Hep aynı hikaye

Evet, yine bir seçime gidiliyor. Muhtemelen bu seçimden sonra kapıda referandum bekliyor olacak.

Türkiye’yi kontrol eden güçler bu işi çözdüler. 2007’den beri hepsi şaibeli, hatta en kritik olan bazısının sonuçları resmen, yasal olarak geçersiz olduğu halde bir seçimden ve bir referandumdan diğerine koşturuluyoruz.

Bu popülist rejim dinamizmini bu sürekli daraltılan siyasal alanda, sürekli güdümlenen “milli irade” kurgusundan alıyor.

Biliyoruz, dünya sermaye sınıfı, Mussolini, Hitler deneyimlerinden sonra siyasal olarak açık faşizmin maliyetli ve üstelik kullanışlı olmadığını idrak etti, popülizmler onun yerine ikame edildi.

Popülizmi sermaye sınıfı nezdinde pek kullanışlı kılan en temel özelliği, anti-entelektüel süreçler marifetiyle vasatlaştırdığı, kaşıkla ver/kepçeyle geri al taktiğiyle uyguladığı ekonomik rüşvetlerle satın aldığı, dinci-milliyetçi çağrılarla mest ettiği kitlelerin kafasını mezbeleye çevirmesidir.

Bunu sadece sıradan insanlar üzerinde değil, eğitimli, nispeten entelektüel seviyesi yüksek olarak kabul edilen kesimler üzerinde de başarıyla uygulayabiliyor. Sadece Türkiye’de de değil, gelişmiş denilen dünyada da bunu becerebiliyor.

“Sağlıklı seçim” konusunda da durum pek farklı değil. Mesela, Clinton’ın başkanlık dönemlerinden sonra ABD’de şaibesiz seçimler yapılamıyor. Muhtemelen son başkanlık seçimlerini (seçim süreci boyunca yapılan bel altı tabir edilen vuruşların hedefi haline getirilmiş olmasına rağmen), sandık sonuçlarına göre, Trump kazanmıştı.

Buraya doğru yol kat edilirken, burjuva demokrasilerinin o bilindik ideolojik olarak ayrışmış düzen partileri, merkezin sağ ve solu tasfiye edildi. Popülist araçlarla hepsi aynı hizaya getirildi. Mesela, artık bir “sosyal demokrasi” yok. Olması da olanaklı görünmüyor. O bir ikinci enternasyonal sosyalizm anlayışı olarak varlığını, üçüncü enternasyonal sosyalizminin reel varlığına borçluydu. Bu ikincisi sona erince, birincisinin varlığı da gereksiz hale geldi.

ABD’de sermaye sınıfı özellikle 2.Dünya Savaşı sonrasında, antagonist olmasa da, farklı çıkarları ya da öncelikleri temsil eden, oligarşik fraksiyonlar halinde yeniden örgütlendi. Bundan dolayı orada klasik faşist diktatörlük olanaklı olamadı. Bugün de, Trump’ın maruz kaldığı muameleye bakılırsa, Türkiye dahil, bir çok örneğinde, faşizmin yeni koşullardaki görünümü olan popülizme geçit verilmek istenmiyor.

ABD popülizmle yönetilemez. Popülizm, Trump’ın icraatları sırasında da görüldüğü gibi, devletin bütün kurumlarıyla konsolide olmuş “demokratik” diktatörlüğünü sulandırmak gibi göze alınması olanaklı olmayan bir riski içeriyor. Üstelik de dünya siyasetine egemen olan düzensizliğin büyük bir savaş tehlikesi yarattığı koşullarda…

Yerel seçimler yaklaşırken, son on küsur yıldan beri hemen her seçim öncesinde duymaya alıştığımız, ” bu seçimler AKP’nin geriletilmesi veyahut alaşağı edilmesi bakımından çok önemli, çok kritik, yoksa felaket olur” yollu uyarılar tekrar tedavüle sokuldu.

Buna bir siyaset olmadığı için itiraz edenlere, aslında bunun iktidarla birlikte rejimin siyasal bileşeni olan, iktidarla birlikte süreç içinde rejimin sürdürülebilirliği için dizayn edilmiş muhalefetin, dolayısıyla da rejimin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacağını söyleyenlere, “çocukluk hastalığına yakalanmış ” sapkınlar muamelesi yapılmak isteniyor.

Bu dünya ve bölge koşullarında, bu rejimden seçimler yoluyla kurtulmak mümkün görünmüyor. Zaten hep söylüyorum, seçim yapılmıyor. Adeta bir danışıklı siyasal oyunun figüranları haline getirildik. Şu kadar zaman geçti, son başkanlık seçimlerinde olup biteni, bütün açılarıyla, hâlâ niye okuyamıyoruz?

Rejim sadece düzen partilerini değil, sosyalistleri, komünistleri de çekip çeviriyor. Onları da, işine geldiği ölçüde, bu “milli irade” yanılsamasının oluşturulmasında kullanarak siyasal meşruiyetinin yeniden üretilmesine dahil ediyor.

Yanı sıra sol, belediye seçimleri gibi yerelliklerde çıkış yapma olasılığının bulunduğu koşullarda dahi anlamlı, geniş işbirlikleri yapamıyor. İddialı olunabilecek yerlerde, esas olarak, diğer sosyalist seçeneklere rakip olunuyor. Rejim daha ne ister?

“Geri bırakılmış bölge ” retoriğini sakız gibi çiğneyenler, orada belli bir yerde bir mevzi kazanıyor. İyi işler de yapıyor. Orada devam ederek, etrafına da örnek olma olanağı varken, nedense, gelişmiş Batı’ya kapak atmak, Dimyat’a pirince gitmek ihtiyacı duyuyorlar.

Kürt siyasetine gelince, bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu rejimin ve onu arkalayan uluslararası güçlerin doğal müttefiki olarak görülmek gerekir. Türkiye’nin demokratikleşmesi,, “demokratik cumhuriyet”, bu rejime, onun entegre olduğu emperyalist siyasete karşı cepheden mücadele etmekle olanaklı olabilir. Bu yolda son yirmi küsur senede Kürt siyaseti ne yapmış, hangi katkıyı sağlamış? Bu koşullarda, özellikle “açılım”dan itibaren girdiği yoldan çıkması olanaklı görünmüyor.

“Seçimleri çıkıp protesto edelim” demiyorum. Çünkü bu davetin de bu koşullarda siyasal bir anlamının olmadığının farkındayım.

Yapılması gereken, emekçileri, halk sınıflarını devrime, devrimden başka bir yolun çözüm olmayacağına ikna etmektir. Bu kısır döngüyü kırmanın tek yolunun devrimci sosyalist iradenin yol göstereceği bir siyaset olduğunu ısrarla anlatmaktır. Devrimci enerjimizi buna hasretmemiz gerekiyor. Devrim demek iktidar demektir. Bunu unutmuyoruz.

Devrim talep etmek, iktidar ve muhalefetiyle bu rejimin gayri meşruluğunu ilan etmek, ondan kopmak demektir.

Öyleyse, zam, zulüm,işkence rejimine karşı tek yol devrim!

AKP hilafeti geri getirmek mi istiyor?

AKP’nin mevcut siyasal literatürde bulunan kavramlar çerçevesi içinde tanımlanması güç düzensizlik düzeni, iki dünya savaşının ardından, yani daha öncekiler gibi savaş ya da savaşlar marifetiyle kurulmuş, dünya düzeninin çökmesinden sonra oluşan kaotik ortamda gerçekleşti. Halen iktarda bulunması, dünyadaki düzensizlik hali hesaba katılmadan açıklanamaz.

Aynısını, pekala Sovyet Devrimi ve bizim Cumhuriyet Devrimi içinde söyleyebiliriz. Her iki olay da, dünyada “pax Britanica” tabir edilen hegemonik düzenin çöktüğü, 1946’ya kadar yeni bir dünya düzeninin kurulamadığı düzensizlik koşullarında yükseldiler.

AKP, öncelikle, dünya hakimiyetini adeta panik halinde ilan etme ihtiyacı duyan ABD’nin hakimiyetini kurmasında kullanacağı araçlardan biri olarak tasavvur edildi. Zemin temizlendi. Önü açıldı.

Zaman içinde, bu Anglo-Amerikan hakimiyetinin olanaklı olamayacağının anlaşılmasıyla, AKP’nin üzerindeki kontrol gevşedi. Görece daha geniş bir siyasal hareket alanı buldu.

Ancak, ihmal edilen bir konu var. Eğer emperyalistlerin çıkarlarına hizmet edecek bir iktidar ya da rejim projesi hazırlanacaksa, bunun muhalefetinin de tasarlanması gerekir.

AKP iktidarının yerleşme sürecine koşut olarak muhalefetin de dizayn edildiğini gördük. Mesela, 6’lı Masa’nın bugün artık yerine getirmiş olduğu işlevi daha net olarak kavrayabiliyoruz. Tabii bu dizayn halen devam ediyor.

AKP’nin bu kadar dayanıklı olmasının önemli bir nedeni muhalefetsiz oluşu. Veyahut, aynı anlama gelmek üzere, muhalefeti sürekli dizayn etmesi. Daha önce bir çok kez söylediğim şeyi yineleyeceğim: Somut pratik anlamında, iktidarı alma hedefi, kararlılığı olan bağımsız bir siyasal heyet bugüne kadar ortaya çıkmadı. Niyetler, niyetliler olabilir, ama bir siyasal-programatik kararlılıkla uygulamaya geçmek başka bir şeydir.

Doğrusu, AKP de bu tür olası niyetleri iyi okuyarak muhalefetin kontroldan çıkmasını engellemeye yönelik adımlar attı. Son başkanlık seçimlerinde buna bir kez daha tanık olduk. Halen AKP’nin muhalefeti dizayn etme mesaisi devam ediyor.

Bu anlamda, yani rakiplerinin ve olası rakiplerinin edimleri üzerinde yönlendirici bir kapasiteye sahip olma anlamında, AKP gerçekten iktidar sahibidir. Bu sayede ülkeyi, ihtiyaç duyduğunda, “olağanüstü hal” ilanlarıyla müdahale edebildiği bir düzensizlik içinde yönetiyor.

AKP, dünyada ve ülkede, bir düzen kurulursa, bunun iktidarının sonu olacağının gayet iyi farkında. Deniliyor ki, “AKP eski rejimi, cumhuriyeti yıktı; ama yerine yeni bir şey kuramadı”.

Bir kere, Cumhuriyet AKP devrinde, öyle üç beş yılda, yıkılmadı. Cumhuriyet, 1946’dan itibaren (ama ilk somut hamle Bayar’ın 1937’deki başbakanlığıdır) yeni bir yörüngeye girme kararı aldı. Yazgısını hararetle taraf olduğu soğuk savaşın yazgısına bağlamış oldu.

Bu kararın, olumsuz bir vurguyla, sorumluluğunu tek başına İnönü’ye yüklemek haksızlıktır. Türkiye Tanzimat’tan beri izlediği doğrultuyla tutarlı bir tercih yapmıştı. Uluslararası kapitalizme entegre bir burjuva cumhuriyeti Tanzimat’ın nihai hedefiydi.

Cumhuriyet Tanzimat’ın programını kararlılıkla uyguladı. Bilindiği gibi, bu program bu hedefe ulaşmanın kültürel bir dönüşüm gerçekleştirilmeden başarılamayacağını öngörmüş, uzun bir zaman için kültürel dönüşümlerin, inişli-çıkışlı tempolarıyla, toplumsal-ekonomik değişimlerin önünden koştuğu bir süreç görünümü kazanmıştı.

Tanzimat’ın siyasal yöntemini benimsemiş Cumhuriyet’te de bu görünüm devam etti. Tanzimat ve onun siyasal zirvesi olan Cumhuriyet bir uygarlık değiştirme programı olarak görülmek gerekir.

Elbette böyle kapsamlı ve iddialı bir programın tam anlamıyla kendisini gerçekleştirmesi beklenemezdi. Özellikle de toplumsal dönüşümlerin görece ihmal edildiği koşullarda. Bu iddialı program, kendi mecrasında, asla küçümsenmemesi gereken mevzi başarılar elde etmiştir.

Atatürk daha 1930’da, Serbest Fırka olayıyla, restorasyon için zemin yoklamıştı. 1937’de Bayar’ı başbakan yaparak bu kez doğrudan kendi partisinin içinden bu süreci başlatmak istedi. Atatürk ve etrafındaki hizbin her iki hamleleri, düzen kurmakta olan İsmet Paşa ve asker/sivil bürokrasi için zamansızdı. Zamanlama hatasıydı.

Atatürk’ün popüler karizmasının da katkısıyla İnönü’nün direnişi kırıldı. Ancak, haklı olan İnönü ve bürokrasiydi. Nitekim, yaklaşan savaş dolayısıyla bir süre ertelenen süreç, ancak İsmet Paşa gibi düzen kurucu bir figür tarafından uygulanabildi.

Bugün siyasetten düzensizliği anlayan Erdoğan ve avenesinin İnönü alerjileri bu açıdan da okunabilir. İsmet Paşa, en ufak bir düzensizliğe dahi tahammül edemeyen, bir düzen adamıydı. İsterseniz, devletin bedenleşmiş haliydi.

Ha bu arada, bir eleştiri dolayısıyla şunu da ifade edeyim : Kültür devrimi olmadan, toplumsal dönüşümleri yerleştiremezsiniz. Ancak Tanzimat gibi programlar (örnekse, Rusya’da Petro’nun, Japonya’da Meiji’nin uygulamaları) genel olarak kültürel olana özel bir önem atfetme ihtiyacı duymuşlardır. Bunların bürokrasi eliyle, uzun bir süreç öngörülerek uygulandıklarını unutmamak gerekir. Toplumsal devrimlerle karıştırmayalım.

Ancak zaman içinde o devrimler kadar, hatta çok daha derin değişimlere yol açmış olduklarını da kabul edelim. Eğer uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakılırsa, Tanzimat tarihimizdeki en radikal dönüşüm hareketidir. O kadar öyle ki, Cumhuriyet’i onsuz tasavvur edemeyiz. Yöntemsel yanlışları başka bir konu, genel sonuçları itibarıyla restorasyonu, geri döndürülmesi olanaklı olmayan, tamamlanmış bir olgudan çok, kendisini adeta önüne geçilmez bir süreç olarak dayatmış bir programdan söz ediyoruz. Rusya’da da, Japonya’da böyledir.

Bakınız somut bir Çin örneği var. Öncesini bir yana bırakalım. 1949’da toplumsal devrimini yapıyor. Yetmediğini görüyor. O sıralarda, model aldığı SSCB’de Hruşçov restorasyonu başlıyor. Restorasyonun ilk hamlesi pazar ekonomisini sosyalist sistemin içine sokmak, böylece sistemi çözmekti. Sosyalist programını uygulamaya çalışan ÇKP paniğe kapılıyor. 1958’de Büyük İleri Atılım’la yanıt veriyor. Yürümüyor.

SBKP, restorasyonu programatikleştirip, derinleştirmek istiyor. Önce 1961’deki 22.Kongre, sonra Hruşçov’un bu programın uygulanması önünde engel oluşturduğunun görülmesiyle, Kosygin-Brejnev-Suslov yönetimi daha fazla alan açıyor.

Biliyoruz, bu tür işleri daha solda görünenlere yaptırmak siyasal bir yöntemdir. “Avrupa komünizmi” nin temellerini atar, uygulamasını başlatır; ama teorik olarak ona karşı görünür. Bu bakımdan, Kosygin-Brejnev-Suslov uyumlu bir ekiptir. Brejnev, Kosygin ve Suslov kanatları arasında dengeyi temsil eder.

Soğuk savaşın sert koşulları, ve tabii bu arada, Çin’in de emperyalist blokla ittifak kurması, pragmatist- teknokrat Kosygin’in Sovyetler Birliği’nin, daha erken bir zamanda, Deng’i olmasını engelledi.

Çin’le ilgili sonuç olarak şunu söyleyeyim, bugünkü Çin, (ekonomik temelleri 1949-1978 yılları arasında merkezi planlamayla bir ölçüde atılmış olsa da) 1966’da resmen ilan edilen Kültür Devrimi’ nden çıkmıştır. Devrimin Mao’nun ağzından işitilen hedefi üstyapı kurumlarındaki, devlet ve parti kast ediliyor, revizyonist eğilimleri ortadan kaldırmak, Sovyetlerdeki 20.Kongre’nin Çin’e yansımalarını bertaraf etmekti.

Evet, sosyalizm adına hedefine ulaşamamıştır, halen devrimlerin kazanımları burjuva toplumunun temellerinin atılmasına hizmet etmektedir. Tamam. Ancak bu devrimlerle, özellikle de kültür devrimiyle girilen süreç geri döndürülemez büyük, genel bir çağdaşlaşma hareketi olarak okunmalıdır. En somut sonuçları arasında kadınların toplumsal konumunda elde edilen kazanımların ayrıcalıklı bir yeri vardır. Kadının toplumsal konumunda radikal değişim gerçekleştirmeden hiç bir çağdaşlaşma hamlesi başarılamaz. Sosyalizm de ancak bu çağdaşlaşma zemini üzerinde yükselebilir.

Yıkılan son dünya düzeninde iki sosyalizm pratiği vardı. Birisi, 2.Enternasyonal sosyalizmi olan “sosyal-demokrasi” (Bu açıdan, sık yinelenen “Marks’ın, gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalizm öngörüsü tutmadı” eleştirisi doğru değildir) ; diğeri, 3.Enternasyonal pratiği olan “reel sosyalizm” ( “Azgelişmiş ülke” deneyimi olarak bu ikincisi, birincisini öncelemiş ve koşullamıştır) . Bugünkü Çin’in kapitalizme mesafesi, bu her iki deneyime olan mesafesinden daha kısadır. Özellikle sosyal siyaseti itibarıyla.

AKP’ye gelince, AKP ve muhalefetine birşey kurmaları için rol verilmedi. SSCB’nin düşmesiyle, boşluğa düşmüş ve zaten epeydir nefes alması zorlaşmış olan Cumhuriyet’i emperyalizm lehine yıkmaları için görevlendirildiler. Yani yıkımı sonuçlandırmaya geldiler, ama yenisini kurmaya değil. Öyle bir dertleri de yok. Dertleri, bu misyonun ödülü olan “han-ı yağma” yı büyütmek, ” tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yemek” tir.

En korktukları şey, yasadır, kuraldır, kurumdur, düzendir. Onun için hiçbir “anayasa” AKP’ye yetmiyor. Yetmeyecektir.

Şimdi “hilafet” kuracağından dem vuruluyor. Bravo, halen AKP anlaşılamamış! Oysa gayesi, düzensizliği derinleştirmek. Bunu daha önce bir çok kez, ölümü gösterip, sıtmaya razı ederek yapmamış mıydı? Son yirmi yılda sermayeleri hayal edemeyecekleri ölçüde katlanmış finans- sermayesi, bunu dinsel ve milliyetçi ideolojilere abanarak gerçekleştirdi. Sadece Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın tümünde.

Finans-sermayesinin palazlanması, halkların yoksullaştırılması demektir. Yoksullaştırılanların tesellisi için dine, bir çok söylemde onunla eklemlenmiş milliyetçiliğe ihtiyaç duyuldu. Duyulmaya da devam edilecek. Ne AKP ne CHP bu ideolojik kombinasyondan vazgeçemez.

Bu arada, sosyalist solun hali de iç açıcı değil. Toplumsal olarak bağlantılı olmaları gereken emekçi kesimlerle bağlantıları yok. Bu kesimlerle mesafesi açıldıkça, AKP gericiliğinden tedirgin olmuş kentli orta sınıfları hedef kitlesi haline getirerek, daha fazla “Atatürk Cumhuriyetçiliği” ne yaslanıyor.

Şu yerel seçimler öncesinde ortak adaylar göstermek, veyahut güçbirliği yapmak konusunda bir iradeye ve kudrete sahip olamadıkları görülüyor.

Deniliyor ki, TİP’in İstanbul Kadıköy’de belli bir oyu var. Şimdi o bir aday göstereceğini ilan ediyor. Bu arada, Dersim’de başarılı olmuş başkan, nedense, neden aynı yerde devam etmemesi gerekli görülüyorsa, Kadıköy’de (üstelik de müttefiklerden birisinin bir oldu-bittiyi sineye çektiği koşullarda) aday olarak ilan ediliyor. Tabii, bu gibi durumlarda genellikle olduğu gibi, medyanın gazıyla…

Sonucun kibarca, “beklentilerin gerisinde” olacağı öngörülemiyor. Yazık!

Bir feodal “orta şark” kültürüdür, kişi “parmağında peyniri gördüğünde, kendisini mandırada sanır” .

Bu arada, Merkez Bankası başkanı, tıpkı onu oraya tayin edenin ülkeyi, devleti kendi mülkü gibi görmesi gibi, bankayı ailesine ait görüyor. Şarkta hanedanlıklar sona ermez. Demirel, Özal, Yılmaz, Çiller, Erdoğan hepsi ailece gelip, (bu kısmı biraz zaman da alsa) ailece gidiyorlar.

Aynı feodal kültürün farklı görünümleri, “parmağındaki peynire bak” diyen medyanın kolayca gazına gelmiş belediye başkanı; medyanın şişirdiği, kamunun bankasını aile mülkü gören banka başkanı…

Şeyh Sait kalkışması gericidir

Yazdığı ve söylediğiyle hiç bir zaman ilgilenmediğim mebzul miktardaki köşe yazarlarından birisinin yazısı ya da sözleriyle Şeyh Sait ayaklanması etrafında başlatılan tartışma, ülkemiz burjuva siyasetine hakim olan oportünizmi, eyyamcılığı bir kez daha gözler önüne sermesi itibarıyla işlevsel olmuştur.

Benzer bir tartışma epey bir zaman önce Alevi feodal önder Seyyit Rıza olayı bağlamında da yapılmıştı.

Daha önce de yazmıştım, bu iki önderin Türk kemalist burjuva demokratik devrimi karşısındaki tarihsel-siyasal konumları gericiydi. Her ikisi de mutlak monarşiye, feodalizme doğru, yani tarihsel olarak geriye doğru irticai hareketlerin siyasal temsilcileriydi.

Şeyh Sait hareketi de bugünkü hakim Kürt siyaseti gibi anti-emperyalist değil, tersine emperyalist devletlere dayanarak emellerini gerçekleştirmek düşüncesindeydi. Bunun altını özellikle çizmek gerekir.

Kemalist hareketin demokratik içeriğinin sınırlı olduğunu, özellikle Kürt ulusal sorunu konusunda aksadığını biliyoruz. Ona karşı çıkan, gündem olmaları nedeniyle, Seyit Rıza ve Şeyh Sait hareketlerinin, ulusal demokratik, laik cumhuriyetçi bir içeriklerinin bulunmadığı da açıktır. Dahası, her iki harekete de, tarihsel-siyasal manada, ulusal bir karakter atfedilemez.

Sait liderliğindeki ayaklanmaya İstanbul’daki Kürt Teali Cemiyeti’nin destek vermiş olmasından hareket edilerek bu ayaklanmaya ulusallık atfedilemez. Kaldı ki, ulusallık söz konusu olsa bile onun siyasal içeriğine bakılmadan, ilericilik atfedilemez. Her ulusal kurtuluş hareketi ilerici değildir.

Eğer kemalistlerin demokratik devrimi karşısında, o devrimin tutarsızlıklarına, eksikliklerine ve bu çerçevede uyguladığı baskılara karşı demokratik ulusalcı, laik cumhuriyetçi, veyahut sosyalist devrimci kalkışmalar söz konusu olsaydı, elbette ilerici direnişlerden söz edebilirdik. Bu kalkışmalara saygı duyar, savunurduk. Nitekim, kemalist rejim karşısındaki, cılız da olsa, sosyalist direnişi sahiplenmek her sosyalisten beklenen bir siyasal davranıştır.

Şimdi, bu gerici kalkışmalar karşısında burjuva devrimci kemalist yönetimin vermiş olduğu tepki, bu tepkinin dışa vurulduğu orantısız şiddet tartışılabilir. Ancak bu farklı bir tartışmanın konusudur.

Tekrar olsun, Şeyh Sait hareketi, tıpkı Seyit Rıza hareketi gibi feodalizme, mutlak monarşiye doğru gerilemeyi temsil ettiği için gerici bir kalkışmaydı. Her ikisinin de anti-emperyalist bir boyutu yoktu. Tam tersine, şu ya da bu derecede anti-emperyalist burjuva devrimci Türkiye’ye karşı emperyalist siyasetle aynı frekansta yer almaktaydılar.

Bu tartışmalar çerçevesinde çıkıp, “efendim acıları deşmeyelim, bu konuyu tarihçilere bırakalım” demek tam bir sahtekarlıktır. Eyyamcılıktır. Bir kere, tarih yorumu, tarih yazımı siyasal ve ideolojik bir pratiktir. İkisini ayrıymış, bağdaşmazmış gibi sunmak siyaseten oportunizmdir. “Konuyu siyasallaştırmayalım, tarihçilere bırakalım” mealindeki kıvraklık, tarih bilimi ve yöntemi açısından, “utangaç” revizyonizmdir.

Dediğim gibi, bu ayaklanmaları bastırmakta kullanılan yöntem ve araçlar başka bir tartışmanın konusu olabilir. Cumhuriyet yönetimin abartılı, sorumsuz (Seyyit Rıza olayı söz konusu olduğunda yer yer vahşice) bastırma yöntemleri kabul edilemez. Gelgelim, erken evrelerinde devrimci yönetimler bu tür terör refleksleri gösterebiliyorlar. Fransız Devrimi’inin erken evresindeki dinci Katolik Vendee Ayaklanması’nı düşünün…

Ancak sözünü ettiğim orantısız şiddet, ya da izlenen bastırma yöntem ve araçları dolayısıyla demokratik, cumhuriyetçi burjuva kemalist hareket tarihsel olarak haksız çıkarılamaz. Bir devrimci sosyalist hiç bir şekilde, hiç bir gerekçeyle, bu söz konusu gerici ayaklanmaların, o günkü devrimci koşullarda, folklorik olarak dahi, ilerici olduklarını iddia edemez. Asıl şovenizmi böyle bir iddiada aramak gerekir.

Öte yandan, burjuva Kürt siyaseti bugün bu iki kalkışmayı ilericiymiş gibi sunarak, aslında burjuva demokratik siyasal vizyonun dahi gerisine düştüğünü ilan ediyor. Bunun nedenlerii öncelikle onların siyasal olarak anti-emperyalist bir konuma sahip olmamalarında aranmalıdır.

Kürt burjuva milliyetçi siyaseti, tıpkı siyonist milliyetçi siyaset gibi, emperyalizme bel bağlamıştır. Geçmişte de durum farklı değildi. Osmanlı’nın son döneminde, gerici otokratik Rusya ve Britanya emperyalizmi arasında, duruma göre, konum alıyorlardı. Ya biriyle ya da ötekisiyle…

Arkaik feodal siyasal kültürün ağırlığı altında, tarihsel olarak ilerici damarı hayli zayıf kalmış olan ulusalcı Kürt siyaseti emperyalizme dayandıkça gericileşiyor. Bölge halklarını ve dünya ilerici halk hareketlerini karşısına alıyor. Tıpkı siyonist ulusalcı hareketin yaptığı gibi, kendisini kaçınılmaz olarak emperyalist çıkarlara hizmet eden, “reel politik”, ya da isterseniz, “makyavelist” tabir edilen anlayışa uyarlayarak izole ediyor. Yine tıpkı siyonist hareket gibi, böyle bir kirli ilişki içinde olduğu halde, bir süre sonra, hatta şimdiden, bütün ilerici hareketleri kendi hedefleri önünde engel, “düşman” güçler gibi görecektir.

Demokratik ulusal talepleri olduğunu iddia eden bir hareketin başarı için emperyalizme bel bağlaması, kuzunun kendisini kurta teslim etmesi anlamına gelir. Sen ulusal-devlet kurmak iddiasındasın, oysa emperyalizm kendisini ulusal devletleri yıkarak, yutarak sürdürür.

Kimsenin kuşkusu olmasın, emperyalizm artık kendi çıkarları önünde bir engel olarak gördüğünde, veyahut kendisi için faturası pahalıya çıktığında, siyonist İsrail devletini de gözden çıkartacaktır. Unutmayalım, siyonizm yahudi halkının siyaseti değildir, zaten siyaseten bir Yahudi buluşu da değildir. Yahudilere dayatılmış emperyalist siyasettir. Netanyahu Yahudi olduğu için saldırmıyor; emperyalist siyonizmin maşası olduğu için saldırıyor. Sadece Araplara değil, Yahudilere de saldırıyor.

Bugünkü başat Kürt ulusalcı siyaseti bölgede siyasal-işlevsel olarak siyonistleşme hevesleri taşıyor. Çok yanlış yapıyor.

İsrail Muhipleri

Filistin 75 yıldır İsrail işgali altında. Hemen hergün Filistinlilere saldırıyor, çoluk çocuk ayırmadan öldürüyor, ama dünya genelinde ve Türkiye’de İsrail’in katliamları, bugün Gazze’deki karşı direnişe gösterilen kadar tepki yaratmıyor

Bugün ilerici geçinenlerin elinde “Hamas” gibi bir gerekçe de var tabii. Neymiş, Hamas gerici bir örgütmüş. Siyonizme karşı bölgedeki diğer direniş örgütleriyle birlikte yer aldığı bu eylem, bir “terör eylemi” imiş, Hamas da zaten CIA ve MOSSAD tarafından kurulmuş bir terör örgütüymüş, bu yüzden desteklenemezmiş.

Bu iddia sahiplerinin sosyalist olanları safdil, somut durumu somut olarak analiz etme kapasitesi olmayan, sosyalizm perspektifleri ütopyacı evreyi aşamamış figürler.

Tabii bir de, sosyalistmiş, devrimciymiş gibi görünen İsrail muhipleri var. Beyin yakan analizleri, komplocu kuşkularıyla İsrail’i meşrulaştırıp, Gazze’deki Filistin halkının direnişini terör eylemi gibi sunma gayreti içinde olan sahtekârlar…

Tam da bölgeye “barış” ın gelmekte olduğu şu günlerde, tam da İsrailliler Netanyahu yönetimine başkaldırmışken, bir de üstelik Gazze halkının bu mücadeleyi kazanma şansı hiç yokken bu eylem yapılırmıymış. Arkasında ABD ve Mossad’ın bulunduğu provokatif bir eylemmiş. Asıl gayesi, Netanyahu iktidarını kurtarmak, Filistin halkını itibarsızlaştırılarak, katlini meşrulaştırmakmış.

Muhipliklerini meşrulaştırmak için şunu da ilave ediyorlar: “Ya tabii İsrail’de siyonistler var, Netanyahu da kötü adam zaten ama İsrail demokratik bir ülke, bilim ve teknolojide de ileri, Araplar, Filistinliler ise ortaçağlarını yaşıyorlar”.. Böylece İsrail’in hakkını teslim etmekten (!) de kaçınmıyorlar.

Bugün Filistin söz konusu olduğunda, bütün sorunun merkezini oluşturan bir gerçek var, onun İsrail işgali altında bir sömürge olması, yani emperyalistlerin desteğiyle İsrail tarafından kolonileştirilmiş olmasıdır. En somut, en yakıcı gerçek budur. Bu işgale, kolonizasyona direnmemek suçtur, alçaklıktır. İkincisi, Hamas’ı ABD ve İsrail kurmadı. Ancak, zamanında FKÖ gibi güçlü birleşik bir örgüt karşısında şu ya da bu şekilde, zaman zaman kullandılar. Emperyalistler ve işbilikçileri bunu her yerde, hep yaparlar. Kullanmak istedikleri örgüt bir yerde siyasal İslamcı, başka bir yerde pekala komünist de olabiliyor.

FKÖ, 1993’te İsrail ile barış yapılamayacağını bile bile “barış antlaşması” gerekçesiyle İsrail’e teslim oldu. İsrail imzaladığı o antlaşmanın gereklerini yerine getirmediği gibi, antlaşma öncesinden çok daha avantajlı hale geldi. Sürekli yayılma, genişleme, toprak kazanma arzusundan vazgeçmedi. Filistinlerinin kökünü kazıma gayesi doğrultusunda elini sürekli güçlendirdi. Sürekli mevziler kazandı.

Öte yandan, Hamas’ın 1993’deki antlaşmayı, yani iki devletli çözümü kabul etmemiş, ona şiddetle karşı çıkmış olduğunu da hatırlayalım. FKÖ bu “çözümü” onaylamıştı. İsrail ise (belirtmeye bile gerek yok) kesinlikle samimiyetsizdi. Filistin halkına hiç bir şey vermek istemiyordu. Bugün de öyle. Dolayısıyla, İsrail o zaman Hamas’ın bu radikal, uzlaşmaz çıkışını kullanmıştı. İşine gelmişti. Hatta Hamas’ı FKÖ karşısında bir tür müttefik olarak görmüştü. Zaman Hamas’ın duruşunu haklı çıkardı. FKÖ siyaseti iflas etti. Bugün Hamas değerlendirmesi yaparken, bu hususu unutmayalım.

İsrail bölgede Filistin halkının direnişine destek olabilecek bütün güçlerin BOP stratejisi çerçevesinde tasfiye edilmesinde çok önemli bir rol oynadı. Oynamayı da sürdürüyor. Bir an önce İran ve Suriye’nin tasfiye edilmesini arzuluyor. Bu arzunun gerçekleştirileceği siyasal ortamı yaratmaya çalışıyor. Her fırsatı kullanıyor.

FKÖ’nün teslim olarak yozlaştığı koşullarda, Gazze’deki Hamas dahil, siyasal gruplar Filistin direnişini örgütlediler. 1993’ten ve özellikle de Arafat’ın ölümünden sonra Gazze, Filistin direnişinin en sürekli, en kararlı üssü oldu. Böylece Hamas da sahada, bu direnişiyle, Filistin sorununun yadsınamaz bir gerçeği haline geldi. Bugün Hamas’a terörist muamelesi yapmak, Filistin gerçekliğinden kopmuş olmakla izah edilebilir. İşgal ne kadar gerçekse, Hamas da o kadar gerçek. İşgal ne kadar gayri meşruysa, Hamas da o kadar meşru.

Emperyalistlerin terörist yaftası vurdukları her siyasal oluşuma terörist muamelesi mi yapacağız? Kaldı ki, emperyalistler pekala terörist olarak ilan ettikleri bu örgütleri açık ya da örtülü, çıkarları doğrultusunda kullanmaktan da kaçınmazlar. Bunun örnekleri çok.

Mesela, Hamas çoğu zaman İhvan’ın bir kolu gibi hareket etti (2017’de bunu açıkça ilan da etti). Daha düne kadar, yani Mısır’daki askeri darbeye kadar, İhvan terörist değildi. Emperyalistlerin “özgürlük savaşçısı” idi. Suriye’yi terk ederek ona karşı bayrak açan Hamas da öyle. Sonra hep birlikte terörist olarak ilan edildiler. Yarın emperyalistler için koşullar uygun olduğunda, ihtiyaç duyulduğunda, İhvan’ın tekrar “özgürlük savaşçısı” ilan edilmeyeceğini iddia edebilir miyiz?

Şimdi, devrimci solcular şöyle bir anlayışı savunamazlar: Emperyalizmden sadece işçiler, sadece devrimci solcular mağdur olurlar, dolayısıyla sadece onlar emperyalizme direnebilirler. Başka siyasal güçlerin böyle bir kapasitesi, böyle bir derdi olamaz.

Bu anlayış, öncelikle burjuva demokratik ulusal kurtuluş savaşı vermiş bir ülkenin devrimcilerine hiç yakışmaz. Bu ülkede işgale örgütlü olarak ilk direnenler, ilk kurşunu atan sosyalist miydi? Bu ülkenin kurtuluş savaşına önderlik edenler sosyalist miydi? Tersine, şiddetli derecede anti-komünisttiler. O kadar öyle ki, kendilerine en samimi desteği veren komünist önderleri bile alçakça katlettirdiler. Buna rağmen komünistler onlara kararlı şekilde destek olmayı sürdürdüler.

Komünistler desteklerini sürdürürken, burjuva önderliğin, komünist olmayan bir önderliğin bu anti-emperyalist savaşımı tutarlı bir biçimde sürdüremeyeceğini, kurtuluştan sonra emperyalizme teslim olacaklarını ilan ettiler.

Komünistlerin iddiaları aynen gerçekleşti. Bu yüzden, bu demokratik kurtuluş mücadelesine vermiş oldukları destekten dolayı onları mahkum edebilir miyiz? Hayır, o koşullarda doğru siyaseti izlemişlerdi.

Kaldı ki, bizim ulusal kurtuluşçular da homojen bir grup değildi. Savaşı yürüten meclis bir çatı örgütüydü.

Şimdi gelelim, İsrail’in demokratik, akılcı, bilim ve teknik de ileri bir ülke olmasına. Bugün bütün emperyalist ülkeler, başta ABD, teknolojinin, liberal demokrasinin en ileri olduğu ülkeler. Onların dışında kalan ülkeler, değişen derecelerde, onlara göre geri kalmış, geç kalmış ülkeler.

Buradan hareketle, emperyalizme, sömürücülere, işgalcilere meşruiyet mi üreteceğiz? Bunu 18. ve 19.yüzyılın geleneksel kolonyal imparatorlukları yaparlardı. Bu nasıl bir sosyalist devrimci kafadır?

Kapitalizm koşullarında gelişme, ilerleme her zaman tek tek ülkelerin içinde de, ülkeler arasında da eşitsiz hareket eden bir olgudur. Bu farklı bir tartışmanın konusudur.

Devrimci solcular, Filistin sorunu söz konusu olduğunda, sadece Netanyahu iktidarına değil, siyonist-terörist işgalci İsrail devletine de karşı olmak durumundadırlar.

Gazze’deki, Batı Şeria’daki işgal atındaki Filistin halkı için İsrail’de iktidarda şu ya da bu politikacı olmuş önemi yoktur. Önemli olan, onun işgal altında varoluşunu sürdürmeye çalışıyor olması, yani işgal gerçeğidir. İşgal varsa, ona direnmek en temel, en meşru haktır. Bu çerçevede, söz konusu direnişe omuz veren her grup, her siyasal çizgi meşrudur.

Hamas’ın hiç de şaşırtıcı olmayan, dahası, beklenen bu eylemi işin başında bir süre Netanyahu iktidarının lehineymiş gibi görünebilir. Ancak Netanyahu’nun iktidarının Gazze’deki bu eylemle birlikte fiilen sona ermiş olduğunu şimdiden söylemek kehanet değildir. Muhtemelen Netanyahu’nun siyasal yaşamı da sona erecektir. Bunu gördüğü için son bir çırpınışla, savaşı bütün Ortadoğu’ya yaymak istemektedir.

Bir de deniliyor ki, “tam da İsrail ve bölgedeki bazı devletler arasında ‘iyi’ ilişkiler başlamışken…” Zaten bu söz konusu gerici devletlerin İsrail ile varoluşsal bir bağı var. Hepsi zımnen İsrail işbirlikçisi. Şimdi bu zımni ilişkilerini açık hale getireceklerdi. Tabii ABD’nin girişimleriyle. ABD bu yeni emperyalist hamlesine “İbrahimi işbirliği” mealinde bir isim vermişti. Gazze direnişinin bu son kalkışması, siyonist emperyalizmin bu hamlesini boşa çıkardı. Sadece bunu sağlamış olması bile başlı başına bir başarı olarak görülmek gerekir.

Pekiy, Filistinliler direnişin kanlı sonuçları olabilir diyerek direnmesinler mi, savaşmasınlar mı? Akan kanın nedeni İsrail, kan akmasın diye ona teslim olunması mı gerekiyor? Sonra, özgürlük için savaşımın her zaman bir bedeli vardır. Ne yazık ki, çoğu durumda bu savaşım kansız olmuyor.

Bu Gazze direnişi, ” yenilmez İsrail” imajının çizilmesini sağladı. Yanı sıra, Batı’daki ilerici geçinen entelektüellerin, onların ülkemizdeki temsilci ve temsilciliklerinin maskesini düşürmek gibi bir rol de oynadı.

Ülkemizde Filistin sorunu söz konusu olduğunda, özellikle ilerici olduğunu sanan bir kesimin kayıtsızlığı ya da doğrudan İsrail yanlısı tavrı, hiç kuşkusuz, şu son yıllarda sığınmacı sorunu etrafında yeniden körüklenen tarihsel Arap düşmanlığıyla da ilişkilidir. Bunu biliyoruz.

İsrail sömürgeci, siyonist-terörist bir devlettir

Evet, Hamas 1987’de siyasal islamcı bir anlayışla kurulmuştu. 1993’te, ilerici, demokratik ama teslim alınmış FKÖ’nün karşısına çıkmış, emperyalist “böl-yönet” anlayışına uyar biçimde siyonist-terörist İsrail devleti, emperyalistler ve onların bölgedeki uyduları tarafından zaman zaman da şu ya da bu ölçüde, teşvik görmüştü. Ancak ona bir “beşinci kol” muamelesi yapmak doğru değildir. Onun gayesi de İsrail’e direnmek, onunla savaşmaktı. Bugün Filistin halkının savaşımında Hamas gerçeğini görmemek, gerçeklikten kopmak anlamına gelir.

Kaldı ki, bu son eylem tek başına Hamas’ın eylemi değil. Oradaki çok sayıda örgütün ortak, birleşik eylemidir. Hamas bunlar arasında en büyük ve lider olandır.

Emperyalizme ve siyonizme karşı çıkan, onunla mücadele eden herkesin anti-emperyalist, anti-siyonist bir siyasal bilince sahip olmasını arzularız ama her durumda bekleyemeyiz. Böyle durumlarda, emperyalist-siyonizmle bizim arzuladığımız, ya da ideal gördüğümüz siyasal bilince sahip olmadıkları için bu emperyalist-siyonistlerle mücadele eden insanların mücadelesine kayıtsız mı kalacağız, onları ret mi edeceğiz?

Hayır, proletarya devrimcileri olarak hem o mücadeleye en samimi desteğimizi vereceğiz, hem de bu mücadelede siyasal önderliği elde etmek için çalışacağız. Doğru yaklaşım budur.

Bu mücadele işçi sınıfı siyasetinin isterleri doğrultusunda (ki bizim için doğrusu budur), veyahut, onun bulunmadığı yerde, başka bir siyasal anlayışla, diyelim İslamcı siyasal anlayışla veriliyor olabilir. Tabii bu ikincisinin tutarlı bir hat boyunca ilerletilmesinin olanaklı olmadığını biliyoruz. Ancak, emperyalist düşmana karşı bir kavga veriliyorsa, bu kavgayı desteklemek devrimci görevimizdir. Bu kavgayı verenlerin siyasal eğilimleri konusunda rezervlerimizi koyarız, ama bu farklı bir konudur. Ortada bir kavga varsa, ona sırtımızı dönemeyiz.

20’lerin TKP’si Kemalistlerin haince saldırısına maruz kaldığı koşullarda bile onların önderliğindeki kurtuluş mücadelesine desteğini kararlılıkla sürdürmüştü.

FKÖ, 1993’te teslim alındıktan sonra Filistin halkları en önemli siyasal önderliğini, en önemli direniş organizasyonunu yitirdi. O günden bugüne ivedilikle giderilmesi gereken bir ihtiyaç var: İsrail karşısında Filistin halklarını temsil yeteneğine sahip, siyasal kararlığı ve savaşçı nitelikleri yüksek, birleşik, demokratik bir önderlik.

Hamas, imzalamış olduğu uluslararası antlaşmaların gereklerini yerine getirmeyen, İsrail’in terörizmine, terör saldırılarına yıllardır direniyor. Bunu yaparken, farkında olsun olmasın, FKÖ’den sonra söz konusu boşluğu gidermek gibi bir işlev de görüyor. Önderlik, masa başlarında kurgulanmaz; kavganın içinden, kavga edilen arenalardan çıkar. Hamas’ın ve bileşenlerinin bu meşru kavgaları, yiğitçe savaşımları sözünü ettiğim, bütün Filistin’i kapsayan bir önderliğin oluşturulmasında işlevsel olabilir. Dahası, bölgenin gerici, arkaik rejimlerinde anti-emperyalist demokratik bilincin, direniş kültürünün oluşmasına ya da canlanmasına katkı yapabilir.

Bu olayın neden şimdi, aniden patlak verdiği sorgulanıyor. Bunu sorgulayanlar hangi dünyada yaşıyorlar? Filistin halklarının kavgası 75 yıldır sürüyor. Filistin’in genelinde yetmiş beş yıldır neredeyse gerilimsiz geçen bir gün yok. Bu tür kavgalarda zaman zaman geri çekilmeler ve bazen ileri atılmalar hep olur. Yukarıdaki sorunun solcular tarafından da soruluyor olması, onun şu son 25-30 yıldaki savrulmasıyla da ilgilidir tabii.

Hamas önderliğini eleştirebiliriz. Onun siyasal çizgisini tasvip etmeyiz. Tamam. Ancak emperyalizmin maşası, siyonist, terörist bir devlete karşı Filistin halkları adına verilen bir direnişin karalanmasını kabul edemeyiz. Hamas’ın direnişinin “terörist bir saldırı” olarak sunulmasını, hele bu bir de sol adına yapılıyorsa, şiddetle reddederiz. İddia sahiplerinin solculuğunu sorgularız.

Ne yazık ki, bu malum “liberal virüs” epey bir zamandır sola da sirayet etmiş halde. Bundan kurtulmak zarurettir.

Daha önceki bir çok yazımda belirtmiştim. Yeni bir dünya savaşını doğuracak ortam giderek genişleyen bir ölçekte ve artan bir tempoyla oluşturuluyor. Orta Doğu zaten önceki iki savaşta da, asıl savaş alanıyla bitişen önemli bir stratejik yan-cepheydi. Gelecekte gerçekleşecek bir kapışmada da bu konumu değişmeyecek.

Bölgedeki güçlerin ittifak arayışları içinde olması, yeni ittifak girişimleri karşısında yeni konumlar almaya çalışmaları doğaldır. Bölgede bütün olup biten olayların bu tür arayışlardan, girişimlerden ayrı düşünülmemesi gerekir. Karşılıklı hamleler kaçınılmazdır. Bu ilk kez de olmuyor.

Bununla birlikte bölge, artık özellikle son 20 yıldan beri emperyalistlerce arttırılan basıncı daha fazla kaldıramayacağının işaretlerini veriyor. Hamas’ın başını çektiği eylem bu açıdan da okunabilir.

Mesela, diğer şeylerin hepsini bir yana bırakalım, son on, on beş yıldan beri emperyalist müdahalelerle hız kazanan bölgedeki, etrafımızdaki, içimizdeki şu demografik hareketlenmeyi nasıl izah edeceğiz?

Provokasyon, Hamas ve bileşenlerinin başını çektikleri meşru, kahramanca direniş eylemi değil, İsrail’in, emperyalist- siyonizmin gericileşmesine en büyük katkıyı yaptığı, bütün bölgeyi hedef almış saldırgan varlığıdır. Sorun Hamas değil, sorun İsrail’in Filistin topraklarını işgal ederek, sömürgeleştirmiş olmasıdır. Bu sömürgeci anlayışında, işgalde sınır tanımamasıdır.

Yok efendim, Hamas’ın bu eylemi Netanyahu’yu güçlendirecekmiş. Güçlendirsin, ne yapalım? Ha Netanyahu, ha başka bir siyonist, bu kavga 75 yıldır sürüyor. Hem Netanyahu söz konusu olduğunda bakarsınız tersi bir sonucu da olabilir. Hamas’ı bu eylemi üzerinden provokatörlükle suçlamak ayıptır. İsrail ile barış yapılamayacağını 1993 sonrasındaki süreçte görmedik mi?

Son olarak, Türkiye’de ne yazık ki kimi ilericilerin de ağzında pelesenk haline gelmiş, gerici bir söyleme değinmek istiyorum. “Efendim, bu Araplar bizi, yani Osmanlıyı arkadan vuran hainlerdi”. Bu talihsiz ezberi, demokratik bir ulusal kurtuluş savaşı vermiş, bu savaş sonucunda gerici Osmanlı devletini sona erdirmiş bir ulusal cumhuriyetin bir çoğu ilerici olduklarını söyleyen insanları dile getiriyorlar.

Osmanlı İmparatorluğu kendi meşrebinde feodal kolonyal yapıda bir devletti. Bir çok farklı halkın yaşadığı dinsel bir anlayışla dizayn edilmiş siyasal-toplumsal cendereydi. Buradaki halkların bu cendereden kurtulmak için mücadele etmiş olmalarını, devrimciler ancak takdir ederler.

Bu süreçte bu direniş hareketlerinin şu ya da bu devletle ittifak arayışları, hesapları içinde olması anlaşılır bir şeydir. Kaldı ki, Osmanlı devleti de o sıralar belli emperyalist güçlerin yarı-sömürgesi ve müttefikiydi.

Nitekim, Türkiye halkı da benzer bir mücadele verdi. Osmanlı devletini tasfiye ederek ulusal kurtuluşunu gerçekleştirdi.

Bir de geçerken şunu söyliyeyim: Deniliyor ki, Kemal Atatürk devrinden Tayyip Erdoğan devrine gelinceye kadar biz hiç “Orta Doğu bataklığı” na dahil olmadık. Bunu söyleyenler tarih bilmiyorlar, veyahut tarihsel gerçekleri çarpıtmak istiyorlar. TC devleti kurulduğu tarihten beri hiç bir zaman kendisinin de dahil olduğu Orta Doğu’nun sorunlarına kayıtsız kalmadı. Bir çok zaman da müdahil oldu. Özellikle 2.Savaş sonrasındaki soğuk savaş döneminde, bu müdahalelerini her zaman emperyalizm ve İsrail lehine yaptı. Bugün de bu siyasal anlayışını ve davranışını kararlılıkla sürdürüyor. Çünkü bu emperyalist siyaset dün de bugün de devlete egemen olan işbirlikçi sermaye sınıfının siyasetidir.

Hamas İsrail’in işini bitirdi mi?

Başlıktaki soruya yanıt vererek başlıyayım. Elbette hayır. Pekiy, Hamas ne yaptı, bu eylemiyle öncelikle neyi göstermek istedi? Yanıt: İsrail’in yenilmez olmadığını, pekala yenilebileceğini, kısıtlı olanaklarıyla, kuşatma altında, spektaküler bir biçimde gösterdi.

Pekiy, İsrail’i gerçekten, Gazze halkının kurtuluşunu sağlayacak surette yendi mi? Hayır. Ama yenebileceğini, en azından İsrail’e önemli mevziler kaybettirebileceğini kahramanca gözler önüne serdi.

Burada asıl sorulması gereken soru şu : Filistinliler İsrail karşısında kurtuluşlarını sağlayacak nihai zaferi neden elde edemiyorlar? Bunun en temel nedeni, bölgedeki Arap devletlerinin gerici, arkaik ve tabii kaçınılmaz olarak emperyalizm işbirlikçisi rejimlere sahip olmasıdır. Bölgede genel bir demokratikleşme olmadan, böyle bir zafer olanaksız görünüyor.

Demokratikleşmek ise laikleşmek, toplumsal olarak eşitleşmek ve bunun zorunlu bir ön koşulu olarak da, işbirlikçilikten kurtulmakla mümkündür. Öyle kağıt üzerinde, yukarıdan ihsan edilmiş demokrasi, demokratikleşme olmadığını, olduğu nadir durumlarda da yürüyemediğini, artık deneyimlerimiz ve tarihsel bilgilerimiz dolayısıyla kavramış olmamız gerekir.

Bundan sonra ne olacak? Daha önce ne oluyor idiyse, yine benzeri olacak. İsrail Gazze’ye saldıracak, bombalar yağdıracak, yüzlerce, belki binlerce kişi ölecek ve yaralanacak…

Bölgenin Suriye ve İran dışında, emperyalizm karşısında aldıkları tavır itibarıyla, Türkiye’deki İhvancı rejim de dahil, hemen hepsi politik olarak arkaik ya da gerici, işbirlikçi devletleri yine “mış” gibi yapacaklar, Gazze yönetimini, el altından, yardımları kesme şantajlarıyla vazgeçirmeye çalışacaklar. Çünkü, İsrail’in varlığını tehdit eden her şey onların rejimleri için de tehdit oluşturmaktadır. Bunu iyi biliyorlar. Onların reel müttefiki Filistin değil, İsrail’dir.

Filistin halklarının emperyalistlerle bir barış yapılamayacağını, emperyalistlerin demokratikleşme sağlamak şöyle dursun, onun kırıntılarına bile izin vermeyeceklerini idrak etmeleri şarttır. Onunla ancak savaşılır, vuruşulur. Emperyalistler sadece güce saygı duyarlar.

1993’te FKÖ’nün, SSCB’nin çöküşünün de bir sonucu olarak, Batı Şeria ve Gazze’nin sözde özgürleşmesi vaadiyle teslim alınması ahmakçaydı. Vahim bir tarihsel yanlıştı. Hamas yönetiminin siyasal İslamcı, bir ileri- iki geri siyaseti, Suriye’ye emperyalist saldırı sonrasında takındığı kalleşçe ama İhvan anlayışına yakışan tavır, Gazze halkına, ve genel olarak da, Filistin halklarına kaybettirdi. İsrail’e kazandırdı.

İsrail Oslo Antlaşması’nın gereklerini yerine getirmediği gibi, Gazze ve Batı Şeria sınırlarını da, beklendiği gibi, zorlamaya başladı. Son on yılda bu alanda önemli mevziler kazandı.

Filistin yönetimleri, bölgenin nispeten demokratik, laik yapılarının, dar anlamda da olsa, anti-emperyalist devletlerinin emperyalistler tarafından hedef alınmasının, Oslo Antlaşmasının siyonist-emperyalist siyasetin isterleri doğrultusunda derinleştirilip, sağlam temeller üzerinde geliştirilmesi anlamına geldiğini göremediler. Veyahut görmek istemediler.

Bugün Hamas’ın akıllıca hazırlanmış bu eylemi, Gazze’yle sınırlı kalmayıp, Batı Şeria’yı, Lübnan’daki Hizbullah’ı, Ürdün’deki, Suriye’deki Filistin güçlerini ortak bir hareket içine çekebilirse, FKÖ’ nün teslim alınmasıyla yaratılmış olan boşluğun doldurulması için ortak, anti-emperyalist, savaşçı bir siyasal organizasyonun yükseleceği koşulları sağlayabilirse, çok değerli bir işlev görmüş olacaktır. Sadece bu sonuç dahi bölgedeki emperyalist hesapları alt üst edebilecektir.

“Yaklaşan Felaket”

Dünyanın farklı bölgelerinde patlama olasılığı giderek artan büyük bir doğrudan kapışmanın habercileri olarak görülebilecek el ense çekmeler giderek yaygınlık kazanıyor. Olası büyük savaşın cereyan edeceği iki ana coğrafyanın Avrupa ve Asya Pasifik bölgeleri olacağı açıktır. Brexit ile Britanya’nın Avrupa’yı acilen terk etmesi bunun teyidi gibi okunabilir.

Anglo-Amerikan emperyalizmi, daha önceki iki büyük savaşta da, aşağı yukarı aynı coğrafyaları savaşın ana alanları olarak belirlemişti.

Bugünkü emperyalist savaş olasılığını tartışmak bakımından doğrudan birincisinin sonuçlarından çıkmış ve onun devamı olan ikinci büyük savaştan çok birincisinin ön günlerine odaklanmak daha anlamlı olacaktır.

Birinci büyük savaşın dolaylı ön kapışmaları 1870’lerden itibaren yaygınlaşmaya başlar. Bugün olduğu gibi, o zaman da yeni bir dünya düzeni talebi rakip emperyalist güçler ve emperyalistleşme hırsları olan devletler tarafından yükseltilir. Kapitalizmin ilk büyük bunalımı bu eğilimleri güçlendirir. Giderek, geniş bir coğrafyada bölgesel tabir edilen savaşlar, iç savaşlar, jeo-ekonomi-politik suikastler, terör saldırıları vb girişimler yoğunlaşır. Diplomasi de giderek ekonomi-politik şantaj, tehdit ve pazarlıkların sivil alanı ya da sivil söylemi haline dönüşür.

Kolonilerin, yarı-sömürgelerin, etki alanlarının yer aldığı çevre ya da yan coğrafyalarda çoğu dolaylı olan savaşlar, iç isyanlar, genel olarak ekonomi-politik istikrarsızlaştırma girişimleri patlak verir. Britanya ve müttefiklerinin kontrollerindeki alanlarını genişletme, koruma, tahkim etme; rakip devletlerin onların etki alanlarını daraltmaya yönelik karşı hamleleri global çaptaki istikrarsızlığı olağan yollarla aşılamayacak ölçüde derinleştirir.

Ekonomik yaptırımlar, blokajlar malların ve sermayelerin ihtiyaç duyduğu dolaşım ve genişleme hareketlerini engeller. Artık mevcut dünya düzeni içinde işleri eskiden olduğu çevirme olanakları tükenmiştir. Dünya mevcut düzenin çerçevesine sığmamaktadır.

Unutmayalım bugüne kadar bütün dünya düzenleri genel savaşlardan çıktılar.

Daha önce bir çok kez yinelemiştim. Bu Ukrayna savaşı, aslında emperyalistlerarası dolaylı bir savaş. Anglo-Amerikan emperyalizminin Alman-Fransız emperyalizmiyle dolaylı savaşı.

Biraz daha sonra Çin hedefine görece daha doğrudan saldırı başlatılınca, ABD tarafından Japonya’ya, bugün Avrupa’da Almanya’ya yapılan muamele yapılacaktır.

Geçerken, bugün itibarıyla, hem Almanya hem Japonya emperyalist “vasal” devletlerdir. Bunu aklımızda tutalım.

Bu arada, Afrika’da son zamanlarda, özellikle Fransa’nın timarı olan ve sahip oldukları hammade kaynaklarıyla stratejik önem taşıyan devletlerde görülen darbeler konusunda aceleci değerlendirmelerden kaçınmak gerekir. Bununla beraber, bugün itibarıyla bu darbelerden en fazla zarar gören ülkenin Fransa ve dolayısıyla Fransız-Alman ittifakı olduğu açıktır.

Halen Ukrayna savaşının Avrupa üzerindeki ekonomik olarak yıkıcı etkilerine tanık olmaktayız. Öncelikle Avrupa, Anglo-Amerikan çıkarları etrafında hizaya sokuluyor. Japonya zaten kontrol altında.

Bu tür müdahalelerin özellikle stratejik açıdan öncelikli bölgelerde sık görüleceği bir süreçteyiz. Emperyalist savaş siyaseti devrededir. Bu siyasetin ne şekilde evrileceği muhtemelen ABD’de gelecek yıl yapılacak şeçimler sonrasında daha belirgin hale gelecektir.

Milliyetçilik mi yurtseverlik mi?

Milliyetçilik kapitalizmi, yani sermaye düzenini öngörür. Burjuvazinin ideolojisidir. Burjuva sınıfı oluşurken kaçınılmaz olarak ulusal bilinci de oluşuyor. İç ve dış rakip sınıflar karşısındaki sınıf çıkarlarının yarattığı bu bilinç homojen bir ulusal pazar oluşturma ve onun sürekliliğini sağlama ihtiyacıyla güdülenir. Bu bakımdan etnik, kültürel, dinsel ve hatta cinsel olarak ayrıştırıcı, eleyici, baskılayıcıdır. Ulusçu ideoloji, pazarını, kâr hırsıyla güdülenen etki alanını genişletmek kastıyla uygun koşulları bulduğunda sermaye sınıfın saldırganlaşma eğilimiyle karakterize edilir.

Milliyetçilik, burjuva ulusal devletin ülke içindeki sınıf mücadelesinin bir aracı olarak hareket etmesiyle koşut bir biçimde işçi sınıfına ve onun siyasal çıkarlarına saldırmakta ideolojik bir işleve sahiptir.

Burjuvazi özellikle de yükselme döneminde, bağımsız bir yurt kurma ideali etrafında “milli düşman(lar)” yaratarak sınıf çelişkilerini bastırmak ya da örtmek için ulusallığı, toplumsal eşitlik yanılsamasını destekleyecek şekilde ideolojik bir malzeme haline getirir. Ulusalcı söylemini emekçi sınıfa karşı baskı ve sindirme eylemini meşrulaştırmak için kullanır. Sermaye sınıfının kapitalist çıkarlarını “ulusal çıkar” yaftasıyla bütün topluma dayatır. Homojenize bir toplum algısı yaratır.

Milliyetçilik ideolojisi sermaye sınıfının elinde hayli güçlü ve işlevsel bir mücadele aracıdır. Bunun nedeni, her ne kadar ulus olarak tanımlanan olgunun bileşenleri belli bir coğrafyada tarihsel-kültürel ve tabii nesnel olarak mevcutlarsa da, bu malzemeden bir ulusal bilinç üretilmesinde milliyetçilik ideolojisinin oynadığı çok önemli roldür.

Yurtseverlik emekçi sınıfın ideolojisidir. Kamusalcı, sınıfsal ayrımları kabul etmeyen, eşitlikçi bir toplumsal ideali bayraklaştırır. Ulusal ve dolayısıyla uluslararası çapta sermaye sınıfıyla mücadele içinde doğar. Bu karakteriyle emekçi sınıfın enternasyonal dayanışma platformu üzerinde yükselir.

Sosyalist yurt talebiyle, her türden ulusal, etnik, sınıfsal, kültürel, dinsel, cinsel vb hiyerarşiyi reddeder.

Kapitalizm ve yurtseverlik birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlar. Yurtseverlik tanım itibarıyla anti-emperyalisttir. Kapitalizmi reddetmek ise anti-emperyalizmin önkoşuludur.

Bu çerçevede, paradoksal “anti-emperyalist milliyetçilik”, “ilerici milliyetçilik”, ya da aynı imayla kullanılan, “ezilen halkın milliyetçiliği” gibi kavramlar ideolojik saptırmadır. Kapitalizmi ve sermaye sınıfını olumlayan, sosyalizmle buluşmayan milliyetçilikler yurtsever değildir. Gericidir. Önünde sonunda emperyalistlere biat ederler.

Bu söylediğim, emperyalist güçlerin işgalci eğilimleriyle tekelci kapitalizmleri arasında siyasal bağ kurmakla ilgilenmeyen, dahası kapitalist bir düzen kurmak isteyen konjonktürel anti-emperyalizmlere (ya da “yedi düvel” işgalciliğine) referans veren milliyetçilikler için de geçerlidir. Bu tür hareketler emperyalizme karşı savaşı kazansalar da, sonrasında ona entegre olmak için çaba sarfederler. Bu bakımdan, yurtsever hareketlerden ayrılırlar. Gericidirler.

“Atatürk milliyetçiliği” de bu tür bir ideoloji olarak gericidir. Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren ulusal kurtuluşçular ve sonrasında Türkiye Cumhuriyeti devleti emperyalizmle uzlaşma, onunla entegrasyon çabası içinde olmuştu.

Bu entegrasyon ta başından programatik bir hedefti. Sovyet Rusya faktörü tamamen konjonktürel bir siyasal koz veya alternatifti. Yurtseverlerin itirazlarına rağmen ve direnişleri bastırılarak söz konusu milliyetçi hedefe ulaşılmıştır.

Atatürk milliyetçiliğinin “kemalizm” adı altında daha radikal görünüme sahip, küçük-burjuva Kadro ve Yön hareketleri etrafında formüle edilmiş şekli de, kapitalist-olmayan imalar taşısa da, yurtseverlik tanımına uymaz.

Neo-liberal bir karakter kazanmış geç emperyalizm çağında, burjuvazinin yükseliş devrinde bayraklaştırmış olduğu cumhuriyetçilik, laiklik, kamuculuk, eşitlik gibi istemler terk edildikten sonra ancak sosyalizmle birlikte gerçekleştirilebilecek idealler haline gelmişlerdir.

Sermayenin gerici ideolojisi olarak milliyetçilikler bu gerçekleştirmenin önünde engeldir. Sosyalizm mücadelesi tanım itibarıyla yurtsever karakterdedir. Yurtsever sosyalisttir.

AKP Rejimi ayakta duramayacağını görüyor

Seçimlerin gerçek sonucu Türkiye’nin artık bu rejimi taşıyamayacağıdır. İktidarı ve muhalefetiyle bunun farkında olan rejim güçleri erkenden önlem almaya başladılar.

Yeni hükümetin kompozisyonu emperyalist siyasetin daha kararlı ve daha da otoriter bir şekilde uygulanacağının ilk işareti olmuştu.

Rejime yönelik muhalif tavır ve yaklaşımların bastırılacağı günlerdeyiz. Millet İttifakı dağıtıldı. Bu ittifakın içindeki iki ana parti ve dışarıdan destek veren YSP yeniden dizayn ediliyor. Onlara yeni sınırları empoze ediliyor.

Bu operasyonun medya ayağıyla ilgili ilk işaretler zaten Sözcü üzerinden verilmişti. Şimdi rejimle en uzlaşmaz olan Merdan Yanardağ’ın TELE 1 hedef seçilmiştir. Devre dışı bırakılmak istenmektedir.

Bu koşullar altında devrim ve demokrasi güçleri neyi bekliyorlar? Rejimin yeni bir seçim kampanyasına hazırlanmayı mı?

Alevi ve Zaza kimliğiyle Kılıçdaroğlu AKP Rejimi’nin yükseliş devri operasyonları sırasında muhalefeti tutmak, onun gazını almak bakımından işlevseldi.

Bugün bu işleviyle rejim adına işlevsel olamayacağı görülüyor. CHP’nin işlevsizleştirilmesi, bu arada, İYİP’in ve diğer sağ partilerin (ve belki operasyona maruz kalmış haliyle YSP’nin de) iktidara yamanması için operasyonlar yapıldığı, yapılacağı izlenimi ediniliyor.

Devrimciler, demokratlar bu süreci seyretmemeli. Bir direniş hattına ivedilikle ihtiyaç var. Merdan Yanardağ’ın şahsında TELE 1’in maruz bırakıldığı bu saldırı bir çıkış vesilesi olmalıdır.

“Nasıl olsa 8-10 ay sonra yeni bir seçim var” havasında sıranın bizlere gelmesini mi bekleyeceğiz?

Rusya dersleri

Bir ulusal egemen devlet (ki tarihsel olarak kapitalizme en uygun devlet formudur) bir sacayağı üzerinde yükselir : Ulusal ekonomi (merkezinde ulusal bir merkez bankası yer alır), ulusal ordu ve ulusal eğitim/öğretim.

Merkezi devletlerin, özellikle de rakiplerin açık ya da dolaylı saldırılarına maruz kaldıkları koşullarda merkez-kaç kuvvetleri kısa süreliğine, belli özel hedeflere ulaşmak için kullanmaları anlaşılabilirdir. Ancak bu tür organizasyonlara sürekli bir rol atfetmek bunların merkezi yapıyla sürtüşme ve çatışmasını kaçınılmaz kılar. Rusya’da da Wagner olayının özü bu kuralın ihmal ve ihlal edilmesiyle bağlantılır.

Bir süredir Rus devleti Wagner’i doğrudan merkezi aygıtın kontrolüne bağlamak istiyordu. Ukrayna’daki savaşın giderek dal budak salması, Rus genelkurmayının Ukrayna ile ilgili planlarının ta başından kararsızlıklara, hatta belirsizliklere sahip olduğu izleniminin zaman içinde güçlenmesi, sahadaki dağınıklık algısının da güçlenmesine hizmet etti. Bu koşullarda merkezi yönetimden beklenenen Wagner operasyonu da ötelendi.

Bu plan ve ötelemeler Wagner komuta kademeleri arasında gerilimi, psikolojik baskıyı arttırmış olmalıdır. Öte yandan, Rus merkezi devlet aygıtı içinde farklı çıkarları ve tabii fikirleri temsil eden fraksiyonların bu tür merkezkaç araçların tasfiyesi ya da doğrudan merkeze bağlanmaları yönünde hükümete yaptıkları açık baskı da, Wagner’i ilk hamleyi yapmaya teşvik etti.

Putin’in popülist-karizmatik kişiliğiyle, Batı karşıtı ulusalcı, Avrasyacı vb güçlerle Batı’yla daha yumuşak ilişkileri savunan liberal güçler arasında bir tür denge işlevi gördüğü biliniyor. NATO’nun Rusya’yı ekonomik ve askeri bağlamda, kuşatma stratejisinin Ukrayna sorunu etrafında hızlandırılması bu dengenin daha ne kadar sürdürülebilir olduğu sorusunu da gündeme dayatmaktadır.

Putin yönetiminin, abartılı bir özgüvenle, bu Wagner sorununu zamana yayarak çözme ihmalkârlığı (ki açık bir yönetim zaafiyetidir), sorunu bu noktaya getirmiş oldu.

Hiç kuşkusuz, modern devletler içlerinde sınıf çatışmalarını veya bu çatışmaların siyasal-idari düzeydeki yansımalarını taşırlar. Ancak bunların uzlaşmaz bir gerilim noktasına taşınmasına izin vermedikleri ölçüde kendilerini sürdürebilirler. Ukrayna savaşı ve onunla bağlantılı ekonomik sorunlar Rusya’yı bu yöne doğru çekiyor.

Nitekim, Anglo-Amerikan emperyalizmi de Rusya’yı ve yanı sıra Almanya’yı, bu Ukrayna sorununu mümkün olduğu kadar uzatarak, kafa kafaya tokuşturulacakları aşamaya kadar götürmek istiyor.

Rus ordusunun daha harekatın başında, baskın basanındır anlayışıyla doğruca yöneldiği Kiev’den neden vazgeçtiğini henüz anlayabilmiş değilim. Putin hedeflerinin Ukrayna’yı kuşatmak olmadığını, Kiev’i ele geçirmeyi düşünmediklerini, sadece Kiev yönetiminin ülkenin Doğu’sundaki katliamlarını durdurmak için özel bir harekat yaptıklarını ilan etmişti. Bugüne kadar geldik. Bu stratejinin yanlış olduğu anlaşıldı.

Kiev dahil olmak üzere Dinyeper’in doğusu tarihsel Rus toprağıdır. Bunun tartışması olmaz. Bu toprakları savunamayan Rusya’yı yönetemez. Söz konusu hattın savunulamadığı koşullarda, Belorusya hedef olacak, Rusya’nın çözülmesi yolunda büyük bir adım atılmış olacaktır. Strateji buna göre kurulmalıydı. Rusya yönetici sınıfının devletteki kompozisyonun yansıması olarak görülebilecek tereddütler, ordunun organizasyonundaki yetersizlikler işlerin bu noktaya gelmesinde önemli bir rol oynadı.

Bir kalkışma olarak Wagner olayı Rus devleti açısından çok fazla önemsenecek bir olay değildir. Hatta Rusya’daki gelişmeleri biraz izleyen bir çok kişi ve kurum için bu kalkışma “Kırmızı Pazartesi” mesabesindeydi. Bununla birlikte, geleceğe yönelik yananlamları ve çağrışımları bakımından son derece önemlidir.

Rusya, neo-liberal girdaptan çıkmak zorundadır. En azından, güçlü kamucu vurgularıyla (“kapitalist-olmayan yol” dan vazgeçtik) devlet kapitalizmi programına geçmelidir. Ancak mevcut sınıfsal egemenlik yapısı içinde bu dahi mümkün değildir. Halen neo-liberaller devlet içinde güçlüdür.

Rus devleti Sovyet deneyimini soğukkanlı bir biçimde değerlendirmeli, Rusya’yı küçük-burjuva popülist, tam bir NEPman olan Bukharin’in hayali olan tedarikçi bir ülke konumundan süratle çıkarmalıdır. Rusya petrol, gaz, tahıl tedarikçisi bir ekonomi olmamalıdır. Sovyet ekonomisinin düşüşünde bu tedarikçi rolünün önemli bir payı olmuştu.

Benzer bir şeyi, biraz farklı bir bağlamda da olsa, Batı ekonomilerine büyük bağımlılığı olan Çin için de söylemek pekala mümkündür.

Halen NEP dönemi iddiası varsa, unutmayalım ki, o mümkün olduğu kadar kısa sürmesi öngörülmüş bir dönemdi (Biraz daha uzun sürmüş olsaydı, belki de Perestroika devri o günlerde yaşanacak, devrim kaybedecekti) Stalin’in liderliği onun tam zamanında sosyalist inşa lehine tasfiyesiyle yükselmişti.

Aynı sırada, politik koşulları, dünya konjonktürünü okuma kapasitesine sahip olmayan küçük-burjuva Trotsky dünya devrimi hayalleriyle koşullara teslim olmuştu (Aslında ömrünün sonuna kadar bu globalist siyasete bağlı kalmıştı. Hatta Brest-Litovsk’a bu kadar direnmiş olmasının altında yatan neden de devrimi Sürekli Devrim macerasına sevk etmekti. )

Trotsky söz konusu olduğunda, onun öznel durumunun, kişilik sorunlarının da davranışları üzerinde belirleyici olduğunu belirtmek isterim. Kendi kendisiyle savaşan bir kişilik, siyasete burnunu soktuğunda, Trotsky örneğinde olduğu gibi kullanışlı ve çok zararlı bir ahmağa dönüşebiliyor.

Bu arada, “Dünya Devrimi” (“Tarihin Sonu” olarak da okunabilir) ideali uluslararası finans sermayesinin, günümüzdeki formuyla neo-liberalizmin de başlıca hedefidir. Bilindiği gibi, bu devrimle birlikte Pax Romana imasıyla uzun bir barış döneminin dünyaya egemen olacağı va’z edilir. Nazi 3.Reich’ı da bu aynı anlayışın belli bir aşaması olarak görülebilir. Yeri gelmişken, ABD’de Trotsky’nin ölümünden sonra önde gelen Trotskistlerin, örnekse, Hook, Schachtman, Wholsetter, bir ara Trotsky’nin özel sekreteri de olan Burnham, Kristol’ın soğuk savaş yıllarının neo-liberal dünya devrimcilerine dönüştükleri biliniyor).

Lenin ve Stalin Alman Devrimi’nin başarısızlığına tanık oldular. Dünya devrimi beklentisinin gerçekleşemeyeceğini kavradılar. Bilindiği gibi, o gün için dünya devrimi denilirken, “Alman Devrimi” nin başarısıyla başlayacak bir süreç kast ediliyordu. Bolşevikler, savaşın Rusya’da olduğu gibi Almanya’da da bir devrime yol açacağına inanmışlardı.

O kadar öyle ki, Sovyet bayrağındaki orak-çekiç, Rus kır proletaryasıyla, Alman sanayi proletaryasının birliğini simgeliyordu. Gerçekleşmedi. Süratle manevra yapıldı. Devrimci siyaset budur.

Trotsky’e çok yakın olan değerli komünist iktisatçı Preobrazhensky, Trotsky’i artık sosyalizm inşasının gerekli olduğuna ikna edemedi. Onun inşa programını rakip gördüğü Stalin uygulayacaktı.

İstediğiniz kadar teorik donanımınız olsun, siyasal çizginiz yanlışsa, bir anlam ifade etmez. İstediğiniz kadar doğru siyasal çizginiz olsun, onu gerçekleştirme iradeniz yoksa, anlamı olmayacaktır. Herkes doğruyu bulabilir. Bu o kadar da zor değildir. Önemli olan onu uygulamak, ya da isterseniz, onu politikleştirmek ve sahada gerçekleştirmektir.

Dünya devrimi konusunda son olarak şunu da ekleyeyim: Burada ütopik olan reel olanın yerine ikame ediliyor. Kapitalizm ulusal pazar ölçeğini, ya da her kapitalist ülke kendi koşullarını veri alır. Onlara öncelik tanır. Aynısı, sosyalist ya da proleter devrim için de geçerlidir. Bu yüzden Trotskist devrim yoktur. Bu yüzden Trotskist devrimci partiler devrim mücadelesinde önemli bir rol oynayamıyorlar. Öncülük vasıfları yoktur.

Şimdi, Wagner savaşçıları özel görevler üstlenmiş Rusya için savaşan askerlerdir bu bakımdan paralı asker olarak görülemezler demek doğru olmaz. Konsept bizatihi neo-liberal devlet, ordu anlayışının bir tezahürü olarak görülmek gerekir. Konuya öncelikle bu açıdan bakmak gerekir(1)

Bu çerçevede, “paralı asker” demek, parayı ödeyene hizmet eden asker demektir. Ulusal bir devleti paralı askerlerle, “profesyonel ordu” ile savunamazsınız. Bu neo-liberal anlayışın telkinlerinden biridir. Aynı şekilde, “özerk” ya “bağımsız” merkez bankasıyla da ulusal ekonomi yürütülemez. Eğitimde özelleşmenin teşvik edilmesi ve öğretim birliğinin, dini tedrisatlı okullarla, her biri bir yabancı devletin himayesinde, onun eğitim/öğretim anlayışını temsil eden yabancı dilde öğretim yapan okullarla ihlal edilmesi, askeri okulların, öğretmen okullarının kapatılması ulusal egemen devletin varlığını fiilen ortadan kaldırmak anlamına gelir.

Bizde ulusal egemen yapıdaki gedikler AKP rejimiyle açılmadı. Cumhuriyet kadroları da, tıpkı onları önceleyen meşruti monarşist İttihatçılar gibi, Tanzimat yöntemine sadıktılar. Buna göre, siyasal iktidar Tanzimat’ın kültürel değişim programını uygulamak için araç olarak görülüyordu. Sosyal değişimler kültür devrimini (kaçınılmaz olarak) tedricen izleyecekti.

Sonuçta, Tanzimat devri boyunca “kültür çatışmaları” ideolojisiyle gaz verilen ikili yapıların (mesela, geleneksel medrese ve modern okullar) önü açıldı. Cumhuriyet’te de benzeri gerçekleşti.

“Demokrasi”, kendisine yol veren demokratikleşmeyi, demokratik yapıları uluslararası sermaye ve onun içerideki bağlantılarının anlayışıyla bağdaşır biçimde engel olarak gördü. Süreç içinde, konjonktür uygun olduğu ölçüde, onları fiilen ortadan kaldırmaya yöneldi.

Kültürel devrimci demokratikleşme, onun devrimci iradesi siyasal “milli irade” yi yarattı. O milli irade de, bir çok başka örnekte de görüldüğü gibi, demokrasi aracılığıyla, kendisini var eden demokratik yapıları tasfiye etti. Demokrasi, restorasyon ve karşı-devrimin aracı olduğu ölçüde olumlandı. Daha doğrusu bu hedeflere ulaşmak için güdümlendi. Bugün buradayız.

Merkezileşme konusunda bir kaç şey daha söyleyerek bitireceğim. Bir ulusal egemen devlet merkezi ve üniter olmak zorundadır. Emperyalist kuşatmanın söz konusu olduğu koşullarda, federatif yapılar, coğrafi özerklikler ulusal egemenlikle bağdaşmaz.

ABD şeklen fedaratiftir. Ancak uygulamada merkezi ulusal devlettir. Kaldı ki federatif yapısı etnik, ırksal, dinsel vb tarihsel kırılma hatları boyunca oluşmamış. Sömürge olduğu dönemde Britanya tarafından dayatılmış özerk koloniler formu, yeni bağımsızlık koşullarında sürüdürülmek istenmiş. Bugünkü yapı, bağımsızlık sonrası idari yapılanmayla ilgili mücadelelerden, iç savaş sonrası uzlaşmadan çıkmış. Zaman içinde fiilen merkezi işleyişi olan bir devlet haline gelmiş.

Merkezileşmemiş bir emperyal devlet uzun yaşamaz.

Osmanlı devletinde mesela, ilk ciddi emperyal devlet oluşturma girişimi Fatih devriyle başlar. Fatih, önce merkezkaç güçleri kontrol altına aldı. Beyliklerin tasfiyesine hız verildi. Dini cemaatler her birini temsil eden tek bir kurum altında toplandılar. Ermeni Patrikliği, Rum Patrikliği vb. Müslüman tekke ve zaviyeleri kontrol altına alındı. Güç odakları haline gelmelerine izin verilmedi. Tek bir dinsel Sünni-Hanefi anlayış resmi düzeyde meşru görüldü (Tabii henüz laiklik diye bir kavram yok. Bu arada, Osmanlı devrinde hiç bir zaman laiklik anlayışı söz konusu olmadı. Aydınları arasında ateizmi savunanlar bile vardı ama laikliğin sözünü eden yoktu. ). Diğerlerine popüler dinsel anlayışlar olarak, siyasallaşmadıkları sürece, göz yumuldu.

Bu bakımdan, Osmanlı devleti fiiliyatta teokratik değildi. Meşruiyet için teokratik ideolojiye referans vermesi, onun teokratik bir devlet olduğuna delalet etmez. Din kurumu, ruhban tabakası siyaseti belirlemiyordu. Siyaset dinsel düzeni oluşturuyor, din bürokrasisini atıyordu. (Aslına bakılırsa, kurumsallaşmış tarihsel dinler de siyasetin ihtiyaçlarından doğmuşlardır. Bu ihtiyaçlara yanıt verdikleri sürece varlıklarını sürdürebilmişlerdir. Değişen ihtiyaçlar etrafında sürekli müdahalelere maruz kalmışlardır. Arkasında siyasetin olmadığı tarihsel bir din tasavvuru tarihsel gerçeklikten kopuktur).

Bitirirken, tekke ve zaviylere, dinsel alana Atatürk’ten çok önce, Türk-İslamcıların, bütün tarihsel olaylarda sergiledikleri mitolojikleştirme eğilimleri dolayısıyla yere göğe sığdıramadıkları Fatih müdahale etmişti. Fatih devrinde de, Atatürk devrinde de, bu müdahalenin asıl nedeni siyasal merkezileşme, merkezi tutma ihtiyacı idi.

NOTLAR:

(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra bir Rus haber sitesinde Wagner komutanı Prizoghin’in SSCB devrinde adi suçtan hüküm giymiş birisi olduğuna dair bir iddia okudum. Rusya devleti bu kalkışma olmamış gibi davranamaz. Mutlaka hesap sorulacaktır. Bundan kimsenin kuşkusu olmasın.