Emperyalizmin komploları ve komplo teorileri I

Tarihte bir çok vak’a dolayısıyla gördüğümüz bir gerçek, ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesiyle birlikte oluşan toplumsal sorunların salgın hastalıkları; salgın hastalıkların da ekonomik eşitsizlikleri daha da azdırmakta olduğudur.

Her yolla sermaye biriktirme hırsının bir sonucu olarak yaygınlaşan mülksüzleştirme, yoksulluk, yoksunluk, demografik hareketlikik, insan doğa ilişkilerinin giderek anormalleşmesi…

Bu ilk kez olmuyor. Halk sağlığı tarihçileri, mesela, insanın ortaya çıkışından hemen hemen 1950’lerin başlarına kadar,en fazla can kaybına yol açan nedenin sıtma salgınları olduğunu kaydediyorlar.

Bu salgınlar aslında neden değil, sonuçtur. Salgınları ortaya çıkartan nedenleri, her zaman, insanların geçimleri, bunu temin etmek için birbirleriyle ve doğayla içine girdikleri üretim ilişkilerinde aramak gerekir. Bu bakımdan kendinden menkul bir halk sağlığı sorunu ve dolayısıyla çevre sorunu ilan etmek sorunları çarpıtmak anlamına gelir.

Tekrar olsun, salgınların kendi başlarına tarihleri yazılamaz. Salgınları tetikleyen toplumsal-ekonomik etkinlikler gözardı edilerek, onların neden ve sonuçları açıklanamaz. Bununla birlikte, salgınların “vesile” işlevi gördüklerini de belirtmek gerekir.

Sıtma dahil bir çok virüse bağlı hastalık tarımsal yerleşik düzene geçişle, özellikle de ormanların tıraşlanmasıyla birlikte, sık görülmeye başlamıştır. Yine mesela, en şiddetli şekliyle, Avrupa’da 14. yüzyılın ortalarına doğru görülen ve ilk dalgası 3 yıl kadar süren (1348-1351) veba salgını, Moğol saldırıları, işgalleri esnasında ve sonrasında ilk önce Asya’da patlak vermiş, denizaşırı ticaret, periyodik iklimsel değişimler(“global soğuma” çevrimine girilmesi), yaşanan ekonomik alt üst oluş, büyük kitlesel göçler eşliğinde, en çok Avrupa anakarasında (özellikle batısında ve kuzeyinde) olmak üzere, milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Sadece Avrupa’da nüfusun yüzde 31’nin bu veba salgını dolayısıyla hayatını kaybetmiş olduğu tahmin edilmektedir.

Salgın, feodal orta çağın fiilen kapanmasına vesile olmuştur. Yine mesela, salgın sırasında çok sayıda Latince diline hakim iyi yetişmiş din adamı ve din kadınının hayatlarını kaybetmesi, meslek olarak dinin sıradanlaşmasına; dinsel inancın sorgulanması, giderek dinin (din insanları da dahil olmak üzere) inananlar nezdinde itibarsızlaşmasına yol açtı. Bunların ikisi birlikte, daha sonraki Reformasyon’un ön koşullarının hazırlanmasında önemli bir rol oynadı.

Kapitalist-emperyalist dönemin tanık olduğu ilk en yaygın salgın, 1.Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ABD’den Avrupa’ya askerler tarafından taşınmış olduğu kaydedilen “İspanyol gribi” dir. Dalgalar halinde bir kaç yıl sürmüştür. Başlı başına bir emperyalist komplo olan savaşın yol açtığı toplumsal ve ekonomik yıkım koşullarında ortaya çıkmıştır. Yıkımın eşiğine gelen emperyalist sisteme zaman kazandırmış, dolayısıyla sistemin mevcut sorunlarının birikerek ertelenmesinde de rol oynamıştır.

“İspanyol gribi”, aktif erkek nüfusun önemli ölçüde hayatını kaybetmiş olması dolayısıyla kadın emek-gücünün öncelenmemiş ölçüde yoğun olarak devreye girmesine; yanı sıra, ilk etkili “sosyal devlet” uygulamasının, sağlık alanında acilen, Bolşevik Rusya’da yaratılmasına da vesile olmuştu.

Günümüzdeki vak’aya gelince, 90’lı yılların hemen başında 1946’da kurulan dünya düzeninin çökmesiyle birlikte (Geçerken, söz konusu dünya düzeni sadece sosyalizmle değil, esas olarak onun etkisiyle, kapitalist dünyada “sosyal devlet” ya da “refah devleti” uygulamalarının yürürlüğe sokulmuş olmasıyla da karakterize edilir) emperyalizmin mutlak dünya hegemonyası için yapmış olduğu hamlelerin etaplarını biliyoruz. Bu süreçte, bugünkü salgına yol açan virüsle akraba olan virüslerin yarattığı salgınları daha kısmi bir düzeyde görmüştük (Mesela yeni versiyonlarıyla, “domuz” ve “kuş” gripleri). O zaman da, ekonomi-politik gelişmelerin, toplumsal-ekonomik krizlerin nasıl bu salgınlarla birlikte seyrettiklerine tanık olmuştuk.

Toplumsal eşitsizliklerin, bugünlerde revaç gören bir tabirle, “pik” yaptığı şartların nasıl bu tür salgınlara yol verdiğini bir kez daha hep birlikte deneyimleyerek görmekteyiz.

Çözülen hegemonik emperyalist sistem, toparlanmak için saldırgan, işgalci hamleler, ekonomi-politik komplolar, yaygınlaşan, derinleşen yoksulluk, katliamlar, kitlesel göçler… Adeta bir yasa gibi.

Hayır, ekonomik bunalımı, savaşları, yoksulluğu, toplumsal eşitsizlikleri bu maruz kaldığımız salgın yaratmadı. Tersine, salgını bu kapitalist-emperyalist şartlar yarattı. Akşamdan sabaha değil elbette, hep birlikte içinde yer aldığımız bir süreç içinde. Salgın, hali hazırda işleyen bu şartların daha da ağırlaşmasına yol açtı.

Sistemin işleyişinin yol verdiği bu koşullar, hiç kuşkusuz, daha önceden de görüldüğü gibi, aynı sistem tarafından istismar ediliyor. Şimdilik tabii. Fiilen gerçekleşmiş çöküşünün ilanını ertelemek ya da geciktirmek için ekonomi-politik olarak kullanılıyor. Bunun için her türden baskıcı araçlara, maddi ve psikolojik her türlü baskılama yöntemlerine başvuruluyor.

Kitle psikolojisidir malum, denize düşen yılana sarılır. Şimdilik böyle. Sonrası içinse, hiç bir şeyin kendi kendisine değişmeyeceğini ısrarla vurgulamak gerekiyor. Öyle kıraathane muhabbeti mesabesinde, “artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, her şey çok iyi olacak” türü ezberlerin ötesinde, somut analizlere ihtiyaç var.

Gidişat, dünyanın, ya da isterseniz, kapitalist-emperyalist totaliterliğin giderek daha çok otoriter, saldırgan pratiklerle karakterize edileceği bir yöne doğrudur. Aşırı üretim krizi, emperyalist hegemonyanın sönüşüyle iç içe gerçekleşiyor. Sınıf savaşımının (belki de son 80 küsur yıldan beri öncelenmediği ölçüde) şiddetleneceği koşullara hızla evriliyoruz. Unutmayalım, emperyalizm sınıf savaşımlarının uluslararası ölçekte yoğunlaşmış halidir. Emperyalist savaşlar da öyle tabii.







İhvancı AKP rejimi Suriye’den çıkamaz

AKP rejimi 2011’den itibaren Suriye’de emperyalistler adına üstlendiği yükümlülükler sayesinde emperyalist siyasal bağlam içindeki hareket alanını genişletme olanağı bulmuştu. Hem iç bağlamını hem de emperyalist dış bağlamını Suriye üzerinden birbirine bağladı. Giderek iç içe geçmelerini sağladı.

Suriye, Türkiye’nin iç meselesi haline getirildi. Suriye’den çekilmek zorunda kalmak demek, veyahut, Suriye’den sürülmek AKP rejiminin çökmesi demektir. Nitekim, bu rejimin fiilen gerçekleşmiş çöküşü pek yakında Suriye sahasında ilan edilecektir.

Başka bir ifadeyle, Esad yönetimindeki Suriye Cumhuriyeti’nin zaferi Türkiye’deki rejimin göçüp gitmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’deki ihvancı rejim, Suriye’deki vekalet savaşının Türkiye’ye taşınmış olmasından sonra ortaya çıkan Gezi direnişinden itibaren çözülmeye başlamıştı zaten.

Aşağı yukarı aynı sıralarda, sadece Türkiye’deki siyasal yapının değil, emperyalizmin vekalet savaşına dahil olmuş diğer bölge rejimlerinin de çözüldüklerine tanık olmadık mı? Bu süreç halen devam ediyor.

Moskova’da bir silah bırakışması kararı alınmadı. Bir süre “ateş” kesildi. Bir “teneffüs” arası da denilebilir. Silahlar bırakılmadı yani. Mevcut hal içinde bırakılması da mümkün değil. Meşru Suriye devleti ülkesinin büyük bir kısmını kontrol ediyor olsa da, halen işgal altında bulunan bölgeler var.

Suriye sorunu, sahada ve diplomasi masasında, farklı şartların, silahlı veya silahsız farklı çatışma biçimlerinin karakterize ettiği farklı etaplardan geçerek epey bir zaman daha sürecektir.

Sürece bakıldığı zaman, sahadaki oyuncular arasında diğerleri aleyhine sürekli mevzi kazanan Suriye devleti ve bağlaşıklarıdır. Türk devleti olası yakın etaplardan birisinde Suriye sahasında tasfiyeye uğrayacaktır.

Suriye devletinin her kazanımı bölgemizde ve ülkemizde ilerici güçlerin önünü açmak gibi bir işleve sahiptir. Türkiye’deki gerici otokrasinin düşmesi, bölgemizdeki anti-emperyalist mücadeleye bir momentum kazandıracaktır. Hiç şüphesiz, ilerici güçler için değerli siyasal olanaklar yaratacaktır.

Suriye devleti ve bağlaşıklarının sahada ve masada izledikleri yol, Türkiye rejimi ve bağlaşığı cihatçı grupların kuzeye, Türkiye sınırlarına doğru sürülerek tasfiye edilmesi yönündedir. Cihatçılar söz konusu olduğunda, artık giderek netleşiyor, emperyalistlerin de göz yumacağı, bir toptan imha planlanmaktadır.

Şimdi Moskova Mutabakatı’yla, bir kez daha, Türk devletine sahada başarması mümkün olmayan roller dikte edilmiştir. Artık bu rol dikte etme inisiyatifi, ABD’nin sahada ve diplomasi masasında geriletilmesi, Rus uçağının düşürülmesi ve Rus büyük elçisinin öldürülmesinden sonra tamamen Rusya’nın eline geçmiştir.

Son antlaşmayla İhvancı rejimin “TSK”sı, Suriye devleti, ama daha çok da, önemli bir kısmı dar bir alana sıkışmış müttefiki cihatçılar açısından, lojistik ve ekonomik getirileriyle olmazsa olmaz öneme sahip stratejik bir coğrafyanın “çatışmasızlık” alanı olarak kalmasını temin etme yükümlülüğü altına girmiştir.

Namluların doğrultulduğu, ellerin tetikte olduğu çatışan taraflar için vazgeçilmez olan bir sahada çatışmazlık halini sürdürmek mümkün değildir. Sahada bulunan herkesin bunun farkında olduğundan da şüphe duymamak gerekir.

Bugün Suriye’deki ihvancı Türk rejimi, Suriye’den “barışçıl” bir şekilde geri çekilemez. Türk devleti bugünkü Suriye tablosunun oluşmasında ta başından önemli roller oynamıştı. Bunu yaparken de kendisini hep daha fazla bu soruna bağlamıştı. Şimdi de, kendi adına Suriye’den pay kapmak için kendi başına askeri hamlelere başvuruyor. Sahadaki gelişmeler ve oyuncular üzerinde dolaysız etkilerde bulunmaya çalışıyor. Bunu da, Türkiye içindeki muktedir konumunu sürdürebilmek bakımından zorunlu görüyor.

İhvancı AKP rejiminin Türkiye’deki muktedir konumu, Suriye’deki macerasına; Suriye’deki macerası, Türkiye’deki egemen konumuna bağlanmıştır. Artık bu ikisinin kılıç marifeti olmadan birbirlerinden kopartılması olanaklı görünmüyor. Bu kopuş Türkiye’deki rejimin de sonu olacaktır. Türkiye’deki rejim barış için geç kalmıştır. AKP rejiminin çökmesi bölge barışının ön şartı haline gelmiştir.

Rus diplomasisi

Suriye konusunda Rusya Türkiye’yi süründürme diplomasisi izliyor. Aslında Türkiye’nin Soçi Mutabakatı’na uymayacağını en başından biliyordu. İnanıyormuş gibi davranıp, Türkiye’nin mutabakatın gereklerini yerine getirmesi için sırtını sıvazlıyordu. Türkiye yapması gerekeni yapmayıp, oyalamalara başvurunca, yine alttan alıp, süre veriyor. Bu sırada da, bir yandan, Türkiye ile kendisi için çok avantajlı ekonomik işler çeviriyor; diğer yandan da, Suriye ordusuyla İdlip’e ortak bir harekat için hazırlık yapıyordu.

Zamanı geldiğine inandığında düğmeye bastı. Suriye ordusu İdlip üzerine yürüyüşüne tekrar başladı. Son bombalama olayıyla da, hem ekonomik olarak hem de askeri olarak ağır bir fatura mukabilinde, İdlip’te Türkiye’nin ve desteğindeki cihatçıların direncini kırmış oldu.

Bu yüzdendir ki, vak’a öncesinde yüksek perdeden atıp tutan AKP başı, Batılı kadim dostlarından da (iktidarın bekası için çok ciddi sonuçları olabilecek mülteci kartına rağmen) umduğu desteği alamayınca, ihtiyacı olan soluğu tekrar Rusya’da almak için harekete geçti.Daha Türkiye’nin beklenen askeri atağı öncesinde, Rusya dörtlü zirve konusunda isteksizliğini hissettirmişti zaten. Zirve suya düştü. “Dostum” Putin’den “pekiy haydi gel bakalım” vizesi çıktı. İş, tekrar baş başa görüşmeye kaldı.

Şimdi Rusya’dan muhtemelen, “şerefli” bir geri çekilme için zemin yaratması talep edilecek. Rusya da, kendisi ve Suriye yönetimi için en uygun koşullarla yeni bir plan önerecek. Buna göre Türkiye ve cihatçıları için tahminen, daha kuzeye, yani Afrin ve havalisine doğru, Türkiye sınırına çok yakın yatay bir hat boyunca konuşlanma söz konusu olacak. İdlip de, sessiz sedasız, daha fazla hır gür çıkarmadan boşaltılacak. Tabii bu içeriye, hep olduğu gibi, “Reis”in kestiği yeni bir “racon” olarak parlatılıp, sunulacak.

Ancak gerçeklik algısını çoktan yitirmiş AKP rejiminin sözlerini, taahhütlerini yerine getirmesi mümkün değildir. Biraz daha ileride, Türk devletinden son olarak tutunmaya çalıştığı o yerleri de terk etmesi istenecektir. Artık bir kere daha “seferberlik, sevkiyat” vs söz konusu olur mu, olabilir mi, bilemeyiz. Ancak böyle bir olasılığın gerçekleştirilmesi gündeme geldiğinde, hem ekonomi hem askeriye hem de, en ucuzundan da olsa, zafere muhtaç malum ahali için “kabak tadı” vereceği öngörülebilir. Üstelik o zamana kadar Türkiye devleti her tarafından akan defolarıyla daha da takatsiz bir görünüm sergileyecektir.

Rus uçağının düşürülmesi sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, arkasında kaliteli bir askeri organizasyon bulunan Rus diplomasisi, Türkiye’yi süründürmeye devam ediyor. En cömert davrandığı halde dahi sadece zaman veriyor, başka bir şey vermiyor. Buna mukabil ekonomik olarak, askeri olarak, diplomatik olarak devamlı alıyor. Sürekli mevzi kazanıyor. Kazanmış olduğu mevzileri tahkim ediyor.

Bazıları, Suriye’deki son kifayetsizliği “kurmay aklı” eksikliğinden muzdarip askeriye; ve “monşerler” den mahrum kalan hariciye ile izah ediyorlar. Yani “eski Türk devleti” ni özlediklerini ima ediyorlar. Bugünle geçmiş arasındaki sürekliliği görmüyorlar. Bugünümüzün o kurmay ve monşerlerin vaktiyle sarf ettikleri efor olmaksızın anlaşılamayacağını kabul etmiyorlar. Onların emperyalistlere ve NATO’ya sadakatlerinin bu ülkeye, bu ülkenin emekçi halklarına, ilerici aydınlarına nelere mal olduğunu görmek istemiyorlar.

Bir eski genel kurmay başkanı, (herhalde) NATO talimatıyla tıkıldığı hapisten çıkar çıkmaz, kanal kanal dolaşarak neden 2-3 yıl içeride tutulmuş olduğunu bir türlü anlayamadığını anlatıyordu. Oysa istenilen en kritik işleri bile yapmıştı. Bir başka general geçenlerde, “ABD ve Rusya niçin Suriye’de iseler, biz de onun için oradayız” vecizesiyle “kurmay aklı”nın en parlak örneklerinden birisine delalet eder şekilde, adeta devletin Suriye hamlesine, lafzen de olsa, siyasal ve askeri bir momentum kazandırmıştı.

TC devleti söz konusu olduğunda, askeri ve sivil kadrolarıyla, “FETÖ’cü olan” ve “FETÖ’cü olmayan ayrımı” anlamsızlaşıyor. İpleri aynı merkezin ellerinde olunca…

Son olarak, Tayyip Erdoğan’ın hakkını da teslim edelim. Daha önce sık sık yaptığına tanık olduğumuz söylemsel çıkışlarıyla, hem dincilere hem millicilere, (Türk ve Kürt) ulusalcılara hem de “demokrat” liberallere, “işte bu ya; beklediğimiz adam bu ya!” dedirtecek kadar ileri gittiği halde, adeta onların yüreklerinin yağını eritmiş olduğunu biliyoruz.

Şimdi de, İdlip savaşı etrafında yaptığı konuşmalarla aralarında muhalefetin, muhaliflerin de bulunduğu kesimlerde yaratmış olduğu heyecan, dini ve milli duygusal kabarış, takviye edilmiş “milli birlik” hissiyatı her türlü takdirin ötesinde.

Sevk ve İdare

Devrimler, yönetici sınıfın artık yönetme kapasitesini kaybetmiş olduğu koşullarda halk kitlelerinin acil bir talebi olarak ortaya çıkıyor. O zamana kadar egemen olan devlet kendi olanaklarıyla tıkanmışlığın üstesinden gelemiyor.

Kendi bekalarının derdine düşmüş yönetici sınıf bloğu halk sınıflarının taleplerini daha şiddetli şekillerde bastırıyor. Sürekli olarak kendi kurduğu hukuksal çerçevenin yetersizliğinden yakınarak, her seferinde içinde yer aldığı siyasal, hukuksal alanı giderek daha fazla daraltmak pahasına, bizzat yapıcısı olduğu hukuksal kodifikasyonları sürekli ihlal etme ihtiyacı duyuyor. Kendi hukukunu dahi tanımıyor.

Mafyatik örgütlerin bile kuralları vardır. Bugün Türkiye’deki mevcut devletin kurumları çökmüş olduğu için kuralları da yoktur.

Sistem tamamen kilitlenmiştir. Sürekli daralan bir alanda dönüp duruyor. Çıkış için kendisini uluslararası bağlamından kopartacak hamlelere başvuruyor.

Hiç kuşkusuz, her devrimci kalkışma yeni bir eşitlikçi, adil düzen, onun formu olarak, demokratik bir rejim talebinin spektaküler dışa vurumudur.

Devrimler yönetim sorunundan doğarlar. Yeni demokratik bir yönetim talebini yükseltirler.

Bugün Türkiye’de devrim en güncel sorundur. Mevcut düzen yapısının, onun jeo-ekonomi-politik kapasitesinin köreldiği, sürekli kendi içine doğru çekildiği halde daralan kamusal meşruiyet alanında, her geçen gün ulusal ve uluslararası çerçevede, sorunları ağırlaştırmak pahasına ayakta kalması kabil değildir.

Türkiye devleti ulusal ve uluslararası bağlamını, dolayısıyla meşruiyetini fiilen yitirmiştir. Ulusal ve uluslararası baskılar, saldırganlıklar yitmiş olanı geri getiremez. Bugüne kadar hiç bir yerde de tersi olmamıştır.

Bu çürümüş yapının içinden sanki yeni imiş gibi çıkacak, kendisine kolayca kol kanat gerecek emperyalist uluslararası bağlamla güven tazeleyecek bir hamleye izin vermemek devrimci bir görevdir.

Devrimci güçlerin, etnik ve dinsel ulusal saplantılarından kurtularak işçi sınıfı siyaseti etrafında olası devrimi sevk ve idare edecek merkezi ve yerel organlar; olası “ikili iktidar” koşullarında atılacak adımlar konusunda süratle kafa yorması, ön hazırlık yapması zarurettir. Bu bakımdan devrimci bir diyaloga ihtiyacımız var.

En son, Mısır ve Sudan örnekleri ortadadır. Aynı yanlışları yapmamak gerekiyor. Devrimi çaldıran devrimciler, en az çalanlar kadar sorumludur. Unutmayalım.

Uzatma dakikalarında son ataklar

Türkiye’deki mevcut rejim emperyalist BOP senaryosunun oyuncularından birisi olarak kurgulanmıştı. Buna göre, Orta Doğu’da emperyalist siyasetin planladığı doğrudan ve dolaylı savaşlarda, esas olarak, lojistik roller üstlendi. Kısacası, bu rejim emperyalist savaş planlarının parçası olarak yükseldi.

Söz konusu savaşın evreleri, etapları, ileri/geri hamleleri içinde zaman zaman yeni ayarlara maruz kaldı. Yine bu kararsız koşulların yarattığı boş alanlarda bazen kendi başına buyruk hareket edebileceği manevra olanakları buldu.

BOP stratejisinin Suriye’de tıkanması, alt edilmesi güç bir direnişle karşılaşması, bir yandan emperyalistlerin hesaplarını alt üst ederken; diğer yandan, akılcı hareket etme kapasitesi iyice körelmiş Türk devletinin sahadaki rakip güçler açısından giderek kontrolden çıkmasını da teşvik etti.

İdlip, Türk devleti için uzatma dakikalarının oynandığı saha haline geldi. Buna karşın, o hâlâ kendisinin bu senaryodaki rolünün tamamlanmış olduğunu kabullenemiyor. Kendisi için bir senaryo yazarak yeni bir oyun kurmak istiyor. Bu kez, güreşe doymayan mağlup pehlivan rolündedir.

Daha önce de bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu tür emperyalist proje rejimleri, proje duvara toslayınca ya da çökünce son hamlelerini yaparak, sahneden çekilmek zorunda kalıyorlar. Bugün aynısı, AKP ve Erdoğan rejiminin başına gelmektedir.

Şimdi bir yandan Suriye sahasındaki ABD müttefiki Kürt gruplarla temas ederek; diğer yandan, NATO ve ABD’yi harekete geçirerek, kendi çabasıyla yarattığı, giderek kendisini yuttuğunu da hissettiği girdaptan çıkmaya çalışıyor. Ne var ki, ortada bırakılmış olduğunu göremiyor.

Artık ne ABD-AB-S.Arabistan ve İsrail; ne de Rusya, İran ve Suriye Tayyip Erdoğan sonrasını sorunsallaştırıyor. Hepsinin nazarında Erdoğan için çok geçtir. Erdoğan sonrası hepsi için mevcut Türkiye siyasal yapısının sunduğu manzara içinde giderek netleşiyor. Bu netleşen tablo da hiç birisini (şimdilik) rahatsız etmiyor. Abdullah Gül’ün mesajının böyle bir okunuşu da mümkündür.

Gelgelelim, çarşı, pazar hesabının evdeki hesaba göre şaşabileceğini de ihmal etmemek lazım. Uzatmaları oynayan sadece Türkiye’deki rejim değil, 1946’da soluk almaya başlamış ama 1991’de soluğu tükenmiş, o zamandan beri sunni teneffüsle yaşatılmaya çalışılan dünya düzenidir.

Türkiye’deki mevcut rejimin bu şekilde, öngörüldüğü gibi, devre dışı kalması, ülkedeki halk kitlelerinin önündeki bir siyasal engelin aşılması ama daha çetin olanının yerine geçmesi anlamına gelir. Bu senaryoya göre gidene evet, ama gelene de hayır demek zarurettir.

Bugün AKP’nin maruz kaldığı bu sefil tablo, her şeyden önce, Gezi’nin ilanı gecikmiş zaferi olarak görülmek gerekir. Hiç bir ilerici toplumsal mücadele boşa gitmez. Gezi de boşa gitmemiştir.

Gezi daha bitmemiştir. Dünyaya baktığımızda, Gezi yönteminin giderek daha global düzeyde kabul görerek, yeni bir etaba girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Artık kapitalizmin, onun düzen siyaset ve siyasetçilerin halk sınıflarının en temel taleplerini karşılama kapasitesini süreğen bir hal olarak kaybetmiş olduğu bir devredeyiz.

Mesela, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile sistem, vasıflı olanlar da dahil, neredeyse çalışanların büyük çoğunluğu için -açık ya da örtük- bir “asgari veya düşük ücret kapitalizmi” haline dönüşmüş olmasına, bir çok aktüel vak’ada gözlemlendiği gibi, hemen hemen 19.yy çalışma koşullarını dayatmasına rağmen öznelerinin en temel “iş” taleplerini yanıtlayamıyor.

Bugün dünyanın en kalabalık ordusu, “yedek iş gücü” ordusudur. Bu orduya önderlik ederek dünyayı fethetmek en güncel devrimci sorundur.

Sınıf siyaseti

Son zamanlarda devrimci sosyalistlere de sirayet etmeye başladığını gözlemlediğim çok yanlış bir değerlendirme var. Yer yer Kemal Tahir’in gerici söylemini çağrıştırıyor. Buna göre, halkın büyük bir bölümü akılsız, zeka seviyesi gayet düşük. Ahlaksız, iki yüzlü, avantacı. Hatta lumpen proletarya karakteri taşıyor. Bu yığından bir şey olmaz. Bu akılsız, cahil halkla devrim falan olmaz deniliyor.

Önce şunu söyleyeyim: Devrim en akıl dışı siyasal toplumsal olayların başında gelir. Dolayısıyla büyük çoğunluğu akıllı, akılcı insanlardan oluşan toplumlarda devrim olmaz. Tarihsel devrim coğrafyalarına bakınız. Hepsinde, geri toplumsal ilişkiler içinde yaşayan, kahir ekseriyeti cahil ya da yarı cahil olan, dinselliğin ağır baskısı altında bulunan insanların nüfusun büyük kısmını teşkil ettiğini görürsünüz.

Yani akıllı, akılcı insanların nüfusun ağırlıklı kısmını oluşturduğu, akılcı, esnek toplumsal örgütlenme biçimlerini kurmuş oldukları yerlerde devrim olmuyor. Bütün büyük tarihsel devrimler bu saptamayı ampirik olarak doğrulamıyor mu? En azından bu da bir izah biçimdir.

Olup bitenden halkı sorumlu tutmanın, böylece onu “akıllı, aydın, ahlaklı” olanlarla; “akılsız, cahil, ahlaksız” olanlar şeklinde iki büyük bölüme ayırmanın hangi siyasal çizgi adına yapılıyor olursa olsun, hiç bir olumlu siyasal getirisi olamaz. Sadece bir takım tuzu kurular için tatmin aracı olur. Devrimci, ilerici hareketlerin hevesini kırmak gibi bir rolü olur. Aslında bu anlayış, malum liberal- kültüralist yaklaşımların negatif görünümlerinden birisidir.

Komünistler bu tür toplumsal tasniflere şiddetle karşı çıkarlar. Komünistler toplumları sınıfsal katmanlar halinde görürler. Sınıf öznelerinin geri konumlarını da yine sınıf konumuyla, sınıf ilişkileriyle açıklarlar. Emekçiler sınıfı için geri konumlardan kurtuluşun da ancak devrimci bir çaba ve kamusalcı bir toplumsal dönüşümle mümkün olabileceğini belirtirler.

Ekim Devrimi öncesinde ve sırasında Rusya halklarının yüzde 97’si okur yazar değildi. Cahildi. Ağır dinsel baskılar altında sorunlarının kaynağını ve çıkış yolunu doğru şekilde değerlendirebilecekleri kapasiteye sahip değillerdi. Nüfusun geniş kesimleri içinde ahlaki çöküş (dinin ağırlığının da katkısıyla) bir vak’a idi. Bu geniş kitleler her türlü akılcı toplumsal organizasyon olanağının, hava supaplarının ortadan kaldırıldığı, katı, baskıcı, adaletsiz bir rejimin taşıyıcıları haline getirilmişlerdi. O kadar ki, kendilerine ateş edilmesi için emir veren Çar’ın fotoğrafı önünde dahi yerlere eğiliyorlardı.

Sosyal bakımdan ne denli kötürüm olduğu malum olan Kemalist devrim bile miras aldığı son derecede geri toplumsal yapılara, zihniyete rağmen cumhuriyetin ilanını izleyen beş on yıl içinde ne kadar mesafe kat etmişti.

Bu örnekleri Çin’le, Küba’yla, Vietnam’la çoğaltmak mümkündür. Burada dikkat çekilecek nokta bu örneklerin hepsinde söz konusu geri yapıların, zihniyetin sosyalist ya da demokratik devrimci araçlar sayesinde tasfiye edilebilmiş olduğudur.

Devrimci sosyalistler olarak görevimiz halkların kendilerini sınıfsallık esasında akıl yürüten, sınıf mücadelesine dayanan bir siyasal metodolojiden hareket eden bütünlükler olarak görmelerini sağlamaktır. Onları kendileri için tek gerçek ve siyasal olarak anlamlı toplumsal bölünmenin ancak sınıf esasında olabileceğine ikna etmektir.

Tabii bunun için önce kendi kendimizi ikna etmeliyiz. Öncelikle söz konusu metodu kendimiz benimsemeliyiz. Lafla değil, uygulamayla. Şimdi okuyoruz, görüyoruz. Solun geniş bir kesiminde yine Kürt ve Alevi sorunu etrafında siyasal birliklerden, cephelerden söz ediliyor.

Daha doğrusu, sol örgütler kitleselleşme ihtiyaçlarını bu şekilde kolayca temin etmenin hesabını yapmaya devam ediyorlar. Şeklen ulusal sorun olarak nitelendirebileceğimiz bir sorundan da muzdarip olan Kürt ve Alevi kitleleri söz konusu ulusal sorunların temel sorunlar olduklarını öne sürerek yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Bir yanda Kürtler ve Aleviler; diğer yanda Kürt ve Alevi olmayanlar algısına hizmet edebilecek bu yaklaşımı kabul edemeyiz.

Devrimci sosyalist hareket bir Kürt ve Alevi hareketi değildir. Olamaz. Hiç bir etnisiteye ve dinsel gruba imtiyaz atfetmez. Biz sınıf hareketiyiz. İçerdiği öznelerin etnik kökeni, dini, ırkı ne olursa olsun biz emekçiler sınıfı adına hareket ederiz. Onların şeklen ulusal olan sorunlarına elbette kayıtsız kalmayız, ancak o sorunların siyasal olarak hareketimizi belirlemesine de izin veremeyiz.

Kürt halkının haklı talepleri değil ama işbirlikçi Kürt siyaseti Türkiye devrimci sol hareketine çok zararlar vermiştir. Devrimci sol hareketi etnik bir sorunun arabasına koşturmuş, Türkiye nüfusundan koparmıştır. Kürt bundizmi neredeyse bütün demokratik kitle platformlarını kat etmiştir. Bundizm işçi hareketinin ölümcül bir düşmanıdır.

Öte yandan, işbirlikçi Kürt ulusalcılığı, cumhuriyetin en başından itibaren hakim ideoloji olan işbirlikçi Türk-İslam milliyetçi ideolojisini azdırmıştır. Emekçi kitleleri, gençlik hareketlerini Türk-İslam milliyetçiliğinin ve onun bir varyantı gibi işleyen “ulusalcı” tabir edilen sol tandanslı popülist milliyetçiliğin manipülasyonlarına açık hale getirmiştir.

Aynı şekilde, yine kitleselleşme gayesiyle, solun diğer bir kesiminin Atatürkçülük edebiyatına başvuruyor olması da kabul edilemez. Atatürk cumhuriyeti Osmanlı monarşisine karşı büyük bir demokratik adımdı. Ömrünü tamamlamış feodal otokrasi yerine bir burjuva cumhuriyeti kurulmuştu. Değerli bir ilerici atılımdır. Ancak bir komünistin çıkıp “Atatürk seni çok özledik” mealinde laflar etmesini de anlayamayız. Kabul edemeyiz.

Sosyalist bloğun çöküşünden sonra burjuva tarih yazıcılarının, bazı vak’alarda, sol eğilimli görünerek tarihi revize ettiklerini görüyoruz. Daha doğrusu zaten var olan bir eğilime ivme kazandırmaya çalıştıklarına tanık oluyoruz. Bu bizde de oluyor.

TKP tarihi anlatılırken mesela, onun meşruti monarşist İttihat ve Terakki’nin bir uzantısı ya da devamı olduğu ima ediliyor. Böyle bir tarihsel revizyonu kabul edemeyiz. TKP kurucularının bir kısmının siyasal hayatlarının bir evresinde İttihatçı hareketin içinde bulunmuş olmaları böyle bir sonuç çıkartılmasını meşrulaştırmaz. İttihatçılığın başlangıçta otokrasi muhalifleri için bir tür çatı partisi ya da hareketi işlevi görmüş olduğu malumdur.

Bu tür siyasal vak’aların örnekleri çoktur. Mesela Rusya’da, RSDİP de işin başlarında benzer bir rol oynamıştı. Bir başka örnek bizdeki ilk TİP deneyimidir.

Buradan hareketle sonradan komünist harekete dahil olan özneleri, “bunlar vaktiyle İttihatçıydı diyerek” komünist hareketi onun devamı gibi göstermek açık bir revizyonist yaklaşımdır. Bırakınız komünistleri, benzer bir mantığı Kemalistler için dahi yürütemezsiniz. İttihatçılığı şöyle dursun, 1919 Mayıs öncesinin meşruti monarşi içinde kendisine yer arayan Mustafa Kemal’i ile 19 Mayıs sonrası Kemal Atatürk’ü siyasal olarak aynı kefeye koyamazsınız. 19 Mayıs’tan itibaren siyasal geçmişinden kopmuş burjuva cumhuriyetçi Atatürk devreye giriyor.

Aynı revizyon çabasını birinci TİP tarihi konusunda da görüyoruz. TİP’in “özgürlükçü Kürtler” ve “eşitlikçi Aleviler” in de hareketi olduğu algısı yaratılmak isteniyor. Kaş yapayım derken göz çıkarmamak lazım. Bunlara gerek yok. Bu yoldan kitleselleşme çabası sağlıklı değil.

Şimdi bakınız, leninist bir öncü çekirdeğe, partiye şiddetle ihtiyaç var. En öncelikli siyasal hedef bu çekirdeğin oluşturulmasıdır. Böyle bir parti kitleselleşmekten partiye üye kaydetmeyi anlamaz. Toplu üye kabul törenleri düzenleyip, yeni üyelere rozet takma ayinleri gerçekleştirmez.

Parti sadece bir program ve tüzük sorununa da indirgenemez. Parti merkezi bir önderlik etrafındaki örgütsel ve ideolojik birliği ve bağlarıyla, birleşik taktikleriyle tanımlanır. Bunlar bilinen şeyler.

Yine leninizmin bize öğretmiş olduğu gibi, parti kitleden değil, öncü savaşçılardan oluşur. Öncüyle kitleleri birbirine karıştırmamak gerekir. Parti derken her şeyden önce bir nicelikten değil, bir nitelikten söz ediyoruz. Öyle değil mi? Partilerde üye kayıt masaları oluşturmak, bu başarılı olduğunda, çok geçmeden partinin kitle içinde erimesine yol açacaktır. Böylece parti kitlelerin eğilimine göre yön tayin eder hale gelecektir. Öncülük yeteneği körelip, yok olacaktır. “Avrupa komünizmi” deneyimini unutmayalım.

Leninist partinin hedefi, geniş kitleleri üye kaydedip, partiyi kuru bir insan kalabalığı haline getirerek öncülükten feragat etmek değil, öncülükte ısrar edip geniş kitleleri yönlendirebilmektir. Esas olan ne miktarda üyenizin olduğu değil, ne miktarda kitleyi yönlendirmekte olduğunuzdur.

Öyleyse kitleyi örgütlemekten vazgeçip, kitle içinde örgütlenmeye bakalım. Leninist yöntem bunu gerektiriyor. Bu bakımdan odaklanılması gereken konu, sınıf ve kitle örgütleri içinde örgütlenmek, buralarda yer alan kitleleri yönlendirme kapasitesine sahip olmaktır.

Sabırlı olmak, sabırla çalışmak lazım. Kolaycılık devrimci bir tavır değil. Hem geç emperyalizme has bir ideolojik söylem olan liberal, relativist kültüralizme karşı çıkıyoruz. Hem de kitleselleşme gayesiyle etnik, mezhepsel mesajlar veriyoruz. Olmuyor.

Bildiğimiz dünyanın sonu

Ulusal ölçekteki toplumsal tarihsel gelişmelere, bir takım yöntemsel sorunlara neden olsa da, uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakmak zihin açıcı oluyor. Bunu yaparken içinde yer alınan uluslararası bağlamdan kopmamak ve belli koşullar altında uluslararası bağlamın imtiyazlı roller oynayabileceğini ihmal etmemek gerekiyor.

Böyle uzun süreli bir bakıştan hareketle süreklilik arz eden bir takım genel siyasal eğilimleri dönemler halinde tespit etmek veya ayırt etmek mümkün olabiliyor. Genel bir siyasal eğilimin başlangıcı olarak tespit edilen bir olayın özellikleri bir siyasal kültür halini alarak izleyen bir çok benzer tarihsel olayı tetiklemekle kalmıyor, onlar için paradigmatik bir anlam da kazanıyor. Bu sayede kendisinden çok sonra dahi cereyan eden siyasal olayları içinden kat’ediyor.

Örnek vermek gerekirse, Türkiye’de, üç aşağı beş yukarı, 1839-1939 yılları arasında kalan zamanı, çelişkileriyle, ileriye sıçrayış, geriye kaçış veya nispi denge halleri içinde, genel olarak, bir toplumsal ilerleme, veya devrimci kabarmalar dönemi olarak tespit edebiliriz. Söz konusu dönem boyunca bir başlangıç noktası olarak işaretlenebilecek Tanzimat olayı paradigmatik bir rol oynuyor. Benzer girişim veya kalkışmaların izledikleri siyasal metodoloji haline geliyor. Şöyle demek de meşrudur: Türkiye’de 1839 başlayan Tanzimat dönemi 1939’da tamamlanmıştır.

Türkiye’de Tanzimat hareketi, sağ ve sol versiyonlarıyla, sonraki bütün monarşist ve cumhuriyetçi reform ve devrim kalkışmaları üzerinde maddi ve manevi etkileriyle yaşayan başat bir siyasal kültür işlevi görmüştür. Osmanlı Tanzimatı’na her ne kadar Mısır’daki reformist gelişmeler vesile olmuşsa da, asıl itki Rusya ile rekabetten kaynaklanmıştır.

Bizdeki Tanzimat (çünkü benzerleri biraz daha sonra Japonya, Rusya ve İran gibi ülkelerde de görülecekti) genel bir uygarlık değiştirme programı olarak sunulur. Britanya-Fransa himayesinde ve kılavuzluğunda, devlet bürokrasisi önderliğinde kapitalist modernleşmeyi gerçekleştirme programıdır. Sonuçlarına bakarak bunun, işbirlikçi bir kapitalist düzen oluşturma programı olduğunu belirtmek gerekir.

Aynı şeyleri sağ ve sol kanatlarıyla izleyen diğer meşruti monarşist ve cumhuriyetçi programlar için de söyleyebiliriz. Kapitalist dünya ekonomisine, farklı görünümler içinde, (ama hepsinde) onun çevresinde yer alacak surette entegre olma programlarıydı.

Farklı kanatlarıyla birlikte her üçü de (Tanzimat, 2.Meşrutiyet ve Cumhuriyet) , bu ereği gerçekleştirmek için kültürel dönüşümleri öne çıkartıp, sosyal dönüşümü tedrici sorun olarak görüyorlardı. Yöntemsel olarak kültürel bir radikalizme öncelik atfediliyordu.

Bu üç deneyim içinde, hedeflenen amaçlar ve elde edilen sonuçlar bakımından en başarılı olanı elbette cumhuriyetti. Bu başarıyı sadece önderliğin kafasının netliği ve kararlılığıyla izah etmek eksik olur. İçinde bulunan dünya ve bölge koşulları, önderliğin bu netlik ve kararlılığının ortaya çıkmasını mümkün kılan zemini hazırlamıştır.

İttihatçılar ve itilafçılar kendilerini içinde buldukları dünya koşullarında, büyük bir savaş selinin önüne katıp süreklediği kadrolar haline geldiler. O karambolde sürüklenip, yitip gittiler. Cumhuriyetçiler savaş selinin geri çekildiği koşullarda, selden geri kalanlar üzerinde yükseldiler.

1923, uluslararası bağlamı itibarıyla, Lozan’dan önce Paris Konferansı’nın çocuğudur. Paris ( ya da Versailles) olmazsa, Lozan da olamazdı. Bu bakımdan, Kemalistlerin dolaylı şekilde de olsa savaş halinde bulunduğu İngiltere-Fransa ittifakına yakın olmaları bir paradoks olarak görülemez. Uzun süreli bir tarihsel perspektiften baktığınızda, Türkiye Tanzimat’tan beri o ittifaka ya dahildir. Ya da dahil olmak istemiştir. Yani kendisini hep o dış bağlama ait görmüştür.

Paris’te kurulmuş dünya düzeni 1939’da fillen sona ermişti. 1940’da söz konusu konferansın yapıldığı şehrin Nazi Almanyası’na teslim olmasıyla hukuken de sona erdi .

Paris’te ortaya çıkan dünya düzeninin sürdürlemeyeceğinin işaretleri zaten daha erken bir zamandan itibaren geliyordu. Kemalistler de savaşın soluğunu 30’ların başlarında hissetmeye başlamışlardı. Savaşın olası tarafları da aynı sıralarda hemen hemen belli olmuştu. Nazi Almanya, İngiltere-Fransa ittifakı ayrı ayrı, 30’lu yılların ikinci yarısında, cazip kredi vaatleriyle Ankara’yı yanlarına çekmek için yarış halindeydiler. Sovyetler de, yaklaşan savaş öncesinde, etrafını sıkıca tahkim etmek için mevcut iyi ilişkileri konsolide etmek gayretindeydi.

Kısacası, Ankara’da diplomatik trafik hızlanmış, Ankara’nın pazarlık kabiliyeti de artmıştı. Artık kendisini yalnız görmüyordu. SSCB ile ilişkiler ekonomik olarak memnuniyet verici olsa da, siyasal dolayımları Ankara tarafından yük ya da engel addediliyordu. Sovyetler’e artık 20’lerde, 30’lu yılların ilk yarısında bakıldığı gibi olumlu bakılmıyordu.

İleride 1946’dan itibaren izlenecek yol, daha Atatürk’ün sağlığında, bizzat onun önderliğinde döşeniyordu. Celal Bayar tercihi yeni ulusal ve uluslararası siyaset ihtiyacından doğmuştu. Ankara emperyalist Batı’yla entegrasyon çabasındaydı. Öyleyse, Bayar tercihini restorasyon döneminin başlangıcı olarak okumak da mümkündür.

Bayar’ın başbakanlığı SSCB’yi rahatsız etmişti. İnönü cumhurbaşkanı seçilince, Meclis’te oylama oturumunu izleyen diplomatik sıralarda abartılı sevinç gösterisinde bulunanlar sadece Sovyet temsilcileriydi. En karamsar olanlar ise Alman, İngiliz ve Fransız temsilcilerdi. Yani o zaman, İnönü Sovyetler’e yakın biri olarak görülüyordu.

Burada, İnönü’nün seçilmesi sonrasında Komünist Enternasyonal dergisindeki bir yazıdan küçük bir alıntıyı aktarmak istiyorum : “İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra Alman faşizmini huzursuz kılan olaylar oldu. Birincisi, Bayar hükümetine son verildi. İkincisi, CHP yönetiminden sağcı ve faşist dostu unsurlar uzaklaştırıldı. Üçüncüsü, yeni meclis seçiminde bu sağcı ve faşist ajanlar milletvekili seçilemediler. Dördüncüsü, belli bir basın özgürlüğü sağlandı ve Bayar’la eski İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın yandaşları devlet örgütünden uzaklaştırıldı” (Yakın tarihimiz, Milliyet Gazetesi Tarih ve Kültür Eki, Fasikül 4: 1980: sayfa 69)

Bu noktada küçük bir not olsun : İsmet Paşa’nın başbakanlıktan alınmasında önemli bir rolü bulunan SSCB ile “dostluk” ilişkilerinin ve Bayar devrindeki “soğukluk” döneminin de mimarı sayılan dış bakan Tevfik Rüştü Aras, onun cumhurbaşkanı seçilmemesi için de çok çalışmış olan bir figürdü. İstenen restorasyonun veya entegrasyonun onun liderliğinde gerçekleştirilemeyeceğini öngörüyordu. Muhtemelen Atatürk de farklı düşünmüyordu.

Uzatmayalım. 1923’de kurulan “Atatürk Cumhuriyeti” fiilen 1939’da dönüşüm geçirecekti. Artık emperyalist Batı’yla hep arzu ettiği ama bir türlü uygun fırsatı bulup da gerçekleştiremediği entegrasyonu gerçekleştirmek isteyen bir “yeni” bir cumhuriyet arayışı vardı. Arayışın lideri biraz daha erken bir zamandan itibaren bizzat Atatürk idi. Cumhuriyet devriminin restorasyonu Atatürk’ün sağlığında, Bayar’ın başbakan olarak atanmasıyla başlar. Dünya kapitalizmine entegrasyon için restorasyon zorunluydu. Türkiye’nin 2.D.Savaşı’ndaki sözde tarafsızlığını bu yeni siyasal açılımla birlikte düşünmek gerekir.

Yani İnönü Atatürk’ün 1937’den itibaren bariz hale gelen anti-Sovyet ama Britanya-Fransa yanlısı dış politikasını sürdürecekti. Zaten başka türlü de iktidarı tutamazdı. Savaş başladığında, Sovyetler’le dayanışma, taahhüt edilen hilafına, gerçekleşmedi. Tarafsızlık şiarı altında tam tersi yapıldı. Geçerken, savaş sonrası SSCB’nin Türkiye’ye Boğazların statüsü konusunda kendi lehine düzeltmeler yapılması için baskı yapmasını bu çerçevede okumak gerekir.

1945 yılında, 1919’da Paris’te ( ya daVersailles’da) aksak doğmuş dünya düzeni, bu kez Yalta’da, gözden geçirilerek yenilendi. Bizim 1946’daki 2.Cumhuriyet Yalta Konferansından çıktı. Türkiye, Anglo-Amerikan emperyalizmine entegrasyon yoluyla yeni kurulan dünya düzenine adapte oldu.

Şimdi deniliyor ki, “Tayyip Erdoğan 1923’te kurulan Atatürk Cumhuriyet’ini yıktı”. Onu bile buna inandırdılar. Adam kendisinde öyle bir keramet görmeye başladı. Oysa, Tayyip Erdoğan türü ne bir şey yıkabilir ne de bir şeyi kurabilir. Erdoğan ne 23’ü ne de 46’yı yıktı. İkincisi zaten birincisinin inkârından çıkmıştı. 1946’daki 2.Cumhuriyet, Yalta nizamının çökmesiyle birlikte çözüldü ve çöktü. Tayyip Erdoğan onun siyasal enkazı içinden çıktı.

Tayyip Erdoğan yıkmadı. Zaten yıkılmış olanı ganimet haline getirip, yağmaladı. Deniliyor ki, “yıktı, ama yerine yeni bir şey kuramadı”. Kuramaz. Yeni bir dünya kurulmadan, Türkiye’nin ne olacağını kestiremiyoruz. Çünkü böyle bir düzenin kurulmasında, bugünkü haliyle Türkiye senaryo yazabilecek, senaryo yazımına katkıda bulunabilecek konumda değildir.

Tekrar olsun, Erdoğan 45′ te tesis edilmiş olan dünya düzenin yıkıntılarından yükseldi. Bugüne kadar süren hareket kabiliyetini de, bu düzensizliğin neden olduğu manevra alanına borçludur.

Bu arada, reformist solcuların “Türkiye, 1950’den itibaren DP hükümetleriyle birlikte gericileşti” iddiası eksiktir. 1949’daki Türkiye, 1950’dekinden daha az gerici değildir. 1960 darbesinden sonra Türk devletinin ilericileştiği iddiası da doğru değildir.

Darbeden sonra kurulan İnönü hükümetleri, Menderes’siz, Bayar’sız DP kabineleri gibidir (Tıpkı 12 Mart ve 12 Eylül’den sonra kurulan hükümetlerin Demirel’siz AP hükümetleri olması gibi) . Dahası, devletin emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının talepleri doğrultusunda, gericiliğinin tereddüde yer bırakmayacak şekilde konsolide edilmesi için yeniden örgütlenmesi NATO’nun 27 Mayıs darbesi sayesinde olmuştur. Devletin en stratejik kurumlarında büyük tasfiyeler, bazı ilerici kurumların işlevsizleştirilmesi bu sayede gerçekleştirilmiştir.

27 Mayıs’ın öteki NATO darbelerinden farklı olarak ilerici bir görüntü vermesinin en önemli nedeni şudur: Menderes-Bayar’ın izledikleri ekonomik ve kültürel politikalar, kentli işçi ve kentli orta sınıfın demokratik tepkilerine yol açmıştı. Kentli işçiler, aralarında, asker-sivil memurların, öğretim elemanları ve öğrencilerin, serbest meslek sahiplerinin, gazetecilerin de bulunduğu kentli orta katmanların demokratik taleplerle başkaldırıları, protestoları, hükümetin düşmesini isteyen büyük sermaye sınıfının bu enerjik kesimlerle geçici bir ittifakını gerekli kılmıştı. Bu yüzden darbeden hemen sonra bu kesimlerin bir kısım ilerici talepleri yerine getirilmişti. Aksi halde darbe, büyük çoğunluğu kırsal olan ve DP’yi destekleyen nüfus karşısında gayet dar bir toplumsal tabana dayanmak zorunda kalacaktı. NATO ve yerli büyük sermaye sınıfı bu riski göze alamazlardı.

Ancak bu kenti işçi ve orta katmanların şikayet ve taleplerinin darbenin nedeni olarak görülmemesi gerekir. Nedeni değil ama, etkileriyle ya da bir etken olarak, vesilesi olmuştur. Darbenin birbirine bağlı ya da iç içe iki nedeni vardı: (1) Menderes-Bayar’ın izledikleri popülist ekonomik politikanın sürdürülür olmaktan çıkıp iflas etmesi, hükümetin büyük bir devalüasyon ve moratoryum ilanıyla işbirlikçi finans-kapitali zarara uğratması. Kentli kitleleri yoksullaştırması. Hükümetin rasyonel ekonomik politikalar uygulama kapasitesini yitirmesiyle oluşan ekonomi-politik güven bunalımı. (2) Ekonomi-politik bakımdan kırılganlaşmış Türk devletinin İran’da, Doğu Akdeniz’de ve genel olarak Arap coğrafyasında, Afrika’da ilerici hareketlerin mevzi kazanmaya başlamalarıyla kritik bir evresine girmiş olan soğuk savaşta, DP hükümeti yönetiminde, emperyalist siyasal talepleri yerine getirebilme yeteneğini kaybetmiş olmasıdır. Hükümetin bu durumunu kabullenmeyerek kontrolden çıkması, kendi başına hareket etme eğilimleri göstermesidir. Emperyalistlerin, o koşullarda, bu tür davranışları tolere etmeleri kabil değildi.

1939’dan itibaren girilen dönem en uzun gericilik dönemi olarak- artık yıkıntılar içinde de olsa- halen devam etmektedir. Sorun, Yalta’da kurulan dünya düzeninin 1991’de çökmesiyle birlikte, 1919-1939 arası dönemdekine benzer aksak, sürdürülmesi olanaklı olmayan, kararsız, tekinsiz, kaotik bir “ara dönem” den geçiyor olmamızla alakalıdır.

Türkiye içinde yer aldığı her dünya düzeni söz konusu olduğunda, “TSK partisi” de dahil, her zaman tek bir “düzen partisi” tarafından yönetildi. 1923’ten sonra da, 1946’dan sonra da, halen de…

Dünyadaki uzun süreli büyük dönüşümler tek vuruşta gerçekleşmiyor. Reel koşulların dayattığı doğrusal olmayan etaplardan geçiyor. Şimdi de yeni bir dünya düzenine ihtiyaç var. Dayatıyor. Etapları katediliyor. Bölgesel savaşlar, yaygınlaşmış terör, ticaret savaşları, ekonomik yaptırımlar, ambargolar, yeni Bretton Woods taleplerini yükselten BRICS gibi ittifaklar, renkli devrimler, rejim ihraçları, askeri darbeler. Sürekli derinleşen toplumsal eşitsizliklerin ve meşruiyet erozyonunun teşvik ettiği, bütün coğrafyaları kat’etme eğiliminde olan büyük kitlesel ayaklanmalar. Bu koşullarda oluşan kontrol dışı alanlar, kontrol edilemeyen bölgeler. Vekiller marifetiyle zaman kazanma… İşler giderek daha da karmaşık şekilde düğümleniyor. Kılıca ihtiyaç olacak mı, şimdi soru budur.

Yuvaya dönüş

Daha önce bir kaç kez Türkiye’nin 15 Temmuz kalkışması sonrasında Rusya-Suriye-İran eksenine meyletmesinin geçici taktik bir zaman kazanma hamlesi olduğunu belirtmiştim. Bugün gelinen noktaya baktığımızda, Türkiye için artık stratejik olarak ait olduğu kampa geri dönüş vaktinin geldiğini anlıyoruz.

Son günlerde ABD’deTürkiye’ye yaptırımlar uygulanması için yapılan girişimlerin muhtemelen sınırlı ama Türkiye’den yeni tavizler koparmaya yönelik sonuçları olacaktır. ABD, Türk devleti ve Erdoğan’ı özdeşleştirmez. Erdoğan’ı feda edebilir ama Türk devletiyle iplerini koparmak istemez. Türkiye sermaye sınıfı aksi bir olasılığı dahi büyük bir infialle karşılar.

“Barış Pınarı” harekatı, Rusya ve ABD’nin belli rezervler ve tabii belli ödünler karşılığında onay vermesinden sonra gerçekleştirildi. Rusya ve Suriye en kârlı ülkeler oldular. Özellikle “kadim düşman” Rusya Türkiye’nin, Kürtlerin de hak iddia ettikleri coğrafyayı içeren, en uzun güney sınırlarına yerleşmiş oluyor. Böylece Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’deki konumunu takviye ediyor.

Geçerken küçük bir not olsun. Rusya’nın Batı emperyalizminin militarist, işgalci, bölge halkları için hiç bir ekonomik gelecek vaat etmeyen, tersine onların yaşam koşullarını sürekli ağırlaştıran, istikrarsızlaştıran hegemonik yöntemleri karşısında, güvenlik ve istikrarı gözeten hamleleri, Batı emperyalizminin geriletilmesiyle başarılabilecek Çin’in emperyal planları bakımından da büyük önem arz etmektedir. Çin’în devasa ekonomik projelerinin uygulanabilmesi açısından (mesela büyük sermaye ihracının taşınacağı hat da olacak İpek Yolu Projesi) Rusya’nın şimdiye kadar sahada başarıyla test edilen askeri kabiliyeti giderek daha büyük bir önem kazanıyor. Batı emperyalizmi karşısında, onun kendi sistemi içinden, en azından erken evresinde, “kollektif ” olarak yaftalanabilecek, yeni türden kapitalist emperyalist bir odak (Çin-Rusya) doğmaya çalışıyor. Mevcut emperyalist sistem bu doğumun gerçekleşmesinde ebe rolü oynamayı sürdürüyor.

Kapitalist-emperyalist sistemin, operasyon bölgelerinde, zor araçları, askeri yöntemler kullanarak yoksunlaştırılmış insanları ait oldukları topraklardan, köklerinden koparması, onları Avrupa gibi çekici bir alana doğru başı boş insan sürüleri gibi sürmesinin daha radikal sonuçları olacaktır. Bunu 16 yy’da, feodalizmin gün batımından itibaren yoksunlaştırılmışların ait oldukları topraklardan başı boş sürüler halinde sürülmesiyle kıyaslamak mümkündür. Ancak bu kez süreç daha global bir ölçekte, mevcut kapitalist emperyalist sisteme tehdit oluşturacak surette, daha hızlı işliyor.

Tekrar “barış pınarı” na dönelim. ABD de istediklerini büyük ölçüde aldı. Yüksek bir maliyetle kontrol etmeye çalıştığı coğrafyanın feda edilebilir olduğunu hesapladığı kısımlarını terk edip, hem ekonomik hem de stratejik açıdan daha kıymetli gördüğü bir alandaki varlığını takviye etmiş oldu. Kürt güçlerle ilişkisini ya da stratejik ortaklığını , daha dar bir sahada da olsa, yenilemiş oldu. Gereksiz gördüğü yüklerden kurtuldu.

Türkiye de küçük denebilecek bir “teselli ikramiyesi” ile yetinmek zorunda kaldı. Bugünkü Türkiye rejimi özellikle dış siyasetinde neye, nereye elini atsa, bir bumerang haline dönüştürüyor. Suriye’de de aynısı oluyor. Her hareketi, harekatı kendi hareket alanını daraltıyor. Elinin kolunun daha sıkı bağlanmasına yol açıyor.

Bütün bunlar olurken, cihatçı maşalarından öyle kolay kolay feragat etmeyecek olan ABD, İŞID’i, farklı format içinde de olsa, yeniden yapılandırmak için harekete geçti. İddia edilenin aksine, Türkiye’nin bilgisi ve yardımları dahilinde, örgütün lideri El Bağdadi’yi, Türkiye’nin büyük ölçüde kontrolü altında, Türkiye sınırına çok yakın bir yerde, üstelik de Türkiye’ye geçmek üzereyken intihara zorladı. Bu olayı Türkiye’nin el-Bağdadi’yi ABD’ye teslim etmesi şeklinde okumak da mümkündür.

Zaten bu olayı izleyen saatler ve günlerde, Bağdadi’nin yakın adamlarının, aile mensuplarının Türk güvenlik güçleri tarafından arka arkaya yapılan operasyonlarla, bir çoğu Türkiye’de olmak üzere, ele geçirildiğini medyadan izledik. İzlemeye de devam ediyoruz. Türk devleti, adeta eliyle koymuş gibi, “eşkiyayı inlerinde” yakalıyor. Erdoğan’ın ABD ziyareti öncesinde bu tür operasyonların hız kesmeyeceği tahmin edilebilir.

Kısacası, ABD ve müttefikleri tarafından yaratılmış olan El Kaide’nin içinden yine aynı güçler tarafından çıkartılmış olan İŞID’ in, NATO emperyalizmi için yerine getirdiği misyon tamamlanmıştır. Yerini yine aynı cihatçı havuzundan derlenecek başkaları alacaktır. Türk devleti de buna uygun hareket etmeye çalışıyor.

Türkiye’nin Suriye’de, iddiasının hilafına, sürekli mevzi kaybettiğini göreceğiz. ABD çıkarlarıyla daha uyumlu hale gelecektir. Genel olarak Suriye sorunu etrafında, “Astana Süreci”; özel olarak İdlip sorunu etrafında, “Soçi Mutabakatı” en azından fiili olarak işlerliğini yitirecektir. Zaten “barış pınarı” vesilesiyle ittire ittire yürütüldüğünü gördük. Türkiye’nin Suriye topraklarında, kendisiyle Suriye arasında tampon teşkil edecek bir cihatçı ülkesi yaratması mümkün değildir. Suriye ordusunun yakında başlaması muhtemel İdlip harekatıyla Türkiye sınırına yığılması beklenen cihatçıların sınırın Suriye tarafında yerleştirilme planları gerçeklikle uyuşmamaktadır. Öte yandan, bu cihatçıların Avrupa’ya geçmemesi için de Türkiye’ye her türlü baskı yapılacaktır. İhalenin Türkiye’ye kalması güçlü bir olasılıktır.

İşbirlikçi Türkiye devletinin sürekli derinleşen ekonomik ve siyasal krizi, bu krizden ayrı düşünülemeyecek, devleti idare edenlerin isimleriyle anılan yolsuzluk iddiaları, devletin emperyalist baskılar ve yönlendirmeler karşısında kırılganlığını iyice arttırmıştır. Rejimin daha fazla teslimiyetçi davranması kaçınılmazdır. Ekonomiyi çevirmek için her ay 25 milyar dolardan fazla bir meblağa ihtiyaç olduğu söylenmektedir. Türkiye’ye bu meblağı, dayatacağı ekonomi-politik şartlarla, ancak IMF temin edebilir.

Dünya kapitalizminin ve onun bir bileşeni olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu derinleşen kriz , sadece bir ekonomik kriz olarak değil, global ölçekte, içeride ve dışarıda giderek güçlenen toplumsal-siyasal meşruiyet bunalımları olarak da görülmek gerekir. Bu şartlarda uygulamaya konulan ve konulmak istenen bilindik acil reçetelerin toplumsal protesto ve ayaklanmalara yol açması kaçınılmazdır.

Türkiye’de sürekli erozyona uğradığını gören mevcut rejim, toplumsal tabanını yeniden toparlamak için bir yandan, “beka” naraları atmakta, Suriye’nin toprak bütünlüğüne kast eden girişimlerini sürdüreceğini ilan etmekte; diğer yandan, başından beri birlikte olduğu eski ortağı Gülen çevresiyle ilişkilerini restore etmek istemektedir. Bu çevrenin medyadaki tetikçilerinden bir kısmının tahliyeleri bu sava destek teşkil etmektedir.

Gülen çevresine her zaman Tayyip Erdoğan’dan daha yakın olmuş Abdullah Gül ve A.Davutoğlu gibi figürlerin AKP’nin dışında siyasal oluşumlar yaratma girişimleri hayli zayıflamış Erdoğan’ın böyle bir restorasyondan medet ummasında etken olmuştur. Bu ve benzeri hamlelerin devamının geleceği tahmin edilebilir.

Suriye macerası

Suriye’de Esad’ın zaferi netleştikçe Türkiye’deki rejimin çöküşü de kaçınılmaz hale gelecekti. Bu biliniyordu. Suriye yönetimi zafer yolunda emin adımlarla ilerleyişini sürdürüyor. Bu durum ABD’nin başını çektiği emperyalist güçleri kaygılandırıyor. Onların en başından beri işbirlikçisi olan Türkiye’yi paniğe sevk ediyor.

Türkiye, bir yandan, parçası olduğu emperyalist güçlerin askeri olarak gerilediği, tereddüt ettiği ve bölgesel Kürt güçleriyle ittifak kurduğu;diğer yandan, Suriye-Rusya-İran ittifakının ilerlediği koşullarda, siyaseten maruz kaldığı olumsuzlukların (mesela 15 Temmuz kalkışması) zorlamasıyla, Şam yönetiminin bağlaşığı olan Rusya ve İran’a yanaşarak zaman kazanmaya çalıştı. Esad yönetiminin bütünsel başarısını geciktirmeye gayret etti. Halen de bu yolda bir çıkmaz içinde çırpınıyor.

Esasen AKP rejiminin üzerinde yükseldiği siyasal koşullar 2013’ten itibaren hızla değişmeye başlamıştı. Sonrasında AKP rejimin içinde bulunduğu iç ve dış siyasal bağlam çözüldü. Dış bağlamda kaygan, tereddütlü, karasız durum; içeride, iktidara talip bir siyasal heyetin ortaya çıkmaması, ağırlaşan ekonomik koşullara rağmen rejimin sürmesini temin etti. Türkiye sermaye sınıfı AKP’nin alternatifini yaratamadı. Devrimci sol güçler de Gezi yenilgisinin, sonrasında Kürt savaşındaki hezimetin anlaşılır olumsuz etkilerinden henüz sıyrılamadılar. İçerideki siyasal durumu, Suriye tezkeresi görüşmeleri öncesinde dün, en veciz şekilde, M.Akşener ifade etti : “Bugün ülkede tek partiyiz” (meali “hepimiz AKP’liyiz” olabilir).

AKP öncelikle Orta Doğu coğrafyasına yönelik emperyalist savaş planlarının yapıldığı koşullarda bir proje partisi olarak kurgulandı. BOP çerçevesinde üstleneceği roller dolayısıyla emperyalistler ve işbirlikçi Türkiye sermaye sınıfı tarafından teşvik edildi. Bölgemizde planlanan ve uygulamaya konulan emperyalist savaşın ihtiyaçlarından doğdu. Şimdi emperyalizmin Suriye’de kaybettiği bu savaşın sonucunda tarih sahnesinden çekilmeye hazırlanıyor.

Kimsenin kuşkusu olmasın, Türkiye devletinin asıl ya da en öncelikli derdi Suriye’deki Kürt güçler değildir. Meşru Suriye yönetimidir. Esad rejimidir. Kürtler, gerici Türk devletinin iç politika gereği olarak kullandığı sahte bir gerekçedir. Zaten emperyalistler, öncelikle kendi kamu oyları nazarında, cihatçıların yerine daha makul, daha inandırıcı bir araç olarak kullandıkları Kürtleri, öyle kolay kolay Türk devletine harcatmazlar. Emperyalistler Türkiye’nin tamamen Rusya’nın etkisi altına girmesini de istemiyorlar. Onu Esad’ın üzerine itmeye çalışıyorlar. Yapamadıklarını Türk Devletine yaptırmak istiyorlar.

Rusya da bu emperyalist niyetleri okuyarak, Türkiye’nin “terör” kaygularına kayıtsız kalmadığını göstermek istiyor. Zaten en başından beri ABD’nin Suriye’deki varlığını Türkiye için tartışılır hale getirmeye çalışıyordu. Türkiye ve ABD arasındaki görüş ayrılıklarında, Türk tarafına destek vererek, hem Türk kamu oyunu kazanmak hem de ABD’yi zor duruma düşürmek istiyor. Kürtleri Şam’a yakınlaştırarak, halen Suriye’nin kuzeyindeki ABD varlığını zayıflatmaya çalışıyor. Türkiye’nin bu son girişimini bu bakımdan belli kayıtlarla destekliyor.

Özcesi, AKP rejimi ABD ve Rusya’nın onayı olmadan böyle bir operasyona girişemezdi. Her iki güç belli kayıtlarla bu operasyona onay vermiştir. Yoksa, Türk devleti kendi başına bölgede racon kesecek bir konumda değildir. Bugün özellikle ABD ve müttefikleri tarafından yapılan açıklamalar, Türkiye’ye operasyonun sınırları konusunda baskı yapmak içindir. Hatırlatıcı oluyorlar.

Muhtemelen Türkiye bölgesel Kürt güçleriyle ciddi bir çatışma içine girmeyecektir. Türkiye sınırına pek yakın bir alanı istila ederek beslediği cihatçıları Suriye yönetimi üzerine salmak için fırsat kollayacaktır. Muhtemelen ABD yönetimine de bunun işaretlerini göndermiştir. IŞİD’in anahtarını bu amaca hizmet etmesi için devir almaya razı olmuştur.

Bu arada Türkiye’nin bu işgal hamlesi sonrasında, Suriye’nin kuzeyinde 450 km uzunluğunda, 30 km derinliğindeki bir hat boyunca, ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıları yerleştireceği tampon işlevi görecek kentler (“cihatçı kentleri” demek isteniyor) inşa edeceği iddiası da, her şeyden önce, gülünçtür. Akılsız bir iddiadır. Aynı zamanda bu iddiasıyla Türkiye devleti Suriye’ye yönelik işgalci, kolonyalist niyetlerini de açığa vurmuş oluyor.

Türkiye, Rusya- İran ittifakı içinde daha fazla kalamaz. Zaten bu stratejik bir ittifak değil, taktik bir manevraydı. Rusya söz konusu olduğunda, başka biçimlerde ve bağlamlarda, bu tür taktik hamleleri daha önceki on yıllarda da bir kaç kez yapmıştı.

Suriye sorunu şu ya da bu şekilde, artık ötelenmesi sürekli zorlaşan şartlarda, kurumlarını, kurumsal aklını ve işleyişini işleyişini hemen hemen yitirmiş Türkiye devletinin çözülmesini kaçınılmaz hale getirecektir. Bunun ilk işareti iktidarı ve muhalefetiyle bütün bir siyasal yapının tasfiyesi olacaktır.

Türkiye Orta Doğu’da, Suriye’de rüzgar ekti. Ekmeyi de fütursuzca sürdürüyor. Fırtına biçecektir. Bundan kaçış olmayacak. Vaktiyle, dar siyasal, askeri anlamında da olsa, anti-emperyalist bir savaşın galibi olarak Hatay’ı adeta bir ödül gibi almıştı. Şimdi emperyalistlerin bağlaşığı olarak dahil olduğu ve kaybettiği savaşın faturası önüne konulacaktır

Son olarak, bir noktaya daha dikkat çekmek isterim. İslamcı rejimlerin hiç bir şekilde rasyonel davranma kapasitesi bulunmuyor. Zaten islamcı akıldan korkar. Karanlık için ışık neyi ifade ediyorsa, İslamcı için de akıl onu ifade eder. Bu hal, onları kullanan emperyalistler açısından hem avantaj hem de dezavantaj teşkil ediyor. Sürekli kontrol altında yönlendirilmeleri gerekiyor. Bu da zor oluyor. Pahalı sonuçları olabiliyor.

Mesela Cemaat, Ergenekon, Balyoz vb emperyalist operasyonların sahadaki uygulayıcısı olarak,akıl dışı, duygusal, tutarsız uygulamalardan kaçınamadı. Hınçlarına, öfkesine, baskın rövanşist eğilimlerine, mezhepçiliğine hakim olamadı. Süreci eline yüzüne bulaştırdı. Onun ortağı olarak sahneye sürülen AKP de Tayyip Erdoğan önderliğinde, benzer davranış biçimlerini sergilemeye devam ediyor. Onun akli hareket etmesini beklemek ahmaklıktır.

Notlar, Uyarılar III

1)Seçim yenilgisi sonrasında, partisinin bölünme olasılığını da dikkat alan Erdoğan’ın iktidarını güçlendirmek için yeni bir hamle yapması beklenmelidir. Olup biteni elbette pasif bir şekilde izlemeyecektir. Seçim öncesinde işaretini verdiği “Türkiye ittifakı” temasının altını doldurmaya çalışacaktır. Bunun için hazırlıklarını da çoktan yapmış olmalıdır. Erdoğan sadece bir vitrin değişikliğiyle bu emeline ulaşamayacağını gayet iyi bilmektedir. Muhaliflerine doğru atacağı oltanın yemini zenginleştirecektir. “Türkiye ittifakı” hikayesi G-20’de, Erdoğan’ın Trump’la yapması beklenen görüşme sonrasında S-400 tartışması etrafında çıkması muhtemel sonuca göre daha güçlü bir şekilde işlenecektir. Bunun için Erdoğan’ın kendi yetkilerinden bir miktar feragat etmesi dahi beklenmelidir. Bir şey vermezse, bu ittifak işi olmaz çünkü. Vereceği de, güçlendikten sonra tekrar geri alacağı dişe dokunur olmayan şeyler olacaktır. Buna hazırlıklı olmak lazım. Öncelikle partisinin bölünmesini önlemeye yönelik adımlar atacaktır. “Tek adam”lıktan feragat ediyormuş gibi, demokratik albenisi olan temaları işleyecektir. Yine bu çerçevede, partisi içinde eleştiri konusu olan MHP ile olan ilişkisinde daha mesafeli davranacak, Kürt siyasetine yakınlaşmaya çalışacaktır. Elbette bunların hepsini kendisinin ve ailesinin bekası için yapacaktır. “Beka” dan başka bir şey anlaması mümkün değildir.En önemli derdi de, bu bekadır. Bu hamlelerinde ne kadar başarılı olacağı muhaliflerinin tavrına bağlıdır.

2) G-20’de, S-400 konusunda zaman kazanmak en önemli çabası olacaktır. Trump’dan olası CAATSA uygulamasını yetkisi çerçevesinde ertelemesi için ısrarcı olacaktır. Muhtemelen Rusya, S-400’lerin yıl sonuna kadar ertelenmesi olasılığına göre hazırlığını yapmıştır ( Bu arada, G-20’deki S-400 görüşmesi öncesinde, Suriye Ordusu ve Türk ordusu arasında İdlip de meydana gelen çatışma da manidardır) . Trump’ın en azından ekonomik yaptırımları bir müddet için erteleyebileceği beklenebilir. Bu yaptırımların başta AB ekonomisi olmak üzere giderek durağanlaşan dünya ekonomisine de zarar vereceği açıktır. Esasen, bu koşullarda hem ABD, hem de Rusya zamana oynuyorlar. Trump’ın ABD’de önümüzdeki yıl yapılacak başkanlık seçimi öncesinde bir hır gür çıkmasını istemediği izlenimi edinilmektedir.

3) Türkiye’nin, Doğu Akdeniz’deki son gelişmeler de düşünüldüğünde, çok geçmeden, “kürkçü dükkanı” olan NATO’ya tekrar, onun koşullarıyla, dönmesi beklenmelidir. Zaten oradan ayrılmış da değildir. Kendi çapında şantaj yapmaktadır. Türkiye’nin Nato’ya tekrar biat etmesi, Suriye ile savaş riskini arttırır. Ne olursa olsun Türkiye, Suriye’de dahil olduğu boyundan büyük işlerin faturasını halen ödemekte olduğundan daha ağır bir şekilde ödeyecektir. Türkiye’yi on yıllar sürebilecek ağır ekonomik sorunlar ve siyasal istikrarsızlık beklemektedir.

4) Kim Türkiye’de ne yapmak istiyorsa, sermaye sınıfı, emperyalistler, Rusya, “Atlantikçiler”, “Avrasyacılar” şu bilinmelidir ki, yapılmak istenen her neyse, onun Tayyip Erdoğan ve AKP ile yapılması mümkün değildir. Aksi halde, daha en başından yanlış bir tercih yapılmış olacaktır. Erdoğan ve AKP ile ne emperyalizm adına siyaset, ne de “vatan” adına siyaset olur. Onlarla ne “demokratik cumhuriyet”, ne de “faşist cumhuriyet” olur. Onun yakında atacağı oltaya takılmak, ona bir süre daha suni teneffüs yapmak anlamına gelecektir.