Halk direnişi en geniş halk sınıflarına ulaşmak zorundadır

Tayyip’in devlet başkanlığı hevesinden vazgeçebileceği kulislerde konuluşuluyor. Şimdi iyi izleyin. Eğer bu Tayyip başkanlıktan vazgeçerse(ve tabii anayasa meselesi de o zaman, adam için önemini kaybetmiş olacaktır), “Kürt barışı” hikayesi de rafa kalkacaktır. Zaten Suriye meselesinin Cenevre yolcusu olduğu da anlaşılmaktadır. Yani Tayyip’in Kürtlere ne içeride ne de dışarıda ihtiyacı kalmayacaktır. En azından Kürt politikası bağlamında şimdi üstlendiği kadar risk üstlenmeyi gerekli görmeyecektir. Bunu da, çark edişinin faturasını Kürt hareketine ödetecek şekilde yapacaktır. İzleyin derken, Tayyip’i izleyin demek istemiyorum. Kürt hareketini izleyin. Sonrasında, Türkiye genelinde şu an yaşadığımız gibi bir halk hareketinin olmadığı koşullarda, Kürt hareketi, kendi kamuoyu içinde dahi bir meşruiyet sorunu yaşayacaktır. Oportünizmin nasıl bumerangla sonuçlanan bir siyaset tarzı olduğu bir kez daha tespit edilebilecektir. Bu bakımdan bugünkü halk ayaklanması Kürt siyasetinin geleceği bakımdan ele geçmez bir fırsattır. Ancak anlaşılamadığı görülmektedir.

Öte yandan, bilindiği gibi, bayrak Mitingleri de, salt laiklik vurgularıyla, Tayyip’in cumhurbaşkanlığını önlemekle yetinmiş ama sonrasında şimdiki haliyle Tayyip faşizminin ortaya çıkacağı yolun taşlarını döşemişti. Aynı yanlışa tekrar düşmemek lazım. Başlamış olan halk hareketi mutlaka ama mutlaka Türkiye’nin Türk, Kürt en geniş halk sınıflarına ulaşmak için bütün eforunu sarf etmelidir. Kültürel bariyerler “eşitlik, adalet, özgürlük”, “aş, iş, sosyal güvenlik” “yaşasın halkların kardeşliği” benzeri sloganların da yardımıyla aşılmaya çalışılmalıdır. Hareketin toplumsal tabanını genişletecek surette ileri itilmesi elzemdir. Tayyip’in devlet başkanlığından vazgeçeceğini ilan etmesi,”yaşam tarzlarına saygı” demagojisi şu an mücadele içinde yer alan, ona destek veren orta katmanlar üzerinde etkili kimi kesimlerin eylemin sonlandırılması yönündeki çağrılarına gerekçe olabilir. Buna karşı hareketin daha alt katmanlarla bağlantısını genişletmesi ve güçlendirmesi elzemdir. Devrimci solcular bu alt katmanlara ulaşmak zorundadırlar. Kamil Park

Taksim’de başlatılan kavga bütün Türkiye adınadır

Hükümet istifa edene kadar eylemler sürecektir. Halkın baş talebi hükümetin istifa etmesidir. Gezi Parkı’na yapılan saldırı halk ayaklanması için bir vesiledir. Asıl sorun AKP faşizmidir. Bu faşizm çökertilmelidir.Devrimci solcular artık daha fazla öne çıkıp, seslerini duyurmalıdırlar. Bu ayaklanmanın başlıca hedefi, emekçilere, emeğe karşı yapılan saldırılar, sistemli yoksullaştırma ve yoksunlaştırma politikaları, işsizlik, bütün Türkiye halkının AKP faşizmi tarafından maruz bırakıldığı baskılardır. Taksim’de ateşlenen kavga, sadece Taksim’in, İstanbul’un sorunları adına değil, ayrımsız bütün Türkiye halkının demokratik özlemleri adınadır. Bunun tekrar tekrar ve en yüksek sesle ilan edilmesi elzemdir. Kamil Park

 

 


Kürt hareketi yol ayrımındadır

Kürt hareketinin militan dinamiğini Taksim’de başlayıp bütün Türkiye’ye yayılan halk ayaklanmasında kararlı ve etkili bir şekilde yanımızda hissedemedik. Dün KCK’dan gelen bir açıklama üzerine, Beyoğlu’ndan başlattıkları  yürüyüşlerine tanık olduk.

Burada Kürt hareketiyle kast edilen PKK ve BDP ve onlara bağlantılı ya da bağıntılı örgütlerdir. Neden böyle olmuştur? Kürt hareketinin iki temel özelliği, tarihi boyunca tutarlı bir siyasal çizgisinin olmaması ve onunla alakalı olmak üzere hareketin öznel kompozisyonun köylü ve küçük burjuva karakteridir. Bu karakteristik yapısıyla Kürt hareketi, siyasal olarak, 1920’lerden itibaren oradan oraya savrulmuş, her zaman emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileriyle işbirliği olanaklarını öncelikleri arasına yerleştirmiştir.

PKK önderliği,  80’lerin ortasından 1990’lara kadar izlediği devrimci sol siyaseti, emperyalizmin bölgesel projelerini hesaba katarak, emperyalist yağmadan pay kapma gayesiyle terk etmiştir. Emperyalizmin hizmetindeki AKP hükümetiyle yakınlaşıp, işbirliği kararı alması, bu eğilimin ulaştığı tepe noktası olarak görülmelidir. PKK önderliği ve ondan icazet alan BDP, bu gerici işbirliğini en oportünist “sol ” belagatle ambalajlayarak devrimci Türkiye halklarına yutturma düşüncesindedir. Hiç şüphesiz bu işbirliği, Kürt halkını gerici AKP’nin emperyalist  politikalarıyla aynı frekansa çekip, gericileştirecek, Kürt hareketi içindeki ilerici, devrimci güçlerin yalıtılmasıyla sonuçlanacaktır.

Yaşanan 10 yıllık deneyimden sonra halen AKP hükümetinin “barışçı”, “demokratik” olduğunu ileri sürerek onunla işbirliğini olumlamak, doğrudan doğruya ilerici halkların aklıyla alay etmek anlamına gelmektir. Dahası, bu bir siyasal ihanettir.

Bugün süren halk ayaklanması karşısında, Kürt hareketinin ikircikli, oportünist tavrı, Kürt önderliğinin içine girmiş olduğu emperyalist, işbirlikçi gerici siyasal konumdan ayrı düşünülmemek gerekir. Elbette onlar da bütün oportünistlerin sıkça başvurdukları gibi, tavırlarını “sol” bir belagatle kamufle ederek savunmaya devam edecekler, anti-emperyalist, devrimci sol güçlerin eleştirilerini “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” mantığıyla bertaraf etmeye çalışacaklardır.

Halk hareketinin neredeyse onuncu gününe girmekte olduğu bir zamanda Kürt hareketi, sokakların kararlığını görmüş, gerici hükümetle kapalı kapılar ardında yapmış olduğu işbirliği antlaşmasına da halel getirmeyecek şekilde, kıyısından köşesinden de olsa bu halk hareketine kısmen dahil olma ihtiyacı duymuştur (Bütün Türkiye’de, yabancı ülkelerde,  her türlü faşist saldırıya karşın, direnç, dayanışma varken, henüz Kürdistan bölgesinde bilgimiz dahilinde olan, bu yönde bir hareket yoktur). Özcesi,  bir ayağı AKP gericiliğiyle işbirliğinde olduğu halde, ötekisinin de ona muhalif halk hareketinde bulunmasını istemiştir. Bu tipik oportünist küçük burjuva “köylü” siyasetidir. Kürt siyasal hareketi tarihi boyunca sık sık tezahür eden hastalıklı, samimiyetsiz tavrını, bu tarihimizin en büyük halk hareketi karşısında da göstermiştir.

Elbette Kürt devrimcileri, demokratları, söz konusu Kürt partilerinin ve önderliğinin bütün çarpıtmalarına, oportünizmine rağmen AKP gericiliği karşısında, halkımızın devrimci isyanından yana tavır alacaklardır. 31 Mayıs 2013’te ortaya çıkan irade, sadece mevcut siyasal-yönetsel kurumların yasallığını fiilen ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda, bütün siyasal konumların veya siyasetlerin meşruiyetlerini test edecekleri yegane merci haline gelmiştir. Ya bu irade tarafından önleri açılacak ya da tasfiye edileceklerdir.

Halk ayaklanması karşısında BDP’nin tavrı, bu partiyle AKP arasında siyaset tarzı bağlamında benzerlik bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Her ikisi de Türkiye halklarının geniş kesimlerini dışlayan, özel gündemleriyle sınırlı olan partilerdir. Her ikisi de ancak daraltılmış bir siyasal arena da  iktidar eylemeyi hedeflemektedirler.  Bu partilerin her ikisi de, demokrasiyi işlerine geldiği kadarıyla ve şekliyle  isterler. Ona tramvay muamelesi yaparlar. Her ikisi de Türkiye partisi olamazlar.

Kürt sorununun devrimci, demokratik çözümü ancak direnen halkın tuttuğu meydanlardan, sokaklardan çıkabilir. Ya bu nehirle buluşacaksınız, ya bu nehir tarafından bir tarafa süpürüleceksiniz. Hem orada, hem burada; biraz oradan biraz da buradan olmaz.

KAMİL PARK


İkinci Cumhuriyet yasadışıdır

Şunu önce devrimcilerin anlaması lazım. 31 Mayıs 2013 tarihi itibarıyla sadece hükümet değil, parlamento, TSK, adliye, polis, kısacası, yeni Türk devleti ya da 2.Cumhuriyet sokaklardaki halk iradesi tarafından fiilen tasfiye edilmiştir. Bugün meşruiyetin yegane kaynağı sokaklardaki devrimci halk iradesidir. Direnen halkın gayri meşruluğunu ilan ettiği eski rejimin unsuru içindeki dost öğelerden beklenti içinde olmak anlaşılırdır. Gelgelelim, bunun mücadele sürdükçe, her geçen gün gerçekleşmesi zor bir beklenti haline geleceği açıktır. 31 Mayıs itibarıyla, bu mevcut devletin devrim hakkını kullanan  halka karşı girişmiş olduğu bütün faaliyetler, kalkışmalar yasa dışıdır. Kamil Park


Halk hareketinin baş talebi hükümetin istifa etmesidir

Bugün Arınç’la görüşen Taksim Dayanışması heyetinin dile getirdiği talepler, halk hareketinin  kanı ve canı pahasına savunduğu, savunmakta olduğu “hükümet istifa” talebini içermiyor. Dahası, bu talepler ancak AKP hükümetinin istifasıyla gerçekleştirilebilir taleplerdir.  AKP ile pazarlık olmaz. Taksim Dayanışması yanlış yapıyor. Artık AKP’nin vaatlerine inanmak, eğer demokratik ve devrimci sol siyasetler adına yapılıyorsa,  doğrudan işbirlikçiliktir. İhanettir. AKP hiç bir şekilde inandırıcı değildir. AKP ile hiç bir antlaşma olmaz. AKP hükümetinin tek yapması gereken, derhal istifa etmektir. Taksim Dayanışması, muhtemelen iyi niyetle, ama despot hükümetle diyalog anlamına gelecek, onun meşruiyetini ihya etmekle sonuçlanabilecek bir yol izliyor. Yanlıştır! Devrimci mücadelede iyi niyetlilerin “iyi niyetleri”nin devrimci hareket bakımından nelere mal olabildiği deneyimler dolayısıyla bilinmektedir. Taksim Dayanışması’nın dile getirdiği haklı talepler, 31 Mayıs tarihi itibarıyla, ancak AKP’nin istifa etmesiyle yerine getirebilir. Halk direnişinin baş talebi hükümetin istifa etmesidir.   Esasen 31 Mayıs 2013 itibariyla, fiilen baskıcı devletin bütün kurumları yasa dışı konuma düşmüştür. Bu tarihten itibaren tek yasallık kaynağı sokaklarda direnen halkın iradesidir. Kamil Park

TEK YOL DEVRİM

BİRİNCİ ÇAĞRI:

Direniş komiteleri oluşturmak için Türkiye çapında çağrılar yapmak lazım. Zaten fiili olarak var olan hali koordineli bir organizasyon haline getirmek lazım. Yani bu hareketin önderliğe ihtiyacı var. Bu aşamaya gelinince süratle siyasal talepleri yükseltmek lazım. “Tayyip gitsin”, “hükümet istifa” tamam ama yeterli değil. Tekrar üç aşağı beş yukarı benzer bir parlamento kompozisyonunu ortaya çıkartacak erken seçim talebini derhal geri çevirmek, halk direniş komitelerinin doğrudan temsilcilerinden oluşacak bir kurucu meclis çağrısı yapmak lazım. Tayyip yine sıkışınca “seçim” diyeceğinin sinyallerini veriyor. Buna razı olmamak lazım. Bu kendiliğindenlik sonunda askeri bir müdahaleye de yol açabilir. Polisin direnci kırılırsa, ya da gücünün yetmeyeceği görülürse, asker devreye sokulur. Bir kısım AKP karşıtı muhaliflerin zaten buna teşne oldukları malum.

Bu gece Beşiktaş’ta yaşananlar, polisin kısa bir süre sonra Taksim’e tekrar yükleneceğinin işaretlerini veriyor. Bütün gruplara direniş komiteleri oluşturmaları, bunların temsilcilerinin yer alacakları bir üst koordinasyon komitesinin tek elden eylemleri yönlendirmesi, taleplerini net olarak belirlemesi çağrısı yapılmalıdır. Eğer bunu başaramazsak, önderlik oluşturamazsak, Tayyip’i göndeririz belki ama yerine neyin, kimlerin geleceği konusunda tehlikeli bir belirsizlik oluşur. Kitle muallakta kalmayı istemez. Öncü, devrimci durumun yaratılmasını beklemez; yaratılması için katkı yapar. Zaman kaybetmemek lazım.Tayyip’in yerine ne koyacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Ona manevra alanı bırakmamak lazım.

Çıkıp, “içki yasağını kaldırdım, Taksim’e kışla yok, AVM yok.Yaşam tarzlarına saygılı olacağız” diyerek zaman kazanmak isteyebilir. Yani bir anlamda, bugün DİSK’in dile getirdiği “ekonomist” taleplere büyük ölçüde razı olabilir. Tabii belli bir zaman geçince, daha fazlasıyla verdiğini geri alır. Bayrak Mitingleri’nin böyle bir sonucu olmuştur. Tayyip’in karşısına politika koymak lazım. Program koymak lazım. Mevcut itaatsizlik hali, direnen halkın kendi iktidarını kurmasının aracı olmalıdır. 27 Mayıs’ı tekrar ettirmemek lazım. Yani devrimi kaptırmamak lazım. Meydanda davul çalıp, nutuklar atmakla olmuyor. Ortak siyasal taleplerle ortaya çıkmamız lazım. Bu çapta sivil bir devrimci kalkışma tarihimizde ilk kez gerçekleşiyor. Halk Türkiye çapında bu kadar yaygın barikatlar oluşturma deneyimini ilk kez yaşıyor. Başaramazsak, neler olacağını çeşitli ülkelerin tarihi deneyimleri dolayısıyla biliyoruz. Yenilgiye uğratılmış büyük halk kalkışmaları ardından zifiri karanlık geliyor. Rehaveti, ataleti, tembelliği bir yana bırakmak lazım.Hiç bir devrim kitaplarda yazıldığı gibi olmaz. Her devrim kendi kitabını kendi meydanlarında yazar. Bu katıksız halk hareketinin örgütlenme seviyesini arttırarak daha yüksek bir seviyeye çıkarmak elzemdir. “Bunu kim yapacak” diye birbirimize bakmayalım. Hep birlikte yapacağız. Tıpkı barikatları hep birlikte kurduğumuz gibi. Kamil Park

İKİNCİ ÇAĞRI:

Fransız Devrimi dahil modern zamanların bütün devrimleri orta katmanların hareketi olarak başlamıştır. Buna kafayı takmak doğru değil. Rejime sokakta vurulan darbeler arttıkça toplumsal kabarmanın sosyolojik kompozisyonu çeşitlenir, tabanı genişler. Önemli olan siyasal önderliktir. Hiç bir devrimci kalkışma sosyolojik kompozisyonu itibarıyla, kendi başına sosyalist,proleter, burjuva, k.burjuva değildir. Bir devrimi burjuva veya proleter yapan siyasal önderliktir. O önderliğin siyasal taleplerinin bu çeşitli kitlelerin talepleri haline getirilmesiyle mümkün olabilir.

Devrimci kavga alanları, istenen kalıba göre hazır bir kitlenin arandığı değil, siyasal talepler ya da program etrafında kitlelerin dönüştürüldüğü, yaratıldığı alanlardır. Devrim alanları, ortak demokratik özlemlerle büyük bir halaya katılmış öznelere referans verir. Devrimci sol halay başı olmaya çalışmalıdır. Yaşadığımız günlerde bu büyük halayı, en net şekilde, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda tespit edilebiliyoruz. Hantal yapıların bu muazzam yaratıcılık faaliyeti karşısında yetersiz kalması kaçınılmazdır.

Örgütü eğilip bükülen bir alet gibi kullanmak gerekir. Ve tabii devrimcilik part-time değil, tam gün bir uğraştır. Alanları hiç bir şekilde bırakmamak gerekir. Mutlaka ana grupların temsilcilerinden oluşan direniş komiteleri oluşturarak, bunların koordinasyonunu temin etmek lazımdır. Modern tarihimizde bu kadar genişlik ve süreklilik göstermesi bakımından ilk olan bu sivil itaatsizlik hareketini ortak demokratik merkeziyetçi örgütlenmeyi bir üst aşamaya çıkartarak sağlam bir zemine oturtmak gerekir.

Hiç bir şekilde, “Erdoğan gitsin,Gül gelsin”, ya da “erken seçim” olsun taleplerine taviz vermemeliyiz. “Hükümet içinde çelişkiler var”, “Cemaat ve AKP arasında ihtilaf var” ya da “Ordu gelecek” türünden safsatalara taviz vermemek gerekir. Bu lakırdılar “eski düzeni” ihya adınadır. Gericiliğe hizmet ederler. Bunu kabul edemeyiz. Elbette hareket dayandıkça bunların safları çözülecektir. Ancak biz kendi işimize bakmalıyız. Direksiyonu ele alıp, önümüze bakmalıyız. Önce direniş komiteleri oluşacak, sonra modern zamanın hemen bütün devrimlerinde gördüğümüz gibi,iktidarı bu komiteler alacaktır. Ancak bu komitelerin oluşturacağı bir kurucu meclis ülkenin kaderini belirleyebilir. Bunu ilan etmek lazım. Zaman kaybediyoruz.

Eşitlik ve adalet istiyoruz. Bu hedeflerimize ulaşabilmek için de özgürlük talep ediyoruz. Bütün modern zaman devrimlerinin girizgahı burasıdır. Bu devrimci kalkışma, düzenin araçlarını kullanabilir ama onları idealize etmez. Alternatiflerini oluşturur. Bu söylediklerim şu ya da bu düzeyde fiilen bir gerçeklik halindedir.

Düzenin önerilerini (“erken seçim”, “ağaçları yeniden dikeceğiz” vb) ret edeceğiz. Kendi önerilerimizin kabul edilmesi için tavizsiz bastıracağız. Devrim alanları pazarlık alanları değildir. Kesin kararların uygulamaya konulduğu alanlardır. Devrimci çaba, var olan gerçekliği dönüştürme mücadelesidir. Yeni bir gerçeklik yaratma hareketidir. Hareket ortaya çıktığı andan itibaren karşısına çıkartılan her şey, her laf eskimiştir. Eskiye aittir. Medya devrim alanının kendisidir. Devrimin kullandığı her araç onun medyasıdır. Devrim kendi dilini yaratır. O dille kitlelerle iletişim kurmak önderliğin vasfına delalet eder. Safları, örgütlenme düzeyimizi ve kalitemizi yükselterek sıklaştırabiliriz. KAMİL PARK


Halk Direniş Komiteleri Oluşturalım

Mücadelenin şimdi içinde bulunduğu uğrak, çok somut, sonuç alıcı adımların atılmasını gerektiriyor. Elbette parti siyasal mücadelenin öncü aracıdır. Gelgelelim, kavga alanının kendi gerçekliğini ihmal ederek, onun ideal bir duruma göre şekil almasını beklemek yanlıştır. Önemli olan partinin halk hareketine, devrime önderlik edebilmesi, her şeyden önce bu olanağı ele geçirebilmesidir. Bu olanak, sadece parti örgütleri aracılığıyla değil, ama daha çok kitle örgütleri içinde parti kontrolü sağlamasıyla gerçekleştirebilir. Bolşevikler iktidarı işçi, asker, köylü sovyetlerindeki kontrolleri dolayısıyla alabildiler, sürdürebildiler. Parti iktidar için vardır. Bütün mesele halkı devrime taşırken,partiyi de o mücadele içinde iktidara taşımaktır.

Kavga alanları yaratıcı alanlardır. Parti bu yaratıcılığın aracı olmalıdır. Bunu yaparken kendi kendisini de pratik olarak yeniden yaratmalıdır. Ayaklanmış sokaklar fetişleri kırarlar. Parti kendisini bir fetiş haline getirmemelidir. Sokaklar halk hareketinden önceki legaliteyi aşmışlardır. Parti legaliteyi de fetiş haline getirmemelidir. Eğer sokaklar döğüşüyorsa, döğüşmeye zorlanıyorsa, partinin yapması gereken, herkesi partiye üye olmaya, katılmaya çağırmak değil, bizatihi döğüşenlerin arasına katılarak,  önderlik, iktidar mücadelesini kavganın içerisinden yapmasıdır. Direnen halkı işler tavsamadan, ya da büyük darbeler gelmeden direniş komiteleri oluşturmaya çağırması, bu komiteleri örgütlemesidir.
Öncü parti üye sayısı arttırılarak kitle partisi olmaz. Hatırlayacak olursak, daha 20’lerde Komintern, 5-6 bin kadar üyesi bulunan Çin Komünist Partisi’ni ( o sıralarda Çin’in nüfusu yaklaşık 400 milyon civarındaydı) kitle partisi olarak tanımlıyordu. Kitle partisi olmanın iki temel koşulu vardır: 1) Sıkı bir şekilde kitlelere bağlı olmak, kitle çizgisinden kopmamak, belli şartlar oluştuğunda kitleleri harekete geçirme ve yönlendirme kapasitesine sahip olmak; 2) Üye kalitesini yüksek tutmak; mücadelenin gerektirdiği görevleri en iyi şekilde yapabilme kapasitesine sahip üyelerden oluşmak.
Bir de tabii, devrim bir seçim çoğunluğu sorunu olarak görülemez. Burjuva diktatörlüğü şartlarında, insanlar devrim için değil, düzen için oylarlar. Devrim bir çok tarihsel vak’ada görüldüğü gibi,  bir seçim çoğunluğu marifetiyle yaratılmış “legalite” engelinin üstesinden gelmek için gerçekleştirilir. Bu bakımdan müesses  “milli irade” nin devrimci irade karşısında hiç bir meşruiyeti olamaz. Parmak hesabıyla devrim olmaz. Devrim, parmak hesabı yapan parmakların kırılmasıdır. Fransız Devrimi’nden sonra yapılan seçimleri royalistler kazanmışlardı. Rus Devrimi sonrasında 1918’de yapılan seçimleri SR’lar kazanmışlardı. Her iki sonuç da devrimin radikalleşmesinin önüne geçemedi. tersine, daha da radikalleşmesine yol açtı. Devrim bir oy çoğunluğu sorunu değil, aktivizm ve organizasyon sorunudur.
Türkiye çapında direniş komiteleri ( ya da dayanışma komiteleri) kurulması için çağrı yapmak lazım. Parti önderliği, iktidarı bu komitelere dahil olmaya çalışarak elde etmeye çalışmalıdır. Bütün kentlerde, yerelliklerde, iş yerlerinde bu direniş komiteleri eylemleri somut bir program etrafında yönlendirmelidir. “Hükümet istifa”, “eşitlik, adalet,özgürlük” “ekmek ve barış”, “iktidar direnen halka” gibi sloganlar altında tek vücut olmak için çağrı yapılmalıdır.Bu sloganlar aynı zamanda hareketin temel programıdır. Mesele sürekli programlar yapmak değil, az ve öz programları kararlılıkla uygulayabilmektir. Onları ete kemiğe büründürecek olan örgüttür. Böylece her kafadan bir ses çıkmasının önüne geçilebilecektir. Kavga sahalarında en gerçekçi, pratik ve demokratik örgüt, direnen halkın temsilcilerinden oluşan halk direniş komiteleridir. Direniş ya da dayanışma komiteleri öncü partiye alternatif örgütlenmeler değildir. Partinin kitleselleşmesinin araçlarıdır.
Bu örgütlerde önderliği kimin yapacağı demokratik bir sorundur. Ancak halk sokaklarda dayak yiyerek, dayak atarak, kısacası öğrenerek en doğru  konumu önerenlerin yanında olacaktır. Bu arada parti de öğrenecektir. Bu kavganın kaçınılmaz mantığıdır. Yoksa, hantallığa, bürokratik akla hizmet etmiş oluruz. Yakın zamanlardaki, Arap deneyimlerini, Yunanistan deneyimlerini hatırlayalım. Oralarda yapılan hataları görelim. Oralarda önderlik iddiasında bulunanlar yetersiz kaldılar. Barış zamanına özgü davranış şekillerinden, mantığından kurtulamadılar. Şimdi kavga zamanı, hareket örgütten halka, halktan örgüte doğrudur. Legal konumları kaybetmemeye gayret edelim, ama mevcut legalite içine de sıkışıp kalmayalım. Önemli olan direnen halkın nazarında legal olabilmektir. Vakit kaybetmeden direnen halkı, mümkün olan her yerde, işte, okulda,  mahallede direniş komiteleri içinde örgütlenmeye çağırmak lazımdır.

 

Tweetle

Hiç bir halk hareketi boşa gitmez

Daha önce 2007’de Cumhurbaşkanı olacak iken, Bayrak Mitingleri başlamış,Tayyip, korkarak geri adım atmıştı. Bu kez “padişah” olmak istiyor ve bir kez daha kitle hareketleri var. Şimdi Tayyip, devlet üzerindeki kontrolü itibarıyla, daha öz güvenli görünüyor. Güçlü olduğunu sanıyor. O zaman açık devrimci sol katılımın hemen hemen olmadığı Bayrak Mitingleri manipüle edilerek, Tayyip’i cumhurbaşkanı yapmama talebine eşitlenip, sonlandırılmış,Tayyip cumhurbaşkanı olamamış, ama umduğundan büyük işlere (!) imza atma olanağı bulmuştu.  Yani o zaman cumhurbaşkanlığını kaybetme karşılığında, daha büyük şeyler elde etmişti. Daha ilerde yapmayı düşündüklerini, erkenden yapma olanağı bulmuştu.

Eğer bu halk kalkışması, “devrim mi, sosyal patlama mı”,  içinde “orta sınıflar mı ağırlıklı yoksa işçi sınıfı mı” gibi meleklerin cinsiyeti hakkında yapılanları andıran tartışmalarla  heba edilirse, kısa bir soğutma döneminden sonra daha kuvvetli bir karşı saldırının geleceği açıktır. Hareketin taşıyıcısı olan öznelerle ilgili sınıfsal değerlendirmeyi acele etmeden, hareketin geçtiği, geçmekte olduğu uğrakları ihmal etmeden, ülkenin yer aldığı uluslararası emperyalist bağlamı da dikkate alarak yapmak gerekir.

Bu arada, saf bir toplumsal devrim veya toplumsal hareket olamayacağını, toplum kavramının tek bir sınıfa indirgenemeyeceği gerçeğinden hareketle öngörelim.  Her toplumsal hareket veya toplumsal devrim tanım itibarıyla, çeşitli taleplerle veya devrim talebiyle ortaya çıkan  farklı sınıflara referans verir.

Bu halk hareketinin kendiliğindenliği, örgütsüzlüğümüzün had safhada olmasıyla doğrudan alakalıdır. Bununla beraber, birbirlerinden farklı akımların, farklı sınıf çıkarlarını temsil eden grupların, hatta çok farklı beklentilerin sözcüsü olan kalabalıkların bu kadar uyumlu ve kararlı bir şekilde  ortak hareket etmesi, devrimci bir bunalıma gebe olduğumuzun işareti olarak görülmelidir. Devrimci bir ortam vardır. Bu ortamın nasıl evrileceğiyse,  önderlik sorunudur. Bu ortamın yol açacağı depremlerle bir  “devrimci durum”  haline gelmesi mümkündür. Öncü veya öncüler olayları oraya doğru itmelidir.

Bir toplumsal olayın ama özellikle de halk hareketinin bir düzenin, yönetimin bütün zaaflarını gözler önüne serme yeteneğine sahip olabileceğini bilelim. Halk hareketini ileri itmekle bu zaafların düzen ve yönetenler katında yol açacağı gedikleri genişletme olanağı doğacaktır. Bakınız, daha ilk günlerden itibaren,  balonlaşmış olduğu herkesin malumu olan ekonomi nasıl S.O.S verdi. Bu saatten sonra kaybedilecek olanı değil, kazanılacak olanları düşünmek lazım. Çünkü bu hareket devrimci taleplerin realizasyonuyla sonuçlanmazsa, Taksim’den sökülen ağaçların geri dikilmesiyle, İstiklal’den kalkan masaların yerlerine geri konulmasıyla sonuçlanırsa, vay halimize…

Elbette halk hareketi, devrimci mücadeleler boşa gitmez. Bir süreliğine durdurulabilseler dahi ilk fırsatta kaldıkları yerden daha güçlü şekilde devam ederler. Bu manada düzen içi güçler tarafından çabuk manipüle edilmiş Bayrak Mitingleri ve şu an ki halk hareketi arasında kitlesel kaygular ve özlemler bakımından bir süreklilik olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Aynı tespiti hareketin, koşulları farklı olsa da, uluslararası düzeydeki halk hareketleriyle bağıntısı itibarıyla da yapmamız gerekir.

Bir çok halk hareketinin, öncekinin yol açtığı fay kırıkları üzerinde, çoğu durumda, öncekinin kullandığı araçları, metotları daha da  geliştirip, kullanarak ilerlediği görülür.  Bu bakımdan sürmekte olan halk hareketinin tarz, metot ve araçlarını gelecek olana devredebileceğini öngörmek lazım. Bunun çok sayıda tarihsel örneği var. Mesela, 1905 Rus Devrimi sırasında halk sınıfları “sovyet” kurullarını yaratmıştı. 1917 Ekim Devrimi iktidarın bu kurullara geçmesiyle gerçekleşmişti.

Durdurulmamak adına, hareketin olanaklarını gerçekleştirerek yeni mevziler kazanmak için azami çaba ve fedakarlık gerekmektedir. Hareketi mümkün olduğu kadar ileri itmemiz gerekmektedir. Ne kadar ileri itebilirsek,bir daha ki sefere o kadar ileri bir noktadan devam etme olanağına kavuşuruz.Öncelikle hareketi bir siyasal iktidar hedefine kavuşturmak gerekir. Siyasal iktidar sorunu, düzen içi güçlerin demokrasicilik, “barış”, “milli merkez”cilik oyunlarına alet edilemez.

Burjuvazi ve AKP hükümeti şunu iyi bilmelidir,  bu halk hareketi geri püskürtülse dahi, biraz ileride çok daha kalabalık ve çok daha radikal taleplerle, öncelenmemiş bir örgütlülük ve kararlıkla karşılarına çıkacaktır.

Son olarak, metropol İstanbul, ne 18.yy’ın Paris’i, ne 20 yy’ın St.Petersburg’udur. Kaldı ki, bütün modern devrimler kentlidir. Bir çok devrimde de, hatta iddiaları hilafına, hareket kentten kıra doğrudur. Kapitalizmin kentleri esas olarak orta ve alt sınıflar arasındaki sınırı belirlemenin hayli güç olduğu  mekanlardır.

Zamanımızın metropollerinde, orta sınıflarla, alt sınıflar arasındaki geçişlilik, hareketlilik son derece dinamiktir. Söz konusu katmanlar arasındaki mesafe hemen hemen ortadan kalkmıştır.  Kapitalist metropoller, özellikle de sistemin çeperlerinde, orta katman ve alt katman arasındaki sınırların son derecede muğlaklaştığı, kültürel olarak zengin bir heterojenlik arz eden mekanlara referans verirler.  Neo-liberal vahşi kapitalizm şartlarında, sistemin merkezleri de dahil olmak üzere, bu mekanlarda yaygın ve genel bir proleterleşme, yoksunlaşma ve yoksullaşma, en azından yaygın bir sosyal güvensizlik ortamı vardır. Söz konusu katmanlarla, sermaye sınıfı arasındaki mesafe dramatik olarak açılmıştır. Her toplumsal patlamanın altında fokurdayan sınıfsal etkenler çıplak gözle dahi görülebilir haldedir.  Yani hava bu mekanlarda kurşun gibi ağırdır. Öyleyse, devrim solunan havadadır.

 

 

 


Kürt ulusal sorunu “müzakere” ile değil, devrimle çözülür

Sadece fizik bilimi değil, tarihsel toplum bilimi de aynı nedenlerin, aynı sonuçları doğurabildiğini teyit ediyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, burjuva karaktere sahip 2.Meşrutiyet hareketi, savaş sonrasındaki, burjuva cumhuriyetçi hareketinin önünü açmıştı. 2.Meşrutiyet devrimi, Cumhuriyet devrimiyle tamamlanan iki aşamalı bir burjuva demokratik devrimin ilk etabı olarak görülmelidir. Bu bakımdan meşrutiyetin yarıda kalan hamlesini, kaçınılmaz olarak, daha radikal bir çerçevede,  Cumhuriyet devrimi tamamlamıştı.

Cumhuriyet devriminin bu radikalleşmesi, onun uluslararası düzeyde,   mevcut emperyalist;  ve ulusal düzeyde, mevcut feodal-emperyal siyasal düzenin ideolojik etkilerini ve sınıfsal temsilcilerini anlamlı ölçüde sırtından atmış olmasının ya da temsilcisi olduğu burjuva önderliğine tabi kılmış olmasının payı büyüktür. Yani burjuva cumhuriyet hareketi, uluslararası bağlamıyla mevcut emperyal siyasal yapıyla köprüleri atmıştı.

Burjuva cumhuriyetçileri, uluslararası bağlam söz konusu olduğunda, Rus Devrimiyle somutlaşan anti-emperyalist, anti-kolonyalist yükselişi iyi okumuş, onunla bağlaşarak, Rus Devrimi’nin kırdığı emperyalist zincirin  halkasına tutunmayı başarmışlardı.  Elbette bütün bunları yapmalarında, burjuva Türk milliyetçiliğinin önder kadrolarının sosyolojik olarak şehirli ve hatta kısmen global bir karaktere sahip olmaları önemli bir etken olmuştu. Bu sosyolojik karakter sayesindedir ki,  burjuva laik-milliyetçi siyasal ideolojiyle donanmaları nispeten güç olmamıştı.

Savaş sonrasında, feodal-emperyal Osmanlı devlet düzeninin çözülmesiyle birlikte bu yapıya entegre Kürdistan bölgesinin de siyasal dokusu sarsıldı. Başını Kürt feodal aşiret ve beylerinin çektikleri birbirlerinden kopuk yerel siyasal hareketler ortaya çıktı. Feodal bir Kürt milliyetçiliği siyasal talepleriyle sahne aldı. Bu feodal Kürt milliyetçiliğinin burjuva demokratik Türk milliyetçiliğiyle çatışmaya girmesi kaçınılmazdı.

Bu çatışmada,  genel olarak birbirlerinden soyutlanmış, feodal koşullar dolayısıyla bölünmüş, siyasal bir birlik oluşturma kapasitesi bulunmayan ve esas olarak gerici toplumsal-siyasal taleplere sahip  Kürt hareketinin, ilerici, demokratik talepler etrafında siyasal birliğini sağlamış, sivil ve askeri bürokrasisiyle paralel bir devlet oluşturmuş, uluslararası düzeyde, anti-emperyalist ve ilerici güçlerle dayanışma halinde olan laik Türk burjuva devrimci hareketi karşısında öncelikle emperyalist güçlerden destek almaya çalışmış, kendi çıkarlarıyla, söz konusu güçlerin çıkarları arasında ittifak girişimlerinde bulunmuştu.

Netice olarak, özü itibarıyla feodal Kürt “milli” siyasal hareketi, burjuva Türk milli siyasal hareketi karşısında gerilemek zorunda kalmıştı. Kürt ulusal hareketi, o zaman, dünya koşullarını iyi okuyamamıştı. Bu yetersizliğin en önemli nedeni, Kürtlerin maddi-toplumsal hayat şartlarının, Kürt önderliğinin ufkunu sınırlamış olmasıydı.

Gerici yapısı ve talepleriyle Kürt hareketi, her düzeyde gericiliği teşvik eden ve onu kendi sömürgeci çıkarları için  besleyen  emperyalizmle işbirliği yoluna gitmişti. Emperyalizm, devrimci Sovyetler proletarya hareketi, sömürge ve yarı-sömürgelerdeki bağımsızlıkçı devrimci demokratik direnişler karşısında gerileyince, Kürt hareketinin de gardı düşmüştü.

EMPERYALİZM VE İSLAMCILIK 1

Şunu görmek lazım. Gerek M.Kardeşler ve gerekse Vahabi islamcılığının esas siyasal hedefi ulusal seküler egemenlik yapıları ya da organizasyonlarıdır. Filistin sorunu ya da İsrail sorunu tribünlere karşı bir gösteridir. Ya da isterseniz, “van minüt” mastürbasyonudur diyelim.

Türkiye’de anti-semitik eğilimlerine yenik düşen kimi entelektüeller, Ortadoğu’da ve tabii Türkiye’de de gericiliğin, faşizan hareketlerin yükselişiyle İsrail’in ortaya çıkışı arasında bağlantı kuruyorlar. İslamcılar da aynı faktörü seküler-ulusal egemenlik yapılarının yükselişindeki rolüyle ilişkilendiriyorlar.

İkinciler asıl gerçeği gizlemek çabasındalar. Birinciler ise ikincilerin tezgahına geliyorlar. Bir bumerang halini alabilecek (Çünkü her zaman anti-semitizm, anti-komünizmle el ele yürütülmüştür. Hatta bugünkü siyonist anti-semitizm de aynısını yapmıyor mu?) anti-semitist mecralara sapıyorlar. Tıpkı islamcı sahtekârlığın yaptığı gibi, bölgede, ülkemizde olup biten her şeyi İsrail etrafında açıklamaya çalışıyorlar.

Böylece emperyalizm olgusu gözardı ediliyor. Bugünkü İsrail’i emperyalistlerin yaratmış olduğunu unutturmaya çalışıyorlar. Bir şeyi daha, İsrail’den önce ortaya çıkan ve bugünkü İsrail’in oluşumunda da pozitif rol oynayan emperyalizmin hizmetindeki bir gericilik odağı olarak S.Arabistan’ı.

Başkan F.Roosevelt, Yalta Konferansı öncesinde meşhur Landis raporunu okuduktan sonra (Landis ABD’li senatördü, Ortadoğu konusunda adıyla anılan bir rapor hazırlayıp, başkana sunmuştu) o güne kadar genellikle Birleşik Britanya Krallığı tarafından yürütülen Arap diplomasisinin, doğrudan ABD’nin kontrolüne alınmasına karar verdi.

Sonrasında, Quincy adını taşıyan bir savaş gemisiyle ülkesine dönmeden önce S.Arabistan’ı ziyaret etti. Orada iki ülke adı anılan gemide Quincy Paktı olarak anılan bir antlaşmayı imzaladılar. Bu antlaşmanın üç temel maddesinin olduğu söylenebilir: 1) ABD, Suudi Krallığı’nın istikrarını temin etmek adına, askeri olanları da dahil olmak üzere, her türlü önlemi alacak. Bu krallığa dışarıdan yöneltilebilecek bir saldırı durumunda, Krallığı koruyacaktı. Daha da önemlisi, S.Arabistan’ın güvenliği bakımından büyük öneme haiz, Arap yarımadasının istikrarını temin edecekti. 2) Bu hizmet karşılığında da, S.Arabistan petrol satışında her zaman ABD’yi kayıracak, ona “makul” fiyatlarla petrol satacaktı. Daha önemlisi, S.Arabistan petrolden kazandığı paraları dolar olarak ABD bankalarında, ABD şirketlerine öncelik tanıyan ihalelerde kullanarak değerlendirecekti. S.Arabistan’ın güvenliği için gerek duyacağı silahları da ABD firmalarından temin edecekti (Bugün itibarıyla yaklaşık 350 milyar dolar gibi bir Suudi parasının ABD ekonomisinde dolaşımda olduğunu hatırlatalım). 3) ABD, S.Arabistan’ın iç işlerine müdahale etmeyecek. Siyasal rejimine, teolojiko-politik ideolojisine saygılı olacaktı (Yani Batılıların sevdiği bir ifadeyle, Krallık’ın “insan hakları ihlalleri” ne ses çıkartmayacaktı. Bu yüzden bugüne kadar Batı ve özellikle ABD medyası, S.Arabistan rejiminin barbarlıkları karşısında sessiz kalmışlardır).Bu antlaşma biraz sonra kurulacak İsrail’in doğumunda ebe işlevi görmüştür dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. S.Arabistan’ın güvenliği bir müddet sonra İsrail’in güvenliğinden ayrı düşünülemeyecek hale gelir.

Nasır, Kral Faruk’u darbeyle devirdi. İktidar oldu. Süveyş Sorunu ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa askeri müdahaleye karar verdi. O yıllarda kendisini Avrupa’dan göreli olarak özerk bir hegemonik bir güç haline getirmek isteyen ABD, BM’de askeri müdahale önerisine karşı çıktı. ABD, Mısır’ın ve onun etkisiyle Ortadoğu’da tabanı genişleyen ulusal-seküler hareketlerin SSCB’nin kontrolüne girmesinden çekiniyordu. Hegemonik bir güç olmak anlamında yeni yükselen emperyal devletlerin, tarih içinde,gerileyen emperyal güçlere nazaran daha rasyonel hareket ettikleri görülecektir.

Nitekim, Nasır darbesi ve erken döneminde Nasır yönetimi, gerek ABD’nin o zaman bölgedeki en büyük petrol konsorsiyumu Gulf Oil (seksenlerde Standart Oil ile birleşip Chevron adı altında perakende satış istasyonları açmışlardır) ve gerekse Kennedy yönetimi tarafından büyük destek ve himaye görmüştür. Hatta Arap milliyetçiliğin ilk cisimleşmesi olduğunu söyleyebileceğimiz (Mısır ve Suriye’nin birlikte kurdukları) Birleşik Arap Cumhuriyeti yine Kennedy yönetimi tarafından desteklenmişti. Nasır ve Kennedy arasındaki düzenli sayılabilecek mektup trafiğini hatırlatmak isterim. Kennedy, ABD’nin emperyal programını sürdürürken Avrupa’nın sömürgeci politikalarının mirasçısı gibi bir görüntü vermemesi gerektiğini düşünüyordu. Tabii bütün bu süreç işlerken S.Arabistan sürekli olarak ABD nezdinde girişimlerde bulunarak, Quincy Paktı’nı hatırlatıyor. ABD’nin antlaşmaya sadık kalmasını istiyordu. ABD’yi sürekli olarak Nasır rejimine karşı kışkırtıyordu.

1962 yılında K.Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında bir iç savaş çıktı. Tabii S.Arabistan ve Ürdün kralcıları, Mısır cumhuriyetçileri destekliyordu. İç savaş Mısır’ın Yemen’e asker göndermesine neden oldu. Ancak 1971’e kadar Yemen sorunu çözüm bulamadı. Mısır ve arkaik monarşiler arasında çekişme alanına dönüştü. Bu çerçevede, 1967 İsrail-Mısır savaşı S.Arabistan’ın lehine olmuştur. Mısır bu yenilgi sonrasında Yemen’deki 68 bin askerini de çekmek zorunda kalmıştır. Tabii bütün bu süreç yol açtığı bir başka sonuç da, Ortadoğu’nun seküler ve ulusalcı hareket ve organizasyonları nezdinde SSCB’nin itibarının artmış olmasıdır. S.Arabistan bu gerçeği de kendi adına iyi kullanmıştır.

ABD’de Johnson iktidar olduğunda, Kennedy yönetimi sırasındaki Ortadoğu politikası da değişmiştir. Bu değişimin ilk işaretlerinden bir tanesi, Mısır’ın Aswan barajı inşaatına desteğini talep ettiği ABD yönetimin bu teklifi ret etmesi olmuştur. Bu ret, Mısır’ı Sovyetler’e biraz daha yaklaştırmıştır.

Johnson yönetiminden itibaren Nasır’ın netleşen politikası, Ortadoğu’da Batılı güçlerin ekonomik etkisini kırabilmek için Arap petrolleri üzerindeki Batılı denetimi ve onların Arap dünyasındaki işbirlikçilerini ortadan kaldırmak olmuştur. Bu doğrultuda, arkaik Arap rejimlerinden destek bulan Arap gericiliğinin kalelerini, bölgedeki emperyalist üsleri yıkarak seküler,ulusal Arap birliğini tesis etmek gerekiyordu. Dikkat ediniz, Filistin Sorunu 1967’ye kadar Arap milliyetçilerinin somut bir politika olarak hedefinde değildir. İsraillilerle sorunlar henüz karşılıklı temaslarla, diyalogla aşılmaya çalışılıyordu. Öncelikli hedef Arap gericiliği ve onun merkez üssü S.Arabistan idi. Bu stratejinin ne kadar isabetli olduğu bugün dahi görülmektedir.

Ne olduysa, yanlış bir hamleyle Nasır’ın İsrail’le 6 gün savaşını başlatmasıyla oldu. Bu yenilgi ve gerileme sonrası, S.Arabistan’ın büyük parasal desteği ve Batı emperyalizminin şemsiyesi altında Quincy Pakt’ından itibaren palazlanmaya başlayan İslamcıların eli güçlendi. Yenilgiden “Batı’dan ithal” seküler-ulusalcı modeli sorumlu tuttular. Kendilerini ilk kez bu savaş sonrasında ulusalcılar karşısında güçlü bir siyasal alternatif olarak sundular. Hayal kırıklığı içinde moralleri bozulmuş aydınların, kitlelerin desteğini aldılar. Bu kez İslamcılar, bu ulusal seküler, Batıcı rejimlerden kurtulmadan Filistin Sorunu’nun aşılamayacağını vaz’ ediyorlardı.

Emperyalist ülkelerin himayesi ve islamcı siyasal meşruiyetin bayrağı altında, bölgedeki seküler-ulusalcı yapıların altı 70’lerden itibaren oyulmaya başlandı. Elbette bunun Türkiye için de imaları olacaktı. Dikkat ediniz bugün Ortadoğu’da islamcı hiç bir rejim, özellikle iktidar olanaklarına kavuşmuş olanlar, Filistin Sorunu’nu gündemlerine almıyorlar. Sadece kuru sıkı bir “van minüt” atışı bağlamında şovlarla meseleyi geçiştiriyorlar. Asıl hedeflerinde ulusal-seküler cumhuriyetçi yapılar olduğu net olarak görülüyor. İşte bu politik konum hem Ortadoğu gericiliğinin kalesi S.Arabistan’ın hem de İsrail’in işine geliyor. Gerek S.Arabistan ve gerekse İsrail var olmak için birbirlerine muhtaçlar.

İhvan ya da M.Kardeşler olarak bilinen örgüt 1928 yılında, her ikiside 1906 doğumlu ve her ikisi de öğretmen olan Hasan El-Benna ve Seyid Kutb tarafından kuruldu (Geçerken, bu kuruluşta Türkiye’de yükselen Kemalist harekete yönelik tepkisel bir boyutun olduğunu da hatırlatalım). Esas olarak, din ve siyasetin, medeni hukuk ve şeriat hükümlerinin tevhidci bir anlayışla birleştirilmesini istiyorlardı. Bu ayrımların Batı icadı olduğunu ileri sürüyorlardı. Hayatın bütün alanlarının İslami prensipler çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öneriyorlardı.

Benna’nın 1948’deki ölümünden sonra Seyit Kutb daha radikal bir çizgiyi benimsedi. İslami prensiplere dayanmayan Arap rejimlerine karşı savaşmanın dini bir görev olduğunu ileri sürüyordu. Bu hareket   S.Arabistan tarafından desteklenmişti. Özellikle de Seyit Kutbçu çizgisiyle.

Nitekim Kutb yönetimindeki İhvan, S.Arabistan’ın yönlendirmesi ve desteğiyle 1954’te silahlı bir kol oluşturmuştur. Bu örgüt giderek diğer Arap ve Batı ülkelerinde de kollar açmaya başladı. Diğer müslüman ülkelerindeki dinci gruplarla temasa geçti. İlk hedefin Nasır yönetimi (ve dikkat ediniz) Suriye olduğu her fırsatta ilan edilmekteydi. Bu iki ülkede örgütlenmeye büyük ağırlık verildi. Buna karşı bir hamle olarak,  Nasır İhvan hareketine karşı büyük bir saldırı başlatı. Kutb yakalanarak idam edildi. Kısacası, emperyalizm karşısında tavır alan bağımsızlıkçı,  ulusal-seküler Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır ve Suriye) İhvan hareketinin ana hedefi haline geldi.

Tabii sonrasında emperyalizm çağında, seküler ulusalcı burjuva cumhuriyetlerini, sosyalizme dönüştürmeyen ya da dönüştüremeyen ve böylece toplumsal temellerini eşitlikçi bir anlayışla sağlamlaştırmayan bütün rejimlerin başına gelen Mısır’ın da başına geldi. Bugün bütün Ortadoğu Cumhuriyetlerinin başına gelmekte olduğunu da spektaküler örnekleriyle yaşıyoruz, görüyoruz.

Temel bir mantık kuralıdır, aynı nedenler aynı sonuçları doğururlar.Öyleyse, bugün bu emperyalist-islamcı saldırı karşısında geçmişteki yanlışları yinelememek gerekir. Çürüyen kapitalizmin krizi, tanım itibarıyla gerici politik içeriğe sahip emperyalizmin en saldırgan ve en arkaik görünümlerini bir kez daha somut olarak kusmasına neden oldu. Bu durumda onu sosyalizmden başka bir toplumsal-siyasal projeyle alt etmek olanaklı değildir. “Burjuva-demokratik” ya da  daha kurnazca demeyeceksek, daha “inceltilmiş” ifadesiyle “milli demokratik devrim” ler (“kapitalist olmayan yol” da denebilir)  sosyalizme dönüşme yolunda başarılı olamıyorlar. Rus feodal otokrasisine karşı yapılan ikinci burjuva demokratik devrim, Lenin önderliğindeki bolşeviklerin ancak hemen müdahalesiyle, sekiz ayda sosyalist devrimle dönüştürülmüştü. Bunu görmek ve göstermek lazım.