Ancak bu partinin karizmatik ve tabii popülist lideri Menderes başta olmak üzere yöneticilerinin deneyimsizlikleri, kasaba politikacılarına özgü davranış tarzları, seçimler aracılığıyla geniş halk desteğini arkalarına aldıktan sonra baştan ve kontrolden çıkmalarına yol açıyor.

Tarihimizde Sultan Abdülaziz devrinden sonra gerçekleşen ikinci moratoryum, siyaseten nasıl ilkinde Abdülaziz’in başını yediyse, bu kez de Menderes ve kimi arkadaşlarının kellelerini vermeleriyle sonuçlanıyordu. Ardından Bayar ve Menderes’siz, İnönü başkanlığında adeta yeni DP hükümetleri kurulmuştu.

27 Mayıs bir devrim değil, ülkemizdeki ilk NATO ve CENTO (ya da diğer adıyla, temelleri Atatürk’ün sağlında atılmış Bağdat Paktı) askeri darbesiydi (1). Bu konuyu daha önceki yazılarımda işlemiş olduğum için burada üzerinde durmayacağım. Yalnız, siyasal olayları çözümlerken aktörlere ve onların söylemlerine fazla takılmadan, ülkenin dahil olduğu uluslararası bağlamı ihmal etmeden, siyasal programa, hedeflere odaklamanın gerekli olduğunu söylemekle yetineceğim.

Her askeri darbeyle TC devletine bir ayar verilmiştir. Devlet, emperyalizmin ya da uluslararası tekelci sermayenin ekonomi-politik ihtiyaçlarına yanıt verebilecek şekilde yeniden düzenlenmiştir. Siyasal partiler (Mesela CHP’ye bir türlü adapte olamadığı “ortanın solu” rolü biçilmişti. 60’lı yıllarda dünya genelinde sol siyasetin yıldızının parlaması, Türkiye’de çatı partisi TİP’in başarıları acilen İsmet Paşa’nın devre dışı bırakılmasını, yeni bir figür olarak bütün kifayetsizliğine rağmen Ecevit’in yükseltilmesini, böylece kabaran sol dalganın kontrol altına alınarak evcilleştirilmesini gerekli kılmıştı) dahil devlet içindeki kurumlar, tabii hukuksal çerçeve de, buna göre yeniden dizayn edilmiştir.

27 Mayıs ve 12 Mart darbeleri aksak darbelerdir. Ancak onlar olmaksızın 12 Eylül’deki “tam teşekküllü” darbe zor gerçekleştirilirdi.

Siyasette, hele uluslararası siyasette bir vuruşta hedefinize ulaşmanız çok özel koşulları öngerektirir. Devrimler de dahil siyaset her zaman reel bir süreç olarak değerlendirilmek gerekir. Emperyalistler dahil hiç bir güç yazdığı siyasal senaryoyu harfiyen uygulayamaz. Hayatta böyle bir şey olamaz. Her zaman karşı güçler, merkezkaç güçler, direnme odakları vardır. Siyasal güçler arasında her zaman genel, uzun süreli denge durumları olmaz. Hatta nadiren olur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD hegemonik güç olarak çıkınca Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru, hegemonya mücadelesi içine girdiği geleneksel kolonyalist tarzıyla emperyalist Britanya’ya karşı Wilson doktrininde ifadesini bulan modern liberal emperyalist bir hegemonik anlayışı uygulamaya koydu. Geleneksel sömürge sisteminin çözülmesini teşvik etti.

Kendi sistemine entegre, şeklen bağımsız ve egemen ama esas olarak kendi kontrolü altında yönlendirebildiği, asli düşmanlarını çevreleyecek surette vassal devletler yaratmaya yöneldi. Türkiye, İran, Pakistan, Endonezya gibi çok ağırlıklı olarak müslüman nüfuslu ülkelere “yeşil kuşak” stratejisinin uygulanabilmesi bakımından vazgeçilemez bir konum atfedildi.

Bu ülkelerin hepsinde İslamcılık ideolojisi yer yer milliyetçi bir söylemle takviye edilerek dolaşıma çıkartıldı. Türkiye’de mesela, İlim Yayma Cemiyetleri, sonradan TÜSİAD’da birleşecek işbirlikçi büyük sermayenin girişimleriyle kuruldu. Emperyalist siyasetin hizmetindeki Türkçü akımlar, şu ya da bu derecede, İslamcı siyaset içinde eritildiler.

Endenozya popülist karizmatik bir figür olan Sukarno liderliğinde ne İslamcı ne laik, öyle iki arada bir derede tabir edilen şekilde, ikisi arasında salınarak bir süre yoluna devam etti. Karizmatik liderlik genellikle olduğu gibi, belli bir geçiş süreci boyunca bir tür siyasal çimento işlevi gördü. Endonezya nüfusunun çoğunluğu müslüman olmakla birlikte, bu çoğunluğun İslam hakkında fazla bilgisi yoktu. Örneğin ülkede kurtuluştan sonra bile camilerde ezan yerine çan çalınmaktaydı. Cami sayısı da nüfusuna göre hayli azdı. Din eğitimi sistematik hale getirilmemişti.

Sukarno, kendilerini sosyalist ve İslamcı olarak tanımlayan siyasal gruplar arasında dengeyi sağlıyordu. Elbette bu sürdürülebilir bir genel denge durumu değildi. İslamcılar daha sonraki anlamında İslamcı değildiler. İslamcı etiketi sömürgeci Hollanda ve işgalci Japonya karşısında bir kimlik ihtiyacından doğmuştu. Dinden söz edenin çok ama dini bilenin çok az olduğu yabancısı olmadığımız bir durum söz konusuydu yani.

Sosyalist hareketin parçalanmasıyla onun içinden çıkan komünistler, izledikleri halk cephesi taktiği ve ona uygun siyasal-ideolojik revizyonlarla geniş bir halk desteğine ulaştılar. Proletaryayı değil, tüm halkı temsil ettiklerini belirtiyorlar, Çin ve SSCB’den bağımsız, o sıralarda popüler olan ve cepheci taktikle de uyuşan Milli Demokratik Devrim anlayışını daha da sulandırılmış olduğu halde savunuyorlardı. Özcesi, komünist hareket ulusal kurtuluş savaşı veren, o savaştan çıkan çoğu ülkede karşılaşılan sağa savrulma eğilimine yenik düşmüştü.

Endonezya Komünist Partisi bu haliyle ÇKP’den sonra Asya’nın ikinci en büyük komünist partisi olmuştu. Üstelik soğuk savaşın şiddetlendiği ve merkezinin Çin, Kore, Vietnam, Kamboçya sorunları etrafında Asya’ya kaydığı koşullarda.

Sukarno bu koşullarda zekice organize edilmiş konuşmalarıyla dengeyi tutmayı başardı. Ancak ülkenin henüz bütün tarafların üzerinde uzlaştığı bir anayasası dahi yoktu. Fiili bir durum vardı. Devletin kurum ve kuralları gerçek anlamda oluşmamıştı. Devlet yönsüz kalmıştı.

ABD’nin girişimleriye 1965’te Suharto’nun askeri darbesi gerçekleşti. Komünistler imha edildi. İslamcı siyaset programatik hale getirildi. Endonezya adeta yeniden İslamlaştırıldı. Bu vesileyle ABD, Endenozya’dan çok şey öğrenmiş oldu.

Pakistan’a gelince, Pakistan’ın Hindistan’dan bağımsız bir devlet olarak ayrılması, ulusal değil (Çünkü bir Pakistan ulusu yoktu) dinsel bir gerekçe üzerinde temellendirildi. Şii-İsmaili Cinnah’a sünni bir İslam devleti kurduruldu. Daha doğrusu, süreç içerisinde islamileşecek bir devlet kurduruldu. Pakistan laik bir devlet olarak kurulmadı. Ancak bugünkü anlamında İslami bir devlet olarak da kurulmadı. O da Endonezya gibi salınıyordu.

Endonezya’daki askeri darbeden öğrenen ABD, işi sıkı tutarak, Pakistan’ı da İslamcılık doğrultusunda yönlendirdi. Aynı sıralarda, Türkiye’de de İslamcılık takviye edildi. İslami vakıflar, okullar, kurslar, cemiyetler yaygınlık kazandı. 27 Mayıs darbesinden sonra İnönü ve Menderes dönemlerinde başlatılan islamlaştırma kampanyasına ivme kazandırıldı.

12 Mart 1971’de Türkiye’de Endonezya tipi bir askeri darbe yapılamazdı. Ülkede asgari ölçüde de olsa, demokratik bir siyasal yapı, 1961 Anayasasının temin ettiği kurumlar ve kurallar halinde işleyen bir devlet aygıtı vardı. O zaman planlanan bu anayasal demokratik yapıyı tamamen güdümlü hale dönüştürmekti.

Türkiye’de, Mısır’da, Endonezya’da, Pakistan’da aynı hedefe başarıyla ulaşıldı. Daratılmış bir siyasal alanda, devlet tarafından medya dahil bütün devlet kurumlarına empoze edilmiş kırmızı çizgiler çerçevesinde, gerekli görüldüğünde partilerin iç işleyişine müdahalelerin söz konusu olduğu, belirli aralıklarla seçimlerin yapıldığı, milliyetçi soslu İslamcı bir ideolojinin resmen yayıldığı güdümlü rejimler yaratıldı. Anglo-Amerikan emperyalizminin beklentilerini karşılamak bakımından bu uygulamanın en başarılı olduğu ülke Pakistan oldu.

SSCB’de Hruşçov devrinde, sosyalist dünya etrafındaki kuşatmayı kırmak, yeni müttefikler kazanmak için marksist-leninist teoride bir takım revizyonlara gidildi. Bu çerçevede, “kapitalist olmayan yol”, “tüm halkın devleti” gibi tezler kabul gördü.

3.Dünya tabir edilen camiada yer alan çoğu ülkede sosyalizmin emekçi sınıflar ve devlet elitleri nezdinde benimsenmesinin olanaklı olmadığı saptamasından hareketle, bu ülkelerde SSCB destekli askeri darbeler aracılığıyla otoriter, kapitalist-olmayan bir modernleşmenin mümkün olabileceği, zamanla bu yapıların sosyalizme dönüşebileceği, en azından oraya kadar da bu ülkelerin SSCB ile dostane ilişkiler içinde kalabileceği öngörülmekteydi.

O zaman SBKP Merkez Komitesi’nin özellikle Arap dünyasıyla ilgili başdanışmanları arasında bulunan Gregory Mirskii gibi Nasır deneyiminden sonuçlar çıkarmış akademisyenler bu anlayışın sözcülüğünü yapıyorlardı.

Sovyetler Birliği’ni Afganistan’a (KGB’nin aksi yöndeki uyarılarına rağmen askeriyenin gazıyla, olası sonuçları iyi hesaplanmamış) müdahaleye götüren süreç bu doktrinin bir sonucu olarak görülebilir. Savaş 9 yıl sürdü. Bu savaşta Pakistan emperyalist bloğun ve onun Çin gibi “sosyalist” müttefiklerinin başlıca lojistik destek üssü haline getirildi. Ülkede milyonlarca Afgan mülteci depolandı. Ülkenin kaynakları bu uğurda hoyratça tüketildi. Pakistan gittikçe daha fazla Afganistan sorununa dahil olmak zorunda kaldı. Afgan olayından iki yıl önce gerçekleştirilen askeri darbeden sonra Pakistan’da toplumun ve devletin islamizasyonu ivme kazanmıştı.

Askeriyenin bir yandan islamizasyonu teşvik ederken, diğer yandan yolsuzluk, yağma düzeninin sürmesini teminat altına alıp, kendisini de bunun merkezinde konumlandırması 1977’deki Ziya ül-Hak darbesiyle konsolide edildi. Afganistan savaşına emperyalizm adına dahil olmak devletin bütün kurumlarını ve bu arada ekonomisini çökertti.

Bugün borç batağındaki ülke, esas olarak ucuz emek-gücüne dayalı fason üretimin motor rolü oynadığı bir dışsatım stratejisi izliyor. Pakistan sürekli dış finansman bağımlısı olarak İMF programlarına mahkum hale getirildi. Bugün de bu hal devam ediyor.

ABD’nin denetimindeki askeriyenin merkezinde yer aldığı bir oligarşi ülkenin siyasetini baskılarla, yasaklarla, ya da darbe tehditleriyle yönlendiriyor. Seçimleri istediği gibi manipüle ediyor. Güçler ayrılığı ilkesinin fiilen işlemesine izin vermiyor. Topluma İslami kuralları dayatıyor. Ordu dahil bütün kurumlar, bu arada eğitim ve öğretim sistemi de sünni İslami anlayışa göre dizayn edilmiş halde.

Oligarşi düzeninin sürdürülmesinde engel olarak gördüğü siyasileri ya sürgüne gönderiyor ya da öldürüyor. Bir süre önce sürgüne göndermiş olduklarına ihtiyaç duyulduğunda, koşullarını kabul etmesi halinde, tekrar görev veriyor. Bu arada geleneksel olarak sivil siyaset Butto-Zarhari, Şerif gibi aile hanedanlıklarının timarı haline getirilmiş. Resmi muhalefet dizayn edilmiş, kendisine iktidar görevi verilecek zamanı bekliyor.

Bilindiği gibi, geçen Nisan ayında başbakan İmran Han askeriyenin girişimleriyle alaşağı edildi. Han’ın Afganistan ve Ukrayna konusunda ABD’nin telkin ettiği politikaları izlemeyi reddettiğini biliyoruz. İmran Han ABD’nin ülkesindeki hakim konumunu Rusya ile dengeleme düşüncesindeydi.

Tabii Han ve ailesi de bu yolsuzluktan, yağmadan nemalanan oligarşinin içinde yer alıyor. Tıpkı onu görevden alan güçler gibi. İmran Han ve son eşinin adları kara para aklama operasyonlarında geçiyor.

Gelgelelim, kamuoyu yoklamaları onun tekrar aday olması halinde büyük bir çoğunluk sağlayarak iktidara geleceğini öngörüyorlar. Oligarşi de, ABD de bunun farkında. Bu yüzden tutuklandı. Ancak suni dengeler üzerinde duran devletin yüksek yargı kanadı Han’ın tutuklanmasına karşı çıktı. Derhal serbest bırakılmasını istedi.

Bu arada hiç beklenmedik bir gelişme daha oldu. Han’ın binlerce taraftarı Lahor ve Rawalpindi gibi onun güçlü olduğu yerlerde askeri garnizonlara saldırdı. Askeri araçları, bu arada, devletin övünç nesnesi olan “yerli ve milli” İHA tipi bir uçağı tahrip ettiler. Kolordu komutanının ikametgahını ateşe verdiler. Bu saldırılara siyasal elit arasında yer alan bir ailenin moda tasarımcısı kızı olan 34 yaşındaki Hatice Şah’ın önderlik ettiğini medyadan öğreniyoruz.

Mayıs ayı boyunca olaylar durulmadı. Rejim yanlılarının çoğunluğu teşkil ettiği Pencap’ta bile binlerce gösterici kışlaları hedef aldı. Çatışmalar çıktı. Binlerce kişi gözaltına alındı veya tutuklandı. Son olarak genelkurmay başkanlığı göstericilerin askeri mahkemelerde yargılanacağını duyurdu.

Bu direnişler orduda paniğe yol açtı. Ordu içindeki çatlakları da ortaya çıkardı. Ordunun alt ve orta kademelerinde İmran Han taraftarlarının önemli bir ağırlığı oluşturduğu söyleniyor. Üstelik İmran Han Pakistan’da orduya açıkça meydan okuyan bilinen ilk üst düzey siyasetçi.

İmran Han yüksek enflasyon, artan işsizlik, sürekli emekçiler aleyhine bozulan gelir dağılımına neden olan ağır ekonomik koşullar altında, halkın siyasetten ve siyatsetçiden umudunu kesmiş olduğu bir sırada, güdümlü siyasal yapının bilindik bir görevlisi olmaması, ABD’nin ülke üzerindeki hegemonyasına yüksek sesle meydan okumasıyla geniş bir kitlenin umudu oldu. Halk içinde egemen dinsel-mesiyanik kültürün de katkısıyla, popülist söylemi ve tarzıyla bir anda karizmatik bir figür haline geldi. Liderliğini yaptığı Pakistan Adalet Hareketi (PTI) kısa sürede iktidar oldu.

Şimdi ya güdümlü demokrasinin gereklerine uyarak sürgüne gitmeyi kabul edecek ya da yargılanıp, (belki Butto gibi idama) mahkum edilecek. Tabii bir üçüncü yol da serbest bırakıldıktan sonra bir suikaste uğramasıdır.

Öte yandan bu güdümlü siyasal yapıyı güdenler, şimdiden İmran Han’ın yerine geçirmeyi planladıkları partisindeki iki muhalif hizbin liderleri arasında bir tercih yapmaya çalışıyorlar.

Evet, pakistanlaşma böyle işliyor.

NOTLAR:

(1) Kemalist cumhuriyetin kendi ideolojisi doğrultsunda yetiştirmiş olduğu ( sonra da savunucusu olduğu bu cumhuriyeti terk etmesi için ne gerekiyorsa yaptığı ) en çaplı, en önemli aydını Niyazi Berkes, Asya Mektupları’nda, 1959’da Kalküta’da bir üniversitede karşılaştığı, Türkiye’de de bulunmuş bir Amerikalı görevlinin kendisine, “sizce Türkiye’de bir ihtilâl olur mu” diye sorduğunu, kendisinin şaşırarak olumsuz bir yanıt verdiğini, bunun üzerine Amerikalının, “siz herhalde uzun süredir Türkiye’yi izlemiyorsunuz, ülkenizde vahim olaylar oluyor. Menderes yönetimi demokratik kuralları, insan haklarını ihlâl ediyor, biz Amerikalılar çok kaygılıyız, ülkenizde her an bir ihtilâl olabilir, Menderes’in işi bitti, günleri sayılı artık” dediğini anlatır.

Erdoğan mı kazandı?

Seçim sürecine girildikten sonra yazmış olduğum bir kaç yazıda AKP rejiminin seçim kazanma düzeneği oluşturmuş olduğunu belirtmiş, muhalefetin de bunu bile bile bu düzeneği meşrulaştırmaya hizmet ettiğinin altını çizmiştim. AKP de muhalefeti de bunu göstere göstere yaptılar.

AKP ve MHP’nin devletleşmiş olduklarını görmek gerekiyor. Bu koalisyonun seçim kazanması bir devlet kararıdır. Bu devlet sadece kendi içinde değil, uluslararası bağlamı ve nesnesi olan Türkiye toplumu ile de suni dengeler kurmuş olduğu halde davranıyor.

İlk ciddi toplumsal sarsıntı bu dengeleri alt üst edecektir. Bu rejimin toplumda, kendi dizayn ettiği ve etmeyi sürdüreceği bu muhalefete rağmen kararlı, örgütlü, etkin bir karşılığı yok. Siyaseten konsolide etmiş olduğu geniş bir nüfus yok. Sürekli düşmanlar yaratıp, düşmanlaştırmalarla, korku salarak, sadaka dağıtarak ayakta duruyor. Durmaya çalışıyor. Bundan sonra da farklı bir şey yapmayacak.

AKP rejimi bu seçimi daha ilk turunda kaybetmişti. Önceden hazırlanmış düzenek gereği, daha inandırıcı olmak için yüzde 49,50 ile kazanmış ama işi ikinci tura bırakmıştı. Muhalefet, gerçek bir muhalefet olmadığı için bile bile bu sonucu meşrulaştırdı. Rejim ta başından iki turlu bir “başarı” yı öngörmüştü. Senaryo ona göre yazıldı ve sahnelendi.

Her şeyden önce, 10 milyon civarında sığınmacının olduğu bir ülkede sağlıklı seçimler yapılamaz.

Muhalefeti Kılıçdaroğlu’na eşitlemek doğru değil. O bu kez öne sürülen adaydı. Samimi olarak da kazanacağına inanıyordu. İnandırılmıştı. Muhtemelen etrafındaki “iktidar çevresi”, “haydi bakalım, şimdi senin sıran başkan” demişlerdi.

Tekrar tekrar söylüyorum. Evcilleştirilmiş bir siyasal muhalefeti olmayan bir sermaye düzeni olmaz. Bu bakımdan iktidarın iplerini ellerinde tutanlar bu muhalefetin iplerini de ellerinde tutarlar. En azından tutmaya çalışırlar.

CHP ve etrafına monte edilmiş ittifak (aslında bu ittifak en önce CHP’nin kendi çinde kurulmuştu zaten) bütün AKP rejiminin inşası sürecinde uslu çocuğu oynamıştı. Her türlü açık seçim ihlâllerine ve son olarak da vahim anayasa ihlâline kadar…

Bu AKP rejimi ilk büyük sarsıntıyı Gezi kalkışmasıyla yaşadı. O yığınsal kalkışma CHP’ye rağmen gerçekleşmiş, CHP yığınlarca saf dışı edilmişti. Gezi, düzen muhalefetini dışladığı ölçüde sarsıcı oldu.

Sonra ne oldu? O dinamik, CHP ve HDP’nin rejimin sürekli meşruiyet üretmesini sağlayan seçim tiyatrolarının figüranı haline getirilmesine hizmet eden hamlelerinin peşine takıldı. Devrimci sol hareket en gerekli zamanda buna karşı bir refleks gösteremedi.

O günden bugüne bir seçimden diğerine AKP rejiminin gaz almasının, meşruiyet üretmesinin malzemesi olduk. Şimdi, devrim sözcüğünü duymak bile istemeyen konformist ve kolaycı sol kadrolar “sosyolojik analizler”, “seçim değerlendirmeleri” yaparak, çoğunluğu emekçi olan çaresiz halkın yarısından fazlasını, açık ya da örtük, “bunlar adam olmaz” diye suçlayarak tatmin olmaya çalışıyorlar.

Kendi kanallarında, burjuva medyasının her biri Zihni Sinir kalibresindeki köşe yazarları, “medya yorumcuları” gibi zihin yakmakla meşguller.

Şahsen bu sonuçlara bakınca, rejimin ne kadar kırılgan, halkın devrim talebinin ne kadar güçlü, ama solun ne kadar kafasının karışık, dağınık olduğunu okuyorum.

Halk sınıflarının bu talebini çok iyi algılayan malum rejim güçleri, oligarşi şimdi tekrar bize bir “değişim” pazarlamaya çalışıyorlar. Yine kendi denetimlerinde “yeni” bir muhalefet tarzı ve “muhalif figürler” kakalamak istiyorlar. Gelecek seçim tiyatrosu için hazırlanıyorlar.

Devrimden başka çıkış olmadığını, şimdilik siyaseten ifade edemeseler de, kavramaya başlayan kitleler, elbette kendi siyasal mecralarını bulacak, kendilerini siyaseten ifade edecekleri önderliği ortaya çıkartacaklardır.

Bu seçimin en gerçek sonucu bu beklentiyi takviye etmiş olmasıdır.

Suni denge

15 Temmuz darbe girişiminden sonra Türk devleti içinde kağıtlar yeniden karıldı. Türk devletinin uluslararası bağlamında da değişim gerçekleşti.

O tarihe kadar Türk devleti Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren öngörülen dış bağlamına bağlı kalmıştı.

Gezi kalkışmasıyla sarsılan, 15 Temmuz’da çöken İhvancı AKP, Gülen Cemaati, “liberal emperyalist” neo-liberaller ve Kürt ulusalcıları arasındaki koalisyon yerine MHP ve Türk ulusalcılarıyla daha dar ama daha az kırılgan olmayan bir koalisyon kuruldu. Makamlar paylaşıldı. Erdoğan’ın kişiliğinin merkezi teşkil ettiği bir suni denge oluştu.

Elbette bu ikinci koalisyonun da, öncekinden farklı olmakla birlikte, uluslararası bir bağlamı vardı. Bu kez, bir tarafında ABD-NATO’nun, diğer tarafında onların ezeli rakibi (Bu iki güç temelleri 19.yüzyılın erken evrelerinde atılan sürekli soğuk savaşın iki asli tarafıdır) Rusya’nın yer aldığı bir suni denge yaratıldı.

Suni dengeler, düzensizlik koşullarında, iktidar güçlerinin veya çatışma halindeki devletlerin siyasal konumlarını sürdürebilmek veyahut siyasal hedeflerine ulaşmak için geçici ya da konjonktürel olarak bu koşulları kendi aralarında düzenlemeleriyle oluşturulur. İç dinamiklerden kaynaklanan yapısallaşmış, kuralları, kurumları oluşmuş genel bir denge durumu söz konusu değildir. Günü kurtarma, zaman kazanma ya da büyük kırılmayı şimdilik öteleme gayesine referans verir.

Kabul edelim, AKP rejimi, 15 Temmuz’dan hemen sonra gerçekleştirdiği sivil darbeyle yarattığı tek adam yönetiminin temin ettiği esnekliğin de katkısıyla genel olarak doğru zamanda doğru hamleler yaptı.

Rusya ve ABD’nin Doğu Akdeniz’de başlayan ilk ciddi çatışması, beklendiği gibi daha az dolaylı olduğu halde, Karadeniz’e kaydı.

Eski dünya düzeninin çöktüğü ve yenisinin henüz kurulamadığı koşullarda, AKP rejimi için uluslararası güçler karşısında Suriye sorunu etrafında elde edilmiş siyasal hareket alanı, Ukrayna sorunu etrafında daha da genişledi. Bununla birlikte daha kırılgan hale geldi.

Bugün devlet içindeki güçlerin ve uluslararası güçlerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle aralarında oluşmuş bir tür suni denge var. Şu an için içeride ve dışarıda hiç bir tarafın bu dengelerin bozulmasına yönelik girişimleri söz konusu değil. Dahası, bu güçlerin Erdoğan’dan vazgeçmeleri için hali hazırda anlamlı bir neden de yoktur.

Kılıçdaroğlu’nun liderliğini yaptığı çok birleşenli muhalif kanat onlar adına pahalıya mal olabilecek bir risktir. Evet, bugün için bu iç ve dış güçler bu dengenin bozulmasını göze alamıyorlar. Uluslararası güçler söz konusu olduğunda, bunun en önemli nedeni, aralarındaki çatışmayı doğrudan değil, giderek zorlaşsa da, dolaylı olarak sürdürmeyi tercih etmeleridir. Dolaylı kapışmalar koridorlara ihtiyaç duyarlar.

Devlet içindeki güçler arasında suni denge doğrudan bu dış güçlerle sağlanmış geçici ve kırılgan dengeye dayanmaktadır. Bunun tersi de doğrudur.

ABD ve NATO’nun BOP stratejisini uygulamaya koymasından biraz önce dış dinamik, genel olarak, ABD’nin müttefiği olan devletlerde, etkin hale geldi. Aynı önceki soğuk savaş periyotunda olduğu gibi. Bu ülkelerin sermaye sınıfları politik olarak bir hizaya getirildi.

Hem ABD hem de Rusya isteklerini Erdoğan’a aşağı yukarı kabul ettirebiliyorlar. Ukrayna savaşının yarattığı koşullar, Erdoğan’ın elini biraz daha güçlendirmiştir. NATO bu savaşta, Türk devletini tam arzu ettiği gibi, etkin bir kanat ülkesi olarak kullanamıyor. Ancak, Türkiye’nin kendi kontrolü altında, Rusya karşısında ihtiyaç duyulan koridor ülke işlevini yerine getiriyor olmasından da rahatsız değildir.

Ayrıca ABD’nin Doğu Akdeniz macerasının göç hareketi gibi sonuçlarının yarattığı tedirginlik ve AKP’nin bu hareketin Batı’ya yönelmesini önlemek adına taahhütlerini de ihmal etmemek gerekir. Koridor işlevi bu tür olgulara da referans veriyor tabii.

Rusya açısındansa, çok kritik bir coğrafyada bulunan bir NATO ülkesinin şahinleşmeden, Rus çıkarlarına çok aykırı bir siyaset izlememesi bir kazanım olarak değerlendiriliyor olsa gerektir. Rusya için Türkiye bugün itibarıyla hem Akdenizde hem Karadenizde feda edilemeyecek bir koridordur. Rus devleti, Türkiye’deki muhalefetin hali hazırda ABD bloğuna yakın durduğu değerlendirmesini yapmaktadır.

Öte yandan, Rusya’nın giderek ağırlığını hissetirdiği Doğu Akdeniz’de ABD’nin kullandığı oyuncuların Türk devleti tarafından tehdit olarak algılanması; Türkiye’nin Suriye’de kullandığı oyuncuların da Rusya tarafından tehdit olarak değerlendirilmesi bu suni dengeyi daha da kırılgan hale getirmektedir.

Söz konusu uluslarası durumdaki değişme her an bu dengeyi bozabilir. Bu durum Türk devletindeki dengeleri de bozar, Erdoğan’ın iktidar konumunu yitirmesine yol açacak gelişmelere yol açar. Erdoğan’ın içerideki ittifakına daha gözü kara dinci örgütleri dahil etme çabasının önemli bir saiki de bu olasılıktır.

Tekrar olsun, Erdoğan figürü olmaksızın bu iç ve dış koalisyonun sürdürülmesi kabil değildir. Onu çekip alırsanız, bütün bu güçler, en azından bir süre için havada kalırlar. Belirsizlik riski aktüel hale gelir.

Bu bakımdan iç ve dış bütün bu güçlerin Türkiye’deki siyasal gelişmelere, olası siyasal gelişmelere müdahil olmamasını beklemek safdillik olur. Bütün taraflar açısından bu müdahalenin boyutları kaybedilecek şeylerin önemiyle doğru orantılıdır.

Bu arada, devlet içindeki ve devletler düzeyindeki politik suni dengenin ekonomik finansmanının Türkiye’de ve dünyada giderek kötüleşen koşullar dolayısıyla mevcut haliyle sürdürülmesi güçleşmektedir. Unutmayalım ki, bütün bu dengeler başta emekçiler olmak üzere halk sınıflarının ekonomik refahıyla bağlantılıdır. Bu refah bugün itibarıyla reel olarak erozyona uğramıştır.

Neo-liberal ekonomik anlayış her yerde olduğu gibi, Türkiye’de de ekonomiyi iyice kırılganlaştırmaktadır. Bu durum, süreğen bir kriz hali olarak kendisini dışa vurmaktadır.

Suni dengeler yukarıdan kurulur. Aşağıdan gelen reel toplumsal taleplere referans vermezler. Yani iç dinamiklere dayanmazlar. Bu koşullarda, içeride, en geniş kitleler nezdinde sürekli rıza üretilmesine, yeniden -üretilmesine muhtaçtırlar.

Yalnız bu noktada, Franklin Roosevelt’in bir saptamasını da hatırlatmak isterim : İhtiyaç içindeki insanlar özgür değildirler. Özgür olamazlar.

AKP rejiminin “böl/yönet” taktiğine hizmet eden kültüralist söylemiyle ta başından elde ettiği ideolojik meşruiyet, artık tersten ve çok daha nitelikli kitleler tarafından taşınan kendisini hedefleyen bir silah haline dönüşmektedir. Ekonomik dengelerdeki dramatik bozulmayı ideolojik araçlara abanarak kapatma çabasının artık sürdürülebilir olmadığı açıktır. AKP rejimi giderek genişleyen ve nispeten nitelikli bir kitlenin nazarında meşruiyetini kaybetmektedir. Kılıçdaroğlu etrafında oluşan geniş koalisyon bu halin somut siyasal dışavurumudur.

Yağmacı, sadakacı, spekülatif lümpen ekonomik gelişme anlayışına dayanan yapının iyileştirilmesi ya da regüler, rasyonel bir ekonomik anlayışla dönüştürülmesi, en başta Erdoğan ailesi tarafından temsil edilen bu ekonomik rejimin öznel dayanakları, ona eklemlenmiş çıkar gruplarının yani oligarşinin konumları dikkate alındığında olanaklı değildir.

Muhtemelen Erdoğan bir kez daha seçim kazanacaktır. Daha doğrusu, bir kez daha ona kazandırılacaktır. Ancak AKP rejimi ve hatta Erdoğan’ın bizzat kendisi de artık bu dengenin ağırlığını çekebilecek halde değildir. Erdoğan’ın kazanmasından sonra başlayacak süreç bu rejimin bütün defolarını açığa çıkartacaktır.

Daha erken bazı yazılarımda da belirtmiş olduğum gibi, Erdoğan, bir tarihsel Mefisto rolünü de üstlenerek, bizi bir devrime ya da devrimlere taşımaktadır. Bunun için bu rejimin dayandığı kırılgan dengeleri devrim adına sokaktan zorlamak, sarsmak gerekiyor. Devrimci siyasal buhrandan korkmaz; siyasal buhranın süreğenleşip, derinleşmesi için çalışır.

Bugün AKP rejimi 2013’ten daha zayıf; biz 2013’ten daha güçlüyüz.

Mücadele sürüyor

İlk turu gerçekleşen seçimlerde yine bir “AKP devri klasiği” ne tanık olundu. AKP, daha önceki seçimlerde de görüldüğü gibi, göstere göstere tezgahını kuruyor, oyları istediği gibi manipüle ediyor, muhalefet de izliyor. İzlerken, zaman zaman cılız bazı itirazlarda bulunuyor. Sonuçta, “atı alan Üsküdar’ı geçiyor”. Solcular dahil, muhalefet de bu sahte sonucu kabulleniyor.

Bu kez, seçim kararı alınmadan önce AKP, YSK’yı ve seçimlerle ilgili mahkemeleri yeniden düzenledi. . Karşısına çıkacak adayın kim olacağına bile kendisi karar vererek, muhalefeti dizayn etti. Muhalefetse, daha önceleri yapmış olduğu gibi, siyasal akılla izahı mümkün olmayan, adeta her şeyi kabullenen davranışlar sergiledi.

Muhalefet, seçimler gündeme gelirken vahim bir anayasal suça da, ahmakça bir özgüvenle, ortak oldu. Bu ülkenin demokratikleşme tarihi anayasa mücadelesi tarihi olarak da okunabilir. Bizzat CHP’nin kendisi de bu mücadeleden çıkmıştır.

Gelgelelim, öncelikle Erdoğan ve ailesinin ihtiyaçlarına göre oluşturulmuş, onların çıkarlarına hizmet ettiği ölçüde işlerliği olan bu rejimin anayasal çerçevesinin dahi AKP tarafından ihlal edilmesi karşısında CHP ve sosyalistler kararlı, etkili bir direnç gösteremediler. Bu mevcut “kişiye özel” anayasanın çerçevesi içinde hareket edilmesi için direnmediler. Anayasının aksi yöndeki maddelerine rağmen Erdoğan’ın aday olmasına CHP resmen itiraz dahi etmedi.

Yani muhalif güçler hukuksuzluktansa, düzenin (ne kadar sorunlu olursa olsun) hukuksal çerçevesi içinde hareket edilmesi talebini kararlı olarak yükseltemediler.

Erdoğan için her hukuksal kodlamanın bir sınırlama anlamına geldiğini, hangi anayasa ya da hukuksal düzenlemeyi keyfi şekilde uygulamaya koyarsa koysun, bir süre sonra bu düzenlemenin Erdoğan Ailesi ve yandaşlarının ülkeyi yağmalama iştahı ve hızı karşısında bir engel haline geldiğini görmek istemediler. Böylece de AKP’yi kendi silahıyla vurma avantajını kullanamadılar.

Otokratın kişiliğinde somutladıkları siyasal kavganın aynı zamanda bir anayasa kavgası olduğunu ihmal ettiler. Bu bakımdan, muhalefetin anayasa karşısındaki tavrı fiilen otokratın kaale almama tavrından farklı olmamıştır.

Genel olarak devrimci sosyalist harekete baktığımızdaysa, özellikle 2013 Gezi Ayaklanması’ndan sonra parlamento ve başkanlık seçimlerinin odağında yer aldığı bir savaşımın fiili stratejik hedef olarak benimsenmiş olduğunu saptıyoruz. Devrimci perspektif lafta kalmıştır. Devrimciler devrimi unuttular.

2013 sonlarından itibaren sürekli olarak seçimler etrafında demokratik mücadeleye yoğunlaşmak sol hareketi, reel olarak, “Tayyip Erdoğan’sız AKP rejimi” talebini yükselten düzen muhalefetinin peşine takmıştır.

Şimdi durum böyleyse, daha ileride, parlamentoya girildiğinde, örneklerini daha önce Batı Avrupa’da görmüş olduğumuz gibi, devrimden söz etmenin “aşırılık” veya “çoçukluk hastalığı” olarak yaftalanması beklenmelidir.

Parlamento için savaşım devrimci sosyalistler için işlevsel manada bıçak gibidir. Hem ekmek hem insan kesmek mümkündür. Burjuva düzeni ancak devrimle sosyalizme dönüştürülebilir. Çok özel koşullar gerektiren çok küçük bir olasılığı abartmak “çocukluk hastalığı” olamaz. Bunun tersini savunmak oportünist bir tavır olarak düzeni meşrulaştırmaya hizmet eder.

Devrimi gerçekleştirmiş, özgüvenli, yüksek moralli bir partinin gerçekliği okuma biçiminin, zor bir mücadele içinde devrim gerçekleştirmeye çalışan partinin gerçekliği okuma biçimine göre esneklikler göstermesi, barışçıl araçları olumlaması tolere edilebilir. Ancak bu onun kabul edileceği anlamına gelmemelidir. Kaldı ki bu tür bir olasılığı dile getirenlerin kendileri dahi barışçıl olmayan bir kalkışma sonucunda iktidarı almışlardı.

Bugüne kadar hiç bir gerçek toplumsal devrim zorsuz, şiddetsiz, terörsüz gerçekleşmemiştir. Robespierre’imizin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, “devrimsiz devrim olmaz”. Hiç kuşkusuz, bu durum devrimcilerin tercihinden değil, düzenin tercihlerinden, devrimcilere karşı kullandığı araçlardan kaynaklanıyor.

Özellikle Gezi’nin sönümlenmesinden hemen sonra devrimci sol oluşumların kadroları arasında giderek ivmelenen konformist, Kürt ulusalcılığına yaslanmak gibi kolaycı eğilimlerin konsolide edilmiş olduğu gayet net olarak saptanabiliyor.

Buradan çıkmak zorundayız. Öncelikle devrimci sol siyaseti düzen ve onun muhalefeti karşısında, bilindik stratejik hedeflere vurgu yaparak, tabii konformizm engelini aşarak, bağımsız bir siyasal odak olarak konumlandırmak gerekiyor.

Seçime gelince, artık olan olmuştur. En azından yetersizliklerimizle, konformizmle oluşmasında bizim de siyasal katkımızın bulunduğu bugünkü koşullarda, seçimin ikinci turuna mümkün olan en geniş katılımla gitmek, sandık güvenliği için örgütlenmek elzemdir. Bunu sadece Kılıçdaroğlu’na kazandırmak için değil, yüzde ellinin çok üstünde bir oyla “adama kazandırmamak” adına yapmamız gerekiyor. Erdoğan ne kadar fazla oy alırsa, rejimi o kadar çok fütursuzlaşacaktır. Kimsenin şüphesi olmasın.

“AKP Rejimi” seçimle sona erer mi?

AKP rejimi, eski dünya düzeninin çöktüğü, yerine yenisinin kurulamadığı koşullarda, Anglo-Amerikan emperyalizminin dünyayı fethetmek için çıkış noktası olarak gördüğü BOP hamlesi sırasında, onun ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde dizayn edildi.

Emperyalistlerin söz konusu hamlesi Suriye halkının direnişiyle boşa çıkartılınca, AKP rejimi üzerindeki emperyalist kontrol da aksamaya başladı. Rejim özellikle de “neo-con” ların başarısız darbe girişiminden sonra geniş bir hareket alanına kavuştu. Bu genişlemiş alanı kendisini tahkim etmek için kullandı.

Temel olarak kamu kaynaklarını, kamu mallarını ihaleler, varlık fonu vb araçlarla yağmalamaya dayanan bir düzen kurdu. Büyük parasal kaynakları kontrol etmeye başladı. Bunun temini için gerekli olan hukuksal, siyasal kurumsal yapıları oluşturdu. Ayakbağı ya da kendisi için tehdit olarak algıladığı eski kurumsal yapıları yozlaştırdı, dönüştürdü veya ortadan kaldırdı.

Bu yapılar sayesinde devasa para kaynakları ve sermaye sınıfı üzerindeki egemenliği dramatik ölçüde güçlendi. Artık söz konusu ekonomik kaynaklar Tayyip Erdoğan ailesi ve onun yakın çevresi tarafından denetleniyor. Onun tarafından “yandaş” tabir edilen kesimlere dağıtılıyor. Böylece sermaye sınıfı da yeniden dizayn ediliyor.

Kuralsız, kayırmacı, kamu bankalarının usulsüz kredileriyle desteklenen, yap-işletçi inşaat ihalelerine öncelik tanıyan lumpen birikim anlayışının yol verdiği “lumpen sermaye” olarak adlandırılabilecek sermaye, başta Tayyip Erdoğan’ın şahsında palazlandı.

Rejim bu ekonomik düzeni, ekonomik düzen de rejimin işleyişini sürekli besliyor. Ancak rejimin bu işleyişi her geçen gün daha geniş halk kesimlerini yoksun ve yoksul hale getiriyor. Orta katmanlar sürekli olarak (kapitalist dünyanın genelinde de tanık olduğumuz gibi) yoksullaşıyor. Zenginlikler giderek çok daha dar bir kesimin kontrolüne giriyor.

Emek örgütlerinin bu düzene uyarlanmamak için direnenleri ya baskılanıyor ya da işlevsiz hale getiriliyor. Diğer taraftan da, ara ara ücretli kesimlere, hayat pahalılığı ve yoksulluk olarak kendilerine geri dönen, ulufe dağıtılıyor. Böylece aralarla kitlelerin gazı alınmak isteniyor. “Tek adam” yönetimi bu bakımdan çok işlevsel oluyor.

Rejim, denetiminde bulunan enformatik araçlar sayesinde Türkçü-İslamcı motiflerin baskın olduğu eklektik ve tamamen demagojik kültüralist çağrıları kitlelere empoze ederek onların kafalarını iyice karıştırıyor.

Muhalefetin ana gövdesini oluşturan Millet İttifakı’nın bu ekonomik düzen ve onun enformatik söylemiyle esastan bir sorunu yok. Şikayet ettikleri, kuralsızlık, kayırmacılık, liyakatsizlikle suçladıkları tek adam rejimidir. Yoksa, onun ekonomik ve emperyalist siyasal çizgisiyle ihtilafları yoktur.

Seçimlere bu tablo içinde giriliyor. Bu rejimin bir seçimle alt edilebileceğinin propagandası yapılıyor. Yanlıştır. Sosyalist sol da, genel olarak, bu propagandadan medet umuyor. Seçimleri muhalefetin kazanması halinde rejime sürdürülebilirlik adına ayar verilecektir. Tahkim edilecektir. Böylece, devrimci bir kalkışma olasılığı ötelenecektir.

Bununla birlikte, “tek adam” anlayışının olası tasfiyesiyle, otokratik yönetim anlayışı zayıflayacak, emekçi kitlelerin demokratik örgütlenmesinin önü bir ölçüde açılabilecektir. Rejimin daha otoriter bir yapıya doğru evrilmesi önlenecektir.

Ancak her iki durumda da, rejimin sürdürülebilmesi mümkün olmayacaktır. Devrimci ortamın oluşturulabileceği koşullar kaçınılmaz görünmektedir. Erdoğan’ın kazanması rejimi, daha otokratik, daha faşizan bir evreye taşıyacaktır. Bununla beraber devrimci kırılma olanak ve olasılığı yüksek olacaktır.

Seçim öncesi ülkede genel hava Erdoğanlı AKP rejiminin kaybedeceği yönündedir. Oysa anketlere bakılacak olursa, Erdoğan geçmişte çok güçlü olduğu bir çok yerde hâlâ çok güçlüdür. Yüzde 60-70 oy almış olduğu, aralarında depremden zarar gören kentlerin de bulunduğu yerlerde, bu oranların üç beş puan altında da olsa, halen güçlüdür. Bunu ihmal etmemek gerekir. Yani muhalefet adına sonuç çantada keklik değildir. Muhalefetin çok parçalı yapısı da, Erdoğan gibi çimento işlevi gören bir figürden yoksun oldukları için kararsız seçmenler bakımından aleyhte bir faktördür.

Sosyalist sola gelince, bu kadar önem atfetmiş oldukları bir seçime gerçek bir güçbirliği halinde hazırlanmamış olmalarının izahı yoktur. Bu yüzden kendilerini emekçi sınıflar, ilerici kesimler nezdinde, bu rejime karşı bir seçenek haline getirememişlerdir.

14 Mayıs’tan sonra tufan

Bilindiği gibi, Türkiye’de bugünkü siyasal yapı, emperyalistlerin BOP’u uygulamaya hazırlandıkları bir sırada, belli bir süreç boyunca oluşturuldu. Bu süreçte Gülen Cemaati, kendisine tahsis edilmiş parasal olanakları ve devletin en stratejik konumlarında kendisi için açılmış geniş alanları kullanarak etkin bir rol oynadı. O yıllarda bu cemaat ABD’de, Bush yönetiminde ağırlıklı bir yeri olan, “neo-con” veya “yeni muhafazakâr” tabir edilen siyasal ve entelektüel oluşumun himaye ve kontrolündeydi.

Cemaat basit, lokal bir dinsel tarikat olarak ortaya çıkmış olsa da, emperyalist siyasetin İslam coğrafyalarındaki ihtiyaçlarına yanıt vermesi için ABD’deki modele uyar şekilde, yeni-muhafazakâr siyasal ve entelektüel bir oluşum olarak militan bir anlayışla yeniden dizayn edilmişti.

Yine bilindiği gibi, ABD’de bu anlayışın en önemli öznelerinin çoğu eski liberal, solcu, marksist, troçkist figürlerden oluşuyordu. Önceki soğuk savaşın erken zamanlarında deneyimlenmiş olan kaba anti-komünizm , soğuk savaşın sonlarına doğru, neo-liberal birikim modelinin uygulanmaya başlandığı yeni koşullarda, saldırgan emperyalist siyasetin sürdürülebilmesini sağlayabilmek için söz konusu devşirme figürler marifetiyle kapsamı daha da genişletildiği halde inceltildi.

2007’nin ikinci yarısından itibaren zaten koalisyon halinde iktidarda bulunan bu cemaat, Türkiye siyasetinin ve kültürel ortamının biçimlendirilmesinde, en kirli araçları kullanmaktan kaçınmayarak, daha önce hiç olmadığı kadar etkin bir rol oynamaya başladı.

En çok da, düzen siyasetinin o zaman ki isterlerine yanıt verecek surette, “düzen muhalefeti” ni biçimlendirmek üzerinde yoğunlaştı. Uluslararası ve TC devletindeki bağlantılarını, liberal ve eski solcu avenenin entelektüel yeteneklerini kullanarak muhalif parti liderliklerini, yönetimlerini, siyasal çizgilerini belirlemeye yönelik başarılı operasyonlar yaptı.

Bugün bu Cemaat aracı kriminal bir vak’a olarak siyasal arenanın dışına itilmiş gibi görünse de, oluşumuna eşsiz katkı yapmış olduğu siyasal yapı, bir takım tadilatlarla da olsa, iktidar ve muhalefet olarak bugün de varlığını sürdürüyor. Bununla birlikte, mevcut rejimin 2013’e kadar sürmüş ayarlarından sapma halinde olduğu da açıktır.

İçeride ve dışarıda emperyalist, neo-liberal siyasal bakış açısından, Tayyip Erdoğan iktidarına yöneltilen eleştiriler esas olarak bu sapma üzerine odaklanmaktadır. Rejimin erken zamanlarındaki ayarlarına geri dönmesi talep edilmektedir. HDP de dahil düzen muhalefetinin siyasal argümanlarını özsel olarak bu biçimde okumak meşrudur.

Seçimler için hazırlanan aday listelerine bakıldığında da bu özsel taleple, aday özneler arasında bir çakışma olduğunu saptamak mümkündür. Bu adayların bir çoğu AKP rejiminin erken evrelerinde, bu rejimin oturtulması, yeni-muhafazakâr entelektüel hegemonyanın egemen olması için roller almış figürlerdir.

Öyleyse muhalefet, bütün iddialarının aksine, AKP rejimini fabrika ayarlarına geri döndürmek derdindedir. Artık bu istenilen dönüşü Tayyip Erdoğan’ın yapamayacağına inanılmaktadır.

Gelgelelim, evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Eğer Erdoğan seçimi kazanırsa, artık bu “sandık” demokrasisi oyununa inancını tamamen yitirecek olan en dinamik halk kesimleri bir kez daha doğrudan insiyatif alacak, muhtemelen Erdoğan’ın kişiliğinde vücut bulan bu “BOP siyasal yapısı” nı bir vuruşta tasfiye etmeye kalkışacaktır. Yönü ne tarafa olursa olsun, bu sert bir tasfiye olacaktır.

Eğer muhalefetin adayı kazanırsa, rejim zaman kazanacak, bu sözünü ettiğim tasfiye belki bir kaç vuruşta, ama nispeten daha olağan koşullarda gerçekleşecektir. Bu halde, muhalefetin en önemli işlevi, muhalif kitlenin gazını alarak, böylesi bir sert kırılmayı zamana yayıp yumuşatmak olacaktır.

Her halükârda, emekçi kitlelerin, orta katmanların iktidarı ve muhalefetiyle artık bu rejimi taşıması, ona tahammül etmesi olanaklı görünmemektedir.

Devrimci sosyalistlerin bu gerçekliği öngörüp, bağımsız ve etkin siyasal güç odağı olarak kendilerini iktidarı alacak şekilde konumlandırmaları, kendilerinden beklenen önderlik görevi için hazırlanmaları gerekiyor. Aksi halde, belki de Erdoğan’ın vücudu karşılığında, “gönüllü faşizm” sahne alacaktır.