Suriye macerası

Suriye’de Esad’ın zaferi netleştikçe Türkiye’deki rejimin çöküşü de kaçınılmaz hale gelecekti. Bu biliniyordu. Suriye yönetimi zafer yolunda emin adımlarla ilerleyişini sürdürüyor. Bu durum ABD’nin başını çektiği emperyalist güçleri kaygılandırıyor. Onların en başından beri işbirlikçisi olan Türkiye’yi paniğe sevk ediyor.

Türkiye, bir yandan, parçası olduğu emperyalist güçlerin askeri olarak gerilediği, tereddüt ettiği ve bölgesel Kürt güçleriyle ittifak kurduğu;diğer yandan, Suriye-Rusya-İran ittifakının ilerlediği koşullarda, siyaseten maruz kaldığı olumsuzlukların (mesela 15 Temmuz kalkışması) zorlamasıyla, Şam yönetiminin bağlaşığı olan Rusya ve İran’a yanaşarak zaman kazanmaya çalıştı. Esad yönetiminin bütünsel başarısını geciktirmeye gayret etti. Halen de bu yolda bir çıkmaz içinde çırpınıyor.

Esasen AKP rejiminin üzerinde yükseldiği siyasal koşullar 2013’ten itibaren hızla değişmeye başlamıştı. Sonrasında AKP rejimin içinde bulunduğu iç ve dış siyasal bağlam çözüldü. Dış bağlamda kaygan, tereddütlü, karasız durum; içeride, iktidara talip bir siyasal heyetin ortaya çıkmaması, ağırlaşan ekonomik koşullara rağmen rejimin sürmesini temin etti. Türkiye sermaye sınıfı AKP’nin alternatifini yaratamadı. Devrimci sol güçler de Gezi yenilgisinin, sonrasında Kürt savaşındaki hezimetin anlaşılır olumsuz etkilerinden henüz sıyrılamadılar. İçerideki siyasal durumu, Suriye tezkeresi görüşmeleri öncesinde dün, en veciz şekilde, M.Akşener ifade etti : “Bugün ülkede tek partiyiz” (meali “hepimiz AKP’liyiz” olabilir).

AKP öncelikle Orta Doğu coğrafyasına yönelik emperyalist savaş planlarının yapıldığı koşullarda bir proje partisi olarak kurgulandı. BOP çerçevesinde üstleneceği roller dolayısıyla emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye sermaye sınıfı tarafından teşvik edildi. Bölgemizde planlanan ve uygulamaya konulan emperyalist savaşın ihtiyaçlarından doğdu. Şimdi emperyalizmin Suriye’de kaybettiği bu savaşın sonucunda tarih sahnesinden çekilmeye hazırlanıyor.

Kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye devletinin asıl ya da en öncelikli derdi Suriye’deki Kürt güçler değildir. Meşru Suriye yönetimidir. Esad rejimidir. Kürtler, gerici Türk devletinin iç politika gereği olarak kullandığı sahte bir gerekçedir. Zaten emperyalistler, öncelikle kendi kamu oyları nazarında, cihatçıların yerine daha makul, daha inandırıcı bir araç olarak kullandıkları Kürtleri, öyle kolay kolay Türk devletine harcatmazlar. Emperyalistler Türkiye’nin tamamen Rusya’nın etkisi altına girmesini de istemiyorlar. Onu Esad’ın üzerine itmeye çalışıyorlar. Yapamadıklarını Türk Devletine yaptırmak istiyorlar.

Rusya da bu emperyalist niyetleri okuyarak, Türkiye’nin “terör” kaygularına kayıtsız kalmadığını göstermek istiyor. Zaten en başından beri ABD’nin Suriye’deki varlığını Türkiye için tartışılır hale getirmeye çalışıyordu. Türkiye ve ABD arasındaki görüş ayrılıklarında, Türk tarafına destek vererek, hem Türk kamu oyunu kazanmak hem de ABD’yi zor duruma düşürmek istiyor. Kürtleri Şam’a yakınlaştırarak, halen Suriye’nin kuzeyindeki ABD varlığını zayıflatmaya çalışıyor. Türkiye’nin bu son girişimini bu bakımdan belli kayıtlarla destekliyor.

Özcesi, AKP rejimi ABD ve Rusya’nın onayı olmadan böyle bir operasyona girişemezdi. Her iki güç belli kayıtlarla bu operasyona onay vermiştir. Yoksa, Türk devleti kendi başına bölgede racon kesecek bir konumda değildir. Bugün özellikle ABD ve müttefikleri tarafından yapılan açıklamalar, Türkiye’ye operasyonun sınırları konusunda baskı yapmak içindir. Hatırlatıcı oluyorlar.

Muhtemelen Türkiye bölgesel Kürt güçleriyle ciddi bir çatışma içine girmeyecektir. Türkiye sınırına pek yakın bir alanı istila ederek beslediği cihatçıları Suriye yönetimi üzerine salmak için fırsat kollayacaktır. Muhtemelen ABD yönetimine de bunun işaretlerini göndermiştir. IŞİD’in anahtarını bu amaca hizmet etmesi için devir almaya razı olmuştur.

Bu arada Türkiye’nin bu işgal hamlesi sonrasında, Suriye’nin kuzeyinde 450 km uzunluğunda, 30 km derinliğindeki bir hat boyunca, ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıları yerleştireceği tampon işlevi görecek kentler (“cihatçı kentleri” demek isteniyor) inşa edeceği iddiası da, her şeyden önce, gülünçtür. Akılsız bir iddiadır. Aynı zamanda bu iddiasıyla Türkiye devleti Suriye’ye yönelik işgalci, kolonyalist niyetlerini de açığa vurmuş oluyor.

Türkiye, Rusya- İran ittifakı içinde daha fazla kalamaz. Zaten bu stratejik bir ittifak değil, taktik bir manevraydı. Rusya söz konusu olduğunda, başka biçimlerde ve bağlamlarda, bu tür taktik hamleleri daha önceki on yıllarda da bir kaç kez yapmıştı.

Suriye sorunu şu ya da bu şekilde, artık ötelenmesi sürekli zorlaşan şartlarda, kurumlarını, kurumsal aklını ve işleyişini işleyişini hemen hemen yitirmiş Türkiye devletinin çözülmesini kaçınılmaz hale getirecektir. Bunun ilk işareti iktidarı ve muhalefetiyle bütün bir siyasal yapının tasfiyesi olacaktır.

Türkiye Orta Doğu’da, Suriye’de rüzgar ekti. Ekmeyi de fütursuzca sürdürüyor. Fırtına biçecektir. Bundan kaçış olmayacak. Vaktiyle, dar siyasal, askeri anlamında da olsa, anti-emperyalist bir savaşın galibi olarak Hatay’ı adeta bir ödül gibi almıştı. Şimdi emperyalistlerin bağlaşığı olarak dahil olduğu ve kaybettiği savaşın faturası önüne konulacaktır

Son olarak, bir noktaya daha dikkat çekmek isterim. İslamcı rejimlerin hiç bir şekilde rasyonel davranma kapasitesi bulunmuyor. Zaten islamcı akıldan korkar. Karanlık için ışık neyi ifade ediyorsa, İslamcı için de akıl onu ifade eder. Bu hal, onları kullanan emperyalistler açısından hem avantaj hem de dezavantaj teşkil ediyor. Sürekli kontrol altında yönlendirilmeleri gerekiyor. Bu da zor oluyor. Pahalı sonuçları olabiliyor.

Mesela Cemaat, Ergenekon, Balyoz vb emperyalist operasyonların sahadaki uygulayıcısı olarak,akıl dışı, duygusal, tutarsız uygulamalardan kaçınamadı. Hınçlarına, öfkesine, baskın rövanşist eğilimlerine, mezhepçiliğine hakim olamadı. Süreci eline yüzüne bulaştırdı. Onun ortağı olarak sahneye sürülen AKP de Tayyip Erdoğan önderliğinde, benzer davranış biçimlerini sergilemeye devam ediyor. Onun akli hareket etmesini beklemek ahmaklıktır.

Notlar, Uyarılar III

1)Seçim yenilgisi sonrasında, partisinin bölünme olasılığını da dikkat alan Erdoğan’ın iktidarını güçlendirmek için yeni bir hamle yapması beklenmelidir. Olup biteni elbette pasif bir şekilde izlemeyecektir. Seçim öncesinde işaretini verdiği “Türkiye ittifakı” temasının altını doldurmaya çalışacaktır. Bunun için hazırlıklarını da çoktan yapmış olmalıdır. Erdoğan sadece bir vitrin değişikliğiyle bu emeline ulaşamayacağını gayet iyi bilmektedir. Muhaliflerine doğru atacağı oltanın yemini zenginleştirecektir. “Türkiye ittifakı” hikayesi G-20’de, Erdoğan’ın Trump’la yapması beklenen görüşme sonrasında S-400 tartışması etrafında çıkması muhtemel sonuca göre daha güçlü bir şekilde işlenecektir. Bunun için Erdoğan’ın kendi yetkilerinden bir miktar feragat etmesi dahi beklenmelidir. Bir şey vermezse, bu ittifak işi olmaz çünkü. Vereceği de, güçlendikten sonra tekrar geri alacağı dişe dokunur olmayan şeyler olacaktır. Buna hazırlıklı olmak lazım. Öncelikle partisinin bölünmesini önlemeye yönelik adımlar atacaktır. “Tek adam”lıktan feragat ediyormuş gibi, demokratik albenisi olan temaları işleyecektir. Yine bu çerçevede, partisi içinde eleştiri konusu olan MHP ile olan ilişkisinde daha mesafeli davranacak, Kürt siyasetine yakınlaşmaya çalışacaktır. Elbette bunların hepsini kendisinin ve ailesinin bekası için yapacaktır. “Beka” dan başka bir şey anlaması mümkün değildir.En önemli derdi de, bu bekadır. Bu hamlelerinde ne kadar başarılı olacağı muhaliflerinin tavrına bağlıdır.

2) G-20’de, S-400 konusunda zaman kazanmak en önemli çabası olacaktır. Trump’dan olası CAATSA uygulamasını yetkisi çerçevesinde ertelemesi için ısrarcı olacaktır. Muhtemelen Rusya, S-400’lerin yıl sonuna kadar ertelenmesi olasılığına göre hazırlığını yapmıştır ( Bu arada, G-20’deki S-400 görüşmesi öncesinde, Suriye Ordusu ve Türk ordusu arasında İdlip de meydana gelen çatışma da manidardır) . Trump’ın en azından ekonomik yaptırımları bir müddet için erteleyebileceği beklenebilir. Bu yaptırımların başta AB ekonomisi olmak üzere giderek durağanlaşan dünya ekonomisine de zarar vereceği açıktır. Esasen, bu koşullarda hem ABD, hem de Rusya zamana oynuyorlar. Trump’ın ABD’de önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimi öncesinde bir hır gür çıkmasını istemediği izlenimi edinilmektedir.

3) Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki son gelişmeler de düşünüldüğünde, çok geçmeden, “kürkçü dükkanı” olan NATO’ya tekrar, onun koşullarıyla, dönmesi beklenmelidir. Zaten oradan ayrılmış da değildir. Kendi çapında şantaj yapmaktadır. Türkiye’nin Nato’ya tekrar biat etmesi, Suriye ile savaş riskini arttırır. Ne olursa olsun Türkiye, Suriye’de dahil olduğu boyundan büyük işlerin faturasını halen ödemekte olduğundan daha ağır bir şekilde ödeyecektir. Türkiye’yi on yıllar sürebilecek ağır ekonomik sorunlar ve siyasal istikrarsızlık beklemektedir.

4) Kim Türkiye’de ne yapmak istiyorsa, sermaye sınıfı, emperyalistler, Rusya, “Atlantikçiler”, “Avrasyacılar” şu bilinmelidir ki, yapılmak istenen her neyse, onun Tayyip Erdoğan ve AKP ile yapılması mümkün değildir. Aksi halde, daha en başından yanlış bir tercih yapılmış olacaktır. Erdoğan ve AKP ile ne emperyalizm adına siyaset, ne de “vatan” adına siyaset olur. Onlarla ne “demokratik cumhuriyet”, ne de “faşist cumhuriyet” olur. Onun yakında atacağı oltaya takılmak, ona bir süre daha suni teneffüs yapmak anlamına gelecektir.

Notlar, uyarılar II

1)Erdoğan ve AKP’sinin 15 Temmuz 2016 neo-con girişiminin hemen sonrasında sivil bir darbeyle iktidarını konsolide etmek için hamle yaptığını, bu yeni durumu sürdürebilmek için de, bu girişim sonucunda önleri açılmış, ABD ve NATO’nun bölgesel planlarına kuşkuyla bakan, çoğu daha önce Ergenekon ve Balyoz gibi operasyonlar marifetiyle doğrudan veya dolaylı şekillerde sindirilmiş, asker, sivil devlet görevlilerine dayanmak ihtiyacı duymuştu. En önemli “kırmızı çizgisi” ülkenin üniter bütünlüğü ve dolayısıyla Kürt sorunu olan bu güçler, güven duymadıkları ABD ve NATO’nun olası girişimlerine karşı Rusya ile dayanışmanın gerekli olduğunu tespit ettiler. Bu yeni iktidar bloğunun anti-Amerikancı ve anti-NATO’cu olduğunu söyleyemeyiz. Aynı şekilde, Rusyacı oldukları da söylenemez. Aralarında kendilerini Avrasyacı telakki eden muhtemelen küçük bir grup bulunabilir. Hepsinin ortak olarak paylaştıkları fikir, Rusya kartını kullanarak ABD’ye kendi taleplerini kabul ettirmektir. Yani ABD’ye, “Kürtleri falan bırak, bizim şartlarımızla bizimle birlikte hareket et” mealinde bir mesaj gönderiyorlar. Tayyip Erdoğan’ın derdiyse, bu güçlere ve Rusya’ya dayanarak iktidarını devam ettirmektir. Onun bekadan anladığı, kendisinin ve ailesinin bekasıdır. Bunlara daha önceki yazılarımda değinmiştim. Tekrar etme ihtiyacı duyuyorum.

2) Şimdiye kadar gerek ABD ve gerekse Türkiye devleti ipleri koparmadılar. Bölgesel gelişmeler, Rusya ve ABD arasındaki ilişkiler, hatta ABD ve İran arasındaki gerilim tarafları henüz ipleri koparacakları noktaya sürüklemedi. Ancak oraya doğru bir gidiş, eğer Tayyip Erdoğan bir kez daha çark etmezse, kaçınılmaz gibi görünüyor. Bu bakımdan ay sonunda yapılacak G-20 zirvesi önem taşımaktadır. Tabii bu zirve öncesinde Rusya savunma bakanlığından bir resmi heyetin Ankara’ya geleceğini de hesaba katmak gerekiyor. İki taraftan kıskaca alınmış Erdoğan bu haftadan itibaren karar vermeye zorlanacaktır.

3) Tayyip Erdoğan, fiili genel kurmay başkanı olan NATO’cu ve ABD’nin has adamı Hulusi Akar’dan, 15 Temmuz girişimindeki rolüne rağmen vazgeçmiyor. ABD ve NATO ile bağlantısını onun üzerinden korumaya çalışıyor. Hem Tayyip Erdoğan hem de Hulusi Akar ABD ve Rusya, Trump ve Putin arasında bir tür mekik diplomasisi yürütüyorlar. Mesela, Erdoğan Trump’la telefon görüşmeleri yaptıktan hemen sonra Putin ile de görüşüyor. Akar bir Washington’a bir Moskova’ya uçuyor. Elbette S-400 sorunun sadece görünen tarafıdır. Asıl sorun daha kapsamlıdır. Türkiye’nin Atlantik ittifakının isterleri doğrultusunda hareket edip etmeyeceği sorunudur. Muhtemelen Akar S-400 işine karşıdır. Bu konu gündeme geldiğinde en temkinli konuşan odur. Aldığı bu ağır seçim yenilgisi sonrasında iyice zayıflamış olan Erdoğan’ın kaderi, bir anlamda, ay sonunda yapılacak G-20 zirvesinde belirlenecektir. Erdoğan zaman kazanmak isteyecektir. Ancak ABD’nin zamanı yoktur. Zaman kaybetmeye daha fazla tahammülü yoktur.

4) Şimdi bazıları haklı olarak Türkiye’nin 90’lardaki Çiller devrine benzeyen şartlara evrildiğini söylüyorlar. Hatta o devrin önemli bir aktörü olan Mehmet Ağar da yeniden etkin olarak devreye sokulmuştur. Paralel bir “güvenlik devleti” oluşturulmuştur. Tamam. Gelgelelim, şimdi bölgemizde özellikle Rusya-İran-Suriye bloğunun NATO bloğuyla sahada kıran kırana bir mücadelesi vardır. Kürt sorunu da bu şartlarda yeniden şekillendirilmek istenmektedir. ABD, PKK’nin de dahil olduğu sahadaki Kürt güçlerini, Suriye’nin kuzeyinde konuşlanacak, peşmerge haline dönüştürmek istiyor. Yani Kürt siyasetinin de, muhtemelen bir müddet sonra Öcalan ailesini (malum feodal kültürün hâlâ güçlü olduğu Orta Doğu’da siyaset aile boyu yapılıyor) devre dışı bırakacak şekilde, yeniden dizayn edilmesi söz konusu olabilir. Öte yandan, Türkiye’deki paralel güvenlik devleti yekpare bir yapı değildir. Çekişmeler, sürtüşmelerle kat edilmesi beklenmelidir. Ancak bütün bileşenlerinin ortak olarak, mevcut haliyle, Tayyip Erdoğan’ın iktidarının sürmesinden yana olduklarını tahmin etmek zor değildir.. 15 Temmuz öncesi şartlarına dönülmesi arzu edilmemektedir. Rusya’nın da arzusu bu şekildedir. Erdoğan’ın 31 Mart seçim sonuçlarını tanımaması dayandığı bu güvenlik devletinin telkini olmadan mümkün olamazdı. Dünkü seçimlerde çıkan sonuç, ya Erdoğan’ın Rusya tarafından arkalanan bu paralel devlete bağımlığını arttıracak ya da bloğu terk edecektir. İki durumda da, iktidarını sürdürmesi mümkün olamayacaktır. Önümüzdeki 6 ay Erdoğan ve rejimi için çok zor bir devre olacaktır.

5) Erdoğan henüz kararını vermemiştir. Rusya onu rahatlatmak, onun ve ailesinin bekası için güvenceler vermektedir. Bilindiği gibi Mayıs ayında, Putin’in özel muhafız birliği olan Rosgvardiya’nın komutanı ve aynı zamanda eski ve çok yakın bir arkadaşı olduğu söylenen generalin de aralarında bulunduğu kalabalık bir subay grubu Ankara’ya 5 gün süren bir ziyaret gerçekleştirmişti. Bu heyet en düzeyde kabul görmüştü. Erdoğan’ın yeni bir darbe girişiminden korktuğu açıktır. Sudan’daki son darbe ve Mursi’nin akıbeti, ama en çok da, bu olaylar karşısında müttefik batılı güçlerin tavrı, onun korkularını arttırmıştır.

6) Erdoğan’ın, Hulusi Akar’ın da onayını alarak askeri büyük ölçüde terhis etmek istemesi, içeride dayandığı askeri güçlere duyduğu güvensizlikle alakalı olabilir. Buna karşın polis ve özel kuvvetlerin sayısı sürekli takviye edilmektedir. Sokakta artık resmi üniformalı polis görmek neredeyse mümkün değildir. Çoğu farklı renkli yelekler giymiş, kimi tamamen sivil, muhtemelen bir çoğu özel güvenlik elamanı olan, ağır silahlar kullanma olanağı ve kapasitesine sahip polisler her yerdedir. Bunların bir anda sivil vatandaşlar gibi hareket etme kabiliyetine sahip oldukları açıktır. Bu durumu 15 Temmuz gecesi de gözlemlemiştim. Darbe haberiyle birlikte bazı kırmızı yelekli polislerin bu yeleklerini çıkartarak ceplerine soktuklarına tanık olmuştum.

7) Bir de tabii Bahçeli ve MHP faktörü var. Bahçeli TC devleti içindeki ABD ve NATO’cuların kontrolündedir. Onun milliyetçi söylemine aldanmamak gerekir. Geçmişte ve halen emperyalistlerin Türkiye’ye empoze ettikleri, milliyetçi duyarlılıklara aykırı gelen bütün plan ve girişimlerde, Bahçeli’nin bir tür paratoner işleviyle sahne aldığı görülmüştür. Amerikancı-NATO’cu rejimin tıkandığı her zaman da, yol açıcı olarak devreye girmiştir. Örneğin, AB’ye tam üyelik başvurusu sırasında, Öcalan’ın Türkiye’ye teslimi esnasında ve sonrasında, Derviş’in IMF programının uygulamaya sokulmasında, Tayyip projesinin önünün açılmasında, AKP rejiminin 2007 sonrasındaki konsolidasyonunda oynamış olduğu roller hatırlardadır. Son olarak, güçlendirilmiş partili cumhurbaşkanlığı (ama kesinlikle bir başkanlık sistemi değil) gibi derme çatma bir siyasal sitemi Erdoğan’a kakalayan da odur. Onun zaman zaman ulusalcı çıkışlar yapması emperyalistler adına oynadığı rolün bir gereği olarak görülmelidir. O kadarını yapmazsa, asıl rolünü oynayamazdı, oynayamaz. Bugün de aynısı olmaktadır. Tayyip’i zayıflatarak tasfiyesi için zemin hazırlama görevini harfiyen yerine getirmektedir.

8) Dış gelişmelere gelince, Doğu Akdeniz’de son yaşanan gerilimin, elbette Rusya, İran ve Suriye’nin sahadaki başarılarıyla yakından ilişkisi vardır. Suriye’ye yerleşmiş bir Rusya, NATO ve İsrail’in D.Akdeniz hesaplarını alt üst etmektedir. Muhtemelen bir müddet sonra, yani Suiye’nin yeniden inşası başladığında, Çin’in de Suriye’den talepleri olacaktır. Rusya’nın Suriye’deki konumunun güçlenmesi, Türkiye’yi NATO’nun D.Akdeniz hesapları bakımından daha az önemli ülke konumuna getirmiştir. Bu bakımdan Türkiye, daha önce bir kaç kez ifade etmiş olduğum gibi, NATO içindeki “tampon devlet” özelliğini kaybetmiştir. Buna göre, yeni bir Kıbrıs değerlendirmesi NATO için kaçınılmaz görünmektedir.

9) ABD ve İran arasındaki gerilim, tam Japonya başbakanın bu gerilimi azaltmak amacıyla İran’a gerçekleştirmiş olduğu ziyaret sırasında, Japonya’ya yük taşıyan gemilerin ABD ve NATO’ya hizmet ettiğinden şüphe duyulmaması gereken güçler tarafından (muhtemelen Suudi gizli servisi tarafından) vurulması, tansiyonu had safhaya çıkarmışsa da, ABD geri adım atmıştır. Daha önce söyledim. Trump yönetimindeki ABD, henüz hiç bir ülkeye saldırmadı. Tehditler savurdu, provokasyonlar gerçekleştirdi, ama henüz doğrudan vurmadı. Sanıyorum, Trump bu işleri ikinci başkanlık dönemine bırakıyor. Trump’ın olası ikinci başkanlık dönemi, beklenen büyük ekonomik krizin (FED de son toplantısında bunun işaretini verdi) ve ona bağlı olarak büyük savaşın patlayacağı bir dönem olabilir. Bu olasılık her geçen gün güçleniyor. Önümüzdeki beş yılın dünyanın siyasal yazgısının belirlenmesi bakımından çok önemli bir devre olacağını düşünüyorum.

10) Burada geçerken, son günlerde Avrasyacılık etrafında öne sürülen ulusalcı bir iddiaya da yanıt vermek isterim. Ne Bolşevikler ne de Kemalistler Avrasyacıydılar. Avrasyacılık bugüne kadar tarihsel politik bir strateji olmadı. Bir ekonomi-politik programı da yok. “Avrasya” emperyalist jeo-politiğin hedef coğrafyasıydı. Bugün de böyledir. Ancak onun karşısına ne Rusya ne Türkiye, ne Çin ne de Hindistan “Avrasyacı” bir strateji çıkarmamışlardır. Avrasyacılığın belli bir tarihsel, sosyal, ekonomik, kültürel çerçevesi yoktur. Bugünkü şekli itibarıyla, tepkisel milliyetçi söylemiyle eklektik bir ideolojidir. Rusya’da “batılı değerler” karşıtlığı üzerinde bina edilmiş geleneksel slavofil anlayışın bugünkü koşullara uyarlanmış siyasal bir versiyonu olduğu söylenebilir. Hem Bolşevikler hem Kemalistler, “batılı değerleri” sahiplendiler. Batı’da doğan aydınlanma geleneği üzerinde yükseliyorlardı. Aydınlanma programı ilksel burjuva formu içinde dahi kamusalcı, eşitlikçi, seküler, özcesi, demokratik bir içeriğe sahiptir.

Notlar, uyarılar I

1- Bir kez daha belirtmek ihtiyacı duyuyorum : AKP rejimi bir seçim sonucunda gitmez. Son belediye seçimleri bu iddiayı güçlendirmiştir. Haziran ayında yapılacak İstanbul seçimlerini AKP kaybetmemek için (seçimin iptali de dahil) her yola başvuracaktır. Bu arada, Stalin yoldaşın veciz ifadesidir : “Oyları kimin saydığı, kimin oy verdiğinden daha önemlidir”.

2- Bu rejimin yıkılması, ancak bir halk kalkışmasıyla mümkün olabilir. Bu kalkışma gerçekleştiğinde de bütün mesele, acilen bir önderliğin teşkil edilerek devrimin kaptırılmaması olacaktır. AKP’siz bir AKP rejimi tasarlayan iç ve dış güçlere aman vermemek lazım.

3- Bu yönetimin doğrudan, bir takım ekonomik önlemlerle dış güçler tarafından yıkılmasını beklemek doğru değildir. Söz gelimi, S-400 sorunu etrafında ABD’nin ekonomik müdahaleleriyle yönetimin düşeceği beklentisi içinde olmamak gerekir. ABD’nin yapabilecekleri sınırlıdır. Öyle ABD düğmeye basacak, iktidar hemen gidecek beklentisi içinde olmamak gerekir. Türkiye’deki büyük bir ekonomik çöküşün zaten hayli kırılganlaşmış olan uluslararası ekonomi üzerinde de olumsuz etkileri olacaktır. Bunu ihmal etmeyelim. Yaptırımlarla mesela, döviz sepeti lira karşısında biraz daha değerlenir. Zaten epey azalmış olan sıcak para girişinde sıkıntılar büyür. Sonuçta, ekonomi felç olabilir. Tamam, kabul. Gelgelelim, Türkiye’deki gibi toplumsal örgütlenme düzeyinin hayli düşük olduğu toplumlarda ekonomik sıkıntıların, iktidarlar açısından bir anda olumsuz politik sonuçları olmayabiliyor. Sonra, Kıbrıs ambargosu sırasında da görülmüş olduğu gibi, açık ya da örtük bir tür “Türkiye ittifakı” yla dayanma süresi uzatılabiliyor. Bu tür yaptırımlar ancak kitlelerin huzursuzluğunu sokaklara taşıdığında işlevselleşebilir. O zaman devrimci güçler için liderlik büyük önem kazanır. Unutmayalım, liderlik yoksa, perişanlık vardır.

4- Nisan ayındaki yazılarımdan birisinde altını çizmiş olduğum bir iddiamı tekrar hatırlatmak istiyorum. Erdoğan’ın seçimi iptal ettirmesinde tek faktör, İstanbul belediyesinin Erdoğan ailesi, çevresi ve partisi açısından temsil ettiği ekonomi-politik anlam değildir. 15 Temmuz neo-con kalkışmasından itibaren Erdoğan’ı himayelerine alan iç ve dış devlet güçlerinin ona hâlâ ihtiyaç duymalarıdır. Yani bu güçler Erdoğan’ın gitmesini henüz istemiyorlar.

5- İçerideki söz konusu devlet güçleri, Rusya, İran ve hatta Suriye yönetimi, Erdoğan’ın, kendi siyasal çıkarlarına hizmet edecek bir alternatifini yaratmadan, gitmesinin rejimin Temmuz 2016 öncesindeki karakterinin ihya edilmesi anlamına geleceğini düşünüyor olabilirler. Erdoğan’ın, mesela, S-400 konusunda şimdiye kadar kararlı bir görüntü vermesinde kendisini arkalayan bu güçlerin telkini önemli olabilir. Yoksa, Erdoğan gibi bir popülist politikacının, bu konuda olası bir çark edişi kitlesine izah etme gibi bir sorunu olmaz. Bu noktaya kafayı takmamak gerekir( Erdoğan’ın bir ideolojik dar kitlesi var. Bir de yemlediği, “banko oylar” ı kullanan seçmenleri var. Geçen gün öğrendim, Fatih Belediyesi her ay 20 bine yakın kişiye yardım adı altında doğrudan para veriyormuş. Tabii bir de ayni yardım alanlar var. Bazı muhtarlıklarda beyaz bez 10 kg’lık torbalar halinde istiflenmiş, içinde bakliyat olduğu anlaşılan “yardım” maddeleri var). Asıl sorun, Erdoğan rejiminin Temmuz 2016’ten sonra girmiş olabileceğini sandığım yeni siyasal bağlamıdır. Rejimin S-400 konusundaki nihai tavrı, bu iddiamın pratik olarak sınanması anlamına da gelecektir.

6- Hiç şüphesiz Akar ve Fidan gibi figürler yakın zamana kadar ABD’nin kontrolündeydiler. Hatta muhtemelen 15 Temmuz neo-con kalkışmasının en önemli oyun kurucuları arasındaydılar. Ancak her ikisi de Beyaz Saray’ın tavrına göre hareket etmiş olmalıdır. Onay gelmeyince, kalkışanları terk ettiler. Sonuç olarak, Erdoğan ve NATO arasında sıkışmış vaziyette kaldılar.

7- Erdoğan’a sahip çıkan güçler, onları da rehin almış olabilirler. Bakınız, TC devleti içinde büyük bir güç mücadelesi var. Belki de son 70 küsur yılda hiç olmadığı kadar keskin bir mücadele… Bazı ezberlere bel bağlamamak lazım. Örneğin, “Rusya’ya yanaşan gider” tezi bu defa kolayca doğrulanamayabilir. Bu kez, önceden olduğu gibi kolay bir gidiş, hem Rusya’nın bugün SSCB’ye göre, uluslararası konumu bakımından, daha serbest ( Rusya’nın artık kapitalist bir ülke olduğunu unutmayalım) ve daha fazla manevra alanına sahip olması; diğer yandan, iktidarın içeride güçleri yabana atılamayacak bir askeri ve sivil bloğa dayanması (Bence 19 Mayıs Samsun fotoğrafını çektiren güçlerle, Çubuk’taki yumruğu attıran güçler arasında anlamlı bir mesafe yoktur) gibi etkenler yüzünden mümkün olamayabilir.

8-Akar ve Fidan’a tekrar dönecek olursak, bu ikisinin yaptıkları çok açık şekilde biliniyor olmasına rağmen henüz rejim tarafından ıskartaya çıkartılmamış olması çok anlamlıdır. Dikkat edilirse, özellikle, bir taraftan, ABD ve NATO’yla; diğer taraftan, Rusya,İran ve Suriye ile temas halen bunlar ve bunlarla benzer konumda olan devlet figürleri tarafından yürütülmektedir.

9- S-400 ısrarı, her şeyden önce 2016 kalkışması sonrasında oluşan iktidar bloğunun kendisini ABD’nin ve NATO’nun olası bir yeni kalkışmasına karşı emniyet altına alma ihtiyacına referans veriyor. Bunun altını çiziyorum. Bugünkü iktidar bloğunun Rusyacı olduğunu iddia etmiyorum, ancak ABD’ye ve NATO’ya kuşkuyla baktığını, en azından onlara karşı bir takım ciddi rezervlerinin bulunduğunu söylemeye çalışıyorum. Rusya’yı da ABD ve NATO’ya karşı kullanılacak bir kart gibi görüyorlar.

10- Türkiye finans-kapitalinin iktidar bloğunda bugün için egemen gibi görünen bu yaklaşıma karşı mesafeli olacağı aşikardır. Bu finans kapital, Wall Street ve City of London’ın taleplerine göre yön tayin eder. Yaşanan ekonomik kriz, iktidar bloğu içinde ellerini şimdilik bir miktar zayıflatmıştır. Ancak Batı bloğuyla restleşmeye izin vermemek adına ne gerekiyorsa onu yapacaklardır. Bundan kimsenin kuşkusu olmamalıdır.

11- Devlet içinde sınıfların, sınıf fraksiyonlarının, oligarşilerin mücadelesinin hayli şiddetlenmiş olduğu bugün hemen hemen bütün kapitalist devletlerin gerçeğidir. Buna Rusya,Almanya ve Çin de dahildir. Bununla birlikte, bu tür mücadelelerin en keskin ve en açık haliyle dışa vurulduğu yer, şu an için ABD devletidir.

12- Trump kafasız, cahil bir adam değildir. Ne yapmak istediğini gayet iyi bildiği anlaşılıyor. Popülist yöntemler kullanarak içeride kitleler arasında desteğini arttırıyor. İç ve dış politikası arasında şu ana kadar bir tutarlılık olduğu söylenebilir. Böyle devam ederse, muhtemelen gelecek başkanlık seçimini de kazanacaktır. Trump, katı finansçı ekonomik anlayışın bir tür neo-Keynesçi diyebileceğimiz restorasyonunu talep ediyor. Uluslararası sahada bu anlayış, belli bir ölçüde, korumacılığa referans veriyor. Sorun, finans oligarşilerinin oluşturduğu merkezi bir blok olarak FED’in, uzlaşmacı bir tavır sergileyerek de olsa, Trump’la ve onu destekleyen oligarşik gruplarla aynı hizaya gelmeyi reddetmesidir. FED yaklaşmakta olan büyük çöküşü görüyor. Farklı önceliklerin devreye sokulmasını talep ediyor.

13- Evet, Trump bir çok ülkeyi askeri müdahaleyle tehdit ediyor.Doğru. Ancak şimdiye kadar hiç bir ülkeye askeri olarak saldırmadı. Tersine, ABD’nin önceki “demokrat” yönetimler devrinde de sürdürdüğü doğrudan işgalci yaklaşımdan vazgeçmek eğiliminde oldu. ABD askerlerini geri çekme talebini seslendirdi. Bu son talebinde başarılı olmasını kimse beklemiyordu zaten. Yine de işgalleri şimdilik frenledi. Bu arada, 2.D.Savaşı sonrasındaki hiç bir ABD başkanının yapmayı dahi düşünemeyeceği bir şey yaptı mesela. K.Kore ile doğrudan temas kurdu. Öncesinde bu ülkeye de tehditler savurmuştu. Bu tehditleri müzakere ortamı yaratmak gayesiyle yapıyor olabilir. Yani “ölümü göster, sıtmaya razı et” anlayışıyla hareket ediyor. Onun popülist araçları kullanmayı tercih ettiğini biliyoruz. İran’a da saldıracağını sanmıyorum. Ancak İran’dan daha fazla taviz kopartmaya çalışıyor (Özellikle de Suriye ve Irak konusunda). İran gibi köklü gelenekleri olan modern bir devletin provoke olacağına da inanmıyorum. İran’la da yakında “masa kurulması” şaşırtıcı olmayacaktır. Çin’le “ticaret savaşları” da tehditler, diyaloglar, geri adımlar şeklinde sürdürülüyor. Şu ana kadar Çin’i tedirgin etmiştir, ancak ekonomik olarak Çin’e büyük zararlar vermiş olduğu söylenemez. Trump, restleşme halinde ABD’nin ekonomik kayıplarının da büyük olacağını biliyor. Kontrollü gidiyor. Tekrar olsun, Trump ABD’nin içeride ve dışarıda siyasal meşruiyetinin erozyona uğradığı, uluslararası sahada devamlı zemin yitirdiği şartlarda, işgalleri öngören emperyalist hegemonik siyasetin revize edilmesini isteyen oligarşik güçlerin desteğiyle başkan olabildi. Önceki başkanlardan ve başkan adaylarından farkı, “kukla” olmaması, çünkü kendisi de kuklacılar arasında yer alıyor. Tabii Trump ABD gibi global çapta hegemonik bir devletin başkanı, bir emperyalist siyaset adamı olarak, şimdiye değin izlediğimiz bu doğrudan sıcak çatışmadan kaçınmak yönündeki önceliklerini nereye kadar sürdürür bilemeyiz. Kendi bloğu içinde bile şahince çıkışlar var. Ne kadar direnebilir, nasıl uzlaşır, bilinmez. ABD’deki, genel olarak da, Batı’daki entelektüellerin tepkisine bakarak onlarla aynı paralelde değerlendirmeler yapmak doğru olmaz. Oradaki “sol” aydının gündemi bizim gündemimizden farklı. Yeşilçam ağzıyla ifade edecek olursak, “farklı dünyaların insanlarıyız”. Geçerken, Türkiye devrimci aydını 1968’le birlikte kendisini iyice tüketmiş olan, konformizmini kof entelektüel belagatiyle gizlemeye çalışan batıdaki “sol”, “yeni-sol”, “radikal”, “anarşist” vb etiketleriyle konuşan, yazan,ortak paydaları anti-komünizm, devrim düşmanlığı, “liberal emperyalizm” olan entelektüellerin görüşlerine, tespitlerine, fikirlerine kuşkuyla yaklaşmalıdır. Emperyalist işgaller, katliamlar onların umurunda bile değil. Onların demokrasi ve insan haklarından anladıkları, sadece eşcinsel evliliklerine onay vermek, ve benzeri konulardır. Milyonlarca insan, emperyalist devletlerinin müdahalesi sonucu ölmüş, yaralanmış, aç kalmış, ülkesini terk etmiş, onların derdi değil. Emin olunuz böyle. Ne zaman bunlarla konuşmaya başlasanız, hele devrimci solcu olduğunuzu anladıklarında, o malum, (psikopatolojik yansıtma vak’alarında görüldüğü gibi) tekmili birden Stalin edebiyatına başlarlar.

14- Bir başka konu, olası bir dünya savaşının Orta Doğu’dan, İran’dan çıkacağını iddia edenlerin sayısı son günlerde arttı. Bakınız, bugüne kadar ki bütün dünya savaşlarının tetiklendiği asıl coğrafya Avrupa’dır. Napolyon savaşları, Kırım Savaşı, 1. ve 2.harpler… Eğer olacaksa, üçüncüsü de yine bu coğrafyadan patlar. Neden, çünkü rekabet halindeki ana emperyalist güçlerin çıkarlarının kesiştiği esas coğrafya burasıdır. Önceki iki savaşta, en şiddetli çarpışmaların cereyan etmiş olduğu alanlar arasında, malum, Ukrayna, Güney Kafkasya ve Baltık coğrafyası önemli bir yer tutuyordu.. Bu fay hatları bugün de gayet aktiftir. Soğuk savaş sona erdikten sonra tekrar harekete geçmiştir. Yani dünkü emperyalist jeo-ekonomi-politik bugün de değişmedi. Daha fazla derinlik kazandı. Son iki dünya savaşına bakarsak, bu savaşlardan önce Orta Doğu, Balkanlar, Afrika,Uzak Asya gibi yan cepheler diyebileceğimiz coğrafyalarda hazırlık, ısınma, mevzi kazanma, ya da her ne diyeceksek, hamleleri var. Dolaylı (yani “asıl oğlan” ın doğrudan sahne almadığı) lokal savaşlar yaşanmıştı. Tabii bunlar hep basıncı arttıran, manevra alanlarını daraltan etkenler olmuştu.

15- Daha önce bir çok kez yinelemiştim. Savaş çıkacaksa, Almanya kendisini hazır hissettiğinde çıkacaktır. Almanya’nın nihai seçimi savaşın taraflarını, cephelerini net olarak ortaya çıkartacaktır. Önceki iki savaşta da Almanya’nın ilk hedefi, Almanya etrafında Avrupa Birliği’ni yaratmaktı. Esasen 3.Reich’tan anladıkları da buydu. 3.Reich, her şeyden önce bir Avrupa Birliği projesi olarak uygulamaya konmuştu. İkinci hedefi, Britanya’yla rekabette, SSCB coğrafyasını, ve hinterlandını “Almanya’nın hindistanı” haline getirmekti. Savaşlarla gerçekleşmeyen ilk hedef bugün NATO şemsiyesi altında hemen hemen olanaklı olmuştur. En azından ekonomik olarak bu hedefe çok yaklaşıldı. İkinci hedef ise Almanya için hâlâ bir sorunsal olarak duruyor. Bu Avrasya coğrafyasının kapısı nasıl açılacak?

Devrimci güçlere çağrı

Beklendiği gibi, CHP’nin başını çektiği düzen muhalefeti bir kez daha Tayyip Erdoğan’ın iktidarını sürdürmesinden yana tavır almıştır. Futbol tabiriyle boş kalenin hemen önünde ayağına gelen topu gol yapmak istememiştir.

“Millet ittifakı” bu seçimi protesto edeceğini açıklasaydı, Tayyip rejimi 23 Haziran’ı dahi göremeyebilirdi. Herhalde Tayyip Erdoğan ve temsil ettiği iktidar bloğu CHP’nin iptal karşısında aldığı bugünkü tavrı garantilememiş olsaydı, bu iptali göze alamazdı.

Bu arada, iptal kararından hemen önce Koç ailesi mesuplarının İmamoğlu’nu ziyaretlerini ona destek mahiyetinde görenler var. Olabilir. Ancak bu ziyaret, çok önce alınmış olduğu malum olan bu iptal kararı sonrasında İmamoğlu’nun “yanlış” bir protesto kararı almamasını telkin etmek için yapılmış da olabilir.

Kılıçdaroğlu, Devlet Bahçeli’nin “muhalif” rolünü üstlenmiş bir versiyonudur. Görevi muhalefeti kontrol altında tutarak Tayyip’in rejimini sürdürmesini temin etmektir. Hemen şunu da ilave edeyim: Kılıçdaroğlu, tıpkı İmamoğlu gibi, sol kültürden gelmiyor. Solcu değildir.

Bunların peşine takılarak muhalefet yapılamaz. Bu rejim alt edilemez.

Tayyip’in kim olduğunu ne yaptığını, ne yapmak istediğini biliyoruz. Onu alt etmede devrim ve demokrasi güçlerinin önündeki en önemli engel Kılıçdaroğlu’dur. Onun liderliğindeki muhalefeti saf dışı etmeden, izole etmeden yol açmamız, ilerlememiz mümkün değildir. Bu gerçek bir kez daha teyit edilmiştir.

Eğer İstanbul adayının özel çabası olmasaydı, 31 Mart gecesi Tayyip Erdoğan bir kez daha yasa dışı şekilde bu seçimleri kazanmış olduğunu ilan edecek, Kılıçdaroğlu da yine sesini çıkarmayacaktı.

Seçimlerde CHP’nin bir çok metropolde kesinlikle Kılıçdaroğlu’nun performansıyla alakalı olmayan seçim başarısı sonrasında seçim iptaliyle ilgili tartışmaların başlatılmış olduğu bir sırada kendisine iktidar tarafından Çubuk’da bir ayar verilmiştir.

Seçimin iptal edileceğinin bilinmesine, iptalin göstere göstere gelmesine rağmen halkın sanki memlekette demokrasi, hukuk varmış gibi bir beklenti içine sokulması o halkla alay etmek anlamına gelir. Hele seçimin iptali için gösterilen gerekçeye baktığımızda aklımızla alay edilmek istendiğini görüyoruz. Artık iktidar bu halkla CHP’yi kullanarak alay ediyor. Dalga geçiyor.

Bir de CHP liderinin çıkıp, “bu YSK bir çetenin kontrolündedir” dedikten sonra aynı YSK’nın kontrolünde yenilenecek seçime katılacaklarını “her şey güzel olacak” diyerek ifade etmesi tüy dikiyor. Olmaz böyle şey!

Devrimcilere gelince, bugün hâlâ “bakacağız öbür muhalif arkadaşlar nasıl hareket ederse, öyle hareket edeceğiz. Veyahut, tavrımızı ona göre belirleyeceğiz” demelerinin devrimci bir siyaset tarzıyla alakası yoktur. Öte yandan, bazılarının kafalarının arkasındaki, “bir büyüyelim, bir kilolanalım o zaman bizi göreceksiniz. O zaman sizi döveceğiz” mealindeki anlayışın Leninci siyasetle hiç bir bağdaşır tarafı yoktur.

“Aynı gemide değiliz” demek, tek başına bir siyasete tekabül etmiyor. Bunun siyasetinin her somut sorun karşısında oluşturulması, yapılması gerekir. Bir an önce bu boykot eylemini organize edecek, bu boykotu kitlelerin talebi haline getirecek, CHP’ye alternatif, mümkün olduğu kadar geniş, devrimci sol bir muhalefet odağı oluşturmak zarureti var.

Yenilenecek seçimi Tayyip Erdoğan’ın kazanması kuvvetle muhtemeldir. Ancak o durumda dahi rejimin sürdürülmesi kabil değildir. Ülkenin içine girdiği ağır ekonomik kriz, üstüne üstlük vurdum duymazlık derecesinde artan hukuksuzluklar, adaletsizlikler, içeride meşruiyet bunalımını ağırlaştırmaktadır. Rejimin dışarıdaki sıkışıklığı da, onun uluslararası bağlamı nezdindeki meşruiyetini sorgulanır hale getirmiştir. Bu bağlamı teşkil eden güçler bakımından Tayyip’in, El Beşir muamelesi görmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Olası bir halk kalkışması karşısında, Sudan’daki gibi bir askeri darbe olasılığı vardır. Ancak olası bir askeri darbenin 15 Temmuz gözdağının, isterseniz, provasının devamı niteliği taşıyacağı da açıktır. CHP bugünkü hiç bir tutarlı tarafı olmayan tavrıyla şimdiden bu olasılığa yatırım yapmaktadır. Devrimci sol güçlerin bu oyunu bozmaları için acilen sahneye çıkmaları gerekiyor. Özlenen büyüme, güçlenme ancak böyle bir sahne alışla mümkün olabilir.

Enayiler olmadan iktidar olunamaz

Ergenlik yıllarımda Hürriyet Gazetesi’nde, zamanın en zengin adamlarından birisi olduğu söylenen Yunan armatör Onasis’in hayat öyküsünün anlatıldığı bir tefrika okumuştum. Orada, Onasis’le yapılmış mülakatlar da vardı. Adama, nasıl zengin olduğuna dair sorular soruluyordu. Şu yanıtı belleğimde kalmış: (mealen) “Zengin olmak için sadece para, sermaye yetmez; enayilere de ihtiyaç var. Enayiler olmadan zengin olamazsınız.”

Onasis’in bu veciz itirafını pekala siyasal iktidar ilişkilerine de uyarlayabiliriz. İktidar her şeyden önce, tek taraflı bir etkinlik değil, muhalifler, isterseniz, düşmanlar yaratarak yürütülen çok taraflı bir edimselliktir. Rakiplerin edimleri üzerinde etkide bulunma, onları yönlendirme kapasitesidir. Buna amiyane bir tabirle, enayileştirmeyi de ilave edebiliriz.

Tayyip Erdoğan’ın şahsında temsil edilen iktidar, içinde bulunduğu şartları kullanarak iktidar uygulama kapasitesini sürekli geliştirdi. Bugün seçim iptali gibi kritik bir kararı bu kapasitesi sayesinde alabildi. Bir kez daha (kimi zaman düşmanlaştırarak) uysallaştırdığı rakiplerine bu kararını da onaylatacak. Kimsenin şüphesi olmasın.

Bugünkü manzaraya baktığımızda, “yat denilince yatan, kalk denilince kalkan” bir muhalefet var. Bu iktidarın ancak devrimci bir mücadeleye alt edileceğine önce devrimcilerimizin ikna olması gerekiyor. Ona karşı düzen partileriyle mücadele verilemeyeceğini eylemli olarak kavramak gerekiyor.

AKP-MHP iktidarının son hamlesini “haziran halkı” na bir çağrı olarak okumak gerekir. Nitekim, ilk tepkilerden bu mesajın alınmış olduğu görülüyor. Şimdi malum muhalefet tekrar hava supabı işlevi görmek için devreye girecektir.

Türkiye’de çok uzak olmayan bir zamanda bütün siyasal yapı halk inisiyatifiyle tasfiye edilecektir. Tasfiye edilecek olan sadece AKP-MHP idaresi olmayacak, bu idarenin üzerinde tepinerek iktidar oyununu kafasına göre oynadığı, sayesinde iktidarını sürdürdüğü düzen “muhalefet”i de onunla birlikte gidecektir. Burada soru, bu tasfiye işinde kimin ön alacağıdır.

Daha önce defalarca yazmıştım. AKP türü rejimler seçimle gelirler ama seçimle gitmezler. Bunu baştan görüp, hamleleri ona göre yapmak gerekirdi. Nitekim 6 yıl önce, sadece “Haziran halkı” bu gerçeği sezdi ve bir refleksle ayağa kalktı. O zaman, muhalefet partileri sadece seyirci kalmışlardı. Bir kez daha benzeri olacaktır. Elbette daha geniş bir ölçekte ve daha yoğun bir katılımla.

Bugün devrimci sosyalistlerin görevi halkın doğrudan müdahalesinin önünü açacak hamleler yapmaktır. Yenilenecek seçimlerde figüran olmamak gerekir. Bu şartlarda seçim kazanılmaz. Muhalefetin tekrar seçim kazanmaması için her türlü önlem alınmıştır. Alınmaya devam edilecektir.

Muhalefet geçmiş seçim ve referandumlardan sonra samimi olarak itiraz etmediği, kararlı şekilde direnmemiş olduğu için şimdi bu yeni muameleye tabi tutulmuştur. Bu “legalite” yi kabullenmenin faturası sürekli daha ağırlaşmaktadır. Sorun, bu AKP- MHP legalitesine teslimiyettir. Onun hâlâ inkar edilmemiş olmasıdır.

Türkiye’de son 16 yıldan beri yaşanan anti-demokratik siyasal gelişmelerde muhalefetin önemli ölçüde sorumluluğu vardır. Ancak bugünden itibaren iktidarın giderek ağırlaşan, hiç bir kural tanımayan anti-demokratik meydan okumasından sonra en ağır sorumluluk muhalefete aittir(Bu çok sık tekrar eden seçim ihlalleri artık bir fars halini almıştır. Seçim iptalinin gerekçesi, iktidarın 2010’dan beri yaptığı ve kazandığı bütün seçimlerin ve referandumların, dolayısıyla elde ettiği politik konumların da geçersiz olduğunu ilan ediyor).

An itibarıyla top muhalefetin ayağındadır. Ya bir kez daha iktidarın “yat-kalk” komutuna göre davranacak(bu güçlü olasılıktır), ya da bu iptal kararını “allahın lütfu” olarak değerlendirip, iktidarın hiç bir inandırıcılığı kalmamış legalitesini tanımadığını ilan edecektir.

“Allahın lütfu”

Türkiye’nin burjuva devleti 2007’den beri seçimleri doğru düzgün, yani kendi koyduğu kurallara uygun olarak yapamıyor. Kasıtlı olarak yaptırmıyor. Artık kendi ilkelerine, kurallarına uyarak yönetmesinin kabil olmadığını görüyor.

Zaten dünyanın bir çok ülkesinde, en başta da, en gelişmiş kapitalist ülkelerde yurttaşlar seçimin  bir düzen oyunu olduğunu görmüşler, oy kullanmaya dahi gitmiyorlar.

Bugün dünyanın hemen her yerinde, nüfuslarını sürekli olarak gözetleyen, “güçlendirilmiş yürütme” mekanizması marifetiyle işleyen olağanüstü hal rejimleri, güvenlik devletleri iş başında.Genel bir teyakkuz hali var. Soğuk savaş yıllarında, en gelişmiş burjuva devletleri bizatihi, bu gibi durumlarda, “totalitaryanizm” sakızını çiğnerlerdi.

Yönetmeye çalıştıkları (sadece işçi sınıfı değil) geniş nüfuslar nezdinde meşruiyetlerini yitirmiş burjuva düzenlerinin, soğuk savaş yıllarında olduğu gibi, burjuva demokrasisini parlatarak yola devam etmeleri mümkün görünmüyor.  Nitekim, aşağı yukarı son yirmi yıldan beri bu “zorunlu” demokratik rejimlerin boyalarının akmaya başladığına tanık oluyoruz. Yani özlerine dönüyorlar.

Türkiye’deki versiyonuyla “güçlendirilmiş yürütme”  paralel bir güvenlik devleti tarafından arkalanan otokratik bir rejime dönüştü. Özerk ve eşgüdümlü kurumlar ve kurallar organizasyonu olarak bildiğimiz devlet fiilen tasfiye edildi. İşlemiyor. Bu bağlamda mesela, artık bir YSK’dan da söz etmek kabil değildir.

Şu son İstanbul seçimleri söz konusu olduğunda, karar mercii YSK değildir, Erdoğan ve dayandığı iktidar bloğudur. YSK ancak onların kararını ilan edebilir. Devletin görünürdeki kurumsal varlığının genel olarak artık böyle bir işlevselliği söz konusudur. Bunu net olarak görmek gerekir. Bu bakımdan, YSK’ya  yönelik olarak yapılan hukuk, adalet çağrıları anlamsızdır. Devrimcilerin bu tuzağa düşmemesi gerekir.

Şimdiye kadar seçimleri kazanmış CHP’den seçimin yenilenmesi halinde, seçime katılmayacaklarına dair bir açıklama duymadık. İktidar bloğuna açıkça böyle bir mesaj verilmedi. Oysa protesto yönünde kararlı bir tavır, iktidarın yapacağı hamle üzerinde etkili olabilirdi. Şu ana kadar böyle bir tavra dair  izlenim edinmedik.

Tahlihsizlik, sol devrimci güçlerin de, bu seçim iptali tartışması başladığı andan itibaren bir protesto kampanyası yürütmemiş olmasıdır. Solun böyle bir kampanyası muhalif kitleler ve iktidar bloğu üzerinde etki yaratacaktı. Olmadı. İktidara, iktidar eylemenin tek taraflı bir iş olmadığını hatırlatmak gerekirdi. Gelgelelim, sol da, bu “demokrasi”, “hukuk” oyununa kendisini kaptırmış görünüyor.

Bakınız, eğer iktidar seçimleri iptal ederse, şu ana kadar verilen izlenim doğrultusunda, “millet ittifakı” da yeni seçime katılma kararı alırsa, seçimden tekrar AKP’nin çıkması çok güçlü bir olasılık olacaktır. İktidar kaybedeceğini bile bile yeni bir seçime girmek istemeyecektir. Minareyi çalan kılıfını da uyduracaktır.

AKP düzeni bugüne kadar sadece dış koşulların kendisine yarattığı hareket alanı sayesinde ayakta durmadı. İçeride, kendi hareket alanını sınırlayan  karşı-iktidar hareketiyle, karşı-iktidar hamleleriyle rahatsız edilmedi. Düzen içindeki bütün olası iktidar odaklarını uysallaştırdı. Siyasetine hizmet eder hale getirdi.

YSK’ya, “hukuk” adına,  bu kadar bel bağladığı koşulda dahi muhalefet, “protesto” kartını kullanarak onu etkilemeyi düşünmedi. Böylece kendi anlayışı içinde dahi tutarlı bir muhalif tavır sergilememiş oldu.

Yine de geç kalınmış değil. İktidarın olası bir iptal kararına protestoyla yanıt vermek, başta devrimciler olmak üzere bütün muhalifler için “allahın lütfu” olarak görülebilecek siyasal olanaklar yaratacaktır.

 

Venezuela

ABD kuruluşundan itibaren  her zaman bulunduğu coğrafyada, bölgede egemen konumda bulunmayı şiar edinmiştir. Güney ve Kuzey Amerika’ya yabancı güçlerin müdahalesini önlemeye çalışmış, bu anlayışla, İngilizleri, Fransızları, İspanyolları bölgeden kovmuş, bu coğrafyada kendi çıkarlarına karşı olan ekonomik-siyasal gelişmelere mümkün olan her aracı kullanarak karşı koymuştur. ABD, biraz daha sonra bu anlayışı siyasal bir doktrin haline getirmişti.

ABD’nin oluşturduğu bu kalkanda açılan ilk gedik Küba’dır. Küba’da bilindiği gibi, işin başında, devrimciler tarafından sosyalist bir devrim öngörülmemiş, sonradan Sovyetler Birliği’nin desteği olmadan iktidarı tutmanın mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, ülkede tarihsel olarak, nispeten  güçlü bir şekilde var olan komünist işçi hareketinin çizgisi benimsenerek sosyalist yola girilmişti.

Geçerken şunu da söylemeliyim: Sovyet devriminden sonra gerçekleşen veya gerçekleşemeyen bütün devrimler, SSCB’nin varlığı, merkezi siyasal rolü olmadan tahlil edilemezler. SSCB’yi bu bakımdan da değerlendirmek gerekir. Bunun (emperyalistler tarafından değil ama devrimci solcular tarafından) ihmal edildiğini düşünüyorum. Böyle bir ihmalde, “sürekli devrim” ya da “dünya devrimi” belagatından başka sermayesi olmayanların da etkisi olmuştur.

SSCB etrafında yine sol tarafından ihmal edilen bir başka önemli gerçek de, bu ülkenin, Marks ve Engels tarafından esas hatlarıyla “sosyal-demokratik” olarak adlandırılabilecek bir çerçevede betimlenmiş toplumsal vizyonun zirvesini oluşturmuş olmasıdır. Bu vizyon kabaca, herkese iş, herkese konut, ücretsiz eğitim-öğretim  ve ömür boyu sağlık hizmetleri vb gibi sosyal olanaklara işaret eder. Yükselen üretim kapasitesi üzerinde sürekli artan bir tüketim kalitesini üretime dahil olan bütün yurttaşlar için erişilebilir bir şekilde, eşitlikçi bir anlayışla temin eden refahçı toplumsal kazanımlarda somutlaşır.

Yapılmayanlar, yapılamayanlar, araçlar, yanlışlar, sapmalar ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak SSCB, söz konusu marksist tasarımı esas hatlarıyla başarılı bir şekilde realize etmişti. Maruz kaldığı bütün saldırılara, izolasyona rağmen kapitalist dünyayı da etkisi altına alan, hatta emperyalist sermayenin hareket alanını oldukça daraltan sosyal-demokratik diyebileceğimiz bir uygarlık yaratmıştı. Bunu teslim etmek lazım.

Dikkat edilecek olursa bu sosyal-demokratik anlayış, Marks ve Engels’ten hatta kısmen daha öncesindeki, ütopik sosyalistlerden intikal eden sonraki (birbirlerine muhalif olan) bütün marksist anlayışlarca ortak şekilde paylaşılan bir toplumsal vizyondu. Bu vizyon ne Lenin’in ne de Stalin’in eseriydi. Onlar bu anlayışın yarı-feodal, yarı-kapitalist bir ülkede uygulamasını yaptılar. Hem de başarıyla yaptılar.

Mevzumuza dönecek olursak, Küba’da ve onun etrafında sonradan olup bitenleri biliyoruz. ABD, kendisi için bu acı deneyimin bir daha tekrar etmemesi için işi daha da sıkı tutmaya başlamıştı. Bugün de bu durum devam ediyor.

Latin Amerika’da köklü, bir çok durumda birbirinden ayırt edilmesi zor,  sağ ve sol popülist gelenekler var. Bu gelenekler sıklıkla  faşizm ve sosyalizmle karıştırılıyor. Bundan başka, bir de yanlış bir algı var. Sosyalist bir kişinin genel seçimlerden sonra hükümet başkanı olması,  o ülkenin sosyalist olduğu veya hemen sosyalist olacağı anlamına da gelmiyor. Böyle bir şey yok.

Bugüne kadar ki bütün başarılı sosyalist deneyimler radikal devrimlerle gerçekleşmiştir. “Milli irade” ile gelen gelen sosyalizm yok; ama giden çok. Sosyalizm ancak “devrimci irade” ile gelebilir.

Venezuela’da bir devrim olmadı. Karizmatik politik bir kişilik olarak Chavez, kendisini en başından “ne marksistim, ne de anti-marksistim” diye tanımladı. “Bolivarcıyım” deyip, işin içinden çıktı. Daha önce bir askeri darbeyle ele geçiremediği iktidarı, seçimleri kazanarak aldı. Oysa mesela, kıtanın en yoksulu olan Bolivya’daki, marksist olduğunu en başından itibaren açıklamış, Morales kalibresinde sol popülist bir lider olduğu bile söylenemezdi. Sol kültürden gelmiyordu.

İktidarda, Chavez ve onun açtığı yolda yürüyen Maduro hiç bir ciddi sosyalist önlem almadılar.  Söyleme aldanmamak lazım. Sosyalist yönelimli bir eşik toplumu kurmak için devrimci koşulların oluşacağı anlamlı bir kamusalcı sosyalizasyon politikası uygulamadılar. Burjuvazinin ekonomik dayanaklarını çökertmek yerine yeni “yandaş” burjuvalar yarattılar. Petrol gelirlerine dayanan bir rant ekonomisini sürdürmeye devam ettiler. Nepotizm, yandaş kayırma, kamusal işletmeleri yandaşlara peşkeş çekme, yağma düzeni değişmedi.

Önceki yönetimlerden farkı  şuradaydı: Milyonlarca yoksul veya dar gelirli aileye aylık para yardımları, gıda yardımları yapıldı. Bu sayede “bolivarcılar” her seçimin banko kazananı oldular. Milyarlarca dolarlık petrol gelirleri bir “ulusal fon” da toplandı. Bu paralar aynı zamanda yandaş firmaların inşaat faaliyetleri için yağmalanmaya başladı. Bir süre sonra petrol fiyatlarındaki düşüşle birlikte ekonomik ve sosyal kriz derinleşti.

Bolivarcıların şu ana kadar sosyalizmle, sosyalist kuruculukla ilişkilendirilebilecek kayda değer bir pratiği yok. Sosyalist önlemleri, “fak-fuk fon” kurmaya, abone fakir-fukaralara para dağıtmaya, “gıda yardımı” yapmaya indirgediler.   Bu anlayışın marksist sosyal-demokratik toplumsal vizyonla uzaktan yakından bir alakası yoktur.

Venezuela’da kamusal bir üretici ekonomik faaliyete girişilmedi. Petrol fiyatları, Chavez’in erken zamanlarında olduğu gibi, yükseldiğinde, işler idare edildi. Petrol fiyatları düşünce, sorunlar defolar ortaya çıktı. Bir burjuva siyaseti ve ideolojisi olarak Bolivarcılığın Venezuela versiyonunun boyaları dökülmeye başladı. Bunun sorumlusu  elbette kendi devrinde, kıtanın tarihsel-toplumsal sorunları karşısında ilerici bir tavır alan Bolivar değildir, ama öyle bir tarihsel kişiliği popülist demagojilerine malzeme yapanlardır.

Sağıyla soluyla popülist rejimler aşağı yukarı benzer ekonomik politikaları, sol veya sağ soslara bandırılmış benzer söylemleriyle uyguluyorlar.  Bu rejimlerin kapitalizmle bir sorunları yok, gelir dağılımıyla -çoklukla da sürdürülemez şekillerde- oynamaları kitlelere dönük başlıca ekonomik politikalarıdır. Türkiye ve Venezuela örneklerinde gördüğümüz gibi,  temsil ettikleri  “yeni elitler” e yönelik olarak ise büyük sermaye transferleri yaparlar. İsterseniz, kendi etraflarında, toplumsal eşitsizlikleri derinleştirmek pahasına, yeni sermayedarlar yaratırlar diyelim.

Burjuva sınıf siyasetlerini gizlemek için kullandıkları anti-elitist söylemle iktidara tırmanırlar. Bir kez oraya tırmandıklarında da, Türkiye örneğinde olduğu gibi, cehaletleri ve vasatlıklarıyla, lumpen meşrepleriyle eskilerine rahmet okutacak, yeni elitlerini yaratırlar.

Plansız, programsız, üretimsiz, dış borca dayalı kapitalist ekonomi tükenince, bu rejimlerin özellikle bir karizmatik liderin yönetiminde üst üste iktidara gelme başarısı göstermiş olanları, içinden çıktıkları ve o zamana kadar savundukları burjuva demokratik çerçeveye, hatta çoğulculuğa karşıt olarak savundukları çoğunlukçu anlayışın alameti farikası olan “milli irade” ye, malum popülist belagatlarıyla itiraz ediyorlar. Başta hukuk kurumları olmak üzere burjuva devletin kurumsal aklını yıkıyorlar.

Emekçi sınıf siyasetiyle alakaları yok. Demagojik anlayışlarıyla, kendi iktidarlarını her koşulda  olumlamayanları halktan bile saymıyorlar. Halk derken sadece sürekli olarak yemledikleri, kim olursa olsunlar, banko seçmenlerini kast ediyorlar.

Bütün ipleri ellerinde tutmak için bazısı, Türkiye örneğinde olduğu gibi, otokrasiye doğru evriliyor. Popülist deneyimlerden hiç bir zaman, sosyalizmden vazgeçtik, burjuva demokratik yapılar dahi çıkmıyor. Bu yapıların şu ya da  bu derecede var olanları da ortadan kaldırılıyor. Popülist deneyimler, bir çok vak’ada görüldüğü gibi, vahşi kapitalist uygulamaların önünün sonuna kadar açıldığı daha otoriter rejimlerle sona eriyorlar.

Venezuela’daki rejim sol adına değerli olabilecek bir fırsatı heba etmiştir. ABD hegemonyasının gerilediği, yükselen rakip hegemonik girişimlerle arasındaki mücadelenin kızıştığı, dolayısıyla petrol ve doğal gaz gibi stratejik metaların öneminin kat be kat arttığı koşullarda, ABD’nin kendi arka bahçesi olarak gördüğü, yakın kontrolü altındaki bir bölgede, ayakta durması güçleşiyor.

Eğer ekonomik olarak Çin’e; askeri olarak Rusya’ya dayanırsa bir ihtimal biraz daha dayanabilir. Ama ne pahasına? Tayyip de şimdilik, ABD ile arasındaki köprüleri atmadan,  güvenliği için Rusya’ya dayanıyor. Pekiy böyle devam edebilir mi? Edemez.

Bu noktada, bir Küba’ya bir de Venezuela’ya bakınız. Küba devriminin, Kastrist liderliğin, bütün eksikliklerine rağmen,  ne anlama geldiğini böylece daha iyi kavramak mümkün olacaktır. Küba, sosyalizm tesisi bakımından dezavantajlı ölçeği ve yok denecek kadar kısıtlı ekonomik olanaklarıyla, devrimden itibaren ağır ambargolara maruz kalmış bir ülke olarak, kim ne derse desin, bir destan yazmıştır.

Venezula’da düzenin sınıfsal içeriği değişmemiştir. Yani bir devrim olmamıştır. Önceki yağma düzeninin oyuncuları ve dili değişmiştir. İlave olarak, yoksul ailelere maddi yadımlar yapılmıştır. Türkiye’de de yapılıyor. Her iki ülkede de milyonlarca insan hazineden yardım alıyor (Bundan bir kaç yıl önce, AKP’nin Samsun belediye başkanı mealen, ” Samsun’un nüfusu 1 milyon kadar ve 500 binden fazla insan belediyeden her ay para yardımı alıyor” diye medyaya  yakınmıştı. Bunun sadece Samsun’a özgü olmadığını biliyoruz)

Elbette bütün bu gelişmeler, ABD’nin Venezuela’ya müdahalesini haklı çıkarmaz. Buna şiddetle karşı çıkmak gerekir. Gelgelelim, Venezuela’daki durumu da gerçekçi bir şekilde görelim.

Hegemonya bunalımının yaşandığı bir devirde dünyanın her yanı mücadele halindeki kapitalist güçlerin açık avlanma alanı haline gelir. Bir kez daha bu oluyor. Bakınız, daha çok yakınlarda, ABD tarafından yaratılmış IŞİD, Sri Lanka gibi güçler arası siyasal oyuna henüz aktif olarak dahil olmamış, kıyıda kalmış izlenimi veren yoksul bir ülkede terörist  saldırılar düzenledi.Bu çapta bir saldırı arkasında büyük bir devlet gücü ve elbette Sri Lanka devleti içinden destek görmeden gerçekleştirilemezdi.

ABD ve Çin arasındaki hegemonya mücadelesinin Doğu ve Güney Doğu Asya’daki denizleri kontrol etmeye odaklandığı son yıllarda, Hint yarımadasının altında, stratejik bir konumda bulunan bir ada ülkesi olarak Sri Lanka’nın öneminin mücadele halindeki iki güç için daha da artacağı aşikardır.

Son yıllarda Çin’in bu ülkeye sermaye ihraç ettiğini, ülke ekonomisini kendi ekonomisine bağımlılaştırmaya çalıştığını  biliyoruz. Son terörist saldırılar ülkenin Çin’le ekonomik yakınlaşmasının arttığı bir zamanda gerçekleşti.

Bugün dünyadaki hiç bir siyasi gelişmeyi bu hegemonya bunalımı ve  mücadelesini dikkate almadan değerlendiremeyiz. Bu dönemlerde dış dinamik çok öne çıkar. Tek tek ülkelerdeki sınıf mücadelesinde, iktidar bloğu içindeki mücadelelerde siyasi manevra alanlarının açılmasında, daraltılmasında ve nihayet ortadan kaldırılmasında dış dinamik kritik bir rol oynuyor. Bunu ihmal etmemek gerekir.

“Beka” sorunu

Türkiye sermaye sınıfı ne zaman ağır ekonomi-politik bir krize girse, otomatiğe bağlanmış gibi, “beka”, “milli birlik”, “milli koalisyon”, “Türkiye ittifakı” teranelerini seslendirmeye başlar. Bu tamamen anti-demokratik, gerici, faşizan bir çağrıdır. Dolayısıyla emek karşıtıdır.  İdeolojik referansını da malum Türk-İslamcı  çöplükten derler.

Bu çağrıyla, hep yapıldığı gibi, “devletin bekası” teması etrafında seçmeci, dışlayıcı bir “birlik” e referans verilir. Açık olarak ifade edilmese de, sünni müslümanlar ve etnik olarak Türk olanlar hedef kitle olarak seçilir. Esasen bu ta 2.Abdülhamid devrinden beri devletin özsel ideolojik kodlarına işaret eder. Hamid zamanındaki (İngiliz emperyalizmine hizmeti de gözeten) Sünni  İslamcılık,  2.Meşrutiyet devrinin belli bir evresinden itibaren  Türkçü renge bulanmış, nihayet Cumhuriyet’te,  batıcı, mezhepci-laik vurgularıyla, etnik-ulusçu formuna kavuşmuştur.

Cumhuriyetin ilerleyen yıllarında, bu kombinasyonun batıcı, laik vurgusu emperyalist talepler doğrultusunda erozyona uğratılmıştır. Türkçü-Sünni İslamcı öz takviye edilmiştir. Türkiye’de kimlik siyaseti, paradoksal olarak, cumhuriyet devrinde, cumhuriyet devleti tarafından uygulamaya konmuştur.

Bizim cumhuriyet anti-feodal değildi. Bunun nedeni Kürt sorunuydu. Kürt feodallerini yanında tutarak, bu sorunu uyutacağını sandı. Bizim cumhuriyet en başından anti-komünistti. Bunun en önemli  saiklerinden bir tanesi,  proletarya devrimi gerçekleştirmiş komşu Sovyetler Birliği’ne muhtaç durumda bulunmasıydı. Zaten kadim devletin genlerinde bulunan  “moskof” düşmanlığı, komünizm düşmanlığına bulanmış oldu.

Bir de tabii, ” bizde burjuva da, proletarya da yoktu”  diyen kemalistler nasıl o yokluktan bir burjuva devleti çıkarmışlarsa,  başka birileri de proletaryanın bulunmadığı aynı koşullardan pekala bir proletarya devleti çıkarabilirlerdi.  Birincisi nasıl mümkün olabilmişse, pekala ikincisi de mümkün olabilirdi. Bunun korkusunu da anlamak gerekir.

Anti-komünizm, anti-feodal olmamak, Kürt sorununu yok saymak, “mezhepçi laiklik” anlayışı, Türk devletinin gericiliğinin  temel saikleridir. Bunu saptamak gerekir. TC devleti “beka” çağrısı yaptığında, iç düşmanlar yaratarak oluşturduğu söz konusu kurucu söylemlerini ısıtıp ısıtıp ortaya sürer.

Bu “beka” çağrılarının pratiği  her zaman  “olağanüstü hal” uygulamaları, komplolar, “faili meçhuller”,  linç siyaseti,  kısaca, devlet terörü aracılığıyla gerçekleştirilir. 15 Temmuz 2016 neo-con kalkışmasından sonra düzen muhalefeti ve  iktidarını paylaşmak zorunda kaldığı paralel “güvenlik devleti” sayesinde, 3. Bonapartvari bir sivil darbeyle,  “otokratik” rejimini kuran Tayyip Erdoğan, bir  3.L.Bonaparte taslağı olarak, el altında tuttuğu lumpenleri devreye sokarak muhaliflerini hizaya getirmeye çalışıyor.

Artık bu güvenlik devleti, terör ve lumpenler olmadan (“lumpen” derken sadece malum güruhu kast etmiyorum, kendisi de, meşrebi itibarıyla, hemen hemen bir lumpen olan Erdoğan son on beş küsur yılda kendi etrafında, özellikle de inşaat sektörü dolayısıyla, akçalı bağlantılar içinde olduğu, hayli palazlanmış  bir “lumpen sermaye” fraksiyonu  yaratmıştır)  ayakta kalması da kabil değildir.

Yukarıda da işaret ettiğim gibi, bu, siyasal tarihimizde sadece Erdoğan’a özgü olan bir siyasal davranış tarzı değil. Ne zaman “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşsa”, beka yaygaracıları sahne alırlar. Faşist ya da faşizan bir güvenlik devletinin meşruiyeti adına bilindik faaliyetlere girişirler. Daha erken deneyimleri bir yana bırakacak olursak, bu tür uygulamalar 1945 Tan Gazetesi olayından itibaren sıklaşan aralıklarla devam edegelmiştir. Elbette Tayyip Erdoğan’ı da karakterize eden aynı kadim devlet etme tarzıdır.

Erdoğan’dan “demokrat” yaratma sevdasındaki liberal, “sol” ve Kürt ulusalcısı ahmaklar, sonuç olarak,  bir otokratla karşılaştılar. Şimdi de hemen hemen lumpen bir otokratla kemalist cumhuriyeti yeniden ihya edeceklerini sanan (geçmişte, ABD-Çin gerici ittifakı adına SSCB’ye karşı hareket eden önderleri bugün Rusya lobicisi gibi çalışan) Türk ulusalcısı ahmaklar da bir kez daha hava alacaklar. Daha önceki yazılarımda dile getirmiş olduğum gibi,  liberal ve  ulusalcı politik akıl yürütme biçimleri arasında özsel olarak, yöntemsel olarak bir fark yoktur. İkisi de sonunda aynı yola çıkar: faşizm veya otokrasi.

15 Temmuz’dan 31 Mart’a

Erdoğan ve AKP’si Gezi ayaklanması sırasında fiilen ömrünü tamamlamıştı. Son kullanma tarihi dolmuştu. Ancak bölgemizde bir yandan,  ABD ve müttefikleri ile Rusya ve müttefikleri  arasında cereyan eden çekişmelerin (henüz çok ısınmamış olması nedeniyle)  yarattığı yeni manevra alanları; diğer yandan, Gezi halkının örgütsüzlüğü, içeride iktidara talip bir muhalif  siyasal heyetin ortaya çıkmaması, başka bir ifadeyle, AKP iktidarına payanda olmayı, ona alternatif olmaya tercih eden düzen partilerinin mevcudiyeti dolayısıyla konumunu devam ettirebildi.

15 Temmuz’daki neo-con destekli askeri kalkışma, bilindik bir darbe girişimi olmaktan çok, Erdoğan’a  gözdağı verme girişimi olarak görülebilir. Böylece Erdoğan’ın Cemaat aracılığıyla emperyalist neo-con  siyasetine tam olarak biat etmesi temin edilmek istenmişti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Beyaz Saray  muhtemelen kendisine danışılmadan yapılmış bu girişimi onaylamak istemedi.

Bu gözdağı girişimi, gerek ABD ve gerekse Türkiye’de iktidar bloğunu oluşturan yönetici sınıf fraksiyonları içindeki/ arasındaki kapışmaları bir kez daha da açığa çıkarmıştır.

2013 öncesinde, çeşitli şekillerde kenara itilmiş, dışlanmış ya da sinmek zorunda kalmış, ağırlıklı olarak askeriyede yer alan ve NATO’ya kuşkuyla bakan güçler Erdoğan’a kucak açtılar. Bir anlamda onu kurtardılar. Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye’yi kendi emelleri doğrultusunda yanına çekmek, olmuyorsa, en azından iki arada bir derede bırakmak adına, Rusya  devreye girerek  dış desteği sağladı. Erdoğan da muhtaç olduğu acil desteği bu iki kaynaktan temin etmiş oldu.

Bu  iç ve dış olmak üzere iki destek güç giderek Erdoğan’ı çember içine aldılar. Bu arada, söz konusu kalkışmanın yarattığı toplumsal infial, Erdoğan’ın bunu fırsata çevirme becerisi, AKP rejiminin, diğer düzen partilerini de kendisine eklemlediği,  tek bir düzen partisi haline gelmesini kolaylaştırdı.

Erdoğan’ın yeni iç müttefiklerini birleştiren temel Kürt sorunuydu.  Erdoğan’dan üniter devlet yapısını bozmaktan şiddetle kaçınmasını, düne kadar kucak açtığı ve sahada mevzi kazanmalarına göz yumduğu  Kürt siyasetiyle ilişkisini derhal kesmesini, Kürt siyasetinin kazanımlarını sahada da ortadan kaldıracak cebri önlemlerin alınmasını onaylamasını;  dışarıda da, Suriye sorununda Rusya ve İran gibi ülkelerin safında yer almasını talep ediyorlardı. Astana’da Türkiye bu son şartı, fazla direnemeyeceğini bile bile bir takım kayıtlarla da olsa kabul etmişti.

“Kürt savaşı”yla geniş bir coğrafyada, üstelik de kent merkezlerinde, katliamlar gerçekleştirildi ve arkasından Kürt siyasetinin bütün akımlarına karşı anti-demokratik bir saldırı düzenlendi. Aydınları susturuldu. Böylece birinci grupta yer alan iç güçlerin beklentisi gerçekleşmiş oldu.  Ancak bu “barış hali” nin (!) sürdürülmesi için bu şartlara razı olmuş Erdoğan’ın iktidarda kalması gerekiyordu.

Tabii ona kendilerine dayanmadan duramayacağı kadar bir iktidar vermek istiyorlardı. Erdoğan’a, o zamana kadar unutmuş ya da ümidini çoktan kesmiş olduğu başkanlık  teklif edildi. Bir sivil darbeyle burjuva demokrasinin son kırıntılarını da silip süpürmesine destek verildi. Biraz ondan biraz bundan derme çatma, faşizan, otokratik bir idare şekli tesis edildi. Bu “güçlü yürütme” krizdeki sermaye sınıfının da çok işine geliyordu.

Dış politikada, bu doğrultuda, Rusya ve İran ile imzalanan Astana süreci devam ettirildi. Silahlı kuvvetlerin talebi, Rusya ve İran’ın onayıyla, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölümlerinde Türkiye’nin, esas olarak Kürt güçlerini hedef alan, ağza bir parmak bal çalma babında,  işgal ve operasyonlarına izin verildi.

Doğu Akdeniz’e tamamen yerleşmiş olan Rusya, Türkiye ile askeri ilişkilerini ileride (Türkiye için) bir bağımlılık  ilişkisine dönüşecek şekilde ve kendi güvenliğine hizmet edecek surette, geliştirmek için hamleler yaptı. S 400 bu hamleler arasında şu ana kadar en önemli olanıdır. Rusya’nın rakiplerini en çok bu hamlenin rahatsız etmiş olduğu görülmektedir. Çünkü bu Rusya’nın NATO’ya sızma girişimi olarak okunmaktadır.

Aralarında bir tür fiili işbirliği durumu söz konusu olan bu iç ve dış güçler için en önemli mesele Erdoğan’ın kontrollerinden çıkmadan iktidarını sürdürmesidir. Kuşkusuz bu anti-demokratik blok Türkiye burjuvazisi içinde kısmi bir desteğe sahiptir.

Gelgelelim, özellikle TÜSİAD’da örgütlenmiş ve en önemli özelliği Batı emperyalist sermayesiyle bütünleşmiş sermaye çevrelerinin, Erdoğan yönetiminin başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerini rahatsız eden bu 15 Temmuz sonrası açılımlarından, açık olarak dile getirmeseler de,  kaygu duydukları anlaşılabilmektedir.

Ancak genel olarak sermaye sınıfının, özellikle de onun en büyüklerinin, dünya kapitalist sisteminin neredeyse yüz elli yıldan beri içine girmiş olduğu durgunluk- finansallaşma-resesyon  döngüsünün son on yıldan beri giderek derinleşmesiyle, içine girdikleri borç batağı, hatta bir çoğunun fiilen batmış ya batmak üzere olması nedeniyle, devlete ve Erdoğan’a ihtiyaçları vardır. Bu yüzden aktif bir şekilde rahatsızlıklarını, kaygularını dile getirmekten sakınmaktadırlar.

Ekonomik olarak kırılganlaşmış Türkiye sermaye sınıfının Erdoğan ve onu kontrolleri altında tutan güçler karşısında hareket kabiliyeti iyice zayıflamıştır. Göbekten bağlı olduğu Batı sermayesiyle, Erdoğan ve çevresi arasında sıkışmış haldedir. Bu arada geçerken, “alt emperyalizm” hikayesine itibar etmemek gerekir.

Bu koşullar altında, Erdoğan ve ona hükmedenler bir kez daha sermaye sınıfından görece özerkleşme olanağı bulmuşlardır. Bir kez daha, çünkü gerileyen hegemonik gücün dünyada yarattığı çatışma ortamı, yer yer meydanın boş kalması, yeni manevra alanlarının yaratılması gibi, kalıcı olmayan sonuçlara yol açabiliyor. Bu bakımdan  bu hal de sürdürülebilir değildir. Nitekim, 31 Mart’ta ilk spektaküler işaret gelmiştir.

Emperyalizm çağında, özellikle içinde bulunduğumuz bu geç emperyalizm çağında, emperyalizme, NATO’ya dayanmayan bir faşizm tesisi, daha da önemlisi, bunun sürdürülebilmesi mümkün değildir. Bunu faşizmin klasik iki deneyiminde, İtalya’da ve Nazi Almanyası’nda da, sonraki deneyimlerde de açık bir şekilde görebiliyoruz. Türkiye’deki otoriter rejim, emperyalist hegemonya krizinin yaratmış olduğu paralel bir “güvenlik devleti” tarafından takviye edilen arkaik bir otokrasidir.

Faşist devlet, modern bir devlet biçimidir. Faşist siyaset, faşist ideoloji irrasyoneldir ancak faşizmin hemen hemen bütün devlet kurumlarının işleyişinde bir rasyonalite vardır. Faşizm irrasyoneldir, ancak onun “devlet aklı” için aynısını söylemek, önceki iki klasik örneği dikkate alındığında, isabetli olmayacaktır.  Rejimin  rasyonel işleyişi olan kurumları vardır. Bunu mesela Nazi Almanyası’nda en yetkin şekliyle tespit edebiliyoruz.

Türkiye’de tek bir adamın yukarıda değinmiş olduğum güçler tarafından ipotek altına alınmış  iradesi görünürdeki devlet içinde rasyonel kurumsal bir işleyişi  olanaksız kılmaktadır. Erdoğan’a önerilmiş ve kabul ettirilmiş başkanlık sitemi içinde bilindik burjuva devletinin gerek demokratik gerekse olağanüstü hal şartlarına özgü  olan  kurumsal yapılanması tasfiye edilmiştir. Bu bakımdan,Erdoğan’a bırakılmış kısmıyla devlet kurumları görünüşü kurtarmaktan öte bir işlevselliğe sahip değildir.

Bugün ülkemizde kurumsal bir devlet rasyonalitesinden söz edilecekse, bunu, en kritik kısmını askeriyenin oluşturduğu bir tür “paralel devlet” yapısına atfetmek gerekir. Erdoğan’ı kontrol altında tutmaya çalışan ondan görece özerk olan bu yapıdır. Erdoğan’ın onu kontrolü mümkün görünmemektedir. Tersi doğrudur.

Erdoğan “tam yetkili, partili başkan” olunca gerçek iktidara erişeceğini düşünmüş, ancak kendi konumunu zayıflatmış, partisi de dahil olamak üzere, kendisini devletin kurumsal dayanaklarından mahrum bırakmıştır. Adeta bir başına kalakalmış, kırılganlığı artmıştır. Bugün 2013 öncesindeki gücünün epey uzağındadır.

Öte yandan, Erdoğan’ın halk içinde, yine de ihmal edilmemesi gereken  karizmasını (Kof, erkini yitirmiş bir karizmadır artık.Tekrar kendisi için bir karizma haline gelmesi kabil değildir ) kendi politik amaçları için kullanan söz konusu paralel yapı,  ya da isterseniz,   “fiili devlet”  Rusya’ya dayanarak, müttefik ABD’den tavizler koparmaya çalışmaktadır.  Bu yapı için olası bir iktidar değişikliği  Ergenekon ve Balyoz davalarıyla başlatılan döneme geri dönüş olasılığını güçlendireceği için  kabul edilemezdir. Türkiye bugün el altından çıplak bir “güvenlik devleti” tarafından idare edilmeye çalışılmaktadır.

Bu bakımdan belediye seçimlerinin kaybedilmesine olan reaksiyonu sadece dar bir “arpalık” edebiyatı bağlamında değerlendirmek isabetli olmamaktadır. Süreci sadece buradan nemalanan bir takım “yandaş” kişi ve vakıfların kayıplarına indirgemek doğru olmaz. Halen Erdoğan’ı kontrolleri altında tutmaya çalışan söz konusu iki güç, Erdoğan’ın tam da şu sıralarda iktidarını yitirme olasılığından rahatsızlık duyuyor olabilirler.