“Siyasal İslam”

Bir kere siyasal olmayan din yoktur. Daha doğrusu siyaseti arkasına almayan bir din yaşayamaz. Ancak, bu ayrı bir tartışma konusudur.

Bugünkü bağlamı içinde “siyasal İslam”ın tarihi, Britanya kolonyalist sisteminin Hindistan ve diğer müslüman nüfuslu coğrafyaları sömürgeleştirmesi ve yarı-sömürgeleştirmesiyle başlar.

Kemalist Türkiye’nin ulusal egemenliğini laiklikle bağlantılı bir biçimde elde ederek diğer müslüman nüfuslu ülkeler için model oluşturması, Sovyet sosyalizminin yine bu müslüman nüfuslu ülkelere sosyalist bir ulusal kurtuluş programı önermesi gibi tarihsel gelişmeler, sözü edilen siyasal islamın, emperyalistler tarafından, yeni bir anlayışla müslüman dünyaya empoze edilmesine neden oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyalizmin, anti-kolonyal siyasal hareketlerin mevzi kazanması ve elbette İsrael’in yaratılmasıyla jeo-stratejik bir anlam kazandı.

Şii-Sünni kavgası İslamın tarihi kadar eskidir. Şii dünyanın tarihsel lideri İran’dır. Osmanlı devleti yıkıldıktan ve sömürgeciliğin de sona ermesinden sonra Sünni İslamın lideri S.Arabistan’dır. Amiyane tabirle, Sünni dünyada raconu S.Arabistan keser.

S.Arabistan Sünniliğin Hanbeli kolunun, Suud ailesinin çıkarları doğrultusunda yorumlanan Vehhabilik anlayışını savunur. Bu anlayış sınıfsal olarak feodaldir. Ülkenin Suud ailesi denetiminde feodal mutlak monarşik yapısını temel alır. Modern toplumsal ilişkileri söz konusu feodal yapı bakımından çözücü ya da yıkıcı görür. Hatta “serbest piyasa ekonomisi” denilen kapitalist ilişkileri de ideolojik olarak tehditten sayar. Aynı ideolojik perspektiften, batılı modern değerleri ve tabii Batı’yı da aşağılar.

Katı yasaklarla, feodal dinsel değerlere referans veren kısıtlamalarla toplumsal yaşamı düzenler. Tabii burada en merkezi konu kadının konumudur. Kadının bir kabile organizasyonu olan topluluk yaşamı içinde kısıtlanmış konumu düzenin bekası bakımından ideolojik-sembolik olmanın ötesinde, siyasal varoluşsal bir önem taşır.

Bununla birlikte, S.Arabistan emperyalizmin ve siyonizmin dostluğuna önem verir. Onlarla siyasal kader birliği içinde varlığını sürdürebileceğinin idrakindedir. Amerikancılığı, erken yazılarda değinmiştim, Kral Adbul Aziz’in, 1945 Şubatında, ABD başkanı Roosevelt ile Süveyş Kanalı üzerinde bulunan ABD’nin USS Quincy Kruvazöründe buluşmasıyla tescillenir. ABD, S.Arabistan’ın güvenliğini temin edecek, buna karşılık, S.Arabistan’ da ABD’nin petrol gereksinimlerini öncelikli olarak karşılayacak, Suudi petrolü üzerindeki belli tasarruflarına itiraz etmeyecekti.

İlerleyen zaman içinde, soğuk savaşın şiddetlendiği koşullarda, bu işbirliği pekişti. Yeni görünümler kazandı. “Petro-dolar” jeo- ekonomi-politiği oluşturuldu.

S.Arabistan bölgesindeki her ulusal, laik, sosyalist, kısacası ilerici hareket ve oluşumu kendisine yönelik bir tehdit olarak algılayarak, önlemeye çalıştı. Önleyemediği durumlarda, para gücüyle etkisizleştirmeye çalıştı. Ancak, bütün Sünni islam dünyasında en gerici İslamcı ideolojik kampanyalara destek oldu. Kontrol ettiği okullarda, derneklerde kendi anlayışına uygun islamcı kadrolar oluşturmaktan geri durmadı.

Elbette S.Arabistan’ın bu çabalarıyla ABD’nin “yeşil kuşak” stratejisi arasında uygunluk vardı. S.Arabistan güvenliği için ABD ve İsrail’in varlığının vazgeçilemez bir önem sahip olduğunun bilincindeydi. Bugün de böyle. Nitekim, Trump’ın başkanlığı sırasında, S.Arabistan’ın telkiniyle, İsrail ve bazı Arap ülkeleri arasında, 2020’de, İsrail’in egemenliğni onaylayan “İbrahim Antlaşması” imzalandı. BAE, Fas, S.Arabistan tarafından fiilen işgal edilmiş, Bahreyn, Sudan imzacı Arap devletleri arasındaydı.

S.Arabistan için en büyük rakip güç elbette şii İran idi. Ortadoğu’nun hemen bütün Sünni devletleri içinde değişen ağırlıklarda bir Şii nüfus vardı. Bu bakımdan İran nüfuzunun bölgede kırılması gerekiyordu. Bunun bilincinde olan ABD ve İsrail, bölgenin bu karmaşık etnik ve dinsel kompozisyonunu kendi siyasal çıkarları için elbette değerlendireceklerdi. S.Arabistan açısından da, İsrail, İran karşısında bir müttefik gibi görülecekti. Bu tablo bugün de değişmedi.

S.Arabistan’ın resmi Vehhabi ideolojisi, bölgenin modern bir yaşam özlemi duyan Sünni halkları üzerinde nüfuz kuramadı. Bunun farkında olan S.Arabistan güvenliği için (çoğu mensubu Batı ülkelerine göç etmiş yoksul Arap ailelerin köksüzleştirilmiş çocukları arasından devşiirilmiş) cihatçı paramiliter gruplar inşa etti. Özellikle 70’lerin sonunda başlayan Afganistan savaşı onun bu girişimini Batı dünyasında ve İslam dünyasında da meşrulaştırmak gibi bir işlev gördü. Bu silahlı cihatçı gruplar sonraki yıllarda emperyalizm-siyonizm-vehhabizmin siyasal çıkarları için ihtiyaç duyulan her yerde, sahada savaşan “proxy”ler olarak kullanıldılar. Halen de kullanılıyorlar.

Elbette Anglo-Amerikan emperyalistleri Sünni siyasal İslam alanını tek başına S.Arabistan’ın etkisine bırakmayacak kadar akıllıydılar. Orada da “böl-yönet” anlayışını uygulamaya sokarak müdahale ettiler. Müslüman Kardeşler’in özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD kontrolünde gelişme kaydetmesini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Müslüman Kardeşler de Sünni idi. Ancak, Vehhabiliği düşman görüyorlardı. Monarşilere, hatta feodal sınıfsal yapılara sıcak bakmıyorlardı. Serbest piyasacılığı, modern devlet anlayışını benimsiyorlar, dinsel kurallar ve Sünni değerlerle birlikte modern yaşamın gereklerine uyulmasını savunuyorlardı. Batı düşmanlığı yapmıyorlardı. Batı’yla siyasal ve ticari işbirliğinin önemini sıklıkla vurguluyorlardı. Kısacası, daha esnek, kısmen modernist bir anlayışın sözcülüğünü yapıyorlardı.

İsrail konusunda da yumuşak bir tavra sahiptiler. FKÖ’nün etkin olduğu yıllarda, Hamas’ın siyasal davranışlarını hatırlayalım. Sonra, M.Kardeşlerin ABD tarafından organize edilen bir renkli devrimle Mısır’da iktidarı gasp ettikten sonra Morsi’nin hemen İsrail’e gidip, Şimon Perez’le kadeh kaldırmasını hatırlayalım.

Bu arada, Vehhabilerin sahip olamadıkları bir güce M.Kardeşler tam anlamıyla sahipler: Toplumsal güç. Bir çok Arap ülkesinde M.Kardeşlerin başından beri yoksul ya da kendisini dışlanmış hisseden muhalif halk kesimleri arasında örgütlendiği biliniyor. Belli konjonktürlerde bu kesimleri siyasal olarak harekete geçirdiklerini gördük, ülkemizde de tanık olduk. Halen oluyoruz. Yani kitleler arasında değişen genişlikte bir tabanları var. Devlet bürokrasisi içinde kadrolaşma eğilimleri de genel olarak himaye gördü (1).

Özcesi, emperyalist siyasetin çıkarları adına hareket eden iki siyasal İslamcı anlayış var: Vehhabizm ve İhvanizm (M.Kardeşler ideolojisi). Emperyalizm, ilkini sert, “proxy” müdahalelerinde kullanıyor. Sahada, El Kaide, IŞİD, Taliban vb gibi savaşçılara ihtiyaç duyduğunda devreye sokuyor. İkincisini, “yumuşak güç” olarak, Arap Baharı vakasında tanık olunduğu gibi, renkli devrimler yapacağı sırada kullanmayı tercih ediyor.

Bu bakımdan bu ikisi birlikte emperyalizmin çıkarlarına hizmette yarışsalar da, birbirlerini düşman olarak görürüler. Karşılıklı olarak birbirlerinin etkisini kırmak için mücadele ederler. Hatta M.Kardeşler’in zaman zaman S.Arabistan’la mücadelesinde İran’a yanaştığını da biliyoruz.

Bugün İhvan’ın iktidarda bulunduğu ülkeler Katar ve Türkiye. Türkiye’de İhvan’a yapılan yatırım, tıpkı genel olarak dinciliğe yapılan yatırım gibi, popülist AKP rejimiyle başlamaz. Bu konuda ta soğuk savaşın erken evrelerine kadar giden bir süreçten söz etmek gerekir. 12 Eylül faşizmi sırasında da özel bir himaye görmüştür. Elbette Türkiye gibi bir NATO ülkesinden söz ediyoruz. Bunlar anlaşılır şeyler.

Şimdi, bu iki siyasal İslami akımın ABD siyasal yapısı içinde farklı konumları var. S.Arabistan, ABD’nin silah sattığı en yağlı müşterisi. Bu bakımdan, tahmin edileceği gibi, Amerikan askeri-sanayi tekellerinin incisidir diyelim. Bu tekellerin siyasal olarak (geneli itibarıyla) Cumhuriyetçi Parti’de temsil edildiklerini biliyoruz. Dolayısıyla, genellikle bu parti ve S.Arabistan arasındaki ilişkiler iyidir.

Mesela, Kaşıkçı Cinayeti sonrasında Trump, şantajcı bir üslupla, S.Arabistan veliaht prensini bu cinayetten sorumlu tutmuş, elbette S.Arabistan da mesajı alarak, ABD’den 5 milyar dolar civarında bir silah alımı yapmıştı. Böylece iş de tatlıya bağlanmış oldu.

S.Arabistan’ın Demokrat Parti ile ilişkisi de hep sorunlu olmuştur. Demokratlar, bilindiği gibi, petrol tekellerine ya da finans sermayesini de içerir biçimde, “petro-dolar” gruplarına görece daha yakın olduğu için S.Arabistan’a soğuk davranır. Mesela, Obama bu ülkeye silah satışına kısıtlama getirmişti. Demokratların bu ülkeye yönelik eleştirileri onların modern yaşam tarzlarına karşı olması, saygı duymaması etrafında yoğunlaşır. Ama iş bu ülkeyi ve vehhabizmi siyaseten kullanmaya gelince, bu eleştirler askıya alınır.

Müslüman Kardeşler ise bir “ılımlı İslam” modeli olarak her zaman Demokratların himayesinde olmuşlardır. Zaman zaman ABD tarafından “terörist” ilan edilseler de, gerçekte bunu iki taraf da ciddiye almaz. Zaten ihtiyaç duyulduğunda bu yafta emperyalistler tarafından örgütün üzerinden hemen kaldırılır. Bir anda “özgürlük savaşçılarına” dönüşürler.

Vehhabi anlayış Amerikan askeri-sanayi kompleksine yakındır dedik. İhvan anlayışıysa, CIA’ye. CIA zaten genellikle Demokrat Parti iktidarlarında, daha akılcı hareket etmesi anlamında, daha işlevseldir. CIA, sanılanın aksine ve askeri-sanayi kompleksinin tersine, ABD establishment’ının görece yumuşak gücünü temsil eder. Entelektüel seviyesi çok daha yüksektir. Tarihsel olarak, Ford Foundation, Rockefeller, J.P Morgan vb Doğu Yakası ya da “New England” establishment’ıyla daha yakın bir teması vardır.

NOTLAR:

(1) Müslüman Kardeşler’in sünni islamcı ideolojisi ülkeden ülkeye farklılıklar gösterebiliyor. Ancak hepsinde ortak olan yan, görece modernist, laik ve ulusalcı olmayan bir bağlamda, batıcı olmalarıdır. İhvancılık islamcı ideolojisinden çok, siyasal davranışlarıyla kendisini ayrıştırır. Türkiye’de esas olarak Said-i Nursi adı etrafında oluşturulmuş (Nakşiliğin belli bir yorumunu esas alan) yapılar İhvan anlayışıyla uyumludur.

Bu arada, Gülen Cemaati, bilindik M.Kardeşler örgütlenmesi dışında kendine ait uluslararası iddiası da olan bir “İhvan” cılık oluşturmak gayreti içindeydi. Başaramadı.

Trump mı Harris mi? 3

Ayşenur Ezgi Eygi ve Narin’ e

Üçüncü Bölüm

Popülist tabir edilen siyasal rejimleri (1), olağanüstü hal rejimleri olarak, bonapartizm ya da faşizm gibi değerlendiremeyeceğimizi önceki yazılarda bir çok kez belirtmiştim.

Bununla birlikte popülist rejimlerin, kapitalist sistemin işleyişinin sağlanması, yönetici sınıfın çıkarlarının korunması bakımından bonapartist ve tarihsel faşist rejimlerin yerine getirdiği gibi bir işlev gördüğünü de belirtmek gerekir.

Neoliberal kapitalist programın dünya çapında uygulamaya konulmasıyla bütün sosyal devletçi, refahçı toplumsal yapılar, örgütler hedef alındı. Bu saldırıyla birlikte, sosyal-ekonomik kazanımlarının çoğunu ve dolayısıyla uzun mücadelelerle elde edilmiş refahını yitiren halk sınıflarının öfkesinin, düzen için tehdit oluşturmayacak şekilde kontrol altına alınması gibi bir siyasal ihtiyaç ortaya çıktı.

Sistemin sürdürülebilmesi için otoriter, faşizan önlemler almaktan da kaçınmayan, burjuva demokratik içeriği boşaltılmış, oy çokluğuna eşitlenmiş “milli irade” ideolojisi aracılığıyla rıza üretme anlayışının egemen olması için mağdur halk sınıflarının önüne, bir yandan, mağduriyetlerinden sorumlu, içeriği muğlak, imgesel bir “sorumlu” olarak “malum elitler” atılıyor.

Diğer yandan da, bu elitlerle mağdurlar adına savaşacak, elitler düzenini temsil eden bütün kurum ve kuralların üzerinde bir güce sahip, ama bunun için (mağdur kitlelere sürekli şikayet etse de) liberal devlet formunun ortadan kaldırılmasına ihtiyaç duymayacak, kahraman figürü olarak “karizma” yaratılıyor.

Tekrar edeyim, karizma haline getirilmiş lider figürü yasalar, anayasalar, (sık) seçim ve referandumlar aracılığıyla, liberal devlet formu tasfiye edilmeden, devlet kurumları üzerinde duran otorite görünümüne kavuşturuluyor.

Böyle bir rejim, mesela önceki faşizmlerle kıyaslandığında, asli olarak, ırksal, etnik, dinsel vb günah keçilerine ihtiyaç duymuyor. Bu tür konular, “sığınmacı karşıtlığı” olgusunda görüldüğü gibi, kullanıldığında da ikincil, yan malzeme işlevi görüyor. Mesela, bu elitlerin söz konusu sığınmacıları, göçmenleri kendi halkına tercih ettiği söyleniyor.

Ancak, örgütsüz, zayıf, mağdur kitlelerin gözünde mağduriyetlerine neden olanlar, o tamamen imgesel olarak kurgulanmış “elitler” dir. Toplumsal çatışmanın ana ekseni olarak elitler ve halk arasındaki çelişkiye işaret edilir. Burada, “elitler” de aynı “halk” veya “millet” gibi keyfi olarak oluşturulmaya açık nosyonlardır.

Yalnız dikkat edilsin, hissedilen mağduriyet esas olarak maddi olmasına rağmen elitlerin sorumluluğu öncelikle onlara atfedilen olumsuz manevi yaklaşımlara indirgenir. Veyahut, mağduriyetin temel nedeni, “mazlum halkın en kutsal manevi değerleri” ne saldırıdır. Dolayısıyla, maddi olan dikkatten kaçırılır. Bu belagat her toplumsal, ekonomik soruna mükemmelen uygulanabilen bir ideolojik şablon haline dönüştürülür (Mesela, şu son Narin kız olayı bağlamında bunun örneklerini gördük).

Özcesi, bugünkü popülist rejimler kapitalist düzene, egemen sermaye sınıfına rağmen değil, tersine, onun kendi çıkarlarına uygun talebi olarak, isterseniz, onun davetiyle, dünya çapında uygulanmaktadır. Bu bakımdan, 19.yy’daki bonapartizm ve 20.yy’daki faşizmler gibi popülizm de, kahir ekseriyeti alt ve alt orta sınıflara mensup halk kitlelerinin siyasal hareketi olarak görülemez..

Popülist rejim, tarihsel faşizmler gibi, tekelci finans-kapitalin kendi önderliği altında, kriz koşullarında tekelci kapitalist sistemi sürdürebilmesi için bu söz konusu sınıflarla kurduğu siyasal ittifaka dayanır (Bonapartizm de, bir 19 yy siyasal olgusu olarak, kapitalizmin serbest rekabetçi evresindeki sermaye sınıfının, 3.Napolyon ve Bismarck örneklerinde görüldüğü gibi, halk sınıflarıyla ittifak kurarak rakipleriyle siyasal egemenlik mücadelesine girmesinden çıkmıştı).

Aynı faşizm gibi, popülizm de ideolojik karakteristiklerine, söylemine indirgenemez. Onlardan hareketle tanımlanamaz. Siyasal rejim olarak popülizm, elbette, popülist bir ideolojik söyleme sahiptir. Ancak her popülist söylem, popülist bir siyasal rejimin varlığına delalet etmez.

Popülist rejimler, faşist rejimler gibi olağanüstü hal rejimleri değildir. Liberal burjuva devleti tasfiye etmezler, veyahut, onu askıya almazlar. En çok, Türkiye’de gördüğümüz gibi, şu ya da bu ölçüde, onun içini boşaltarak iktidarlarını sürdürmek isterler. Tarihsel faşizmle arasındaki temel fark budur.

Bununla birlikte, Bertolt Brecht’imizin vurguladığı gibi, faşizm ve rejim olarak popülizm burjuva demokrasisinin karşıtı olarak değil, onun kriz koşullarında geçirdiği evrim olarak görülmek gerekir.

Şunu da ekleyeyim: Pekâlâ popülist rejimler de, faşist rejimler kadar, hatta ondan daha fazla brütal olabilirler. Bu açıdan, kafamızdaki tarihsel faşizm imajından hareketle, “hiç bir rejim faşizm kadar kötü, zalim olamaz” diye düşünmek doğru olmaz.

Benzer yanları dolayısıyla, bu üç farklı siyasal olguyu öncelikle bir “halk hareketi” gibi sunmak, sermaye sınıfının da arzuladığı, teşvik ettiği bir çarpıtmadır. Bu üç olgu da, işlevsel benzerlikleriyle, sermaye sınıfının önderliğinde, onun tarafından, onun ekonomi-politik çıkarları için yaratılmıştır. Bununla birlikte, üçü aynı şey değildir. Aralarında, zamana değgin farklı görünümleriyle, bir süreklilik de yoktur.

Neoliberal program, emekçi halk sınıflarını öfkelendirecekti. Bu öngörülmüştü. Mesele, bu öfkenin siyasal olarak nasıl kanalize edileceğiydi. Popülizm bu bağlamda işlevseldi.

Popülizm, öfkeli kitleler için yer yer bilim-kurgusal ya da doğa-üstü nitelikler de atfedilen karizmatik liderin varlığıyla olanaklı kılınan bir ideolojik hava supabı işi görüyor (Karizmatik lider merkezi figürdür. Onunla belli tarihsel kahramanlar arasında kurulan benzerliklerde dahi, o benzeyen değil, benzetilendir). Aynı zamanda, öfkeyi sınıfsal olarak adı konmamış, paratoner işlevi görecek şekilde oluşturulmuş, esas olarak, “milletin kutsal ya da manevi değerlerini” aşağısayan soyut, muğlak bir “elitler” algısına yönlendirerek, egemen sermaye sınıfıyla bu “mağdur” kitleler arasında bir tür hava yastığı görevini de yerine getiriyor.

Sol popülizm de benzer araçları farklı ya da çoğul söylemlerle kullanarak, “elitler” algısına daha somut (sınıfsal, cinsel, çevreci vs) bir içerik kazandırarak, ama Fransa’da, akıl hocalığını Chantal Mouffe’un yaptığı Melenchon vakasında olduğu gibi, kapitalizmle özsel bir sorunu olmayan, sadece onun “demokratik” veya “güler yüzlü” hale gelmesini talep eden gevşek, anarşizan (dolayısıyla neoliberal) bir siyasal anlayışla birbirlerine tutturulmuş değişik toplumsal sorunsallar etrafında kümelenmiş radikal grupların taleplerini seslendirir. Ancak, kesinlikle sınıf çatışması temasına vurguda bulunmaz. Toplumsal çatışmanın ana ekseni en genel anlamında iktidarı ellerinde tutan elit güçlerle, ucu açık bir nosyon olarak, halk arasındadır.

Gerek sağ gerekse de sol popülizmler sisteme değil, sistemin işleyiş şekline karşıdırlar.

Nasıl faşizmle faşizan birbirine karıştırılıyorsa, popülizmle popülist için de aynısı yapılıyor. Nasıl rejim olarak faşizm, faşist önlem ve söylemlere indirgenemezse; popülizm de, bir rejim olarak bir kısım önlemlerine ve söylemlerine indirgenemez.

Şimdi, Trump’ın popülizm yaptığı söyleniyor. Doğrudur. Söylemleri ve vaat ettiği kimi önlemlerine bakılırsa, öyledir. Gelgelelim, Trump popülist bir rejim kurmayı vaat etmiyor.

Amerika, Türkiye, İtalya, Fransa vs gibi bir devlet değil. Dünyanın en güçlü emperyalist devleti olarak küresel çapta ekonomi-politik ve ideolojik bir misyon yüklenmiş. Hali hazırda, finansal kapitalizmi ve liberal ideolojiyi küresel düzeyde egemen kılmaya çalışıyor. Yani mevcut konumuyla, ancak böyle bir atmosfer içinde var olabileceğinin bilincinde olarak davranıyor. Bu devletin en önemli birleştirici karakteri liberal olmasıdır. Sadece ideolojik olarak değil, devlet örgütlenmesi olarak da öyle. Bütün oligarşik yapıları bir arada tutan bu örgütlenmedir. Onun tasfiyesi şöyle dursun, içini boşaltmak bile bütün bir yapının çözülmesi anlamına gelir.

Unutmayalım, liberalizm Amerikan devlet aklı, bilinci, bilinçdışıdır. İsterseniz, bir çok siyaset bilimcinin kullandığı anlamda, Amerika’nın ruhudur diyelim.

Görünürdeki tartışmalara bakılırsa, Trump karşısında, Yankee ve Kovboy elitlerin siyasal olarak bir araya gelmesinin nedeni, Trump’ın ABD’nin bu küresel misyonuna zarar verecek dış politikalar izlemesinden duyulan endişedir.

Bence asıl, altta yatan endişe, Trump’ın politika yapma tarzından, devlete bakışından, bunların söz konusu liberal ruha verebileceği olası zararlardan kaynaklanıyor. Trump’ın önceki yönetiminde yer alan önemli figürlerin, partisinin yüksek düzeydeki elitlerinin ona karşı tavır almalarının gerekçesi bu olmalıdır.

Yoksa sorun, bazılarının iddia ettikleri gibi, onun kürtaj, cinsel tercihler, göçmen sorunu gibi konulardaki söylemleri de değildir. Onlar klişeleşmiş muhafazakâr söylemler zaten.

Öte yandan, dış politikadaki Ukrayna sorunu söz konusu olduğunda, onun “savaş karşıtlığı” da tutarlı değildir. Hatta demagojiktir. Aynısını, mesela, Le Pen ve Melenchon da yapıyorlar.

Trump’ın Ukrayna sorunu etrafındaki gerçek farkı, Rusya’ya bakışından kaynaklanıyor. Önce, Trump’ ın Çin’e karşı düşmanca “çevreleme” siyasetini ilk kez somut olarak formüle edip, uygulamaya koyan ABD başkanı olduğunu hatırlatayım.

Şimdi, Trump, Rusya’nın öncelikli olarak düşmanlaştırılmasının taktik bir yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyor. En öncelikli olanın Çin olduğunda ısrar ediyor.

Tabii böyle bir konum alış, 2.D.Savaşı sonrasında oluşturulan (Aslında daha 20.yy’ın başlarında, kavramsal düzeyde, oluşturulmaya başlanan jeo-ekonomi-politik bir stratejidir), sonunda Sovyet Rusya’nın çökertilmesini temin eden stratejik anlayışla çelişiyor.

Trump, ABD’nin artık Rusya fobisinden kurtulmasını, ona yeni dünya koşullarında daha soğuk kanlı yaklaşılmasını talep ediyor. Rusya ile ittifak yapılmadan, ya da en azından, Rusya nötralize edilmeden Çin’le mücadelenin kolay olamayacağına inanıyor. Yani Trump, bir Rusya muhibbi değil, sadece Çin’in ciddi bir rakip olarak yükseldiği koşullarda, ABD çıkarları adına ona olan kadim jeo-politik bakışın taktik açıdan gözden geçirilmesini istiyor.

Gelgelelim, SSCB karşısında elde edilmiş başarıyla başı dönmüş, kuramsal formülasyon reçetelerini oluşturanlar bağlamında, üzerinde daha çok, Yankeelerin ya da Doğu Yakası elitlerinin ağırlıklı bir etkisinin bulunduğu Amerikan devlet sistemi, daha doğrusu “establishment” ı (bundan kastedilen, liberal ve cumhuriyetçi olmak üzere iki partili federal kurumsal yapı üzerinde yükselen, liberal ve/veya neoliberal ideolojinin taşıyıcısı olan, sınıfsal olarak finans-kapitalin global çaptaki çıkarlarını kollayan hegemonik siyasal oluşumdur), Rusya’ya karşı geçmişte izlenen stratejiyi, önceliği Rusya’ya vermekle birlikte, Çin’i de bilahare onun yanına koyarak devam ettirmek düşüncesinde.

Kabaca, Trump’ın temsil ettiği Kovboylar, önce Çin sonra Rusya; Harris’in temsilcisi olduğu Yankeeler önce Rusya sonra Çin diyorlar.

Aslında, Trump’ın tezi, geçmişte Kissinger ve Brzezinski’nin düşmanı bölerek, birbirine düşürmek anlayışında olduğu gibi (Sino-Sovyet bölünmesi), ama bu kez Çin’in baş hedef olarak alındığı bir stratejiye referans veriyor. Önceki anlayışın (onu olumlu yönde etkileyen faktörlerin katkısını da ihmal etmeden) başarılı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

Trump bu tezini dillendirirken, özellikle de Avrupa’daki müttefiklerini ABD’nin sırtında yük olarak gördüğünü ifade etmekten de kaçınmıyor. Atlantik’in diğer yakasındaki müttefiklerin ülkesini ekonomi-politik açıdan istismar ettiğini vurguluyor. Rusya konusunda devam eden ABD takıntısında, Avrupalıların verdiği siyasal gazın rolüne değiniyor. Bugünkü Rusya sorununun ABD’den çok Avrupalıların sorunu olduğunu, sorunu bugünkü haline Avrupa’nın peşine takılmanın getirdiğine de zaman zaman temas ediyor.

Böylece, Yankeelerin, sadece ekonomi-politik açıdan değil, kültürel olarak da, önemli dayanaklarından birisi olan Atlantikçi anlayışa açıkça saldırıyor. Bütün bu Yankee anlayışları ve politikalarıyla, Amerikan “establishment” ının yerleşik kurumsal geleneklerine, isterseniz, siyasal kültürüne uymayan bir siyaset tarzıyla mücadele edeceğinin işaretlerini gönderiyor. İki tarafın elitlerini birlikte kaygulandıran en temel sorun budur bence.

Yalnız şunu da hemen eklemem gerekiyor : Amerikan seçmenlerinin büyük ekseriyeti açısından bu dış politik yaklaşım farklılıklarının bir önemi yoktur. Amerikan seçmeni son büyük krizden beri kendisini neoliberal politikanın mağduru olarak görüyor. Öfkeli yani. Dış politikaya bu mağduriyetine katkısı olduğuna inandığı ölçüde ilgi gösteriyor. Bu ilginin de henüz geniş halk kesimlerini kat ettiğini söylemek doğru olmayabilir.

Ancak bu kez, Avrupa’da ve Ortadoğu’da giderek yayılma ve bir dünya savaşına dönüşme olasılığını güçlü bir biçimde içinde barındıran savaşlar var. Hatta söz konusu savaşları fiilen başlamış savaşın iki cephesi olarak görenler de var. Ukrayna’nın son Kursk saldırısı, ülkenin doğusunda süren savaşı uzun menzilli Nato silahlarıyla Rusya’nın içlerine taşıma eğilimi; öte yandan, İsrail’in yaklaşık üçte birini kontrolü altına aldığı Gazze ile yetinmeyip, Batı Şeria’ya, oradan Lübnan ve Suriye’ye yönelme hesaplarının, buna karşılık Rusya, Filistin ve İran tarafından yapılan açıklamaların görece daha fazla sayıda Amerikan seçmenini ilgilendirmesi beklenebilir.

Trump’ın bu tartışmalardaki avantajlı konumu, Rusya ile ilgili olarak, alttan alan, süren savaşa karşı, nispeten barışçı ya da şahince olmayan tavırlarına dayanıyor. Ancak Filistin cephesi söz konusu olduğunda, savaş karşıtı olmadığı açıktır.

Harris ise her iki cephede de savaş yanlısı görünüyor. Rusya’nın, İran ve Filistin’in blöf yaptıklarını düşünüyor. Nitekim, Putin’in son çıkışını adeta duymazlıktan geldi. Oysa, Rusya gibi bir devlet blöf yapmaz. Bunu ABD establishment’ını çekip çevirenlerin bilmemesi mümkün değil.

Benim izlenimim, Anglo-Amerikalıların çok sıkışırlarsa, Avrupa’da sınırlı tutulmaya çalışılacak görece düşük yoğunluklu, (elbette nükleer silahların kullanılmayacağı )bir çatışmayı epeydir satın almış olduğudur. Bu izlenimi ilk kez, İngiltere’nin Brexit’i sırasında edindim. O Anglo-Amerikan establishment’ının ortak kararıydı. Bugünleri o zamandan planladıkları için Avrupa’dan çekildiler.

Yani, Amerika doğrudan, Ukrayna sorunu etrafında Rusya ile bir savaşa girmez (Hatta İsrail sorunu etrafında İran’la da girmez). En çok, Avrupa’daki müttefiklerini, özellikle de Doğu’dakilerini, bu süren savaşta “proxyleştirir” (İsrail zaten, İsrail bayrağı çekilmiş Amerikan savaş gemisi olarak, gönüllü proxy) Gelgelelim, savaş ekonomik güçle sürdürülebiliyor. Avrupa’nın da giderek daralan bir ekonomisi var.

ABD bir hegemonya savaşı yapıyor. Bu yüzyılı da Amerika yüzyılı yapmak istiyor. Bu hegemonyaya meydan okuyan ve meydan okuma potansiyeli taşıyan (Avrupa ve Asya’daki) her gücü vurarak, veya kafa kafaya tokuşturarak, olmadı, nötralize ederek devre dışı bırakmak, veyahut zayıflatarak uydulaştırmak istiyor. ABD bugünkü fiili müttefiklerinin potansiyel rakip olma olasılıklarını her zaman dikkate alır.

Yaklaşan seçime dönersek, bu savaş tehditlerinin, ABD’yi daha doğrudan içine çekme olasılığının güçlenmesi, halen savaş çığırtkanlığı yapan Amerikan medyasının aksi yöndeki çabalarına rağmen Trump’ın şansını artırabilir.

Kamala Harris’e gelince, kanser uzmanı Hintli bir anne ile Jamaika asıllı sol sosyal demokrat, Stanford Üniversitesi’nde çalışmış (Jamaika’da iki üç hükümete ekonomik danışmanlık yapmış) bir iktisat profesörünün hukuk öğrenimi görmüş kızları.

Öncelikle Kamala Harris’in kendisiyle ilgili olarak verdiği biyografik bilgilerin kısmen doğru olmadığı anlaşıldı. Biyografisine eklediği “siyah olmaktan ve varsıl olmamaktan kaynaklı” mağduriyet hikayesinin de yanlış olduğu tanıklarıyla ilan edildi. Yani sıklıkla başvurduğu, “işte ezilen, horlanan o küçük kız bendim” edebiyatının doğruyu yansıtmadığı, çocukluğunda boşanmış olan ebevynlerinin her ikisinin de zengin oldukları, ABD’de, Jamaika’da ve Hindistan’da aileye ait çok sayıda varlıklarının bulunduğu anlaşıldı.

Harris’in Politikadaki yükselişi, 2014’te Yahudi asıllı bir Amerikalı ile yapmış olduğu evlilikten sonra başlıyor. Ancak, öncesinde ta üniversiteki öğrencilik yıllarından başlayan “yeni kuşak” bir siyasetçi adayı olarak hazırlanma süreci var.

Şimdi, yeni kuşak Demokrat Parti mensuplarının nasıl seçildiklerini, ABD politik sistemine nasıl entegre edildiklerini anlayabilmek için ABD’nin entelektüel dünyasında, 50’li yılların ortalarında gerçekleştirilen, gerçek etkilerini 60’lı yıllarda gösteren, “ideolojik devrimi” anlamak gerekiyor (Bu konuya kısmen Obama’nın adaylığı sırasında yazmış olduğum bazı yazılarda değinmiştim).

Çünkü, Bill Clinton, Obama, Kerry, Harris gibi hepsi hukuk öğrenimi görmüş figürler, bu ideolojik devrim süreci içinde yetiştiler. Demokrat Parti bu söz konusu yeni kuşak politikacılarını bu yeni ideolojik formasyona sahip kişilerden devşirdi (Hilary Clinton’ın durumu daha farklı. O, sağdan, koyu Cumhuriyetçi, Wesleyci püriten bir muhafazakârlıktan, “yeni-muhafazakâr” demokratlığa geçiş yaptı).

Özellikle erken otuzlu yıllardan İkinci Dünya Savaşı’nın hemen hemen sonuna kadar, Amerika’daki entelektüel hayatta bir sol, marksist, pro-Sovyet hegemonya vardı. Önemli yazarlar (mesela, Sinclair Lewis, Steinbeck, U.Sinclair, Dreisler, S.Bellow ), sanatçılar, eleştirmenler arasında, SSCB’ye yönelik bir sempatiye de referans veren marksizm hayli revaçtaydı (2)

Hatta bugün komünist olmayan, anti-komünist olan bir çok ünlü Yahudi aydının ebeveynleri Amerikan Komünist Partisi üyesiydi. Örnekse, Noam Chomsky’nin anne ve babası.

Komünist Partisi’ne, sosyalist parti ve örgütlere büyük bir rağbet vardı. Stalin’in, “Uncle Joe” olduğu yıllardı. SSCB’nin ve Stalin’in (Avrupa-merkezci marksizm anlayışının temsilcilerinden Trotski’nin itirazlarına rağmen) ABD aydınları ve emekçi sınıfı içinde büyük bir prestiji vardı. O kadar öyle ki, çizgi roman kahramanı olarak 1938’de ABD’de yaratılmış olan Superman için model “Steelman” idi. Superman de malum, halkın aleyhine çalışan, mesela, halkın aleyhine kullanılacak teknolojik buluşlar yapmaya çalışan (tekno-faşist) kapitalist tipine, bu arada, Ku Klux Klan’a ve Nazilere de karşıydı. İlericiydi. Dünyayı ve insanlığı bu faşist ve faşizan tiplerin siddetinden, şerrinden korumak için mücadele ediyordu (3).

Savaşın sona ermesiyle bu tablo değişti. Çünkü savaş öncesinde ve sırasında, dışarıda SSCB ile içeride işçi sınıfıyla ve diğer anti faşist gruplarla yapılmış (“New Deal”) uzlaşmalara ihtiyaç kalmamıştı(4).

Önce kaba faşizan yöntemleriyle McCarthycilik devreye sokuldu. Solcu aydınlar, emek örgütleri mensup ve yöneticileri, anti-faşistler sindirilmek istendi.(5) Bu yöntemle istenilen sonucun alınamadığı ve üstelik ABD’nin “liberal” imajına da zarar verildiği görülünce (McCarthy bir anda “asttığı astık kestiği kestik” korkulan figür haline gelmişti. Hatta onun tarafından sorgulanmak için çağrılan bir senatör korkudan intihar etmişti. O anti-komünist kampanyaya gaz veren, John Birch Derneği gibi, fanatik sağcı oluşumlar, McCarthy’nin Eisenhower ve Rockefeller gibi figürleri de “gizli” komünist oldukları için sorgulamasını talep ediyorlardı. Özellikle orta sınıftan insanlar için bütün kötülüklerin kaynağı, içeriği boşaltılmış, kötü olarak gördükleri herkesi kolayca yaftaladıkları bir şablona dönüşmüş “komünist” idi. Mesela, küçük sermaye grupları için büyük sermaye “komünist” veya “gizli komünist” idi. Yönetici sınıf için asıl tehlike, senatör McCarthy etrafında giderek genişleyen memnuniyetsiz ve memnuniyetsizliklerinden “komünist” büyük sermayeyi sorumlu tutan çoğunluğu orta sınıfa mensup bir kitlenin oluşmuş olmasıydı ), Rockefeller ve Dulles gibi figürlerin telkiniyle, başkan Eisenhower onu buruşturup bir kenara attı (Öncesinde Senatör McCarthy hakkında onun eşcinsel olduğu, bir erkek çocuğa tecavüz ettiği yolunda yoğun kampanyalar yürütüldü. “Gizli tanıklar” benzer iddialarla ortaya çıktılar. Senatör bu yüzden sorgulandı. Herhalde bu durumu kabullenemediğinden kendisini alkole verdi. Sanıyorum alkole bağlı nedenlerden dolayı bir yıl sonra da öldü).

Başkan, Rockefeller Fellows, Ford Foundation gibi oligarşik örgütlerin telkini, FBI’dan farklı olarak daha çok Yankeelere yakın CIA’nin ön almasıyla komünizmle daha ince, daha entelektüel yöntemlerle mücadele edilmesi gerektiğini kabul etti.

CIA, genel olarak komünizmle mücadele yerine, önceliğin Sovyet modeli komünizmle mücadeleye verilmesinin daha doğru olacağına karar verdi. Böylece, özellikle çoğu Trotski’ye sempati duyan marksist aydınların ikna edilmesi kolaylaşmış olacaktı ( O arada, CIA’ya en büyük yardım, hiç beklemediği bir yerden SBKP liderliğinden gelecekti. 20.Kongre’deki Hruşçov’un söylemi Trotski’nin iddialarına dayanıyordu zaten).

Savaş sırasında ve sonrasında ABD’ye göç eden çoğunluğu Yahudi kökenli akademisyenler, felsefeciler, sosyologlar, psikologlar vs, sınıf mücadelesini ve kapitalist düzeni sosyalist düzenle değiştirmeyi temel alan yıkıcı “siyasal marksizm” i karalayarak, temel sorun olarak sunulan, “yabancılaşma”, “otoriter kişilik”, “totaliter devlet” sorunlarıyla mücadelede kullanılacak kuramsal ve yöntemsel bir araç olarak Freudcu yaklaşımla melezlenmiş, daha doğrusu freudcu anlayışa eklemlenmiş haliyle, marksizmi “kültürel marksizm” veya “yeni-sol” adı altında, tekrar olsun, CIA desteğinde pazarladılar (6)

Söz konusu oligarşik vakıf ve enstitülerin ve tabii CIA’nın büyük parasal destekleriyle çıkartılan Partisan Review (Derginin adına dikkat ediniz. Bu dergi bu adla Sovyet çizgisindeki Amerikan Komünist Partisi’nin yayını olarak ilk kez 1934’te çıkmaya başlamıştı. Biraz sonra Trotskist oldu. Yazarlarının önemli bir kısmı Trotskist idi. 1950’lerde anti-komünist ya da anti-Sovyet çizgisine doğru dönüşüm geçirmesi bu sayede kolay oldu. Türkiye’de bir ara Amerikan Kültür’lerde ücretsiz dağıtırlardı ), benzer doğrultudaki Dissent, Commentary, Encounter ve daha başka bir kaç derginin ciddi bir entelektüel okuyucu tabanı vardı.

Bu yayın organlarının yazarlarının tamamına yakını, çoğu ülkeye göçmen olarak gelmiş, Yahudilerdi. (Bu kadar donanımlı, parlak Yahudi aydının kendilerini yadsıyan bir tavırla, böyle bir siyasal misyon için seferber olmasının İsrail’in kuruluşuyla alakasının olabileceğini hep düşünmüşümdür). Kısmen, farklı kombinasyonlar içinde de olsa, Trotskist eğilimlerini sürdüren, “anti-sovyetizm”in (yani soğuk savaş dönemi sol anti-komünizminin) “liberal demokratik ” anlayışın ihyası üzerinden olumsuzlanmasını ana teması haline getirmiş, çoğu akademisyen olan entelektüellerdi.

Yeri gelmişken, öznel bir gözlemim, bu tür soldan entelektüel dönüşler, dönüşenlerin kalitesi ne kadar yüksekse, o kadar evreler halinde oluyor. Yani ara istasyonlara ihtiyaç duyuluyor. Elbette, bu tür istasyonların en sık uğranılanı Trotskizmdir.

Aralarında Hannah Arendt, Frankfurt Okulu üyeleri, Susan Sontag (“Sovyet marksizmi başarılı olmuş faşizmdir” başlıklı, sanıyorum New York Times Supplement’ daydı, yayınlanan bir yazısını hatırlıyorum), Daniel Bell, S.M. Lipset, N.Glazer, S.Hook, Hofstadter, ve elbette “New York Entelektüelleri” olarak adlandırılan otuzların, kırkların sıkı marksistleri, trotskistleri, L.Trilling, N. Mailer, A.Kazin, I.Howe, J.Podhoretz, D.Macdonald, I.Kristol, A.Rosenberg gibi edebiyatçı, sanat ve yazın eleştirmeni (hepsi de gerçekten kendi alanlarında yetkin olan) figürler bu yayınların sürekli yazarları arasındaydı.

Yetmişli yılların sonlarından itibaren çoğu politik olarak “yeni-muhafazakâr” olarak dönüşüm geçirdiler. Politik olarak çok daha geri konumlara savruldular.

Entelektüellere mesaj şuydu: Amerikan devletinin, onun mevcut jeo-ekonomi-politik çıkarlarının karşısında yer almamak koşuluyla “radikal”, “asi” olabilirsiniz. Bu çıkarları savunduğunuz sürece “marksist” dahi olmanızda bir sakınca yoktur.

İşte 1964 doğumlu Kamala Harris’in kafası da, önceki Demokrat başkan Obama’nın kafası gibi, böyle bir entelektüel atmosfer içinde şekillenmişti. İkisi de, babaları (7) dolayısıyla marksist sosyalist bir aile ortamına doğmuşlardı. İkisi de öğrencilik yıllarında “radikal” idiler. İkisi de, gerçek, devrimci marksizmin, yani kapitalist düzenin yıkılmasını, sosyalizmin kuruluşunu amaçlayan sınıf savaşımını öngören marksizm anlayışının olanaklı her türlü entelektüel, ideolojik araçla çarpıtıldığı, yerine sentetik bir sol anlayışın ikame edildiği o uzun süreç içinde yetiştiler. Güvenli bir gelecek, kariyer için kendilerine verilen mesaja uygun davrandılar (8).

NOTLAR:

(1) Popülizm tartışmalarındaki karmaşa, bir yandan, konunun bir ideolojiye, söyleme indirgenmesinden; diğer yandan, politika yapış tarzına veya bir uslüp sorununa eşitlenmesinden kaynaklanıyor. Diyelim, Trump’ın üslubu ya da söylemi popülist olarak yaftalanması için yeterli oluyor. Ben burada popülizmi (öyle iki boyutu olsa da), bonapartizm, faşizm gibi (tabii onlardan farklı) bir siyasal rejim sorunu olarak görüyorum. Bu bakımdan tartışıyorum.

(2) Saul Bellow, Humboldt’s Gift adlı Soğuk Savaş’ın çetin zamanlarından birinde (1975) yazılmış romanında o dönem Amerikasının entelektüel ortamına gayet çarpıcı biçimde değinen bölümler vardır. Mesela bir yerde, ” New York sanki bir Rus şehriydi, Rusya her yerdeydi. New York şehri sanki ABD’den koparak SSCB ile birleşmek istiyordu” der. Başka bir yerde, o günün entelektüel ortamını çok güçlü biçimde karakterize eden sözleri vardır: Mealen, “edebiyattan, sanattan söz edilirken, genellikle, Lenin’e, R.Lüksemburg’a, Trotski’ye, Bela Kun’a, Bukharin’e referans vermeyenleri kimse dinlemek istemezdi. Marksist-Leninist klasiklerden alıntı yapmayanlar ciddiye alınmazdı” diye ilave eder.

Yine aynı romandaki iki baş kahramandan biri olan yahudi yazar Humboldt, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Alman hükümeti tarafından Almanya’ya davet edilir. Humboldt görmediği Avrupa’yı görmeyi hep arzulamaktadır. Ancak anti-Sovyet Partisan Review’ın yazarları arasında bulunduğundan kendisini Sovyet hükümetinin kaçıracağına veya öldürebileceğine inanmıştır. Bu yüzden daveti kabul etmez. Romanın yazarının Partisan Review’un, her biri sıkı bir anti-komünist olan, sürekli yazarları arasında bulunduğunu da hatırlatayım.

Humboldt’s Gift (1975), Bellow’un erken yazarlık yıllarında kendisini himayesine almış ünlü yahudi asıllı şair Delmore Schwartz‘ın (1913-1966) son yıllarında şairin ve yazarın çevrelerinde cereyan eden olayların Bellow tarafından roman olarak kurgulanmasıdır. Bellow’un en çok okunan iki kitabından biridir. Kitapta Schwartz’ın konumu özel bir yere sahiptir. Schwartz da, Bellow gibi, Partisan Review yazarları arasındaydı.

Bellow, bence, popülerliğine rağmen önemli bir yazar değildi. Daha doğrusu, eleştirel bir bakışla toplumsal sorunları ya da toplumsal duyarlılıkları işleyen edebiyat anlayışı yerine, 50’li yıllardan itibaren rağbet gören, yazarın bireyin varoluşçu kaygularını, küçük-burjuva bunaltılarını, içgüdüsel davranış ve hazları serbest bir iç dökme veya bir tür serbest çağrışım halinde dile getirdiği 2.D. Savaşı sonrası Amerikan edebiyatında belki ilk örneğini, J.D.Salinger’in Çavdar Tarlasında Çocuklar’ında gördüğümüz türden bir anlatım ve yazım tarzının, Salinger’e göre, edebi açıdan daha gelişmiş bir sürdürücüsüdür. Charles Bukowski figürü yine bu tarzın edebi bakımdan istismarını, entelektüel ve yazınsal düzeyinin dramatik olarak aşağı çekilmesini temsil eder.

Yanı sıra, Humboldt’s Gift’inde de gördüğümüz gibi, Bellow, adeta “görevli bir anti-komünist (=anti-Sovyet) gibi davranır. Her fırsatta (yerli yersiz), bazen, mesela, palavracı Djilas ve Koestler gibi tescilli anti-komünist, CIA aparatı yazarlara da referans vererek bu doğrultudaki mesajlarını verir.

Örnek olsun, yaşadığı ve romanlarının başlıca mekanı olan Chicago kentinin ne denli tekinsiz bir yer olduğundan dem vurur, her an birilerinin gelip sokakta gırtlağınızı kesip, ceplerinizi boşaltabileceğini veya sizi, amiyane tabirle, dağa kaldırabileceğini, yakınındaki mafyatik Cantabile tipinden hareketle ifade eder. Biraz sonra, hiç bir bağlamı yokken, Lenin’in Rusya’da bir polis terörü devleti kurduğunu, Sovyet Rusya’nın çok sıkıcı bir yer, Rus halkının devrim öncesine göre çok sıkıcı bir toplum haline getirildiğini söyler.

Tabii ara sıra, tabirimi mazur görün, “entel takılır” . Resim sanatından, klasik müzikten, edebiyat konularını araya sıkıştırır. Bizdeki şu “Aylak Adam” tipi gibi. Bu tür edebiyat, meali, “sol da çözüm değilmiş, yine en iyisi liberal olmak” olan hayal kırıklıklarının yol açtığı bitmek bilmez bunalımlarıyla “entel” küçük burjuvanın zırvalamalarının edebiyatı, bizde de, özellikle 70’li, 80’li yıllarda revaçtaydı.

Ünlü Amerikalı yazın tarihçisi, eleştirmeni Harold Bloom, bir keresinde, Bellow’u hiç beğenmediğini, hatta insan olarak da hiç sevmediğini belirttikten sonra Bellow’un beğendiği tek yapıtının, o da Delmore Schwartz’a duyduğu sevgiden dolayı, Humboldt’s Gift olduğunu söyler. İlginçtir, Bellow’un, okuduğum üç yapıtı içinde en sık ve en çok anti-komünist açık ya da “sübliminal” mesajların verildiği romanı da adı geçendir.

Bir yazarın toplumsal ve ideolojik yaklaşımlarını kabul etmeyebiliriz. Yazar, mesela, anti-komünist bir gerici olabilir. Emperyalizmin hizmetlisi gibi işlev görebilir. Bununla birlikte aynı yazar, edebi yetenek veya estetik kalite olarak gelişmiş biri de olabilir. G.Orwell örneğinde olduğu gibi. Edebiyat alanında yazarın sınıfsal-ideolojik konumunu eleştirir, karşı çıkar, ama yazınsal (estetik)kalitesini de teslim edersiniz. Bunun farkında olarak Bellow hakkında böyle konuşuyorum.

Orwell’den söz etmişken, şunu da hemen ilave edeyim: Siyasal olarak gerici bir yazarın sanatsal gücü ne kadar yüksekse, bizim için tahribat gücünün de o denli yüksek olacağını aklımızdan çıkarmamalıyız. Elbette gerici bir yazarın yapıtında gerici bir siyasal içeriğin, bütün aykırılığına rağmen, gelişmiş bir sanatsal biçim içinde sunulabileceği durumları kast ediyorum.

Tabii tersi bir durumu, yani ilerici bir siyasal içeriğin gelişmemiş bir sanatsal biçimle sunulmasını da olumlayamayız.

(3) Teknoloji demişken, sözünü ettiğim bu ideolojik dönüşüm sürecinin hem Öznesi hem de nesnesi olmuş Brzezinski’nin bizde pek bilinmeyen benim önemsediğim bir kitabı var: Between Two Ages: America’s Role in the Technetronic Era (1970, Viking Press). Bu kitabında, özetle artık endüstriyel çağdan çıkılmakta olunduğunu, teknolojinin, özellikle de elektroniğin toplumsal değişimlere yol açan ilkesel belirleyici olduğu bir çağa girildiğini öngörüyor. Geleneklerin, göreneklerin, değerlerin, sosyal yapının bu yeni tekno-elektronik olanaklar sayesinde çok hızlı ve karmaşık bir biçimde değişeceğini belirtiyor.

Bu yeni tekno-elektronik çağda enformasyonun özel bir önem kazanacağını, dolayısıyla enformasyonun kontrolü sayesinde de “kurumsal Marksizm” in (yani Sovyet sisteminin) çökertilme olasılığının artacağını söylüyor. Brzezinski böylece, günümüz Silikon Vadisi’nin, ve tabii tekno-faşizm”in de, habercisi oluyor. Bugün Silikon Vadisi’nde yetişmiş sermaye sahipleri, dünyanın en büyük servetlerini kontrol ediyorlar. Bu yüzden de siyasal olarak tekelci sermayenin en gerici, en gözükara, en terörist kesimini temsil ediyorlar. Yaratıcısı oldukları “sosyal medya” ağlarını istismar ederek, toplumları ve tabii siyaseti çıkarları doğrultusunda yönlendirmekte etkili olmayı sürdürüyorlar.

(4) New Deal’in bir Yankee programı olduğu söylenebilir. ABD’de, özellikle 30’lu yılların ilk yarısında, bunalımdan çıkmak için sadece büyük tekelci sermayenin bir kısmı değil, Kovboyların dayanakları arasında olan büyük sanayi sermayesi, orta ve küçük sermaye de faşizm istiyordu. Hatta ikinci başkanlık döneminde başkan Roosevelt’e karşı başarısız bir darbe girişiminin olduğu da iddia edilir.

New Deal’in destekçileri arasında Rockefeller, J.P. Morgan gibi finans sermayesinin önde gelen grupları, faşizm tehlikesine direnen işçi sendikaları vardı. Böyle bir iç ittifaka dayanıyordu. SSCB’nin önderliğini yaptığı anti-faşist blok bu ittifakın dış bağlamını oluşturdu.

Tekrar olsun, 30’lu yıllarda, ekonomik bunalımın emekçi sınıflar için ağır etki ve sonuçları bütün sıcaklığıyla yaşanırken, Amerikan Komünist Partisi de işçi sendikaları arasında etkisini anlamlı ölçüde arttırmıştı. 1934’te büyük grevler, fabrika işgalleri, oturma eylemleri (özellikle otomotiv sektöründe) yaygınlaşmıştı. Üstelik, aynı sıralarda, SSCB’de ekonomik alanda büyük başarılar elde edilmiş, emekçilerin refahı görece artmıştı. Bu koşullarda, Amerikan yönetici sınıfı zorunlu olarak “stratejik savunma” konumunda kalmış, emekçilerin tepkilerinin artması, Nazi tehdidi, Sovyet rekabeti karşısında, başkan Roosevelt’in (özellikle de) ikinci döneminden itibaren stratejik savunmadan, “stratejik denge” durumuna geçilmişti. “New Deal” tabir edilen, kimi yorumcuların “bonapartist” dedikleri siyasal program bu durumun ifadesidir. Açık bir şekilde komünistlerin etkili rol oynadıkları sol ile bir uzlaşma vardır. O kadar öyle ki, üçüncü ve son döneminde başkan Roosevelt’in yardımcısı eski tarım bakanı, SSCB’deki tarımsal devrimin etkisi altında bir tür tarımsal reformu savunan, reformist sol eğilimli Henry Wallace olmuştu.

Savaşın sonunun ve sonucunun belli olmasıyla birlikte Amerikan yönetici sınıfı, Truman’ın başkanlığı altında, bu söz konusu durumdan çıkarak somut ifadesini soğuk savaşta bulan “stratejik saldırı” konumuna geçecekti.

(5) Bilindiği gibi, McCarthycilik’in devreye sokulmasında 1949 Çin Devrimi ve sonrasında ABD ve SSCB arasındaki “Kore sorunu” nun önemli rolleri vardı. Yani Amerikan yönetici sınıfı sadece ülke içinde “new deal” sınıf ittifakını sona erdirdi. SSCB’nin stratejik bir yer tuttuğu dış bağlamından da çıktı.

Bu arada, 1949’da New York Waldorf Astoria otelinde, aralarında, A.Einstein, Oppenheimer, A.Copland, L.Hellman, Curie, Shostakovich gibi çok sayıda ünlü sanatçı, oyuncu, yazar ve bilimadamlarının da bulunduğu Dünya Barışı İçin Kültür ve Bilim Konferansı düzenlendi. Konferansta komünizm ve SSCB’nin dünya çapındaki siyasal, barışçı misyonu övüldü. Bu konferans McCarthyciliğin güçlü bir biçimde yaratılması bakımından tetikleyici oldu.

CIA bu barış platformuna Congress For Cultural Freedom yapılanmasıyla yanıt verecekti. Soldan devşirilen entelektüellerle (CIA, bu kuruluşun başına geçirmek için 930’ların ünlü Trotskisti Sidney Hook’u kiraladı. Hook, 1949’daki bir konuşmasında, mealen, “bana 100 milyon dolar ve bin tane de kendilerini adayacak adam verin, dünyanın her yanında, Stalin’in imparatorluğunda, hatta onun askerleri arasında dahi uzun yıllar dünyayı ya da Stalin’i meşgul edecek demokratik görünümlü huzursuzluklar, ayaklanmalar- ya da isterseniz, ‘renkli devrimler’ de diye biliriz- yaratacağım konusunda size garanti veririm” demişti. Hook sonra, Reagan devrinde, en erken “neo-con”lardan biri oldu) Sovyet komünizmine karşı mücadelede bu örgüt çok önemli bir konum işgal edecekti.

Bakınız, kahir ekseriyeti yahudi olan bu sosyalist kökenli entelektüellerin CIA tarafından devşirilme tarihleri, İsrail’in kuruluş tarihi olan 1948 sonrasına tekabül ediyor.

ABD’de söz konusu olduğunda, bu devşirilme zemininin hazırlanmasında üç Trotskistin, J.Burnham, M.Shachtman, M.Abern, özellikle 1939 yılından itibaren çok önemli rol oynadıklarını belirtmek gerekir.

(6) Buradaki “pazarlama” terimini kasıtlı kullanıyorum. Çünkü “kültürel marksizm” ya da “yeni sol” tabelası altında çalışanlar, aynı zamanda, pazar için “tüketim ürünü” üretiyorlar. Çalışmaları belli bir tüketici kesimi hedef olarak öngörüyor. Yine, bu küçük burjuva “sentetik sol” etkinlik, muhtemelen bu çalışmaları yönlendiren, teşvik ve koordine eden, elbette büyük parasal destek de temin eden, CIA gibi, ilgili emperyalist kurum ve kuruluşların planlamadıkları bir şeyi daha yaptı. Emperyalist ülkelerde, anlam ve işlev olarak bu ülkelerdeki işçi aristokrasisine benzer, bir “entelektüel aristokrasi” nin ideolojisi olarak bu “aristokratik” konumu olumladı.

(7) Bir süre önce internette bir Amerikalı psikologun yazmış olduğu kısa bir yazıyı okudum. O yazıda konu olarak, Clinton, oğul Bush, Obama, Trump ve şimdi de aday Harris’in, aynı şekilde çözüme kavuşturulmamış bir “kayıp” ya da “eksik” baba sorununun yol açtığı bir travmadan muzdarip oldukları işleniyordu.

(8) Siyahi Amerikalılar arasında anti-ırkçı bir mücadeleyi çıkış noktası olarak alan örgütlere yönelmeyi tercih edenlerin sayısının hayli kabarık olduğunu biliyoruz. Amerikan devleti benzer bir böl-yönet stratejisini siyahi anti-ırkçı ilerici haketleri bölerek de uygulamıştır. Mesela, silahlı mücadeleyi de öngören radikal solcu Black Panters (Kara Panterler) örgütü güçlendiğinde, muhtemelen CIA marifetiyle, onun karşısına sosyal demokrat, liberal eğilimleri temsil eden Rainbow (Gökkuşağı) hareketi çıkartılmıştı. Kamala Harris bir konuşmasında çocukluğunda annesiyle bu ikincilerin toplantılarına katıldıklarını söylemişti.

Trump mı Harris mi? 2

İkinci Bölüm

Şu halde, Kasım ayındaki seçim öncesinde Demokrat Parti’deki “İlericiler” denilen, Avrupa’daki sosyal-demokratların muadili olarak görülebilecek kanat etkisizleştirilmiş, hatta Bernie Sanders gibi birçok önemli figürü saf dışı edilmiştir. Bu grubun epeydir parti politikaları üzerinde bir etkisi kalmamıştır. Bu bakımdan, partide bir bölünmeden değil, ama partiye egemen olan elitlerin, Biden ya da Harris olsun, başkan adayı etrafında kenetlendikleri bir durum vardır. Yani söz konusu bu elitler için Biden ve Harris, Sanders gibi, farklı, aykırı bir siyasal çizgiyi temsil etmiyorlar.

Biden ve Harris tercihleriyle ilgili tartışma, daha çok iki adayın yetenek ve kapasiteleriyle ilişkilidir. Öyleyse, Demokrat Parti’nin adayı etrafında “tek vücut” olduğunu söylemek mümkündür.

Gelgelelim, aynı şeyi Cumhuriyetçi Parti için söyleyemeyiz. Daha Trump aday olacağını açıklamadan önce partinin en üst düzeydeki elitleri itirazlarını yükselttiler. Trump’ın, Cumhuriyetçi Parti’nin bilindik siyasetini değil, o siyasetten sapışı temsi ettiğini iddia ettiler. Parti adına adaylığını kabul etmeyeceklerini, aday olduğu takdirde başkan olması için oy vermeyeceklerini, hatta rakip partinin adayını destekleyeceklerini açıkça ilan ettiler.

Trump’ın başkan yardımcısı Mark Pence, Trump tarafından Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak atandıktan bir süre sonra yine Trump tarafından görevden alınan, ABD “establishment” ının önde gelen şahinlerinden John Bolton (Venezüela’da ve 2019’da, Bolivya’daki darbe girişimlerini planlamış, Kasım Süleymani suikastini organize etmiş, Çin’e karşı daha sert bir kuşatma stratejisi izlenmesini telkin etmişti), Trump’ın Pentagon’un başına genelkurmay başkanı olarak atamış olduğu emekli general Mark Milley, Trump’ın savunma bakanı Mark Esper, (Trump’a karşı girişilen suikast sonrası kısmen tavrını yumuşatmış görünse de) Trump’ın dış bakanı Pompeo, dahası, “şahinler şahini”, BOP’un ve öncesinde ABD ve dünyada yaratılan terör havasının mimarlarından, El Kaide ve IŞİD gibi cihatçı terör örgütlerinin oluşturulmasında önemli rol üstlenmiş Dick Cheney dahil “kovboy elitler” bir biri ardına Trump’ı desteklemeyeceklerini, Harris’in kazanması için çalışacaklarını ilan ettiler.

Kısacası, Cumhuriyetçi Parti’de, Demokrat Parti’de olduğu gibi, bir “tek vücut” hali yok. Tersine, derin bir yarılma var. Ancak, Trump’ın geniş halk kesimlerinin desteğine sahip olduğu da açık. Partinin halktan onun kadar destek alabilecek bir aday çıkartması olanaklı olsaydı, muhtemelen Trump aday yapılmazdı.

Trump’ın başkanlığı döneminde pandeminin başlaması ve yayılması, sermaye sınıfı söz konusu olduğunda, görece büyük olmayan, orta ve küçük sermaye gruplarının, örnekse imalat ve perakende sektörünün, büyük zarar görmesine neden oldu. Trump’ın kaybetmesinde pandeminin yol açtığı sorunlar ve onlarla mücadelede gösterilen beceriksizlikler etkili oldu.

Trump, ilk başkanlık döneminde, dış politikada vaat ettiklerinin bir çoğunu yapamadı. Ancak yeni bir savaş da başlatmadı. Ortadoğu, Afganistan gibi yerlerdeki ABD askerlerini kademeli olarak çekmeye başladı. NATO’nun genişlemesi konusunda heveskâr davranmadı. NATO’nun finansmanı konusunda AB ülkelerinin katkılarını artırmalarını talep etti. Rusya ve K.Kore ile iyi ilişkiler kurmak için çalıştı. Belli bir ölçüde başarılı da oldu.

Bununla birlikte, Çin’e karşı açık “containment” politikasını en kararlı biçimde o başlattı. Çin’e karşı bir tür ticari savaş yürüttü. Çin’e yaptığı kadar olmasa da, AB ülkelerine, ama özellikle Almanya’ya karşı da korumacı ekonomik önlemler aldı. Ortadoğu’da İsrail’i açıkça ve güçlü bir biçimde destekledi. İran’la, Bolton’un Süleymani oldu bittisine kadar, sürtüşmekten kaçındı.

İşin ilginç tarafı, Demokratlar, Trump’ın başkan seçildiği seçim kampanyaları sırasında onun bu dış politika programına karşı çıkmış olmalarına rağmen kendileri yönetime geldiklerinde asker çekme konusunda, İsrail’in saldırgan davranışlarının desteklenmesinde, özellikle de, Çin’in kuşatılması stratejisinin uygulanmasında Trump’tan daha ileri gittiler (Hatırlanacağı gibi, onlar Çin’e karşı “containment” değil, “engagement” ın politikaları olacağını vaat etmişlerdi) .

İktidar olunca, iktidara gelen, kendisini her zaman farklı nesnel koşullar içinde bulmuyor. Hatta çoğu zaman, kendi seçtiği ekibiyle işe başlasa da, çok geçmeden, farklı öznel koşullar içinde olduğunu idrak ediyor. Bu bakımdan, böyle durumlarda, genellikle söylenen, “hükümet iktidar olunca devleti tanıdı” yerine, devlete yön veren, onun aklının oluşturulmasında, uygulanmasında rol oynayan öznelerin gücünü kavradı demek daha isabetli olur.

Vaktiyle Trump’ın övünçle takdim ederek göreve getirdiği yukarıda adı geçen figürlerin Trump’a karşı aldıkları bugünkü tavrı, onların söz konusu devlet anlayışının oluşmasında ve işlemesinde ta kariyerlerinin başından itibaren aldıkları rollerle ilişkilendirmek doğru olur.

Trump kazandığı takdirde, elbette geçmiş deneyimini dikkate alacaktır. Ancak, bir çok politika bilimcisinin haklı olarak vurguladıkları gibi, yine iktidarın “öznel koşulları” söz konusu olduğunda, hareket alanı öncekinden daha geniş olmayacaktır. Özellikle içinde bulunulan uluslararası konjonktürde.

Bu bakımdan, ne kadar Rusya konusunda, barışçıl konuşmalar yapsa da, bu saatten sonra Ukrayna sorununu, ABD’nin ve Rusya’nın beklentilerini karşılayacak biçimde çözüme kavuşturması olanaklı değildir. Çok çok ateşkesler temin edebilir. Savaş halinde, Avrupa’yı ve Japonya’yı işin içine daha fazla iter. ABD’nin üzerindeki, bu savaştan kaynaklanan, parasal baskıyı, Avrupa ve Japonya’nın paylarını artırarak azaltabilir.

Rusya’nın bu savaştaki ana hedefleri, Kırım ve malum dört oblasttır. Yani Ukrayna’nın doğusudur. Bunlardan taviz veremez. O coğrafyayı tarihsel olarak Rusya’dan ayrı düşünmek Ruslar açısından mümkün değildir. Rusya için varoluşsaldır.

Sonra, hatırlayalım, Rusya’ya tarihi boyunca Batı’dan gelen askeri saldırıların girizgâh işlevi gören coğrafyası da burasıdır (Ukrayna, Kırım, Belorusya).

Bunun içindir ki, Rusya jeo-ekonomi-politik tarihini iyi bilen batılı uzmanlar, Rusya’nın bu coğrafyadan feragat etmemek için nükleer silaha başvurmaktan kaçınmayacağı konusunda sürekli uyarıda bulunuyorlar.

Bir de, bu savaşı 2.Dünya Savaşı’ndaki Nazi Almanyası ve SSCB savaşı gibi düşünmemek gerekir. Rusya’nın gayesi, Ukrayna’yı fethedip, kesin bir yenilgiye uğratmak değildir. SSCB çözüldüğüne göre, tarihsel olarak kendisine ait olduğu halde idari olarak Sovyet Devrim’inden sonra oluşturulan Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne dahil edilmiş tarihsel-toplumsal coğrafyasını yeniden elde etmektir. Bunu zaten Rus yöneticiler de ifade ediyorlar.

Öte yandan, Ukrayna’nın bunlardan feragat etmeyi kabullenmesi, Nato üyeleri arasında, ABD’ye ve NATO’ya olan inancı zedeler. Müttefikleri arasında ABD’nin boyun eğdikleri “liberal hegemonyası”nı tartışılır hale getirir.

Yine de, Trump’ın, en azından, Nato’nun genişlemesi için istekli davranmayarak, Ukrayna’yı son zamanlarda Biden yönetimin yaptığı gibi, Rusya topraklarını vurması için ittirmeye sıcak bakmayacağı düşünülebilir. Dahası, Ukrayna’nın giderek artacağı izlenimi edinilen barış masası kurulması talebine yeşil ışık yakabilir.

Yeri gelmişken, Ukrayna’yı Kursk’u işgal etmesi için yönlendirmek (inkâr edilse de, kesinlikle bir Nato kararıyla olmuştur), son derece ahmakçaydı. Ukrayna’nın, hava üstünlüğü, silah üstünlüğü, insan gücü üstünlüğü bariz olan bir askeri güce karşı böyle bir harekata girişmesinin askeri açıdan izahı yoktur.

Medyadan izlediğim kadarıyla, Ukrayna ordusu, Doğu’daki en seçme on bin civarında savaşçı ve Batı’nın kendisine verdiği büyük miktardaki en gelişmiş silahlarla bu harekata girişmiş, savaşçıların yarısına yakını, silahların da tamamına yakını Rus savunması tarafından imha edilmiştir.

Bu arada, bu saldırı için çok sayıda seçme savaşçının ve büyük miktarlarda gelişmiş silahın Doğu’dan çekilmesi, ABD’li askeri uzmanlara göre, Rus ordusunun kontrol ettiği alanlarda görece rahatlamasını temin edecektir.

Ayrıca, Kursk sembolik olarak 2. Dünya Savaşı’nın sonucunun, 1943’de, fiilen belli olduğu o uzun ve şiddetli muharebelerin cereyan ettiği yerdir. Ukrayna ordusunun, Kursk’un, insan yerleşiminin seyrek olduğu bir bölümüne saldırması, savaşı sadece Ukrayna’nın doğusunda, görece rölanti halinde sürdüren Rusya’nın silkelenmesine neden olmuştur.

Artık Ukrayna’nın bütününde ve Avrupa’daki müttefikleri üzerindeki Rusya baskısının artacağı öngörülebilir. Ukrayna’nın bu tür saldırılarının sürmesi halinde Rusya’nın Ukrayna’nın sadece doğusunu değil, bütününü, ve bu arada Avrupa’daki NATO üyesi müttefiklerini de vurması sürpriz olmayacaktır. Trump’ın kazanması halinde muhtemelen işin buraya varmasına izin verilmez.

Bununla birlikte, kimsenin Trump kazandığında, Ukrayna’da durumun savaş öncesindeki haline döneceğini beklememesi gerekir. Kalıcı bir barışı öngörmek de isabetli olmaz. En iyi durumda, sorunlar dondurulur.

Öte yandan, Trump’ın Çin’e karşı tavrı da değişmeyecektir. Zaten Trump yönetimi Çin’in, ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği bakımından, en önemli ve en tehlikeli rakip olduğunu resmen kabul ederek ona karşı düşman muamelesi yapan somut bir stratejiyi ilk kez açık, kararlı politikalar halinde uygulayan ilk Amerikan yönetimiydi. Trump, o zaman (2017 yılında), gerçekçi bir değerlendirme yaparak, 1991’den itibaren oluşan “tek kutuplu” (ara) dünya düzeninin, Çin’in kat ettiği mesafe sonrasında sona erdiğini resmen kabul etti. Derhal Çin’i çevreleme (“containment”) politikasını uygulamaya soktu.

Öncesinde de zaten, bilindiği gibi, ABD hegemonyasının sürekli gerilemesi karşısında, en azından öngörülebilir bir erimde, Çin’in artık önlenemez bir yükseliş içinde olacağı saptanmıştı. Bu arada, Çin’in ekonomik başarısını çok geçmeden askeri alanda da gösterebileceği anlaşılmıştı.

Çin’in askeri gücünü artırması, çoğu Çin’le etkin ekonomik bağlara sahip, Çinli azınlık nüfus barındıran ülkeler başta olmak üzere, bölgesindeki ülkeler üzerinde denetim kurmasına yol açar. Bunu tahmin etmek zor değil.

ABD önümüzdeki dönemde Çin’e karşı tüm kozlarını oyanamak isteyecektir. Trump bu bakımdan daha kararlı olacağını ilan etti.

ABD tek başına veya sadece (işler sarpa sardıkça ne kadar ABD’ye itaat edeceği tartışılır olan) Japonya’nın desteğiyle Çin’le uğraşamaz. Orada en kritik öneme sahip ülke Hindistan’dır. Hindistan’ın da, tıpkı Çin gibi, bölgesinde ekonomik ve kültürel bağlarla bağlantılı ve üzerinde etkili olduğu bir nüfus derinliği vardır (Nepal,Bhutan, Bangladeş, Sri Lanka gibi). Hindistan’la ittifak, ABD’nin, Çin için çok hassas bir coğrafyada yer alan, söz konusu derinlikten de istifade etmesi anlamına gelecektir. Öte yandan, Çin ve Hindistan arasında, Himalayalar bölgesindeki, iki ülke arasında çatışmalara neden olan, sınır sorunları, bu iki ülke arasında bir yakınlaşmaya bugüne kadar olanak tanımadı.

Hindistan’ı müttefik olarak kazanmak için de Rusya önem taşıyor. Çünkü Çin’le birlikte, büyük, ve aynı zamanda, hem yakın bir hammade kaynağı hem de Hint malları için pazar olan güçlü bir bölge ülkesi olarak Rusya’yı karşısına alması, Hindistan’ın Çin karşısında zayıf düşmesi anlamına gelir. Çin’den sonra Rusya’yı da ABD lehine düşmanlaştırmak, Hindistan’ın istikrarını çok olumsuz etkiler. Yani ABD ile arası iyi bir Rusya, ABD için (eğer deyim uygunsa) Hindistan’ın anahtarı gibi bir işlev görebilir.

Son olarak, Trump’ın Ortadoğu konusundaki siyasal vaadiyle Demokrat Harris’in aynı konudaki vaadi arasında anlamlı bir fark yoktur. Dahası, iki taraf arasında, İsrail’e destek bakımından, adeta bir yarışma vardır. Yine de, Demokratların İsrail’in kontrolü konusunda Trump’a göre daha istekli davranacaklarını öngörmek yanlış olmaz.

Kamala Harris’i yazının üçüncü bölümüne bırakalım.

Trump mı Harris mi ? 1

Birinci Bölüm

Daha önce yazmış olduğum gibi, dünya çapında akıl, akılcılık (özellikle burjuva akılcılığı) erozyona uğradı. Dünya çapında, emek örgütlerine, toplumların en dinamik entelektüel yapılarına, bilindik burjuva standartlarında dahi olsa, kurumsal akla karşı özellikle neo-liberal emperyalizmin son 40 yılında ivme kazandırılan planlı, örgütlü saldırılar, vasatlığı her düzeyde aranan bir meziyet haline getirdi.

Geçenlerde tanık olduğum bir söyleşide, ilerici olarak bilinen bir konuşmacı, “yahu birgün Demirel’i, Ecevit’i bile arayacağım hiç aklıma gelmezdi” dedi.

Aslında, tarihsel olarak bakarsanız, belli bir toplumsal formasyon içinde ekonomi-politik, ideolojik olgu ve olaylar, içerikler arasında, kırılmalara, geri dönüşlere olanak tanıdığı halde bir tür süreklilik saptamak mümkün oluyor.

Mesela, bizim Tanzimat devri boyunca süregelen toplumsal,siyasal ve ideolojik tartışmalar, Cumhuriyet devrinde de daha çok yeni koşullara ya da güncele değgin farklılıklarla devam ediyor.

Bizim cumhuriyet Tanzimat metodunun yarattığı koşullar içinde, o siyasal metodu kabullenerek yolunu açarken, tıpkı Tanzimat devrinde olduğu gibi, eski ve yeninin bir arada var olmaya devam etmesine, daha doğrusu ikili yapıların oluşmasına engel olamadı.

Dahası, çok partili düzene geçildiğinde, siyaset bu tereddüt halini istismar etti. Bu tereddüt halini sanatta, mesela, edebiyatımızda da görüyoruz. Yahya Kemal Beyatlı bu halin özgün, sahici bir temsilcisi. Tanpınar, Kemal Tahir, Atilla İlhan gibi figürlerse, politikasızlığın yol açtığı, kafa karışıklıkları içinde, söz konusu hattın revizyonist ve oportünist,isterseniz, hiç de sahici olmayan, istismarcı örnekleridir.

Elbette, bu tür siyasal, ideolojik (elbette bir doğrusallığı kastetmiyorum) süreklilikler başka ülkeleri, toplumları da kat ediyor.

ABD’ de mesela, 60’lı, 70’li yıllarda, yönetici sınıfla ilgili olarak iki ideal tip etrafında yoğunlaşan bir tartışma vardı. Buna göre bir tarafta, iç savaştan itibaren siyasal-ideolojik çerçevede daha ulusalcı, izolasyoncu, ama bununla birlikte, ülkenin geleceğini Pasifik’te gören veya görmek isteyen gelenekçi güçleri temsil eden Kovboylar vardı. Bunların kökeni, iç savaş öncesi Amerika’yı yöneten “köleci Güney” idi.

Bunların karşısında, kozmopolitan, yeniliklere açık, yayılmacı, ülkenin siyasal-kültürel geleceğini Avrupalı-modernist ya da Atlantikçi bir kökene (özellikle Britanya’ya) dayanmakta gören Yankeeler yer alıyordu.

ABD yönetici sınıfı bu iki grup arasında bölünmüştü. Elbette, bu bölünme bütün devlet kurumlarını da kat edecekti.

Bu modelleme veya yorumlama eğilimi entelektüel çevrelerde popüler olmuştu. Özellikle Caroll Quigley (1910-1977) ve ondan etkilenmiş Carl Oglesby’nin (1935-2011) kitapları, konferansları etrafında yapılan etkili tartışmalar vardı. Hatta başkan seçildiğinde, bir konuşmasında, Bill Clinton entelektüel formasyonunun oluşmasında Quigley’nin ayrıcalıklı bir yeri olduğunu söylemişti.

Bu modelde Kovboylar, daha ağırlıklı olarak, uluslararası damarı görece zayıf büyük sermayeyi, özellikle sanayi sermayesini, onunla çıkarları örtüşen tarımcı kapitalistlerle, orta ve küçük ölçekli sermaye kesimlerini temsil ediyorlardı. Mesela, Trump sermayedardır, ama “Doğu yakası finans kapitali” ni içeren “ana akım sermaye grubu” na dahil olabilecek kadar büyük (ve tabii tanım itibarıyla uluslararası bağlantıları güçlü) bir sermayeyi kontrol etmiyor.

Yankeelerse, esas olarak, tekelci, globalist finans-sermayesine dayanıyorlardı. Bu tipin en ideal örneği olarak Rockefeller ailesi gösterilir.

Kuzeyden güneye ağırlıklı olarak orta bölgelerde güçlü olan Kovboylar ideolojik olarak görece muhafazakâr, gelenekçi, ulusalcı, yer yer ırkçı anlayışlarla anılırken, diğerleri, özellikle ülkenin en dinamik okullarının, medya dünyasının, sanat camiasının bulunduğu dışa açık Doğu ve Batı yakasında konumlanmış, söz konusu globalist finans sermayesi tarafından maddi ve manevi anlamda himaye edilen, liberal, liberten, sosyal-demokrat, “kültürel marksizm” adı altında faaliyet gösteren “yeni-solcu” ya da “radikal demokrat” çevreleri içeriyordu. Bu sonuncuların bariz bir entelektüel ya da kültürel hegemonyası, sadece ülke çapında değil, Atlantik’in karşı tarafında da söz konusuydu.

Bu modelde, kovboylar ve yankeelerin her zaman çatışma halinde oldukları iddia edilmiyor, tersine, belli konjonktürlerde bir tür uzlaşma, bunun siyasal-idari bir ifadesi olarak, koalisyonlar halinde geçinip gittikleri vurgulanıyordu. Yani zaman zaman çatışmaları şiddetlense de (Mesela Lincoln ve Kennedy suikastleri sırasında ve bu sonuncu suikastın rövanşı olarak gösterilen Watergate Olayı esnasında görüldüğü gibi), özellikle soğuk savaş döneminde, genel olarak, uzlaşmacı bir anlayışın egemen olduğu belirtiliyordu.

Tabii modele göre, bu uzlaşma dönemleri de öyle pürüzsüz işlemiyor, uzlaşmalarda zaman zaman kırılmalar, geri kaçmalar, tekrar yakınlaşmalar, saf değiştirmeler olabiliyor. Örneğin, Vietnam Savaşı ve Küba Krizi sırasında başlarda, Yankeelerin Kennedy’nin siyasetinde ifadesini bulan tereddütleri olduğu saptanıyor. Ancak, suikastten sonra bir uzlaşma hali gözlemleniyor (1)

Bu uzlaşma, Nixon yönetiminin erken dönemine kadar sürdü. Sonrasında, Vietnam savaşının ekonomik yükü, altın ölçüsüyle desteklenen güçlü hegemonik doların dünya piyasalarında bollaşmasına bir tepki olarak doları itibarsızlaştıran Bretton Woods’un Nixon yönetimine dayatılması, 73’deki İsrail-Arap savaşına tepki olarak Arap ülkeleri tarafından OPEC kartelinin oluşturulması ve petrol fiyatlarının bu kartel tarafından dramatik düzeylerde arttırılması gibi faktörler 60’lı yılların sonlarından itibaren zaten stagnasyon halinde bulunan Amerikan ekonomisini paralize etti.

Vietnam’daki askeri başarısızlık, böylece ABD’nin dünya toplumu ve tabii müttefikleri nezdinde uğradığı itibar erezyonu, 3.Dünya tabir edilen ülkeler arasında anti-Amerikan, anti-emperyalist, anti-kapitalist arayışların güçlenmesi Yankeeleri uzlaşmayı bozmaya teşvik etti. Bu arada, modele referans veren bazı yorumcuların Vietnam Savaşı karşıtı hareketlerin önemli bir bölümüne Yankeelerin gaz verdiğine dair iddiaları olduğunu da belirteyim. O arada, malum, Watergate patlak verdi. Nixon alaşağı edildi.

Bu modelin bugün de (aşağı yukarı veya tadilatla) kullanılabilir olduğunu söylemek yanlış olmaz.

SSCB’nin çözülmesinden sonra ABD’de oluşan zafer havası fazla uzun sürmeyecekti. Daha BOP’un sahneye konulmasından kısa bir süre sonra ABD yönetici sınıfı içinde çatlak sesler, giderek yükselerek kendisini duyurdu. Ardından bu BOP hamlesinin hızlandırdığı 2008’deki kapitalizmin büyük krizi, yönetici sınıf arasındaki siyasal ve ideolojik yarılmayı net olarak ortaya çıkardı.

Hatta Çay Partisi olgusunun gösterdiği gibi, yarılma Kovboyların kendi içlerinde, biraz daha sonra da, Demokrat türden “neo-con” örneği olarak Hillary Clinton çevresinin Obama yönetiminden kısmen tasfiyesiyle, aynı zamanda, Yankeeler arasında da görüldü.

Kasım ayında yapılacak seçimlere Kovboy kanadından Trump, Yankee kanadından da Biden katılacaktı. Ancak her iki kanadın kendi içinde bu iki figürün aday yapılmaması için (farklı nedenlerle tabii) güçlü direnişler oldu. Bu arada, Demokratlar içinde sosyal-demokrat kanadı temsil eden Bernie Sanders ikinci kez (ilki, Hillary Clinton’ın Trump karşısında aday olduğu ve Trump’ın kazandığı seçim sırasında) saha dışına atıldı.

Güçlü bir dünya savaşı olasılığı vardı. ABD zayıflıyor, rakipleri güçleniyordu. Bu döneme güçlü bir uzlaşmayla girmek gerekiyordu. Ancak bu iki figürün yarışması mevcut toplumsal ve siyasal yarılmayı daha da derinleştirecek, ABD’yi zayıflatacaktı.

Demokrat Parti’deki elit, şahin Yankeeler, bir önceki seçimde baskı yaparak, kendilerinden biri olan Harris’i başkan yardımcısı yaptırdılar. Gelecek seçimde, başkanlık yapabilecek kapasiteye sahip olmadığını bilmelerine rağmen onun başkan adayı olması için uğraştılar. Ancak, parti üzerinde etkili ve partideki şahinlerin tamamının desteğini de alamadılar. Harris çok yetersizdi.

Gelgelelim, Biden’ın sağlığının giderek bozulduğunun ortaya çıkması, Trump’ın önünü iyice açıyor, onu adeta rakipsiz bırakıyordu. Bunu daha olumsuz bir sonuç gibi görüyorlardı.

Trump’a yönelik suikastın ilk anlamlı sonucu, Biden’ın adaylıktan Harris adına çekilmeye razı edilmesi oldu.

NOTLAR:

(1) Kennedy 1961’de görevine başlar başlamaz, ABD’deki Kübalı mülteci karşı-devrimcilerden oluşturulmuş bir askeri grupla, devrimci Castro yönetimini devirmek için Küba’ya saldırı düzenlenmesi talimatını verdi. Sanki Amerikan devletiyle hiç ilgisi yokmuş gibi, gizli, üzerinde devletin ilgili örgütlerinin ciddi çalışma ve hazırlık yapmadığı bir saldırı girişimi olması, saldırıyı yapan güçlerin spektaküler bir yenilgiye uğramaları ABD “establishment” ında infiale neden oldu. Amerikan devleti hem içeride hem dışarıda itibar kaybına uğradı. Amerika gibi bir “süper güç” işi eline yüzüne bulaştırmıştı. Üstelik soğuk savaşın çok şiddetlendiği bir konjonktürde, bu olaydan sonra Küba’daki devrimci yönetimin SSCB’ye, topraklarında üs verecek kadar yakınlaşması, onu izleyen “füze krizi”, sonunda ABD’nin SSCB’ye taviz vermesi, Kennedy’nin ipinin çekilmesinin nedenleri arasında sayılır.

1959’daki Küba devrimiyle birlikte, ve Vietnam’daki devrimci gelişmelerden sonra şiddetlenen soğuk savaşın ağırlıklı olarak belirlediği konjonktürde, 1961 seçimlerinde Kennedy karşısında yarışan Nixon’ın kazanması devleti yöneten elitlerin ortak arzusuydu. Nixon kaybetti.

Kennedy suikastinden, hem 1969’da nihayet başkan seçilecek Nixon; hem de önce Kennedy’nin yardımcısı olduğu için öldürülmesinden sonra başkanlığa atanan, sonraki ilk seçimde de başkan seçilen Johnsonn’ın sorumlulukları olduğu iddia edilir.

Bu arada, daha önceki yazılardan birinde değinmiştim. Kennedy’nin öldürülmesinden yaklaşık bir yıl sonra SSCB’de de Hruşçov genel sekreterlikten azlediliyor. Bu bir tesadüf değil bence. SSCB’de, Çin’de Deng Xiaoping’in yaptığına benzer bir “açılım” ı ondan epey önce yapmayı düşünen, Brejnev, Kosigin ekibi partinin yönetimini ele geçiriyor. O dönemde, SSCB’nin daha sonraki on yıllarda çözülmesinin yolunu döşeyen “detant” ve “Helsinki Şartı” vb belirleyici öneme sahip uluslararası girişimlerle soğuk savaşın temposunun düşürülmesi düşünülüyor. Hruşçov düzleyici işlevi görmüştü. Ancak, düşünülen “reformlar” ı uygulayabilecek bir kapasitesi ve yönetim anlayışı yoktu. Kollektif liderliğe açık değildi.

Ayşenur Ezgi Eygi ve Narin

Ayşenur arkadaşı tanımıyorum, kim olduğunu bilmiyorum. Bütün bildiğim, ABD yurttaşı bir aktivist olarak toprakları işgal edilerek sömürgeleştirilmiş Filistin halkının şanlı direnişine destek vermek için gittiği Filistin’de, terörist İsrail devletin terör ordusuna mensup bir asker tarafından hedef alınarak, Batı Şeria’da, katledilmiş olduğudur.

Ayşenurlar insanlığın onurunun ayaklar altına alınamayacağını, adil, eşitlikçi, özgür bir dünya umudununun yok edilemeyeceğini hayatlarını ortaya koyarak kanıtlayan, bu yolda bayraklaşan, bizatihi onurumuz olan insanlardan.

Ayşenurlarımız olduğu sürece umutsuzluk yok! Ayşenurlarımız olduğu sürece bizi yenmeleri mümkün olmayacak.

Ayşenur’la Narin’i öldürenler müttefik güçler : Siyonistler, İslamcılar. Müttefikler, çünkü ikisi de aynı emperyalizmin maşasıdır. İkisinin de varlık nedeni, emperyalizmin siyasal amaçlarına hizmet etmektir.

Emperyalizmin uşakları olarak onların gücü savunmasız, zayıf insanlara, kız çocuklarına yetiyor. İlk defa olmuyor. Emperyalistler var oldukça, bu hizmetkârları böyle kolayca at koşturdukça, bu sonuncusu olmayacak.

“Namuscular” ın diyarında, küçük Narin’in öldürülmüş olmasından daha da vahim olan ölümünden sonra tanık olduklarımızdır. Narin kız ölümüne nasıl dirensin, ölümü için devlet ferman çıkarmış! Tıpkı, terörist İsrail devletinin Ezgi için yapmış olduğu gibi.

Şimdi hâlâ İsrail muhipleri çıkıp, Gazze’deki direnişi sürdürenlerden “Hamas ümmetçi ama İsrail ve ABD işbirlikçisi FKÖ veya “Filistin Ulusal Otoritesi” laik; biz laik kemalistler olarak ancak ikincileri savunuruz” demekte ısrarcılar.

Laiklik de, Aydınlanmacılık da tek başlarına bir anlam ifade etmiyorlar. Hangi siyasetlerde içerildikleri, hangi siyasal amaçlar için kullanıldıkları önemli. Her ikisine de hem burjuvazi hem proletarya siyasetleri (farklı yüklemlerle) referans verir.

Rousseau’muzun aydınlanmacılığı, Voltaire’in, D’Alembert’in, Condorcet’nin aydınlanmacılığıyla aynı şey mi?

Emperyalist-siyonist işgalcilere karşı direnen ama laikliği telaffuz etmeyen ya da siyasal bilinç düzeyleri itibarıyla edemeyenleri desteklemeyeceğiz. Sırf “laik” olmadıkları ve belki de bu kavramı hiç duymamış oldukları için. Bu işgale karşı sessiz kalan, böylece onunla suç ortaklığı yapan laiklerle birlikte olacağız. Sırf “laik” oldukları için (1)

Tam “Atatürkçü siyaset ya da siyasal bilinç” diyerek parlatılan da budur zaten. Onun için bugün ülkeyi bu hale getirdiler. İslamcı müttefikleriyle birlikte. Kendileri işin içinden çıkamayınca, bir süreliğine, tahterevallinin öteki ucunda oturan oyun arkadaşlarını yükselttiler.

Şimdi nöbet ya da rol değişimi zamanı deniliyor. Bu kez İslamcıların bastırması, onların ağırlığıyla Atatürkçülerin yükselmesi bekleniyor : “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”

Bunların ikisi de (ama “son tahlilde” değil) aynı tezeğin suyudur. Biz devrimci komünistleriz. Kimseye diyet borcumuz yok.

Nasıl, devlet aydınlatılmasını uygun bulmadığı için Narin cinayeti örtülmek isteniyorsa, yine o devleti kontrol eden işbirliği halindeki iç ve dış siyasal güçler bu rejimin İsrail’e “çaktırmadan” destek olmasını istiyorlar. Yine mesela, bir erken seçimle rejimin toplumsal temellerinin zayıflatılmasını arzu etmediklerinden artık hizipleştirerek kontrol edebildikleri “muhalefet” e, kendi yarı sahasında, top çevirtiyorlar.

Konuyla doğrudan bağlantısı olmasa da, Kürt siyasetine göre, ülkede 40 yıldan beri ivmelendirilmeye çalışılan bir ulusal kurtuluş savaşı var. Bu mücadeleler istisnasız onun içinde yer alan özneleri aydınlatır. Yani “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” ilerici, yeni bireylerin ortaya çıkmasına vesile olurlar. Dönüp Kürt coğrafyalarına bakınız, sokaklarında böyle bir mücadelenin parçası olduğu izlenimi edinebileceğiz kaç kişiye rastlarsınız?

Kırk yıl “gerilla mücadelesi”, bunun aşağı yukarı son otuz yılı, açık ya da örtük, NATO himayesinde. Siyasal çürümenin ilk işareti, bizde son 20 yılda kullanıldığı bağlamda, “liberalleşmek” tir. Kürt siyaseti liberalleşti.

Yukarıda sözünü ettiğim ideal devrimci tip, ancak sosyalist, komünist siyasal-kültürel derinliğe ulaşıldığında gerçekleştirilebilir.

NOTLAR:

(1) Öyle koşullar olur ki, bütün emperyalist güçleri aynı kefeye koymanız taktik olarak yanlış olabilir Mesela, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı sırasında Alman emperyalizmini düşmanlaştırarak, Britanya, Fransa gibi işgalci emperyalist devletlerle aynı kefeye koymak yanlış olurdu. Öyle durumlar olur ki, bütün karşı-devrimci güçlere “aynı düşman” muamelesi yapmanız taktik bir hata olabilir. Mesela yine aynı savaş esnasında, saltanatla ve işgalcilerle işbirliği yapan feodaller veya eşrafla, aynı zümrenin böyle bir işbirliğinden kaçınan üyelerini aynı kefeye koymak hata olurdu. Aynı biçimde, size fikren ya da siyaseten yakın görünen güçlere, mücadelenin bir uğrağında, “öncelikli düşman” işlemi yapmanız gerekebilir. Mesela, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten ordunun komuta kademesindeki hiziplere ya da Çerkez Ethem güçlerine karşı yapılan siyasal muamele buna örnek olabilir.

Somut durumun somut analizi, sadece nesnel koşulların analizi demek değildir. Aynı zamanda, öznel durumun, belli bir durum içindeki siyasal güçlerin hem kendi aralarındaki hem de devrimci proletarya siyasetiyle olan çelişkilerinin devrimci işçi sınıfı hareketinin siyasal çıkarları açısından değerlendirilmesi anlamına gelir.

Ancak, alınan taktik kararlar ne olursa olsun, bu söz konusu güçlerin siyasal nitelikleri, gerçek sınıfsal-siyasal kimlikleri her durumda ilan edilmelidir. Gerçekçi olacağız, kendimizi aldatmayacağız.

İktidar ve resmi muhalefeti aklımızla alay ediyorlar

Ana muhalefet olarak CHP’de, Tüzük Kurultayı öncesinde, partinin içindeki üç ana hizip, Özel’ciler, İmamoğlu grubu ve Kılıçdaroğlu ekibi karşılıklı temaslarda bulundular.

Sonrasında Özel grup konuşmasında, Erdoğan’ın görev süresinin “tam ortası” na tekabül eden 2025 yılı Kasım ayında bir erken seçim yapılmasını talep ettiklerini söyledi. Aynı konuşmada Özel, Erdoğan’ın tekrar aday olmasına da, daha önce de yaptıkları gibi, itiraz etmeyeceklerini ifade etti.

Yani kendilerinin de, Erdoğan’ın anayasayı ihlal etmek, anayasayı kaale almamak şeklindeki tavırlarını sahiplendiklerini dolaylı olarak ilan etmiş oldu. Şaşırmadık. Tersi söylenmiş olsaydı, şaşırırdık.

Özel’in bu açıklamalarına diğer hiziplerden bir tepki gelmedi. Gelmemesi gerekiyor zaten. Çünkü parti son yirmi küsür yıldan beri benzer bir siyasal davranışı tutarlılıkla yerine getiriyor.

Tekrar olsun, bu gerici, karşı-devrimci rejim CHP olmadan inşa edilemezdi. CHP bu AKP rejiminin payandasıdır. Bu rejimin kurulmasında, sürdürülmesinde her zaman paratoner işlevi gördü. Görmeye devam ediyor.

Bu malum işlevin yanı sıra, özellikle Özel’in liderliği sırasında, AKP ve Erdoğan’ın “halkla ilişkiler” işlerini de üstlendiler. Erdoğan ve emrindekiler hemen her siyasal davranışlarında olduğu gibi, kamu vicdanını inciten bariz şeyler yaptıklarında, CHP ve Özel devreye giriyor, yapılan yanlışı telafi etmeye çalışıyor. Son Dilruba Kayserilioğlu vak’asında olduğu gibi, kısmen de olsa, bazen başarılı oluyor. Tabii,aynı zamanda, Tayyip bey adına bu hanımın kulaklarını çekmiş olduğunu da medyadan öğrendik. Hakiki bir halka ilişkiler çalışması da böyle yapılabilirdi zaten.

Yine mesela, sorun emekli maaşları olduğunda, Erdoğan’dan bizzat ricacı oluyor falan. Gerçi, kafiyeli geçim/seçim şantajı Erdoğan üzerinde etkili olamasa da, ahaliyi (kısa bir süre için) heyecanlandırdığını anketçilerden öğrendik.

Bu arada Özel, daha önce ilan edilmiş (her ne kadar Esad kendisine sorulduğunda, Özel ismini ilk defa duymuş gibi bir tepki vermiş olsa da) Esad, Demirtaş, Kavala vb figürlerle temasları için de herhalde Tayyip bey için en uygun konjonktürü bekliyor.

Şimdi, Tüzük Kurultayı öncesinde erken seçimin gelecek yıl yapılması, gerekiyorsa, Erdoğan’a “anayasal kolaylıklar” sağlanması konusunda hizipler arasında bir uzlaşma sağlanmış olmalı ki, Özel’in açıklamalarına bir itiraz gelmedi.

Tam Özel’in açıklamalarının ardından, bugün, (artık sayılarını hatırda tutmanın güç olduğu) “yenilenmiş” OVP açıklandı. En azından bir yıldan fazla bir süre için seçim olmayacağı, hükümetin açıkladığı bu son ekonomik programda da ifade edildi.

Böyle işte, son yirmi küsür yıldır olduğu gibi, iktidar ve muhalefeti birlikte yuvarlanıp gidiyorlar.

O ara, bir de “yemin krizi” zuhur etti. “Atatürkçü” ya da “laik” hassasiyetleri olan ahalinin yüreğine su serpildi. Vahdettin Köşkü’nü Cumhuriyet’in yüzüncü yılı münasebetiyle selamlayan “Mustafa Kemal’in askerleri”, güneyimizde sınır ötemizde ÖSO ile iç içe geçmiş “Mustafa Kemal’in askerleri”, kadınlarla abdestleri bozulur diye tokalaşmayan, tarikat tekkesinde üniformasıyla ibadet eden, Atatürk rozeti takan askerleri tartaklayan, Hüdaparcılarla “askerlik hatırası” fotoğrafı çektiren, Diyanet İşleri Başkanı kadar devlet protokünde önemi olmayan “Mustafa Kemal’in askerleri” ne şimdi de “genç teğmenler” dahil oldu. Kutlu olsun!

Böylece “Cumhuriyet elden gitti” diye karalar bağlayan “sol” tandanslı orta sınıfımız, bir anda bu haleti ruhiyesinden sıyrılarak, “yaşasın, hâlâ Mustafa Kemal’in askerleri varmış” düşüncesiyle coşku ve huşu içinde toparlandı. Bu kadar olumsuz olay ve gelişmeye rağmen morallendi. “Muhalif medya” camiası, emekli mülki ve askeri erkan hep birlikte sevindirik oldular. Karşı taraf teğmenlere, Cbaşkanlığı İletişim Koordinasyon Kurulu tarafından ezberletilmiş bir metne bağlı kalarak, “darbeci kemalistler” diye yüklendikçe, beri taraftakilerin coşkusu zirve yaptı. Üstüne, Özgür Özel’in, PR konusundaki yeteneğinin bir göstergesi olarak kabul edilmesi gereken, konuyla ilgili veciz ifadesi de gündeme bomba gibi düşünce, söz konusu muhalif camiada, izleyenlere “aşk olsun” dedirtecek derecede, duygusal anlar yaşanmasına neden oldu.

Doğrusu istenirse, geçmişten bugüne rejim söz konusu olduğunda, pek değişen bir şey yok. Son 60 küsür yıldan beri bu “Mustafa Kemal’in askerleri” NATO direktif ve/veya onayıyla rejimin teminatı olduklarını ihtiyaç duyulduğunda kanıtladılar. Bugün de durum, safdil olmayanlar için en azından, farklı değil.

Bakınız, bir cumhuriyet yok, anayasal bir düzen yok, kurumlar ve kurallar yok, dolayısıyla bir “TSK” falan da yok. Bilindik CHP de yok tabii. Bunlar hep birbirine bağlıydı çünkü. Epeydir yağma düzenindeyiz (Bir zamanlar, devrimle yatıp kalkan bu ülke devrimcileri ülkedeki düzeni tanımlamak için “zam, zulüm,işkence işte faşizm” gibi vurucu sloganlar üretebiliyorlardı). İktidar bu düzeni çekip çevirirken, muhalefeti onun PR çalışmasını yürütüyor.

Bu arada, yukarıda saydığım bu kadar yokluğun olduğu yerde, “yemin” e kafayı takmak, yemine inanmak da safdillik olacaktır tabii (1). Erdoğan da, değişik partilere mensup vekiller de sürekli aynı metni okuyarak yemin etmiyorlar mı? Erdoğan’ın generalleri de “teğmen” olarak yemin etmemişler miydi? Onların da, vaktiyle, “Mustafa Kemal’in askerleri” olduklarını inkâr etmek haksızlık olur.

Sosyalist solcuların rejimin bu ” kuşa bak” aldatmacasından neden beklediğimden fazla etkilenmiş olduğunu anlayamadım doğrusu. Bu rejim tiyatrosuna seyirci olmamak lazım.

NOTLAR:

(1) Bu yemin eden 900 küsür teğmen, daha “laik” sıfatının telaffuzunu beceremiyorlar, kulağa (“la-y-ik” ) gibi geliyor. Muhtemelen çoğu üzerine yemin ettikleri kavramların anlamlarını da öyle kulaktan dolma biliyorlar. Zaten onlar kavramların içlerinin boşaltıldıkları, anlamlarını yitirdikleri bir zamanın mezunları.

“Renkli devrimler” ABD’yi kurtaramaz

Neo-liberal emperyalist sisteme ast olarak eklemlenmiş, reel ekonomik faaliyetlerin zayıflatılmış, ekonomik istikrarın, neo-liberal finansallaşmanın gerekleri doğrultusunda, sıcak para girişlerine bağlı kılınmış olduğu aralarında Türkiye’nin de bulunduğu çok sayıda ülkede rejimlerin toplumsal temellerinin ve dolayısıyla devlet yapılarının zayıf olduğu bir gerçek.

Emperyalistler buna dayanarak kolayca bu ülkelerde “renkli devrimler” sahneleyebiliyorlar. Genellikle üniversite ve lise öğrencilerinden oluşan, memnuniyetsiz, ama ne istediklerini de bilmeyen (bu da apolitizmin bir görünümüdür), böylece kolaylıkla yönlendirilebilen çoğunluğu protestosunda veya isyanında samimi kalabalıkların bir iki hafta gösteri yapmaları, bu söz konusu rejimlerin düşürülmesi için yeterli olabiliyor.

Anglo-Amerikan emperyalizmi için stratejik önemi olan bölgelerde, ülkelerde, en son örneğini Bangladeş’te gördüğümüz gibi, rejim düşürme operasyonlarından bir iki hafta içinde sonuç alınabiliyor. Tabii emperyalistler bu uygulamalarını bir stratejik plan dahilinde gerçekleştiriyorlar.

Bangladeş’ten önce, Sri Lanka’da, Pakistan’da sokak gösterileri ve darbeler aracılığıya; yerin göğün komünist göründüğü Nepal’de ikna yoluya ABD yanlısı ya da ABD ile “iyi ilişkiler” kurmak eğiliminde olan yönetimler iktidara getiriliyor, veya iktidarda tutuluyor diyelim.

Emperyalizmle işbirliği ya da “iyi ilişkiler” her zaman pürüzsüz veya her şeye rağmen anlayışıyla gerçekleşmiyor. Bir çok durumda, ABD’yi rahatsız edecek siyasal davranışlardan kaçınılması, ya da ABD’nin dahil olduğu uluslararası ihtilaflarda tarafsız kalınması şeklinde cereyan ediyor. Bunun da ABD’nin hanesine yazılması gereken bir uluslararası ilişkiler başarısı olarak görülmesi gerekir. Çünkü taraf yapamasa da, tarafsızlaştırıyor. Tarafsızlaştırma, her zaman, siysal olarak kullanma, dahası, uydulaştırma olanaklarını içinde taşır.

Mesela Vietnam, ABD ve ona meydan okuyan Çin ve Rusya gibi ülkelerle siyasal ilişkilerinde ( alaycı bir ima ile) “bambu” olarak da tarif edilen, iki yöne de esneyebilen bir anlayışı benimsiyor. BRICS üyesi Hindistan için de aynısı söylenebilir (1).

Bu arada, tabii bu güçler arasında el ense çekmeler ittifakların yapısında, müttefiklerin konumlarında kaymalara, hat değiştirmelere neden olabiliyor. Örnekse, daha önce BRICS’e üye olmak için resmen başvurmuş olan Meksika ve Arjantin gibi ülkeler, ABD’nin baskısıyla, bu başvurularını geri çektiler. Türkiye ise daha yakında bir başvuru yaptı.

Bu kadar kolay hat değiştirmelerin önemli bir nedeni, çatışmanın ana güçleri arasında sosyo-ekonomik, ideolojik anlayışları bakımından anlamlı ya da uzlaşmaz farkların olmamasıdır. Çatışmanın iki ana ekseninde yer alan güçler, emperyalistler ve çeşitli gelişmişlik düzeyinde bulunan, farklı yapısal özelliklere sahip diğer kapitalist ülkeler, (artık sayıları bir elin parmaklarından az olan ekonomik olarak azgelişmiş) sosyalist ülkeler.

Kimse aklımızla alay etmeye kalkışmasın, kapitalizm genelleşmiş, sistemselleşmiş meta üretimi, veyahut meta üretiminin egemen olduğu üretim tarzıdır. Bu yüzden Karl Marks Kapital’ine “meta” nın analizyle başlar.

Ancak, Çin’de, Vietnam’da gördüğümüz egemen meta üretiminin siyasal ve ideolojik üstyapısı, batılı kapitalist ülkelerdekinden farklıdır. Çin’de kapitalizm, mümkün olduğu kadar planlı bir biçimde, paradoksal olarak, komünist yönetimler tarafından uygulanmaktadır. Stratejik sektörlerde, üretim, dolaşım, tüketim süreçleri, finans sektörü önemli ölçüde kamunun kontrolünde. Ekonomiyle ilgili karar süreçlerinde devletin belli bir ağırlığı var. Bu nedenle, Batı’da olduğu gibi sanayi kapitalizmi, finans kapitalizmine evrilmedi. Bununla birlikte, ulusal ekonominin yüzde elliye yakın bir bölümünü (tahminen %45 ila 47’si) özel sektör çekip çeviriyor. Öte yandan, bu ülkelerde tek tek burjuvalar bulunsa da, siyasal olarak örgütlenmesini tamamlamış bir burjuvazi bulunmuyor(2).

Bununla birlikte, ülkeyi kapitalizm lehine sosyalizm hedefinden uzaklaştırabilecek, ekonomik kaynaklar üzerinde siyasal kontrolü olan (ki bu kontrolün tekelci bir içerik kazanması her zaman olasılık dahilindedir) oligarklar var. Bunlar hem devlet hem de parti yapısı içinde örgütlü haldeler. Tartışmalarda bu çok önemli konu ihmal ediliyor.

Deng Xiaoping devrinde, çoğumuz Çin’in yeni politikasının bir tür “NEP” uygulaması olduğunu düşündük. ÇKP reddetti. Bunun “Çin tarzı sosyalizm” uygulaması olduğunu ilan etti. Ancak, bugün geldiğimiz aşamada, bunun Çin tarzı “sosyalizm” değil, Çin tarzı “kapitalizm” olarak adlandırılması gerektiğini kabul etmemiz gerekiyor. ( İran hakkında yazmış olduğum yazılardan birinde, dipnot olarak konuyu kısaca tartışmıştım)

Deng Xiaoping’in “sosyalizmi kurabilmek için endüstriyel ekonomik temelin oluşturulması zarurettir. Bu aynı zamanda üretici güçlerin geliştirilmesi demektir” yolundaki saptaması elbette doğrudur. Yanlış olan, bunun kapitalist araçların genelleşmiş kullanımıyla yapılmak istenmesidir.

Deng, Büyük İleri Atılım (1958-60) başarısızlığından hemen sonra başta Chen Yun (1905-1995) olmak üzere piyasa aracıyla ekonomik reformu savunan arkadaşlarıyla birlikte geliştirdikleri “kuş kafesi ekonomisi” (kuş pazar ekonomisi, kafes ÇKP’nin yönettiği Çin) anlayışının dahi ötesinde kapitalist açılımları öngören bir anlayışa yöneldi.

Oysa, SSCB sosyalist araçlar kullanarak 1980’e kadar dünyanın ikinci büyük endüstriyel gücü olmuştu (İronik olan, bugün Çin’in sosyalist olduğunu iddia edenler arasında, SSCB’nin “devlet kapitalisti” olduğunu iddia edenlerin de bulunmasıdır.)

Yer yer biçimsel sosyalist görünümleriyle bir kapitalizm uygulaması bugünkü Çin’i karakterize ediyor. Jeo-ekonomik-politik koşulları dayanak yaparak Çin’in sosyalist bir ülke olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Ancak, bu aynı koşullar yüzünden Çin’in hegemonik Anglo-Amerikan emperyalizminin yayılmacı emelleri karşısında savunulması gerekir. Bu destek, küresel devrimci proletarya siyasetinin çıkarları açısından uygundur.

“Sosyalist meta ekonomisi” oksimorondur. Bu iddiayı kabul edemeyiz.

Evet, köleci toplumlarda dahi meta üretimine rastlanıyor. Sosyalist bir ülkede de belli alanlarda kısmen meta üretimi var olabilir. Oluyor. Ancak genel,egemen bir meta ekonomisi, sosyalist ekonomi veya sosyalist üretim tarzı, “sosyalist meta veya pazar ekonomisi” olarak sunulamaz.

Kapitalist devletler de, zaman zaman, dönem dönem “karma ekonomi”, “sosyal devlet” veya “refah devleti” politikalarına başvurmuşlardır. Bu uygulamaları dolayısıyla onların kapitalist kimlikleri değişmez. Bunun sistemin daha iyi işlemesi ya da mevcut bir toplumsal krizin, kriz olasılığının bertaraf edilmesi için başvurulan bir siyasal önlem, isterseniz siyasal bir taviz, olarak görülmesi gerekir.

Öte yandan, sosyalist ülkelerde ekonomideki üretim ve dolaşım sorunlarının aşılması için geçici olarak veya sınırlı ve kontrollü bir anlayışla, meta ilişkileri devreye sokulduğu oluyor. Bilindiği gibi, Sovyetlerde, NEP siyasetiyle kapitalist ilişkilere, sosyalizme geçiş öncesinde, proletarya diktatörlüğü altında ihtiyaç duyulmuştu.

Ekim Devrimi’den bir süre sonra uygulanan “Savaş Komünizmi” programı başarısız olmuştu. Lenin bu başarısızlığı açıkça ilan etmiş, geçici bir kapitalist önlem olarak NEP uygulamasını başlatılmıştı. Ama Lenin çıkıp, NEP’i “sosyalist meta veya pazar ekonomisi” olarak sunmaya tenezzül dahi etmemişti. Yani bu bakımdan, terimin olumsuz anlamında, ideolojik olmamıştı.

Çin’in bugünkü ideolojik “pazar sosyalizmi” söylemini, ÇKP’nin, 1956’da, SBKP’nin karşı-devrimin taşlarını döşeyen restorasyoncu anlayışına karşı metodolojik bir tavır olarak izlediği, ideolojiyi partinin politikalarını, her durumda, haklı çıkarmak için kullanma anlayışının yeni koşullardaki bir tezahürü gibi tanılamak gerekiyor.

Büyük Proleter Kültür Devrimi, aslında, sosyalizme gidişi sağlama almak için kalkışılmış bir ideolojik devrimdi. Gelgelelim, sosyalist yolu güçlendirmek için yola çıkılmışken, sonuç olarak, Çin karakteristikleriyle de olsa kapitalist restorasyona hizmet ettti. Bir kez daha, hızla soldan gitmek isteyenler, sağdan keskin bir dönüş yaptılar.

Gerçekten de, ideoloji ( İdeoloji derken sadece fikirleri kast etmiyorum tabii. Pratik davranışları, ahlaki tutumları da kavramın kapsamına dahil ediyorum) devrimci kuruculuk sürecinin belli uğraklarında özerk, hatta başat bir işlev görebiliyor. Veyahut, bir takım siyasal ve sosyal sonuçlara ulaşmak için böyle bir misyon atfedilerek devreye sokulabiliyor. Çin’de bu araca özellikle kültür devriminden itibaren, onun önce lanetleyip, sonra başa getirdiği Deng Xiaoping devrinde de, bugün de, nasıl abartılı işlevler yüklenmiş olduğunu şöyle basit bir retrospektifle görmek mümkün.

Aynısı, SSCB’de de olmuştu. Çok geriye gitmeyelim, Gorbaçov’un “glasnost”, “perestroyka” şiarları altında başlattığı ideolojik seferberliği hatırlatmak yeterli olur sanırım.

İdeolojiyi Marks’ın şemasında olduğu gibi bir üstyapı kurumu ya da özerk üstyapısal bir nesnel gerçeklik olarak görüyoruz. Gelgelelim, yapısalcı marksistler gibi konuşacak olursak, onun bütün bir bina yapısı içinde, bütün katları ya da düzeyleri kat eden, bina yapısının bütün gözeneklerine sızabilme yeteneğine sahip, bir tür çimento işlevi gördüğü gerçeğini de ihmal etmeyelim.

Neyse, bu yazıdaki asıl konumuz bu değil.

Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu her ülke otomatik olarak emperyalist olarak görülemez. Tekrar edelim, bugünkü çatışmanın ana güçleri farklı kapitalizm anlayışına sahip ülkeler. Bir yanda, hegemonyacı emperyalist anlayış ve karşısında bu hegemonyacı anlayışa direnen şu ya da bu gelişmişlik aşamasındaki kapitalist ülkeler ve onlarla ittifak halindeki sosyalist ve sosyalizme evrilme hedefine sahip olduklarını ilan etmiş ülkeler (1956’dan sonraki Sovyet terminolojisinde bu tür ülkeler için “kapitalist olmayan yol” un yolcusu ülkeler deniliyordu).

Bu mücadelede devrimci proletarya siyaseti elbette emperyalizmin karşısındaki güçlerle ittifak halinde olacaktır. Yok, bunların hemen hepsi kapitalist; yok, İran örneğinde olduğu gibi, bazısı teokratik, kimi KDHC örneğindeki gibi, şeklen “monarşist” bir görünüme sahip; bazısı Venezuela gibi “sol popülist ” diyerek, bu tür mazeretlerin arkasına saklanarak emperyalizmle mücadelede gedik açacak, yapılan sol adınaysa, bizi sosyal-emperyalist siyasal konuma sürükleyecek yanlışlar yapmamamız gerekiyor.

Emperyalistlerin birleşik saldırı stratejisini uygulamaya koydukları bir zamanda, devrimci proletarya siyaseti adına “armudun sapı, üzümün çöpü” anlayışı siyaseten gaflettir.

Doğru, İran teokratik bir devlet. Kendisini sosyalist olarak gören Nikaragua da, eğer Sandinist rejimin kendi yapmış olduğu o ilk anayasa hâlâ yürürlükteyse, laik bir devlet değil. O anayasada, belleğimde kaldığı kadarıyla, devletin katolik-hıristiyan olduğu yazılıydı. Yine, Yemen’de emperyalizm hizmetindeki güçlere karşı direnen Şii-Zeydi güçleri laik olmadıkları için desteklemeyecek miyiz? Emperyalist siyaset, büyük, küresel siyasettir. Büyük siyaseti görmek, onu hedef almak lazım.

KDHC’ de bir tür “monarşi” varsa, mesela, “liberal demokratik” ABD’de de zaman zaman, daha doğrusu, istendiği zaman daniskası olmuyor mu? Roosevelt ailesi, Kennedy ailesi, Bush ailesi, Clinton ailesi (Az kalsın bu listeye Obama ailesi de katılacaktı). Sıradan bir yurttaşın başkan, hatta vekil olma olasılığından hiç söz etmeyelim. Burjuva diktatörlüklerinde siyasal yönetim “eşitlerarası” nda yapılan tercihler sorunudur. Malum, liberal kapitalizmde halk sınıfları için görünüşte her şey mübahtır, her şeye izin vardır, ama gerçekte onlar için hiç bir şey mümkün değildir. Üretimde de, tüketimde de, yönetim de aynısı…

Özcesi, bugün kim siyaseten (uygulamalı olarak) emperyalizmin karşısında duruyorsa, onu proletarya siyasetinin müttefiki olarak göreceğiz. 1920’deki Baku Konferansı’nda feodaller, yarı feodaller vardı. Sosyalizmin bağlaşığı olarak görülüyorlardı. Bizim kemalist cumhuriyetçiler kapitalist bir ulus inşa etmek istiyorlardı. Bunun için emperyalizmle mücadele ediyorlardı. Anti-kapitalist olmadıkları gibi, gözü kara anti-komünistlerdi. Yine de, SSCB ve Komünist Enternasyonal onları müttefik olarak kabul etti. Destekledi.

Ölçü, o zaman emperyalizme siyaseten karşı duruyor olmalarıydı.

Emperyalistler, malum, Ukrayna’da bir cephe açtılar. Bir başka cepheyi de Filistin’de, Ortadoğu’da, İsrail maşası aracılığıyla açmaya çalışıyorlar.

Net olacağız. Ukrayna’da Rusya’nın; Ortadoğu’da İran, Suriye, Yemen, Filistin halklarının saflarında olacağız. Filistin’de, iki devlet yalanını değil, ülkesinden sürgün edilmiş Filistinlilerin ülkelerine dönüşlerine olanak sağlayan işgale son verilmiş, tek Filistin devletini savunacağız.

Komünistler, emperyalizme karşı güçlerin siyasal dayanışmasını sadece uluslararası ölçekte değil, ulusal ölçekte de savunmalı, sağlamalıdırlar. Bu siyasal birliği sağlamada ön aldıkları ölçüde, toplumsal, ulusal, küresel ölçekte meşruiyetleri güçlenecek, etkileri artacaktır.

Uluslararası düzeyde, anti-emperyalist direniş saflarının genişlemesi ve tahkim edilmesi, bu direniş içinde yer alan ülkelerdeki ilerici, devrimci güçlerin siyaseten önlerini açmak, sosyalizm inşası olasılığını güçlendirmek gibi bir rol oynayacaktır. Mesela, Çin, Vietnam, Nepal, Küba, KDHC gibi ülkelerde komünist partilerindeki samimi komünistlerin işlerini nispeten kolaylaştıracaktır.

Emperyalistlerin renkli devrimlerinin ellerinde patladığını göreceğiz. Sonuçta, halklar kendilerine vaat edilenlerin yapılmasını bir yere kadar beklerler. Düne kadar destek verdiklerinin kendilerini aldattıklarını idrak ettiklerinde, onları tekrar aynı şekilde ikna etmek olanaklı olmayacaktır.

ABD bugün ekonomik olarak eski gücünde değil. Bu gücü sürekli erozyona uğruyor. Kendi halkının ekonomik beklentilerini karşılayacak durumda dahi değilken, renkli devrimler tezgahladığı ülkelerdeki halkların, gençlerin beklentilerini nasıl karşılayabilir? “Sıcak para” girişleriyle mi?

NOTLAR:

(1) Sri Lanka, Nepal, Bangladeş gibi ülkeler Hindistan’la stratejik ilişkileri olan ülkeler. Hindistan politikalarındaki değişimlerden şu ya bu şekilde etkileniyorlar. Yani bu ülkeler için Hindistan’ın siyasal hattı önem taşıyor.

(2) 2023 yılı itibarıyla Vietnam’da 1 milyon doların üzerinde parası olanların sayısı yaklaşık 20 bin kişi. 100 milyon dolardan fazla parası olan 58 kişi var. Dolar milyaderi sayısı 16 kişi. Çin’de, 4 milyon 150 binden fazla kişinin 1 milyon dolardan fazla parası var. 1.7 milyon kişinin 10 milyon doların üzerinde parası var. 814 kişi de dolar milyarderi (Statista.com, USA)

Bangladeş’teki “renkli devrim”

Yeni bir dünya düzeni için küresel ölçekte kapışmanın ivme kazandığı zamanlardayız. Bu süreçte giderek daha sık olarak “rejim düşürmeler”e, hükümet darbelerine, “renkli devrim”lere, hedef seçilmiş, özellikle de, Asya ve Afrika coğrafyalarında siyasal istikrarsızlıklara, lokal savaşlara tanık oluyoruz, olacağız.

“Pax Americana” ya karşı yeni dünya düzeni talebiyle harekete geçmiş ülkelerle, mevcut emperyalist devletler arasında karşılıklı hamlelerin yapıldığını, bu durumun bağrında büyük, genel bir savaş olasılığını canlı tuttuğunu görüyoruz. Sık yineliyoruz.

Emperyalistler, Çin’in “ipek yolu” projesine taş koymak için Asya’nın doğusunda ve batısında, öncelikle en stratejik noktalarda müdahalelerde bulunuyorlar.

Bu müdahalelerin en sonuncusu Bangladeş’de gerçekleşti. Neden Bangladeş?

Bangladeş, Bengal Körfezi gibi stratejik bir coğrafyada yer alıyor. Doğusunda yakın bir zamanda Batı yanlısı yönetime karşı gerçekleştirilen bir askeri darbeyle Çin’e yakınlaşan bir yönetimin iktidara geldiği Myanmar var. Kuzeyinde ve doğusunda Hindistan yer alıyor. Bengal Körfezi’nde, ülkenin güneyinde, Myanmar kıta sahanlığına sınır teşkil eden Bangladeş’e ait stratejik St.Martin adası var.

ABD epeyce bir zamandır bu St Martin adasında bir askeri üs kurmak istiyor. Bu talebini Myanmar’daki askeri darbe sonrasında daha ısrarlı bir şekilde dile getirmeye başlamıştı.

Şimdi, bu St. Martin adasının hemen güneyinde Singapur ve Malezya arasında yer alan Malaka Boğazı var. Yani eğer Malaka Boğazı’nı dıştan bir müdahaleyle gemi trafiğine kapatmak isterseniz, konumlanabileceğiniz en ideal stratejik nokta St.Martin adasıdır.

Malaka Boğazı’nın önemi ne? Malaka Boğazı, İran (ya da Basra) Körfezi’ndeki Hürmüz Boğazı’ndan sonra dünyanın en çok ham petrol tankerinin geçtiği bir boğaz hattı. Bu hattan taşınan ham petrol miktarı günlük 15.2 milyon varil. Üstelik taşınan bu ham petrolün yaklaşık yüzde doksanı Çin’e gidiyor. Veyahut Çin’in ithal ettiği ham petrolün yüzde doksanı bu yol üzerinden Çin’e ulaşıyor diyelim.

Bu yolu kapatmak, tıpkı Hürmüz Boğazı’nı kapatmak gibi (Çin tükettiği petrolün yüzde 90’ını Hürmüz Boğazı’na kıyısı olan ülkelerden satın alıyor), Çin’i enerjisiz bırakmak demektir.

Bugünkü rekabet koşullarında, Batı Asya (Yakın ve Orta Doğu) ve Güney-Doğu Asya’nın neden emperyalistler için olmazsa olmaz bir öneme sahip olduğu bu tablodan açıkça anlaşılabiliyor.

Demek ki, St.Martin adası hem Malaka Boğazı’nı hem de Myanmar’ı kontrol etmek bakımından son derecede önemlidir.

Emperyalistler bakımından böyle bir kontrolün sağlanması, Çin için ağır bir darbe olacaktır. Bu arada, onun İpek Yolu planına da ket vuracaktır.

Bangladeş’te bilindiği gibi yaklaşık 15 yıldır iktidarda olan Sheikh Hasina (1) yönetimi vardı. Bu yönetim siyasal olarak Hindistan’a çok yakındı. Hasina da, siyasal davranışları itibarıyla, Modi’ye benzeyen (iktidarda kaldığı süre uzadıkça) otoriterleşmiş bir figürdü.

Hasina, bu arada, Çin’le ekonomik ilişkilerini hayli geliştirmiş, artık Çin’i kendi ülkesinin stratejik bir ortağı gibi gördüğünü dillendirir olmuştu. İki ülke arasında askeri ilişkilerin de geliştirilmesi düşünülüyordu. Bangladeş hükümeti geçtiğimiz Haziran ayında BRİCS üyesi olmak için resmen başvurmuştu. “Renkli devrim” tam bu gelişmeler sonrasında gerçekleştirildi.

Aslında, bu işin epey önceden emperyalistler tarafından planlandığını, şimdiki başbakan Muhammed Yunus dolayısıyla tahmin etmek güç olmuyor. Yunus, adı Grameen Bank ile anılan bir banker. Bu banka güya yoksul insanlara, iş yapabilmeleri için oluşturulmuş bir sistemle ucuz kredi veriyor.

Herşeyden önce hem bu banka hem de Yunus ABD mali sermayesiyle çok yakın ilişkiler içinde. Zaten kendisine hem Nobel hem de Obama-Hilary yönetimi tarafından ödüller, madalyalar verilmiş.

Özellikle, her fırsatta dile getirmiş olduğum gibi, ABD siyasal tarihinin en karanlık figürlerinden birisi olan Hillary Clinton’la gayet yakın bir kişisel ilişkisi var (Bu arada şimdiki demokrat aday Kamala’nın da Clinton çevresinin ta başından beri adayı olduğunu hatırlatayım. Çünkü Biden, Obama türünden bir siyasetçiydi. Yani yeterince şahin değildi. Üstelik Hillary çevresi tarafından kontrol edilemiyordu. Bu açıdan da Kamala onlar için en ideal adaydı. Zaten Biden, zamanında, onun başkan yardımcısı yapılmasına direnmişti. Belki kötü sağlık koşullarına rağmen başkan adayı olmakta ısrar etmesinin nedeni de, Kamala Harris’in aday olmasını önlemekti. Öyle tahmin ediyorum ).

İnternette baktım, söz konusu “harika” kredi modelinde Grameen Bank’ın faiz hadleri % 15-18 arasında. Bu faiz oranı mı düşük? Üstelik de bu oranların yoksul halk kesimlerine hitap ettiği iddia ediliyor.

Bu arada, Yunus bu bankacılık sistemiyle muazzam bir servet edinmiş.

Çin ve Hindistan bu “renkli devrim”i protesto ettiler. Demokratik yollarla seçilmiş bir başbakanın bu şekilde devrilmesinin, “Batı’nın demokratik idealleri” yle bağdaşmadığını ilan ettiler.

Türkiye’de de bugünkü AKP rejiminin tüm macerasını emperyalist jeo-ekonomi-politik çerçeve içinde daha sağlıklı değerlendirebiliriz.

Emperyalizm devrinde, öyle “alt emperyalist” falan olunmaz. Sermaye, birikim iştahıysa meram, o küçük bir bakkal sermayesi için de geçerlidir.

Daha önce de bir çok kez belirtmiştim. Emperyalist vesayet altındaki Türkiye’nin durumu emperyalistlerin ona biçtikleri rol ya da roller bağlamında değerlendirilmelidir. Türk devleti emperyalist siteminin ast bir bileşeni olarak bu vesayet ilişkisinin dışına çıkamaz. Bırakınız Türkiye’yi AB ülkeleri, Almanya, Fransa, Japonya dahi bugünkü görüntüde vassal ilişkisi dışına çıkamıyorlar, ya da çıkmayı göze alamıyorlar.

Yine daha önce de değinmiştim. Jeo-ekonomi-politik koşullar, geçici koridor işlevi görecek devletlere ihtiyaç duyabilirler. Bu açıdan, küresel çapta birleşik saldırı stratejisi uygulamakta olan emperyalistler bakımından Türkiye güneyinde, kuzeyinde önemli işlevler görüyor.

Tıpkı bir işletmede yetki verilmiş bir elemanın patronun çıkarlarını gözetirken, ufak tefekle de kendi cebini doldurması gibi, Türkiye devleti ve onun yönetici sınıfı da bu türden devede kulak tırtıklamalar yapıyor. Yapacaktır. Bu emperyalist efendilerini rahatsız etmez. Yeter ki, kendisinden istenileni yapsın.

Türk devletinin, Suriye’de, Kürt siyasal varlığının emperyalistler nezdinde ön alması olasılığından dolayı duyduğu hoşnutsuzluk, ve emperyalistlerin bunu Türkiye’ye karşı bir şantaj aracı olarak kullanabileceklerinin farkında olmaları emperyalist jeo-ekonomi-politik oyunun fıtratına dahildir.

NOTLAR:

(1) Sheikh Hasina (1947), Bangladeş’in kurucu babası sayılan ve 1975’de ABD’nin desteklediği bir askeri darbe sonucunda öldürülen Sheikh Mucibirahman’ın (1920-1975) kızı.

Faşizm ve Popülizm tartışmaları 1

Trump’ın adaylığınının söz konusu olmasıyla birlikte, ABD’de kendilerini liberal ya da sosyal demokrat olarak gören çevrelerde, Trump’ın kazanması halinde ülkenin faşist bir rejimle yönetileceği iddiası epey bir taraftar buldu.

Bilindiği gibi bu “faşizm” kavramı ya da “faşist” sıfatı, dünyanın her yerinde, günlük dilde olur olmaz bir çok durumda, onun önceki tarihsel deneyimlerine referans verilerek oluşturulmuş imaj veya imajları etrafında sıkça kullanılır.

Popüler düzeyde, hatta bir çok sosyalist tarafından da, faşizm, sosyalizmin karşıtıymış gibi sunulur. Liberal ideologlar da, sıklıkla, faşizm ve sosyalizmin “düşman kardeşler” olduklarını, aralarında öyle geniş bir mesafe olmadığını iddia ederler.

Öncelikle sosyalizm, faşizmin karşıtı değil, kapitalizmin karşıtı. Sosyalizm, kapitalizm gibi bir üretim tarzıdır. Bunu hepimiz biliyoruz, ama günlük konuşmada bir çoğumuz bu gerçeği dikkate almıyoruz. Faşizm, tekelci kapitalizmin ağır bunalım koşulları altında siyasal olarak sevk ve idaresi, yani siyasal rejimidir. Ya da isterseniz, olaganüstü hal koşullarındaki devlet şeklidir diyelim.

Bu anlamında faşizm, sosyalizmin ya da proletarya diktatörlüğünün değil, ancak kapitalizmin olağan koşullardaki sevk ve idaresinin, yani liberal (demokratik) devletin karşıtı olabilir. Tarihsel örneklerine bakıldığında, tekelci koşullarda, kapitalizm genelleşmiş krizler içine girip, yönetilemez hale geldiğinde, liberal devlet ortadan kaldırılıp, yerine faşist devlet geçiriliyor (İtalya ve Almanya örneklerine baktığımızda, bu işlem liberallerin destek ve katkısıyla gerçekleşmişti).

Aslında liberal demokrasiyle faşizm arasında farka işaret etmek için bir karşıtlık kuruyorum. Yoksa, Brecht’in vurguladığı gibi, ikisi arasında bir duvar, reel bir karşıtlık yoktur. Kriz koşullarında birincisinin ikincisine evrilmesi söz konusudur.

Yönetici sınıf arasındaki finans-sermayesinin, diğer sermaye fraksiyonlarını ve onların sınıfsal bağlaşıklarını köprüleyerek sınıf yönetiminde kontrolü ele aldığı, böylece liberal devlet düzenine son verdiği siyasal oligarşik rejimdir.

Buradan hareketle, onu bir bonapartist olgu olarak görmek de yanlıştır. Bonapartizm, tarihsel örnekleri itibarıyla, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde ya da burjuvazinin henüz palazlanmakta olduğu bir süreçte, devrimci bunalım koşullarında, burjuvazinin diğer sınıflarla olan iktidar mücadelesinde egemenlik kuracak ölçüde belli bir üstünlük sağlayamadığı bir durumda, devletin güvenlikçi kurumlarının, esas olarak, yükselen sermaye sınıfının çıkarlarını korumak ve kollamak, otoriter yöntemlerle düzeni sağlamak için ön almasıyla, krizi sermaye sınıfı adına çözmeye odaklı (karizmatik) bir siyasal liderin yönetiminde uygulanan vesayet rejimidir. Bu tür rejimler genellikle askeri ve/veya sivil darbelerle gerçekleştirilmiştir. Otoriter bir olağanüstü hal rejimi olarak bonapartizm de liberal ya da demokratik devletle bağdaşmaz.

1.Napolyon’un bonapartizmini kat eden egemen sınıf savaşımı halen feodalite ve burjuvazi arasındaydı. 3.Napolyon’un bonapartizminde, feodaliteyle savaşımında artık kendi lehine epey yol kat etmiş olan burjuvazinin kendi içinde ama daha çok büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf savaşımları belirleyici rol oynamıştı. Burjuvazinin devlet iktidarını tek başına alma kapasitesine ve cesaretine sahip olmadığı koşullarda zuhur etmişti. Biraz daha sonra Almanya’da gerçekleşecek, ve Fransa’dakinin sona ermesinde araç olacak Bismarck bonapartizmi için de aynı şeyi söylemek mümkündür.

Engels, Marx’a gönderdiği 13 Nisan 1866 tarihli bir mektubunda, bonapartizmin Almanya’da, özellikle Bismarck devrinde, burjuvazinin dini haline gelmiş olduğunu, Bismarck’ın Almanya’nın 3.Napolyon’u olduğunu söyler. Bu dönemde, burjuvazinin cisminin değil, ama fikrinin iktidar olduğunu, bununla birlikte, sermaye düzeninin, burjuvaziye rağmen, önünün açıldığını ilave eder.

Hemen şunu da ilave edeyim, bonapartizmin yürütülebilmesi (meşruiyeti) için devletin sınıflar üstü, “tarafsız” görüntüsünün, yani kitleler nazarındaki mevcut bir yanılsamanın takviye edilmesi, ona abanılması gerekir.

Tarihsel örneklerinde olduğu gibi, tek adam yönetimindeki ( Toplumsal veya sınıfsal ittifaklara dayanmayan hiç bir tek adam rejimi yaşayamaz; veyahut genel olarak, hiç bir siyasal rejim kendi başına öyle yukarıda, hava boşluğunda duramaz diyelim) bonapartist rejimler burjuvazinin devlet iktidarını tek başına ya da büyük ölçüde almasıyla (şu ya bu şekilde; kanlı ya da kansız olarak ama yukarıda sözü edilen her üç örneğinde de olağan olmayan araçlarla) sona erdirilir.

Ancak, her durumunda, kapitalizmin tekelci evresinden önceki siyasal yönetimine özgü geçici bir dönemi kapsayan, gayesi, devrimci durumun sürdüğü koşullarda, halk sınıflarının devrimci taleplerini bastırıp, kapitalizmin ve burjuvazinin önünü açmak olan (mesela Napolyan savaşlarının gayesi, devrimci Fransız burjuvazisine jeo-ekonomi-politik avantajlar sağlamaktı) olağanüstü hal rejimidir. Bu bakımdan, burjuvazinin egemen sınıf olarak siyasal örgütlemesini tamamlamış olduğu koşullarda bonapartizm olmaz.

Tekrar edelim, 3.Napolyon örneği de, aynı 1.Napolyon örneğinde tanık olunduğu gibi kapitalizmin serbest rekabetçi evresinde, burjuvazinin henüz iktidarı tek başına alabilecek kudrete ve cesarete sahip olmadığı koşullarda, devrimci bunalım sürerken, devrimleri halk sınıfları aleyhine, burjuvazi lehine bastırmak için ortaya çıkmıştı.

Benzer bir durum Bismarck Almanyası için de söylenebilir. Almanya’daki devrimci durumu işçi sınıfı ve diğer halk sınıfları aleyhine ve burjuvazi lehine otoriteryanist bir anlayışla bastırmıştı.

Biçimsel benzerliklerden hareketle, özellikle de 3.Napolyon bonapartizmine referans verilerek, onun, kapitalizmin finans-kapitalin egemenliğiyle karakterize edilen tekelci (emperyalist) evresinin bunalım devirlerinde ortaya çıkabilen faşizmle bir ve aynı şey olduklarını ileri sürmek, veyahut, bu ikisi arasında her iki yöne doğru geçişler olabileceğini iddia etmek, herşeyden önce anakronizmdir. “Eski bonapartizmin yerini artık faşizm aldı” demek de, aynı ölçüde, marksizm-leninizmin yöntemiyle bağdaşmaz.

Yeri gelmişken, olağan ya da olağanüstü bütün bu devlet biçimlerinin, tarihselliklerinden ve sınıfsal içeriklerinden izole edilerek, her durumda, maymuncuk işlevi gören bir açıklama şablonu gibi sunulması kabul edilemez. Bonapartizm ve faşizm derken, zamana özgü yeniliklerle, kapitalizm sahnesinde cereyan eden doğrusal bir ardışıklıktan değil, sınıfsal-siyasal, ideolojik içerikleriyle iki farklı tarihsel olgudan söz ediyoruz. Ampirist bir anlayışla, biçimsel benzerliklere dayanılarak yapılan değerlendirmeler anti-diyalektir.

Şimdi, faşizm için tekelci burjuva sınıf diktatörlüğünün ağır bunalım dönemlerinde (bu dönemler bir toplumsal meşruiyet sorununu da beraberlerinde getirirler), liberal devleti ortadan kaldıran görünümüdür dedik. Bundan dolayı faşizm, proletarya diktatörlüğünün de karşıtı olarak görülemez.

Proletarya diktatörlüğü bir üretim tarzı olarak sosyalizmin sevk ve idaresinin sınıfsal-siyasal karakterini ifade eder. Nasıl burjuva diktatörlüğünün değişik biçimleri varsa, proletarya diktatörlüğünün de farklı görünümleri vardır. Yani onu doğrudan bir “olağanüstü hal” rejimine eşitleyemeyiz. Onun, özellikle devrim ve sosyalizmin inşası sırasında bu tür rejimle örtüşen devreleri olabilir. Ancak bu hal, sosyalist bir ülkenin genel olarak siyasal rejimi olarak görülemez.

Nitekim, SSCB’de kabaca 1930-1950 dönemimini, Çin’de yine kabaca 1950-1975 dönemini proletarya diktatörlüğünün “olağanüstü hal” devri olarak nitelendirebiliriz.

SSCB’de 1956’da; ve Çin’de 1976’da, Mao’nun ölümünden hemen sonra proletarya diktatörlüğünün demokratik biçimi olarak sunulan “tüm halkın devleti” nin kurulduğu ilan edilmişti.

Unutmayalım, bütün olağanüstü hal rejimleri sınıf mücadelelerinin keskinleştiği, ya da toplumun yönetiminin zorlaştığı koşullarda ortaya çıkarlar.

Özcesi, burjuva diktatörlüğünün de, proletarya diktatörlüğünün de olağanüstü hal devreleri vardır. Faşizm burjuva diktatörlüğünün tarihsel olağanüstü hal rejimlerinden birisidir.

Faşist rejim, finans-kapitalist oligarşi (ler) yönlendiriciliğinde, bütün anayasal demokratik kurum ve kuralları, bu arada, güçler ayrılığı prensibini yürütme erki lehine askıya alarak kendisini gerçekleştirir. Bunu da genellikle reel bir süreç içersinde yapar.

Bu gayri meşru girişimini meşrulaştırmak için bir toplumsal tabana ihtiyaç duyar. Bu tabanı da eklektik değil, ama senkretik bir ideolojik söylemle (Eklektik bir eklemlemede bileşenler arasında bariz çelişkiler görülür; senkretik olanda bileşenler arasında çelişki değil, bağdaştırmayla sağlanan bir tür uyum vardır. Dolayısıyla daha ikna edicidir), nedeni kapitalizm olan bunalım koşullarını istismar ederek, esas olarak alt orta katmanlar, küçük çiftçiler, küçük üreticiler, esnaf ve zanaatkarlar arasında etkili olarak yaratır. Böylece alt orta katmanlarla, açık ya da örtük, sınıfsal bir ittifak kurar.

Söz konusu ideolojik söylemler, kapitalist-emperyalist bunalım dönemlerinde ekonomik olarak hüsrana uğramış, siyasal olarak horlanmış küçük burjuvazinin bağrında ortaya çıkabilir, ancak onun bir maddi güç haline gelmesi, yani iktidar olabilmesi için finans-kapitalin müdahalesi, yönlendirmesi, siyasal çağrı haline getirmesi gerekir.

Demek ki, sadece bu söz konusu alt orta katmanlardan gelen toplumsal taleple faşizm kurulamaz. Finans-kapitalin siyasal inisiyatifi, yönlendirmesi veya önderliği olmadan faşizm gerçekleştirilemez. Faşizmin sınıfsal karakteri söz konusu olduğunda finans-kapital bağlayan, küçük burjuvazi bağlanan konumlarındadır. İlki yönlendiren, sonraki yönlendirilendir. Bunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Yeri gelmişken bir kez daha yineleyeyim, ABD finans-kapitalinin CIA’yı kontrol eden oligarşileri (örnekse, Ford, Rockefeller grubu) tarafından himaye edilen Frankfurt Okulu, Partisan Review çevresi, Fransa’dan çok ABD’de etkin olan, Nietzsche ve Heidegger etkisi altında oluşturulan Fransız Kuramı (“French Theory”), I. Deutscher’in “yeni Troçkizm”inden esinlenen Yeni Sol (New Left) gibi “sentetik sol” akımların ideolojik ve siyasal olarak üzerine çullandıkları bu aynı reel sosyalizmlerdir.

Hatta o soğuk savaş yıllarında, yeni solcu, marksist, maoist, troçkist olmak Anglo-Amerikan çıkarlarına hizmet ettiği sürece teşvik dahi ediliyordu. Yeter ki, “Sovyet sosyalizmi” ne muhalefet etsinler. Çünkü sovyet sistemi çökünce, ona olan karşıtlıklarıyla kendilerini tanımlamakta olan bu söz konusu akımlar da boşa düşeceklerdi. Nitekim, öyle de oldu.

Tekrar esas konumuza dönelim. Yukarıda sözünü ettiğim modelin bizdeki ilk ve en açık örneği 12 Eylül faşist rejimidir. Bu örnek tarihsel faşizmlerle örtüşen çok sayıda sınıfsal, siyasal ve ideolojik özelliği içinde barındırır. Zaten tarihsel faşizmlere referans vermeyen bir faşizm tanımlaması olamaz.

Ancak, Türkiye gibi modern siyaset sahnesine gecikerek dahil olmuş, dolayısıyla “ast” konumunda emperyalist sisteme entegre edilmiş, “siyasal uydu” işlevi gören emperyalist vesayet altındaki ülkelerde, sözünü ettiğimiz faşizm modeli, merkez emperyalist ülkelerde görüldüğü gibi, bir görünüm ve işleyişe sahip değildir. Buna ileride değiniriz.

Konuyla ilgili bir diğer sorun da, “faşist” ve “faşizan” arasındaki farkın ihmal edilmesidir. En liberal demokratik devlette de faşist uygulamalara benzeyen, hatta faşist uygulama tanımına uyan siyasal davranışlar görülebilir. Tarihsel faşist deneyimlerde rastlanılan araç veya araçlara başvurulabilir. Bu tür uygulamalar, liberal devletin “faşist devlet” olarak tanımlanmasını haklı çıkarmaz. Liberal devletin “faşizan” uygulamaları olarak etiketlenebilir. Devletin faşist olması değil, yer yer faşist gibi davranması söz konusudur. Bilindiği gibi, bu türden davranışlar her zaman liberal (demokratik) devletleri kat ederler.

Faşist devlet, özellikle de erken evresinde, baskıcı aygıtlarına daha fazla abanabilir, ancak ideolojik işleyişi, tanımsal olarak, çok daha işlevseldir. Bu bakımdan, bir çok incelemede faşizm ideolojisiyle açıklanmaya, tanımlanmaya çalışılır. Bu yolla onun sınıfsal-siyasal karakteri gizlenmek istenir, veyahut ihmale uğrar. Faşist devlet için ideoloji çok önemlidir; ancak, ideolojisine indirgenemez. İdeoloji, siyasal bir işlevin yerine getirilmesinde kullanılan bir araçtır.

Bu arada, faşizmin öyle rehber işlevi gören felsefesi falan yoktur. Faşist felsefeler, faşizm olarak kabul edilebilecek fikri konumlar, faşist flozoflar, olabilir (örnekse, Julius Evola, Ezra Pound, G.Gentile, Martin Heidegger, Ernest Junger, Alfred Rosenberg, Paul de Man, daha yakın zamana geldiğimizde, Alain de Benoist vbleri), bununla birlikte, tarihsel örneklerine baktığımızda, faşizmin sadece toplumsal tabanının değil, üst düzeydeki siyasal kadrolarının da bu felsefe veya fikirler hakkında bilgileri ve onlarla ilgileri hemen hemen yoktu.

Faşist yönetimin ideolojik söylemi içerisinde onların kimi fikirlerine dolaylı olarak referans verilmiş olsa da, söz konusu felsefeler hiç bir zaman bir “eylem kılavuzu” işlevi görmemişlerdir. Alfred Rosenberg’in Nürmberg’de yargılanıp, idam cezasına çarptırılması tamamen Nazi Partisi ve yürütme gücü içinde üst düzeyde üstlenmiş olduğu bürokratik rolle alakalıdır. Yoksa, fikirlerinden dolayı mahkum edilmemiştir.

Tarihsel faşizmlerin hepsi ideolojik alanda da pragmatisttirler. Örneğin, Mussolini faşist kariyerinin başlarında ateist bir cumhuriyetçidir. Biraz sonrasında katolik monarşist bir konum alır. Hatta kralı, tabii kendisi onun üstünde olmak şartıyle, imparator ilan eder. Bilindiği gibi, 1943’de siyasal olarak iyice zayıflayınca, imparator onu azleder. Ancak, onun için Nazilerin İtalya’nın kuzeyi ile merkezi bölgelerinde kurdurduğu İtalyan Sosyal Cumhuriyeti’nde (yani SALO’da), jakoben cumhuriyetçi bir siyasal ideolojiyi seslendirir.

Faşist olarak bilinen felsefelerin hemen hemen hepsi gelenekçidir. Modernizme karşıdır. Tek-tanrılı dinlere mesafelidir. Anti-klerikaldir. Hatta bu dinler karşısında, açık ya da örtük olarak, paganizmi (ama daha çok “seçkin” bir etnik kökenle bağlantılı olarak) yüceltirler.

Oysa tarihsel faşizm deneyimleri, Nazizm örneğinde görüldüğü gibi yer yer paganizmi yüceltseler de, kiliseye karşı genel olarak açık tavır almamışlardır. Mesela İspanya’da, Franco’nun falanjist faşizmi katı katolikti. Özcesi, bu faşizmlerin öyle monolitik bir ideolojik söylem ve uygulamaları yoktu.

Sonra bırakınız gelenekçi olmalarını, İtalyan ve Nazi örnekleri teknolojiye taparlar, hatta modernizm söz konusu olduğunda yer yer fütüristik eğilimler gösterirler.

Etnik milliyetçilik, ırkçılık, anti-elitizm, yabancı düşmanlığı, anti-entelektüalizm, aydınlanma karşıtlığı ve tabii anti-komünizm (1) dışarıdan gelen tehdit olarak değerlendirildikleri için hepsinin ortak hedefiydi. Yahudiler, sanılanın aksine, daha çok iç düşman muamelesi görmüşlerdir. Bu yüzden kolayca günah keçisi haline getirilebildiler. En çok da, tabii, Nazi Almanyası’nda.

Hem Franco hem de Mussolini Yahudiler konusunu görece alttan almışlardır. Mussolini’nin yakın çevresinde, akıl hocaları arasında Yahudi figürlerin bulunduğu biliniyor Hatta şimdi adlarını hatırlayamadığım iki İtalyan sosyalist lider bu üst düzey Yahudi faşistlerin girişimleriyle öldürülmüştü. Bu arada, Mussolini’nin meşhur metresi de Yahudiydi.

Söz konusu faşizmler sadece Sovyet Devrimi’ne değil, Fransız Devrimi’ne de şiddetle karşıydılar. Hatta onu kötülüğün ilk siyasal kaynağı olarak gören faşist değerlendirmeler vardır.

NOTLAR:

(1) Faşist hareket İtalya’da 1919 yılında; Almanya’da 1920’de; İspanya’da 1930’larda popülerleşmeye başladı. Almanya ve İtalya savaştan yeni çıkmışlardı. Özellikle Almanya’da, sosyalist hareket hayli güçlüydü. Devrimci bir durum söz konusuydu. Naziler, sosyalist hareketi bertaraf etmek için desteklendiler. Sosyalizme sempati duyan halk sınıflarının aklını karıştırmak için partilerine Nasyonal Sosyalist Parti adını verdiler. İspanya’da da tarihsel-kültürel olarak anarko-sendikalist hareket güçlü bir kitle desteğine sahipti. Anarko-sendikalizme duyulan sempatiyi istismar etmek için Falanjist faşistler 1937’de partilerine Nasyonal Sendikalist Parti adını verdiler.

Şimdi İran ne yapacak?

Öncelikle şunu tekrar söyleyeyim, Haniyeh suikastini duyunca, Reisi’nin bir kaza sonucu ölmemiş olduğuna, Haniyeh’i de öldüren İran’daki iç güçler ve şu ya da bu biçimde, şu ya da bu derecede bağlantılı oldukları dış güçler tarafından öldürülmüş olduğuna ikna oldum. He iki suikast de, nedenleri ve sonuçları itibariyle, jeo-ekonomi-politik olaydır..

Şimdi, Haniyeh suikasti öncesinde gerçekleşmiş bir gelişme, Çin’in liderliğinde, Filistinli rakip siyasal grupların bir araya gelip, uzlaştıkları görülmüyor. Çin’in Sünni dünyanın lideri olarak S.Arabistan ve Şii dünyanın önderi olan İran’ın arasını bulması, ardından da Filistinli grupları uzlaştırması çok önemli jeo-ekonomi-politik hamlelerdi.

Bu iki suikast, ve İsrail’in süren provokasyonları, giderek şekillenmeye başlayan Çin ve Rusya kutbunun söz konusu hamlelerine de yanıt olarak okunmak gerekir.

Pekiy, İran şimdi ne yapacak? Bence, İran ve bölgesel müttefikleri, İsrail’in arzuladığı gibi, büyük emperyalist güçlerin sahaya inerek dahil olacakları bir savaştan kaçınmak adına bir “büyük eylem” le yanıt vermek istemeyeceklerdir. Soğukkanlı davranıp, daha önce de yapmış oldukları gibi bir miktar füze fırlatmakla yetinip, belki bu kez İsrail için nispeten daha can yakıcı sonuçları olacak girişimlerde bulunacaklardır.

Hem İsrail hem de emperyalist hamileri zaten o kadarı için hazırlık yapmışlardır.

Şu aşamada, ne İran ne de ABD (özellikle de başkanlık seçimi öncesi) böyle bir savaş seferberliği içinde olmayı isteyecektir.

İran’ın asıl sorunu kendi içinde, asıl odaklanması gereken yer orası. Sadece İsrail ve ABD kontrolünde, İran’da at oynatabilen terör gruplarından, maşalardan söz etmiyorum. Esas olarak, İran yönetici sınıfı içindeki mücadeleyi kastediyorum.

İran’ daki popüler teokratik rejimin önünde, daha önce de bir çok kez değinmiş olduğum gibi, iki yol olduğunu görüyorum : Ya Çin ve Rusya’nın giderek daha güçlü fırça darbeleriyle şekillendirdikleri kutba, öyle “misafir oyuncu” olarak değil, tam anlamıyla dahil olacak. Ya da, yeni cumhurbaşkanının (şimdilik) örtülü olarak belirttiği gibi, Batı’yla, bu arada İsrail’le de zaman içinde yumuşama sürecini başlatacak. Bunun da ilk adımı, muhtemelen, nükleer antlaşma olacaktır.

Görünen o ki, bu suikast Pezeşkiyan’ın işini biraz zorlaştıracak.

Yine de Trump kazanırsa, İran’ın bu ikinci yolu seçme olasılığının yükselebileceğini düşünüyorum. Kamala Harris’in, Hilary Clinton gibi, şahini oynayacağına inanıyorum. Şunu da ilave edeyim, ABD’de Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimi, büyük bir savaşın gerçekleşme olasılığı bakımından büyük önem taşımaktadır. Harris’in “savaş partisi” ni temsil ettiğinden kuşku duymamak gerekir (1)

Bitirirken, iç politikayla ilgili de bir kaç şey söylemek isterim. İktidar ve muhalefet arasında ta başından beri bir tiyatro oynanıyor, öyle izliyoruz. En son hatırlarsanız, Erdoğan tarafından ısmarlama hazırlatılmış anayasanın ısmarlama atanmış mahkemesi, Tayyip Erdoğan’ın aldığı bir çok kararın anayasada belirtilmiş yetki ve görevleriyle bağdaşmadığını, yani gayri meşru olduğunu açıklamış, yani uzunca bir zamandan beri almış olduğu bir çok kararın, yapmış olduğu bir çok uygulamanın anayasa aykırı olarak “yok hükmünde” olduğunu ilan etmişti.

Muhalefet ne yaptı o zaman? İşte, “günün anlam ve önemine binaen verilmiş nutuklar” mesabesinde açıklamalar yapmış, sonra konu unutulup gitmişti. Yani, Anayasa Mahkemesi, netice olarak, Erdoğan meşru değil diyor. Şimdi de, Can Atalay kararı var. Serbest bırakılmayacağını rejimin dayandığı koalisyonunun hukuksal işler sözcüsü bir refleksle duyuruyor. Muhalefet ne yapacak? Hep yaptığını, yani paratoner rolünü yerine getirmeye devam edecek.

CHP’nin içinde üç ayrı parti olduğu görülüyor. İmamoğlu Partisi, Kılıçdaroğlu-Yavaş Partisi ve geriye kalanlarla yetinecek gibi görünen Özel Partisi. Özel bu tabloyu, ani bir erken seçim istemini kararlılıkla dile getirir, o doğrultuda, bir çok örgütünün, çoğu milletvekilinin direnişlerine rağmen sahaya inerse, seçmenleriyle doğrudan temas kurarsa, kendi lehine değiştirebilir.

Yoksa, dağılma riski büyür.

Onu bırakın da, CHP gibi laikliğin sözcüsü rolü oynamış partinin lider kadrolarının, Tayyip Erdoğan gibi, “Cuma çıkışları” nda cami önü konuşmaları yapmalarını, herhalde, çoğumuz daha önce aklımıza bile getiremezdik. Ya, buna Demirel, Erbakan gibi sağcı müteveffa veteranlar dahi kalkışmamışlardı.

Şimdi buradayız!

NOTLAR:

(1) Bu yazıyı yazdıktan sonra Harris’in Demokratlar’ın adayı olacağı kesinleşti. Harris, Hilary Clinton çevresinden bir şahin figürdür. Biden onu başkan yardımcısı yapmak istememişti. Hatta belki de Biden’ın kendi başkan adaylığında çok ısrarcı olması, yerine Harris’in aday gösterileceğini biliyor olmasındandır. Yani muhtemelen onun aday gösterilme olasılığının yüksek olduğunu bildiği için de direnmiş olmalıdır. Tabii Biden derken, sadece onun şahsından değil, onun Demokrat Parti içinde temsil ettiği anlayıştan söz ediyorum. Biden, Obama türünden bir başkandı.

Benim ömrü hayatımda gördüğüm en karanlık, en tehlikeli ABD başkan adayı Hilary Clinton idi. Dışişleri bakanlığı sırasında Arap Baharı tezgahıyla, Libya, Suriye, Afganistan, sonra, Ukrayna gibi coğrafyalarda yaptığı, yapmaya çalıştığı işleri biliyoruz. Obama, başkanlık dönemleri sonrasında verdiği bir mülakatta, Hilary Clinton’ın çevirdiği bir çok işten sonradan haberdar olduğunu ya da kendisine Clinton tarafından doğru bilgi verilmediğini ima eden sözler sarf etmişti. Şimdi bu Harris de Hilary Clinton ekolünden bir siyasetçi. Özellikle bugünkü dünya koşullarında, H.Clinton kadar tehlikeli olabileceğini öngörmek gerekiyor.