6’lı Muhalefet gerçekten iktidarı arzuluyor mu?

Kendi siyasal rejimini yaratmış, onun belirlemiş olduğu kuralsızlıkları, kurduğu rejimin hukuksal çerçevesinde dahi yasa dışı olan uygulamaları AKP-MHP 6’lı masaya, hatta HDP’ye dahi kabul ettirip, meşrulaştıran AKP-MHP iktidarının, dış bağlamının da katkısıyla temin etmiş olduğu serbest hareket alanında, gayet elastik ve gerektiğinde hızlı davranma yeteneği karşısında muhaliflerin, tam tersine, hantal bir görüntü verdikleri açıkça görülüyor.

Bu tabloya bakarak, AKP-MHP’nin iktidarı çok arzuladığı ama karşısındakilerin, en azından, aynı şiddette bir iktidar arzularının bulunmadığını söylemek meşru oluyor.

İktidar, rejim olmanın sağladığı olanakları ve araçları kullanarak siyasal gündemleri belirleyebiliyor ya da çarpıtabiliyor. Ani hamleler yaparak muhaliflerini gafil avlayabiliyor. Bırakınız halkı, muhaliflerin dahi kafalarını karıştırabiliyor. Politikasızlıklarını gözler önüne serebiliyor. Bu arada, asıl tartışılması gereken, asıl gündem olması gereken konuların tartışılmasını önlüyor.

“Altılı Masa’nın adayı kim olacak” sorusu etrafındaki tartışma iktidar tarafından sürekli körükleniyor. O da yetmiyor, bu aday belirleme sürecine son İmamoğlu olayında da görüldüğü gibi, doğrudan müdahil oluyor. Bütün bunlar, muhalefet tarafından manda trene bakar gibi izleniyor. Bu bakışın kaynağı, ta başından beri taşınan siyasetsizlik ve muhalefetin kendisini gereksiz ve anlamsız bir hantallık içerisine sokmuş olmasıdır.

Altılı Masa’nın kompozisyonu nedeniyle giderek gericiliğe yaslanması, gerici politik konumlardan medet umması, onun sağlıklı düşünmesini, öngörülü hareket etmesini engelliyor. Değişim bekleyen, arzulayan kitlelerde bir heyecan yaratamıyor. Tersine, karamsarlığın daha da büyümesine yol açıyor.

Evet, ülkede bir iktidar sorunu yakıcı ölçüde var. Ancak aynı ölçüde bir muhalefet sorunu da var. Bunu saptamamız gerekiyor. Bugüne kadar “dönemeç” ya da “eşik” değeri ya da anlamına sahip hemen hemen bütün momentlerde muhalefet siyasal bakımdan bir çoğu vahim olarak görülebilecek yanlışlar yapmıştır. Yapmayı da sürdürüyor.

Son günlerde görüyoruz, üst üste darbeleriyle iktidar rakiplerini adeta abondone etmiştir. Muhalefet gardı düşmüş bir boksörün durumundadır.

Bu halden çıkması için sokakta kitlelerle buluşması, aşağıdan bir hareketlenmeyi başlatması gerekir. Böyle bir niyeti elbette yoktur. Muhalefet ancak kitlelere dayanarak siyasal inisiyatifi ele alabilir. İktidarı buradan hareketle sıkıştırabilir. Hareket alanını daraltabilir. İktidar arzusu, kitlelerin değişim arzusuna önderlik edildiğinde somutlaşır.

AKP-MHP rejiminin planları var. Altılı Masa’nın bir planı dahi yok. Bu çok açık.

Bütün bunlara rağmen açık olan bir başka konu da, şu işaret edilen olası Altılı Masa adaylarının herhangi birinin Tayyip Erdoğan karşısında kazanma şansının yüksek olduğudur. Bu koşullarda dahi muhalefet ayak sürüyor izlenimi vermektedir.

Bugün muhalefet “adaylık” tartışması etrafında gündem oluşturacaksa, en ivedi konu, Altılı Masa’nın adayı değil, AKP-MHP’nin adayıdır. Tayyip Erdoğan’ın kendi yaptığı anayasaya göre, kendi başına, fesih yoluyla alacağı bir erken seçim kararında dahi, bir kez daha aday olması olanaklı değildir. Bu halde aday olması anayasal suçtur. Eğer muhalefet, söylediği gibi bir “centilmenlik” (!) yaparak bu suçu görmeyecekse, o suçun ortağı olur.

Böyle bir girişim kimseyi şaşırtmamalıdır. Çünkü bu muhalefet daha önce bir çok kez AKP’ye bu gibi durumlarda el uzatmış, böylece onun önünü açmıştı. Onun işlediği suçlara ortak olmuştu.

Son olarak, Türkiye’de son 170 yıllık modernleşme, demokratikleşme mücadelesi kendisini en çok anayasa mücadelesi şeklinde dışa vurmuştur. Bizzat CHP de bu mücadeleden doğmuştur. Kökleri oradadır. Bunun bilincinde olarak hareket etmesi beklenir. Edebilecek mi? Sanmıyorum.

Tekrar olsun, iktidarın ve muhalefetinin ipleri aynı egemen güçlerin ellerinde. Bunu hiç ihmal etmeyelim.

Yenikapı Ruhu’ndan Saraçhane Ruhu’na

Bir önceki yazımda, Tayyip Erdoğan’ın karşısında görmekten en çok çekindiği adayın İmamoğlu, karşısında görmeyi en çok istediği adayınsa Kılıçdaroğlu olduğunu söylemiştim. Beklediğim gibi, Tayyip Erdoğan İmamoğlu’nu saf dışı bıraktı. Bunu yapacağının ilk işareti Kaftancıoğlu’nun yine Tayyip Erdoğan yargısı tarafından devre dışı bırakılmasıydı.

Şimdi deniliyor ki, “efendim asıl hedef Kılıçdaroğlu’dur. Onun adaylığı engellenmek istenmiştir. Maksat belediye olanaklarını ele geçirmek, olası seçimlere öyle girmektir”.

Bakınız, eğer bir siyasal mücadele içindeyseniz, mücadele içinde olduğunuz kişi ya da grupların siyasal aklını iyi analiz etmeniz gerekir. Rakiplerinizin karşısına onlarınkinden daha donanımlı, daha cevval bir akıl koymak zorundasınız.

Tayyip Erdoğan’ın karşısına hiç bir zaman böyle akıl çıkartılmadı. Onun içindir ki, malum muhalifler ruhlar dünyasında, Erdoğan’ın arzuladığı şekilde, dolanıp duruyorlar. Halen Erdoğan’ın karşısında yarışacak adayı kendisinin belirlemek istediğini göremiyorlar.

Bu gelişmeler Tayyip Erdoğan’ın gerçekten iktidar olduğunun göstergelerdir. Rakiplerinin eylemlerini yönlendirdiği, belirlediği sürece de bu iktidarını sürdürecektir.

Tayyip Erdoğan, İmamoğlu’nu engelledi. Mansur Yavaş’ın aday çıkartılacağını gördüğünde onu da engelleyecektir. Bunu yapma olanakları ve kudreti var.

Oysa muhalifleri halen “yok efendim, istinaftan döner, yok mahkeme süreci uzar” gibi gerçekten ahmakça akıl yürütmelere devam ediyorlar. Tayyip Erdoğan’ın müttefiki Perinçek’in “hukuk siyasetin köpeğidir” uyarısını duymazdan geliyorlar. Erdoğan yargısının arasıra hiç bir önemi olmayan bazı hakaret davalarında, gayet zekice, Erdoğan aleyhine karar vermesinden etkilenip, “bu ülkede halen yargıçlar var” nidalarıyla mastürbasyon yapıyorlar. Buradaki manüpülasyonu dahi göremiyorlar.

Elbette muhalefetin bu iktidarsızlığı basitçe onun akli kapasitenin zayıflığıyla izah edilemez. Burada söz konusu olan, iktidarı alma iradesinin gerçekten oluşmamış olmasıdır. Muhalefet iktidar arzusuna sahip olduğunun göstergesi olacak somut adımlar atamıyor. Öte yandan, kurduğu ittifaklar da onu bu arzudan iyice uzaklaştırıyor.

CHP’nin İYİP ve HDP ile ittifakı akıllıca bir hamle olurdu. Öbür ıvır zıvır hepsi gerici partilerin ittifaka dahil edilmesi muhalefeti olduğundan daha fazla hantallaştırmıştır. Zaten hayli mütevazi olan siyasal aklını daha da köreltmiştir. İYİP, HDP’ye karşı görünüyor, ama bariz şekilde desteklediği İmamoğlu aracılığıyla HDP ile temasa da karşı çıkmıyor. Eğer İYİP iktidarı gerçekten arzuluyorsa, HDP yokmuş gibi davranamaz.

Bugün itibarıyla, Tayyip Erdoğan’ın olası bir seçimdeki rakibini kendisinin belirlemek istediği iyice anlaşılmış olmalıdır. Belediye olanaklarını kullanmak için bu operasyonu yapmış olduğunu düşünmek isabetli değildir. O ancak bir yan kazanım olabilir. Tayyip Erdoğan muhalefeti dizayn ediyor. Bunu yapabilmek için etkili araçlara da sahip. Erdoğan’ın bu son operasyonunu Kılıçdaroğlu’nun olası adaylığını gölgeleme hamlesi olarak görmek saçmadır. Daha önce de söylediğim gibi, Erdoğan rakip olarak Kılıçdaroğlu’nu istiyor. Onun önünü açmaya çalışıyor. Onu aday yapmakta 6’lı Masa’dan daha erken davranmıştır.

“Kara Harekatı” Olacak mı?

Türkiye, ABD ve uydularının 2011’de başlattıkları Suriye’ye yönelik saldırı sonrasında siyasal olarak yeni bir mecraya sürüklenmiştir. O tarihten itibaren Türkiye giderek istikrarsızlaştırılmış, devletin kurumsal yapısı çözülmüş, egemen bir devlet olarak varlığı sorgulanır hale gelmiştir. Büyük Haziran ayaklanması, birbirini izleyen terör eylemleri, askeri darbe ve sivil darbe girişimleri, sınır-ötesi operasyonlar ülkedeki kaotik durumu sürekli derinleştirmiştir.

Suriye sorunu etrafında yazmış olduğum en erken yazılarda, Afganistan sorununa entegre edilmiş Pakistan bağlamında Türkiye’nin deneyimlemesi olası gelişmelere işaret etmiştim. O zaman, Afganistan sorununa sahada aktif ama reel siyaset anlamında pasif konumda bir devlet olarak dahil olan Pakistan’ın egemen bir devlet olma niteliğini yitirmiş olduğunu, sürekli derinleşen bir istikrarsızlık içinde debelenip durmakta olduğunu belirtmiştim.

Pakistan siyaseti giderek bu Afgan bataklığı içinde yaşamaya adapte olmuş, hatta o bataklığın dışında bir yaşam biçimini adeta olanaklı görememiş, o kadar ki, bu bakımdan eleştirel olanları “vatan haini” olarak suçlamaya kadar işi vardırmıştır. Bugün Pakistan’a egemen olan siyasetin halen en genel sonuçlarıyla bu bataklıktan nemalanmakta olduğu açıktır.

2011’den itibaren (başlangıçta farkında olmadan) Türk devleti yazgısını Suriye sorununa bağlamış oldu. AKP, Türkiye’yi Avrupa ülkesi yapmak vaadiyle iktidar olmuştu. Bu sorun etrafında Türkiye’yi tam bir Orta Doğu ülkesi haline getirmiş oldu.

Devlet giderek aktif bir lojistik merkez, siyasal karar yapma anlamında, pasif bir oyuncu olarak kendisini bu soruna adapte etmiştir. Temel olarak bu sorunun yarattığı koşullarda kendisini yeniden dizayn etmiştir. Bütün bu süreç elbette pürüzsüz bir işleyişle yaşanmamış, çatışmalı, ileri ve geri hamlelerle yürütülebilmiştir.

Süreç içerisinde AKP’nin Cemaat’le yapmış olduğu koalisyon çökmüş, bu koalisyon devrinde dışlanan, hedef haline getirilmiş olan kendilerini milliyetçi-ulusalcı ya da kemalist olarak tanımlayan, esasen eski rejimin siyasal-ideolojik bakiyesinden oluşan gruplarla zorunlu bir koalisyon kurulmuştur.

Bu arada, Türkiye’deki siyasal rejimin toplumsal tabanı zaman içerisinde sürekli daralmaktadır. Kendisini sürdürebilmesi olağan koşullara dönüşle olanaklı değildir. Sürekli “olağanüstü hal” içinde, sürekli teyakkuz halinde sürdürülebilmesi mümkün olabilir. Suriye bataklığı rejimin kendisini yeniden üretebilmesi bakımından varoluşsaldır.

Türkiye 2016’dan itibaren hem ABD’nin hem de Rusya’nın Suriye sorunu etrafındaki taleplerini bu iki güç tarafından kabul edilebilir, hoş görülebilir sapmalarla yerine getirmektedir. Yani halen bu iki güç için işlevseldir. Büyük sermaye grupları bakımından da anlamlı bir rahatsızlık nedeni değildir.

Rejim bir seçim baskısı altında Suriye’de bir “askeri başarı” dan medet ummaktadır. Böyle bir başarının garanti olmadığı bir durumda, seçimi ertelemek de yine bu Suriye sorunu etrafında olanaklı görülmektedir. Yani seçimi kazanmak ya da ertelemek Suriye sorunu ile bağlantılandırılarak mümkün olacaktır. Olası bir seçim kaybı ise rejim için sonun başlangıcı anlamına gelir.

Suriye’yi havadan bombalamak yetmez. Bu daha önce de bir çok kez yapılmıştı. Bir kara harekatı ve seçimleri öne almak, bu sırada da, yurtdışındaki dayanaklarından temin ettiği paraları içeride dağıtmak şeklinde bir hesap var.

Bunun olabilmesi için öncelikle ABD ve Rusya’nın onay vermesi lazım. Ancak böyle bir onayın riskler içerdiğini de görmek gerekiyor. Yani sınırları iyi belirlenmiş alanlarda bir kara harekatına izin verilse de, sahada işler beklendiği gibi gitmeyebilir. Gelişmeler, Suriye devletiyle, kuzeyindeki Kürt yönetiminin birlikte Türkiye’ye direnmelerine yol açabilir. Bu olasılığın Türkiye’ye dönük yıkıcı etkilerinin olacağı açıktır.

Böyle bir mecraya gidiş olasılığı ihmal edilmemelidir. Bu koşullarda en dinamik toplumsal ve siyasal güçlerin iktidarı almak olanağı ortaya çıkacaktır. Böyle bir siyasal odağın oluşturulması devrimci sosyalistler için ivedi bir görevdir.

Beklenen oldu

İstiklal Caddesi patlamasından sonra Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta ne zamandır beklenen operasyonu başlatıldı. İstanbul’daki patlama bir vesile oldu. İstanbul’daki patlamanın devlet içindeki güçler tarafından planladığı, görmek isteyenler için açıktır. Patlamanın hemen ardından başlatılan bu operasyonla hem rejimin dayandığı mevcut koalisyonun sürdürüleceği hem de seçimlerin, eğer yapılırsa, ne pahasına olursa olsun kazanılacağının işaretleri gayet açık olarak verilmiştir.

Zaten AKP rejiminin kat ettiği etaplar içinde bu rejimin operasyonlarıyla oluşturulmuş olan “muhalefet” bir kez daha, ama bu kez HDP’yi de kapsamına alarak yönetimin yanında hizaya sokulmuştur. Önce Demirtaş üzerinden HDP’ye olta atılmış, ardından oldukça acemice ya da aceleyle hazırlananan patlama senaryosu devreye sokulmuş, gelişmelerle ilgili sorgulamalara meydan verilmeksizin askeri operasyona girişilmiştir.

Daha önce de bir çok kez belirtmiş olduğum gibi, bu rejim emperyal bir savaş stratejisinin oyuncusu olarak dizayn edilmişti. Bütün siyasal yolculuğu emperyal savaşların gösterdiği güzergah üzerinde, zaman zaman yoldan çıkma eğilimleri gösterse de, devam etmiştir. Ediyor.

Türkiye’deki yönetim, Suriye ve Irak’a istikrar gelmesini istemez. Yaratılmasında çok önemli bir rol oynamış olduğu Irak ve özellikle Suriye’deki mevcut bataklıktan besleniyor. Bu son bombardıman için hem ABD ve hem de Rusya’nın yeşil ışık yakmış olmaları, her iki ülkenin de mevcut rejimin, Tayyip Erdoğan liderliğinde sürmesini istedikleri şeklinde yorumlanabilir. En azından halen bu anlayışta oldukları düşünülebilir.

Öte yandan, muhalefet “aday” tartışmalarıyla meşgul edilirken, iktidar bir dönem daha devam edebilmek için yolu döşemektedir. Aday demişken, Saray tarafından en çok arzulanan adayın Kılıçdaroğlu, en çekinilen adayınsa, içeride büyük sermaye, dışarıda ABD ve İngiltere ile ilişkileri dolayısıyla İmamoğlu olduğu izlenimi ediniliyor.

Son olarak, Rusya’da Ekim 1917’deki devrim, Çin’deki, Vietnam’daki, Küba’daki devrimler bu ülkelerin devrim öncesinde fiilen çökmüş olan ekonomi-politik yapılarını, sosyalist bir anlayışla yeniden oluşturarak bu ülkelerin daha sağlam toplumsal temeller üzerinde varlıklarını sürdürmelerini sağlamıştı. Aynısı dolaylı olarak, Rusya’daki devrime tutunmuş Kemalist devir Türkiye’si için de söylenebilir.

Araştırılacak olursa, bu ülkelerin hiç birinde mevcut kurumsal yapılar ve bürokrasi tamamen ilga edilmiyor. Dahası, devrimci süreç içersinde mevcut bürokrasinin zaten reel bir arayış içindeki en yurtsever kesimleriyle dirsek teması halinde olunuyor. Bu durum özellikle Ekim 1917 ve Mayıs 1919 sonrasında gayet net olarak görülebiliyor.

Bugün de devlet içindeki yurtsever güçlerin bu sermaye sınıfına dayanarak, bu uluslararası emperyal bağlam içinde kalarak ülkeyi kurtaramayacaklarını, tersine daha da batıracaklarını görmeleri gerekiyor.

İstiklal Caddesi’nde patlayan bomba

Yayın tarihi kamil

Bugün Türkiye’deki siyasal rejim ilk kez bir AKP-Gülen Cemaati koalisyonu olarak inşa edilmeye başlandı. Bu koalisyonda AKP toplumsal desteğine, Cemaat ise devletin asker ve sivil bürokrasisi içinde sahip olduğu güce dayanıyordu. Ta başından, iki tarafın da ” köprüyü geçinceye kadar…” anlayışıyla yaptıkları siyasal hesaplar olduğu malumdu. Hiç şüphesiz bu koalisyon için ortamı ve tarafları hazırlayan, yönlendiren ABD ve Avrupa’daki uydularıydı. Değişen dış taleplerin baskısı altında iç gerilimleriyle giderek zayıflayan bu koalisyon Gezi Ayaklanması ile birlikte çöktü. AKP siyasal iktidarı tek başına kontrol etme yolunda hızla adımlar attı. Ancak Cemaat’in devlet bürokrasisindeki ağırlığı hâlâ sürmekteydi.

Cemaat esas olarak ABD’deki neo-conların kontrolündeydi. Onların AKP rejimini hizaya getirme arzularıyla, Cemaat’in tamamen tasfiye edilmemek için hamle yapma kararı 15 Temmuz kalkışmasını yarattı.

AKP bu kez, 15 Temmuz darbesinin bastırılmasında rol almış olan milliyetçi güçlerle koalisyon kurmak zorunda kaldı. Cemaat’in yerini bu milliyetçi güçlerin temsilcisi olarak davranan MHP aldı. AKP yine toplumsal desteğini koz olarak kullanıyor. MHP ise askeriye ve polisteki, kısmen sivil bürokrasideki gücüne dayanıyor.

Bu koalisyonun dış bağlamı eski koalisyonun dış bağlamından biraz farklıydı. AKP, bütün popülist gevezeliklerine rağmen ABD ve NATO çizgisine sadık ; MHP ve etrafındaki milliyetçi güçler ise ABD ve NATO’ya bağlılığı savunsalar da, özellikle Kürt sorunu etrafında, NATO’nun ve batılı müttefiklerinin güven vermeyen tavırlarını bahane ederek Rusya kartını kullanmaya çalışıyor. Bu sayede Rusya, bölgesel hamlelerinin de neden olduğu koşullarda, öncelenmemiş ölçüde Türkiye siyasetine müdahil bir konuma sokuluyor. Türkiye, Rusya’yı; Rusya da, Türkiye’yi kullanmak istiyor. Koalisyonun milliyetçi kanadı bu siyasetin sürdürülmesi için destek sağlıyor.

Reel olarak ömrünü tamamlamış olan bu rejimin halen fiili olarak ayak altında dolaşmasını sağlayan en önemli etkenler, giderek kızışan, siyasal ittifaklar zeminini kayganlaştıran, mevcut ittifakların sorgulanmasına yol açan bögemizdeki dış siyasal gelişmeler ve içeride siyasal iktidar tarafından iyice evcilleştirilmiş olan muhalefetin konumudur. Yani iktidarı almaya talip bir siyasal heyet mevcut değildir.

Özellikle mevcut ekonomik sorunlar her ne kadar rejimin toplumsal desteğini erozyona uğratıyorsa da, reel bir iktidar alternatifinin ortaya çıkmamasında belli bir rol oynuyor. Hem iktidarın hem de muhalefetin hemen hemen aynı iç ve dış güçlere dayanıyor olması, muhalefetten ciddi çözüm önerileri veyahut siyasal bir hamle gelmesini önlüyor.

Bu muhalefet yapısının AKP’nin yeni bir rejim inşasını hedefleyen iktidarını tahkim ettiği koşullarda, tam da o süreç içersinde, kurulacak rejimin ihtiyacına göre, bir çok durumda komplo aracı da kullanılarak dizayn edildiğini akıldan çıkarmayalım. Yani aynı rejimin el altında bulundurulmasında yarar görülen “muhalif” kanadı olarak oluşturulmuştur.

Bu koşullarda bir genel seçime gidilmesi bekleniliyor. AKP-MHP koalisyonunun kendileri için yeterli olacak çoğunluğu kazanmaları zor görünüyor. Böyle bir çoğunluğu sağlayamadıkları durumda rejimin ayakta kalması mümkün değildir.

Seçim söz konusu olduğunda, MHP ile temsil edilen kanadın iktidara tutunabilmek için Tayyip Erdoğan’a ihtiyacı var. Ancak Tayyip Erdoğan için aynısı geçerli değil. Bu yüzden AKP kanadı yeni ittifak arayışları içerisine giriyor. Böyle olanakları da var. Ancak MHP kanadı için aynısını söyleyemeyiz.

AKP’nin ittifak arayışları içinde de böyle bir ittifaka teşne olan Kürt siyasetidir. Dolayısıyla AKP hemen yüzünü onlara dönmektedir. Kürt siyasetinin nihai gayesi, NATO emperyalizmi tarafından bölgede kurulacak olası bir Kürt devletinin oluşumunda, özellikle demokratik koşulların yaratılmasına oynayarak etkin bir rol almaktır. Buna şüphe yoktur.

Öte yandan, AKP için tek ve en önemli olan şey, iktidarda kalabilmektir. Hiç bir ilkesi ya da programı yoktur. Kendisine emperyalist güçler tarafından verilmiş olan görevi, ülkeyi yağmalama öznel hevesiyle üstlenmiştir. AKP’nin öznelerinin İslamcılar arasından seçilmiş olması, onların ideolojik olarak “cihatçılık” yani yağmacılık anlayışını benimsemiş olmalarıyla da alakalıdır. Bu ideolojik konum onların emperyal güçler tarafından “sevk ve idaresi” ni kolaylaştırıcı bir rol oynamaktadır.

12 Eylül faşizminin ve onun yarattığı Özal’ın ANAP’ın o zaman ki koşullarda yapmak isteyip de yapamadığını, onların açmış olduğu zeminde AKP yapmaktadır. AKP açısından iktidar demek, ülkenin bütün kaynaklarını, varlıklarını yağmalamak demektir.

Şimdi ülkenin bir seçim atmosferine sokulmuş olduğu şu günlerde, AKP’nin bir refleksle HDP’ye ya da genel olarak Kürt siyasetine yüzünü çevirmek istemesi, MHP ile temsil edilen koalisyon ortağını şiddetli bir şekilde rahatsız etmiş olmalıdır. Bu kanat, AKP’ye bu koalisyonun öyle kolay kolay çözülemeyeceğinin mesajlarını vermektir. İstiklal’deki patlamayı bu açıdan düşünmeyi meşrulaştıran çok sayıda gösterge vardır. Sadece İçişleri Bakanı’nın refleksleri bile karine gücündedir.

Bu gelişmeler bir kez daha bir darbe girişimiyle sonuçlanırsa, bunun ülkeye maliyeti çok daha ağır olacaktır.

Devrimci sosyalist liderlik oluşturmak gerekiyor

Son dünya düzeninin çökmesinden sonra başlayan ve halen sürmekte olan genel düzensizlik döneminin siyasal sonuçlarından birisi, emperyalist sistem içinde artan gerilim ve çelişkilerin hegemonik dünya sisteminde bir tür fetret dönemini (“interregnum”) yükseltmiş olmasıdır.

Bununla eş zamanlı olarak sosyalist sol siyasetteki liderlik eksikliği de temel bir sorun olarak görünmektedir.

Bugün bu halin daha fazla sürdürülemeyeceğinin işaretleri geliyor.

ABD bir kez daha emperyalist cephenin liderliğini ele almış, Avrupa ve Japonya’yı kendi etrafında tahkim etmiştir. Bugünkü görüntü böyle. Karşı taraftaysa, güç merkezleri epeydir belirgin hale gelmiş olsalar da, aralarında açık ya da örtük dayanışma, işbirliği eğilimleri bulunsa da, henüz jeo-ekonomi-politik bir bağlaşmadan söz edemeyiz. Bunun önemli bir nedeni, hemen hepsi kapitalist olan bu devletlerin halen Anglo-Amerikan hegemonyası altındaki kapitalist-emperyalist sisteme entegre konumlarıdır.

Bir büyük savaş tehlikesini canlı tutan da asıl bu entegrasyon içindeki çelişkiler ve gerilimler ve bunun yol açtığı fetret dönemidir. İki farklı dünya sisteminin rekabet ettiği eski dünya düzeninde, sanılanın aksine, şimdiki kadar canlı bir savaş riski yoktu. Göreli bir denge durumu vardı.

Britanya emperyalizminin 1.Dünya savaşı öncesinde formüle ettiği jeo-politik öncelikleri daha sonra Anglo-Amerikan hegemonyasının da öncelikleri olmayı sürdürmüş, bu hegemonik sistemin, yaratılmasında çok büyük bir rol aldığı Çin kapitalizmi (özellikle 1979’dan itibaren ABD, Çin’i güçlü bir kapitalist ülke haline getirerek, sosyalist bloğu çökertmek için onu tam anlamıyla bir müttefik yapmayı planladı), onun altını öncelenmemiş ölçüde oymuş, kendisi için zamanı iyice daraltmıştır.

Yani ABD, sosyalist bloğun çökertilmesi bakımından amacına ulaşırken, kendi “tek-kutuplu dünya düzeni” nin mezar kazıcısını da yaratmış oluyordu.

Bir savaş olasılığının azaltılması ancak iki olasılıktan birisinin ya da her ikisinin birlikte gerçekleşmesiyle bertaraf edilebilir: Çin’in bütün emperyal iddia ve heveslerinden vazgeçmesi ve böylece, nihai olarak, emperyalist sistem içinde 19.yy’daki konumuna benzer bir duruma düşmesi ; ikincisi, Çin’in ekonomik büyümesinin sınırlarına beklenenden erken ulaşması, büyüme ivmesinin düşerek, gerilemeye başlaması.

Birinci olasılığın gerçekleşmesi çok zor görünüyor. İkincisi olabilir tabii. Hatırlayacak olursak, Japonya özellikle 80’li yıllarda büyük bir çıkış yapmış, bütün dünya güçlerinin Japonya’yı sorgulamasına neden olmuştu. 80’li yıllarda Batı’da, Doğu’da, örnek alınacak bir olgu ya da büyük potansiyel bir tehdit olarak, “Japon mucizesi” senaryoları yapılıyordu. 90’lı yıllarda, Japonya’nın inişi başlayınca, Japonya “sorun” olmaktan çıktı.

Geçerken şunu belirtmek isterim : Nasıl ki kapitalizmde bir şirket siyasete dahil olmadan büyüyemezse, Çin de büyük bir siyasal güç olmadan ekonomik gelişmişliğini sürdüremez, emperyal hedeflerine ulaşamaz.

Bu arada, Çin dünya imparatorluğu olmak gibi bir tarihsel vizyona hiç bir zaman sahip olmamıştır. Sahip olduğu karasal kültür de bunun göstergesidir. Çin her zaman bir bölgesel güç olmak ister ve bu bölgeye müdahale edilmesini kabul etmez. Yani kendisine özgü bir “Monroe Doktrini” ni gözetir. Bugün de durumun farklı olmadığını söyleyebiliriz. Ancak oradan nereye doğru evrilir, şimdiden kestiremeyiz tabii. ABD de Monroe Doktrini’yle işe başlamıştı. Hegemonik bir dünya gücü haline geldi.

Obama, Trump ve Biden doktrinleri açık bir şekilde Çin’i kendi jeo-ekonomi-politik çıkarları önünde en büyük tehdit olarak ilan ettiler. Buna göre, Rusya Çin’i kuşatmak bakımından düşürülmesi zorunlu görünen ilk kale olarak sorunsallaştırıldı. Sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynakları, askeri gücüyle Rusya, etrafındaki tarihsel coğrafyasıyla birlikte (özellikle Ukrayna ve Belorusya) Avrasya’nın Batı’daki en stratejik kapısıdır. Bu kapı Çin’le işbirliği yapmak yönünde güçlü eğilimlere sahiptir.

Epeydir ABD “think-tank”leri içinde Rusya’nın düşmanlaştırılmasının doğru olup olmadığı tartışılmaktadır. Britanya jeo-politiğinin temsilcilerinden Brzezinski ekolü, Rusya’yı düşmanlaştırmanın öncelik olduğunu öne sürüyor. Bu bakımdan, mesela Brzezinski bir röportajında, Rusya’nın yayılmasını durdurmak için Ukrayna’nın ondan mutlaka kopartılması gerektiğini öne sürer. Hatta (mealen) şöyle bir veciz ifadesi vardır: “Ukrayna olmadan Rusya Avrasya imparatorluğu haline gelemez. Kolu kanadı kırılır.” (Bu arada, Brzezinski’nin de Batı Ukrayna kökenli olduğunu hatırlatayım). Brzezinski okulunun bu analizi, ABD’nin uluslararası siyaset alanında, en etkili grubu teşkil eden “liberal hegemonik dünya düzeni” kuramcılarının geneli tarafından kabul görür.

Brzezinski okulu, son dönemde, İran ve Suriye’deki ABD politikalarına karşı hayli eleştirel bir tavır almış, Rusya’nın kuşatılması bakımından İran’ın son derece önemli bir müttefik olarak yeniden değerlendirilmesini talep etmişti. İran’ın kazanılması, Suriye’nin de kazanılması olacak, Rusya’nın Doğu Akdeniz’e açılması engellenmiş olacaktı. Bu yüzden, İran İsrail’den daha önemliydi. İran’ı kazanınca, Rusya’nın kuşatılması büyük ölçüde tamamlanacaktı. İran demek, aynı zamanda, Hindistan ve Çin’e açılan kapı demekti. Böylece, Afganistan sorunu da İran sayesinde emperyalistler lehine bir çözüme kavuşacaktı.

Yeri gelmişken, Brzezinski’yle ilgili bir kaç şey söylemek istiyorum. Brzezinski, Sovyetler Birliği’ni İran, Pakistan ve Afganistan üzerinden İslamcı (“yeşil”) kuşatmaya alma politikasının en önemli hazırlayıcısıydı. Bu üç ülkenin islamcı rejimlere teslim edilmesinde çok önemli bir rol oynamıştı. Carter’ın başkanlığı döneminde (1978-81), onun Ulusal Güvenlik Danışmanı’ydı. Afganistan’da sol bir askeri darbenin işaretleri alınmaya başladığı sıralarda, İran’da ABD dostu olarak bilinen Şah Rejimi’nin ipinin İslam devrimi lehine çekilmesini ısrarla talep etmişti. Humeyni’nin devrimin başına geçmesinde önemli bir rol oynamıştı. Humeyni de Afganistan’da kendisinden beklenen rolü oynamıştı.

Brzezinski, David Rockefeller’in himayesindeki oligarşik Trilateral Komisyonu’nun en önemli kurucularındandı. Nitekim, Carter da Trilateral Komisyon’un kukla başkanı olmuştu. Brzezinski, Britanya’da, H.MacKinder’la (1861-1947) başlayan ve ABD’de Spykman (1893-1943) ile devam eden jeo-politik anlayışın temsilcisiydi. Öncellerinden farklı olarak, Rusya’yı takıntı derecesinde sorunsallaştırdı. Hem Rusya coğrafyasında hem de genel olarak Avrupa’da mikro devletçikler kurulmasından yanaydı.

Son olarak, onun Ukrayna’daki CIA darbesinde Soros ile birlikte önemli bir oyun kurucu olduğunu belirtmek isterim. Bu darbede oğlu aktif bir rol üstlenmişti. Neyse, biz kaldığımız yerden devam edelim.

Brzezinski’nin bu telkinleri doğrultusunda, Obama yönetimi İsrail’i öteye iterek, onun bütün itirazlarına, Suriye sorununu körükleme çabalarına rağmen İran’la iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Ancak ABD siyasal yapısıyla iç içe geçmiş İsrailci lobiler ( S.Arabistan, BAE, Katar gibi petrol monarşilerinin İsrail’le çıkar birlikteliği içinde oduğunu da unutmayalım) aşılamadı. Trump devrinde de, malum, tersi gelişmeler oldu.

ABD dış siyasetine yön vermeye çalışan Brzezinski karşıtı olarak görülebilebilecek “yapısalcı-gerçekçi” tabir edilen okulsa, asıl tehditin Rusya değil, Çin olduğunu vurgular. Bu okula göre, ABD hegemonyasına karşı kendi hegemonyasını kurabilme kapasitesine sahip tek güç bu ülkedir. Bu potansiyel hegemonik gücün bertaraf edilebilmesi için gerçekçi yolun Rusya’nın müttefikleştirilmesi, böylece Çin’in hareket alanının iyice daraltılması olduğunu öne sürer. Rusya olmadan Çin’i kuşatmanın mümkün olamayacağının altını çizer. Çin’in Doğu Çin Denizi ve Güney Çin Denizi üzerindeki iddialarının ABD tarafından kabul edilmesinin mümkün olmadığını hatırlatarak, Çin’in kendisi için yaşamsal olduğunu öne sürdüğü Doğu ve Güney Çin Denizleriyle ilgili iddialarını geri almadığı takdirde, bir ABD-Çin savaşının kaçınılmaz olacağını ilave eder.

Çin’in komşularının Rusya, onun etki alanında görülebilecek Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Moğolistan, Hindistan, Laos, Vietnam; ve Afganistan, G.Kore olduğuna işaret eden söz konusu okul, Rusya olmadan Çin’in kuşatılmasının olanaklı olamayacağını söyler. Çin’in bu karasal komşularından, Rusya faktörü dolayısıyla her türlü ekonomik ve askeri-lojistik desteği temin edebileceğine vurgu yapar.

Brzezinski son döneminde Çin’in devasa bir ekonomik güç haline gelmekte olduğunu görmüş ve Rusya karşısındaki tutumunu yumuşatmış, asıl hedefin Çin olması gerektiğini kabul etmişti. Ancak kendisinin oluşturucuları arasında bulunduğu yerleşik anti-Rusya siyasetini değiştirmek için gecikmişti.

Bugün itibarıyla, ABD Rusya’yı düşmanlaştırma siyasetini tercih etmiştir. Sanırım buradaki en önemli saik, Almanya ve/veya AB’yi kendi yanında tahkim etmektir. Oysa, Avrupa’nın dünya jeo-ekonomi-politiğindeki önemi sürekli azalmaktadır. Bu kıta büyük bir endüstriyel kapasiteye sahip olsa da, kendisini ekonomik olarak sürekli genişleyen bir ölçekte sürdürebilmek bakımından Rusya dışında reel “ekonomik” bir olanağa sahip değildir.

Almanya, bugün itibarıyla, Anglo-Amerikan hegemonyasına teslim olmakla 4.Reich hayallerine de reel olarak ihanet etmiş oluyor. Ukrayna’yı kendi Avrupa kolonisine dahil etme hevesi elde patlayan bir bomba haline dönüşme potansiyeli taşımaktadır.

Kısa kesmek gerekirse, ABD’nin bu stratejik akılla Çin’i durdurması, eğer Çin’in kendisi durmazsa, olanaklı görünmüyor. Bu yolda ısrar, hem ABD’nin hem de AB’nin sönüşünü hızlandıracaktır.

Emperyalist sistemin kendi içindeki bu çatışmalar, sistemi daha kırılgan hale getiriyor. Bu da sosyalistler açısından devrim olanakları demektir.

Öyle bir iki semtin kafelerine, ilçe binalarına sıkışıp, üye kaydetmeyi, önüne gelene parti rozeti takmayı, başlıca siyasal çalışma olarak görenlerin, tabii eğer devrimci kayguları varsa, devrimci perspektifleri zayıflıyor.

Giderek, “biz ille de Rusya ya da ABD’den birini desteklemeli miyiz”, ” ne NATO ne Putin”, “Putin bu işgalle neo-nazileri kahraman yaptı”, “Putin, Ukrayna ordusuna darbe çağrısı yaparak gayri-ahlaki davrandı”, “Rusya tuzağa düşürüldü.Şimdi onu uzun süre yıpratacaklar” gibi naif, hiç bir devrimci siyasal analize dayanmayan, jeo-ekonomi-politik bakımdan miyop ifadelerle, kapitalist-emperyalist ateş çemberinin her tarafı sarmaya başladığı koşullarda, parkta çember çevirmeyi tercih eden çocuklar gibi davranıyorlar. Gerçeklikle siyasal devrimci bağlantılarının kopmuş olduğu görülüyor.

Ne yani, Ukrayna’yı NATO himayesinde, oligarkların parasal desteğine dayanarak yöneten neo-nazi klikle , “kahraman” olurlar diye savaşılmasın mı? Savaşan tarafların her biri kendi açısından ve onlarla aynı çıkarları paylaşanlar için kahramandır. Kahramanlaştırılırlar. Sonra, her savaş yıpratıcıdır. Varoluşsal bir savaşı göze alıyorsanız, elbette yıpratılacağınızı da göze alacaksınız. Devrim süreci de yıpratıcı değil midir?

Sol teorileri var. Kuru kuruya yineleyip duruyorlar. Bunu yaparken liberal bir politik kültüre yaslanmaktan, onun diliyle konuşmaktan imtina etmiyorlar. Rusya ne yapabilirdi mesela? Diplomasi, Rusya, Almanya ve Fransa’nın gayretlerine rağmen ABD ve İngiltere tarafından engellendi. Bunu göremiyor muyuz? Yarın bu görüşmelere katılmış olanlar anılarını yayınladıklarında mı öğreneceğiz? Peki, bugün Rusya teslim olsaydı, ne olacaktı? Suriye’de devreye girmese ne olurdu? Yani Nato kazanımlarını daha ötelere taşısaydı… Eğer Rusya’nın set olmaya çalışmasına karşıysanız, emperyalist hegemonyanın kendisini tahkim ederek sürdürmesini istiyorsunuz. Bunun siyaseten başka bir izahı yok. Devrimci perspektif bütün derinliğiyle stratejik bir akla referans verir. Bu akıl yoksa, perişanlık kaçınılmaz olur.

Marksist-leninist eğitimin amacı kuramı belletmek, Marks’ın, Lenin’in söylediklerini, yazdıklarını ezberletmek değildir. Somut durumlarda, sorunlar karşısında Marks’ın, Lenin’in nasıl davranabileceğini kestirmek, sorunlara, bugünkü dünyaya yaklaşımlarına kılavuzluk edecek yöntemi kavramaktır.

“Darbe” çağrısına gelince, Putin, oyunu emperyalistlerin kurallarıyla oynamaya çalışıyor. Aksini mi bekliyordunuz? Sonra, darbe kategorik olarak ret edilemeyecek bir bir iktidar tekniğidir. Tayyip Erdoğan ve onun rejiminin sol-liberal organik aydınları da darbelere karşıydılar. Sonra arka arkaya iki darbe yapma ihtiyacı duydular. Bu arada, Lenin ve bolşevikler de Ekim 1917’de hükümet darbesi yapma kararı almamışlar mıydı?

Bugüne kadar ki, devrimlerin hepsi ya büyük savaşlardan ya da o savaşlar sonrasında kurulan dünya düzeninin sağladığı jeo-ekonomi-politik olanaklardan çıktılar.

Ancak şimdi bu solun derdinin bir seçim seçeneği haline gelmek olduğu görülüyor. Liberal etkiler altındaki hedef kitlelerine hitap ediyorlar. Aksi yöndeki ifadelerin bir geçerliliği yok. Pratikleri böyle.

Aslında bu eğilim 1956’tan, hatta biraz daha öncesinden itibaren SSCB’nin komünist partilere atfetmiş olduğu rolün yeni koşullardaki tezahürü olarak da görülebilir. O zaman da, karizmayı çizdirmemek adına, bir yandan “proletarya diktatörlüğü” ve “sosyalizm” vazgeçilemez kırmızı çizgiler olarak sunuluyor, ama “tüm halkın devleti” bir anayasa maddesi haline sokuluyor, “kapitalist-olmayan yol” de-facto kabul görüyordu. Komünist partilere de aynı anlayış empoze ediliyordu. Bu partiler devrimci bir anlayışa yabancılaştırılıp, ülkelerindeki burjuva siyasetine karşı bir seçim seçeneği, dolayısıyla düzen açısından “evcil” siyasal bir koz, ya da isterseniz, bir “şantaj aracı” haline getirilmeye çalışılıyordu.

Eskinin bu yaşayan etkilerinin yanı sıra, 80’lerin ortalarından itibaren maruz kalınan neo-liberal ideolojik bombardıman (Batı Avrupa’da bu bombardıman 68’den itibaren başlar) da sol aklı tahrip etti. Geniş kesimleriyle sol bugün liberal kültürün dairesi içinde yer alıyor. Seçim kaygusuyla hareket etmeleri de bu kültürü iyice tahkim etmelerini teşvik ediyor. Zaten zayıf olan devrimci reflekslerini köreltiyor.

Son olarak, bu tartışmalar sırasında tabii sık sık SSCB de gündeme gertiriliyor. Onun etrafında aslı astarı olmayan iddia ve iftiralarda bulunuluyor. Bu arada da, onun çöküşüyle ilgili yanlış değerlendirmeler yapılıyor. Bunlardan birisi, SSCB’nin Çin gibi sanayileşmeye ağırlık vermediği, sadece askeri sanayileşme hedefini gözettiği, bu yüzden de çöktüğü şeklindeki dayanaksız tespittir.

Bir kere, SSCB çöktüğü zamanda bile dünya sanayi üretiminin neredeyse yüzde yirmisini yapıyordu. Evet doğrudur, tüketim malları üretimi konusunda sorunları vardı. Sovyet sanayisinin ağır sanayi alanında yoğunlaşması, sadece askeri sanayinin taleplerinden değil, Batı’nın teknoloji konusundaki yaptırımlarından da kaynaklanıyordu. Unutmayalım, çöktüğü güne kadar SSCB ekonomik olarak da kuşatılmış bir ülkeydi.

Çin’e gelince, yukarıda değindim. Çin 70’lerin başından, Nixon-Kissinger ziyaretinden itibaren SSCB’ye karşı emperyalizmin siyasal müttefiki olması karşılığında ekonomik olarak desteklenecekti. 1962’den itibaren Çin liderliği Büyük Proleter Kültür Devrimi hazırlıklarına başlamıştı. 50’lerin sonlarındaki ütopik Büyük İleri Atılım’ın başarısızlığı, ve SSCB’de Hruşçov’un restorasyonunun başlamasından sonra Mao’ya yönelik eleştiriler parti içinde yoğunlaşarak arttı. O kadar öyle ki, Mao partideki yönetimi, sonradan “kapitalist yolcular” olarak suçlayacağı, sağ kanat (Bunları siyasal çizgileri itibarıyla Sovyetler Birliği’ndeki bukarincilere benzetebiliriz. Ve tabii SSCB’de Hruşçov anlayışının hakim olduğu koşullarda partide etkili olmalarını tesadüf olarak değerlendiremeyiz) liderliğe, Liu Shaoqi ve Deng Xiaoping’e bırakmak zorunda kalmıştı. Mao’nun parti üzerindeki kontrolü hayli azalmıştı.

Bu koşullarda 1931-1949 arasındaki ulusal kurtuluş savaşının askeri önderlerinden Mareşal Lin Biao’yu yanına çekerek, askeriye ve öğrenci gençliğin ittifakını kurdu ve Kültür Devrimi sürecini başlattı. Askeriyenin ön almasıyla parti geri itildi. Partideki “kapitalist yolcu” sağ kanat liderlik tasfiye edildi. Yerine, liderleri arasında Mao’nun eşinin de bulunduğu, sol kanadın hakimiyeti sağlandı. Bu kez bu sivil sol kanatın devreye sokulmasıyla, öğrenci ve askeriye arasındaki ittifak bozularak askeriye geri plana çekildi. Lin Biao ve ailesi fiziksel olarak tasfiye edildi. Partiden sonra ordu da Mao karşısında zayıflatılmış oldu.

Bütün bu süreç içinde aslında alttan altta sınıf mücadeleleri sürüyordu. 1966’dan itibaren oluşan kaotik süreçte yeraltı pazar ekonomisi giderek güçlendi. Kültür Devrimi sürecini sosyalizmin kuruluş sürecine dönüştürmek düşüncesindeki sol kanat liderlik, Mao’nun girişimleriyle, “Dörtü Çete” yaftasıyla tasfiye edildi. Deng Mao tarafından göreve çağrıldı. Böylece, soldan yola çıkan devrim sağa dönerek yolculuğunu tamamlamış oldu.

Kültür Devrimi esasen 1969 yılından itibaren bir yol ayrımına ulaşmıştı. Ya sosyalizme yönelecek ya da “kapitalist yolcu” olacaktı. Mao liderliği ikinci yolu tercih etti.

Deng esasen fiilen işleyen yeraltı pazar ekonomisinin temsilcisiydi. O yapının üzerine oturdu. Bu arada, Mao’nun ölümünden sonra, SSCB’deki, Çernenko benzeri silik bir figür olan Hua Guafeng parti içindeki hiyerarşik güç dengelerine dayanarak kısa bir süre Mao’nun koltuğunda oturdu.Ancak fiili pazar ekonomisinden nemalanan reel bir küçük-burjuva toplumsal güce dayanan partideki sağ koalisyon tarafından kızağa çekildi.

Meydan Deng’e kalınca, temsilcisi olduğu kontrollü pazar ekonomisinden yana olan grupların talepleri doğrultusunda hareket ederek 1979’da, ABD ile sıkı ve programatik bir işbirliği sürecini başlattı. Çin zaten 70’lerin başlarından itibaren ABD tarafından soğuk savaşın düşman cephesinden çıkartılmış, dost kuvvet haline gelmişti. Bu rolüyle de SSCB’nin yıkılmasında etkili bir rol oynamıştı. Yani Çin Halk Cumhuriyeti, ilk soğuk savaştan, SSCB’nin düşmanlaştırılmasından, günümüzde etkileri süren sonuçları bakımından değerlendirildiğinde, en çok nemalanan ülkelerin başında gelir. SSCB’nin düşmanlaştırılması adına ideolojik alanda bu yönde, amiyane tabirle, sürekli gaz vermesi ancak bu bağlamda anlaşılabilir.

Dolayısıyla, Çin ve SSCB’nin farklı jeo-ekonomi-politik gerçeklikleri vardı. Değerlendirmeyi buna göre yapmak gerekir.

Bizdeki devrimci sosyalist siyaset, geneli itibarıyla, tekelci-kapitalizmin reel, uluslararası çapta bir olgu olduğunu, emperyalizmin sınıf savaşımının yoğunlaşmış haliyle uluslararası düzeyde cereyan edişi olduğu gerçeğini pratik olarak kavrayamıyor. Olaylara, olgulara jeo-ekonomi-politik uzun süreli bir tarihsel perspektiften bakamıyor.

Tarihi global olan ve lokal olan arasındaki diyalektiği gözeterek, sadece art-süremli değil, aynı zamanda, eş-süremli bir yöntemle, süreklilikleri, kopuşları tespit ederek okumak lazım. Bunu beceremiyor.

Netleşelim

“Ukrayna krizi” etrafında daha da netleşmek için belli saptamalar yapmaya ihtiyaç var.

1- Belki sonda söylenmesi daha uygun olacak şeyi hemen söyleyeyim : Rusya, Ukrayna sorununu gerçekçi değerlendirmiştir. Diplomasi alanında rakiplerinden çok daha samimi, sabırlı ve şeffaf hareket etmiş, sonunda müdahale kararı da doğru olmuştur. Ancak bu gerçekçi hareket tarzının aşılmaması gereken sınırları vardır. Rusya, Dinyeper ırmağının batısına geçmemeli, kendi tarihsel coğrafyası olan Doğu Ukrayna’da kalmalıdır. Irmak boyunca güneye doğru Odessa’yı da ihtiva edecek şekilde bir hattı sınırı olarak görmelidir. Bu sınır hemen Moldavya sınırındaki Trans-Dinyester Sosyalist Cumhuriyeti’yle sınır oluşturacak şekilde belirlenmelidir. Batı Ukrayna’nın Karadenizle bağı kopartılmalıdır. Öte yandan, bilindiği gibi halen NATO bu Trans-Dinyester sorununu da Moldavya’nın Nato’ya entegrasyonu argümanı etrafında kaşımaktadır. Bu müdahale vesilesiyle, Rusya’nın şimdiden orada da ön alması gerekir. Eğer Rusya (hiç ihtimal vermek istemiyorum), Ukrayna’nın batısına da hareket ederse, büyük bir yanlış yapmış olur. Bir başka konu (ki bu da, Rusya’nın güçlü kapitalist eğilimleri dikkate alındığında, zayıf bir olasılıktır), Doğu Ukrayna’nın, bir (Doğu Ukrayna veya Donbass) Halk Cumhuriyeti formunda, mümkün olursa, Ukrayna’nın batısındaki yönetimle bir konfederasyon altında birleşmesi bu koşullarda en olumlu sonuç olacaktır. Rusya’nın olası itirazına rağmen mevcut halk cumhuriyetilerinin bu “halk cumhuriyeti” formunun korunması için Rusya’ya bastırmaları gerekir.

2- Tekrar olsun, bu Rusya’yı baş düşman olarak sorunsallaştıran Avrasya jeo-politiği Britanya emperyalizminin eseriydi. Bugün de Avrupa’da, en açık ve fütusuz desteği İngiltere vermektedir. İngiltere’nin bütün diplomatik tasarımlarının merkezinde kendi kurgusu olan “Rus tehdidi” vardır. Brexit, İngiliz emperyalist aklının talebiydi. Nato’nun işlevinin Nato üyeleri arasında tartışılmakta olduğu bir sırada, Kıta Avrupası’nı bu emperyalist Avrasya jeo-politiği etrafında yeniden dizayn etme tasarısının önemli bir merhalesiydi. Bu Brexit kararı sonrasında, hemen Çin Halk Cumhuriyeti’yle henüz ayrıntılarını öğrenemediğimiz çok kapsamlı ekonomi-politik antlaşmaların imzlanmış olmasını da bir tarafa koyalım. Daha önceki yıllarda yazmış olduğum yazılarda bu iki ülke arasındaki temasın önemine değinmiştim. Çin konusuna başka bir yazıda değinmeyi düşündüğüm için şimdilik Çin kapitalizminin emperyalizme çok ciddi bir bağımlılığı olduğunu, özellikle de finansal alanda, City of London’la bağlantısının Çin üzerinde sınırlayıcı etkilerinin olduğunu söyleyerek geçiyorum.

3- ABD ve İngiltere birlikte Kıta Avrupası’nı yeniden kendi etraflarında sıkıca kenetlemeye çalışıyorlar. Bilindiği gibi, ilk soğuk savaş döneminde, emperyalistler “SSCB tehdidi” altında kendi aralarındaki çelişki ve ihtilafları askıya almışlar, ABD hegemonyası altında bir Troyka formunda kenetlenmişlerdi. SSCB’nin çöküşünden sonraki gelişmeler arasında en kayda değer olanı, Almanya’nın savaşla gerçekleştiremediği kendi hegemonyası altında Avrupa Birliği’ni (bunu 4.Reich olarak da okumak meşrudur), oluşturmak yönünde atmış olduğu adımlardır. ABD ve İngiltere’yi Çin ve Rusya’dan daha çok korkutan, Almanya’nın Avrupa hegemonyasını Rusya’yla ittifak kurarak gerçekleştirmesidir. Almanya’nın kendi kontrollerinden çıkmaması en öncelikli stratejik kaygudur. Aksi halde, böyle bir gelişme NATO’nun ve Amerikan hegemonyasının çökmesi anlamına gelir. Britanya emperyalizmi daha önceki iki dünya savaşını da Almanya’yı engellemek için planlamıştı. Hem de bir taşla iki kuş vuracak surette, onu Rusya ile kapıştırarak bu emeline ulaşmayı hesaplamıştı. Sonuçta, her iki savaşta da Almanya ve Rusya kafa kafaya tokuşturulmuştu. Alman emperyalist devlet aklını temsil eden güçler içinde, Ukrayna krizi etrafında bu İngiliz-Amerikan planını görüp, tepki verenler oldu. En son Alman Bahriye Komutanı, bu krize Almanya’nın dahil olmamasını, tuzağa düşmemesini, Rusya ile ilişkilerini gözetmesini söylemiş, ve sonrasında hemen “Natocu Almanya” tarafından istifaya zorlanmıştı. ABD ve İngiltere, Yunan ekonomik krizinde gördüğümüz gibi, AB’yi (Almanya olarak da okunabilir) ekonomik olarak da sürekli çelmelemeye yönelik önlemler almaktır. Şimdi de bir kez daha “Rusya tehdidi” teması etrafında Avrupa merkezli bir başka soğuk savaşa ivme kazandırarak Troyka’yı kenetlemeye çalışıyorlar. Bir kaç gün önce İngiliz dış bakanı, geçmişe yönelik Afganistan imasıyla, Rusya’yı gerilla savaşıyla tehdit etti. Ancak bu kez coğrafyanın Avrupa olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Böyle bir savaşın Rusya’dan çok bütün Kıta Avrupası’na zarar vereceğini söylemeye bile gerek yok. Üstelik, bu kez SSCB’nin Afganistan’a müdahale ettiği zaman karşısında olan kritik önemdeki ülkelerin önemli bir kısmı Rusya’ya karşı cephe almamışlardır. Neo-nazi ve cihatçılardan devşirilecek paralı savaşçılarla yapılması önerilen bir vekalet savaşı Rusya’ya olan desteği daha da arttıracaktır.

4- Şimdi deniliyor ki, “Ukrayna halkı mazlum bir halktır”. Gericiliğe, faşizme, emperyalizm uşaklığına teslim olmuş, ona başkaldırmamış hiç bir halk mazlum değildir. Tersine işbirlikçidir. Küçük burjuva popülist anlayıştan kurtulmak lazım. Bu anlayış Leninizm üzerinde de etkili olmuş, özellikle de ulusal sorunun çözümü konusunda bolşeviklerin burjuva demokratik önlemler almasına yol açmıştır. Bu siyaset, SSCB içinde burjuva milliyetçi eğilimlerin bastırılmış olduğu halde içten içe güçlenmesine katkı yapmıştır. Proleter devrimci bir anlayışın ulusal sorun konusunda ayrıntılı, hatta mikro düzeyde, bir etnik siyasal çizgiyi izlemekte ısrar etmesi, neredeyse her etnik grubu özerk devlet yapıları içinde örgütlemesi doğru olmamıştır. Emperyalist kuşatma altındaki SSCB’yi daha kırılgan hale sokmuştur. Hele daha sonraları Kırım örneğinde olduğu gibi, hoyratça ikramlarda bulunulmuş olmasının izahı yoktur. Bu çok etnili tarihsel yapıyı sovyet yurttaşlığı ve proleter enternasyonalizmi çerçevesinde örgütlemek izlenen burjuva demokratik ulusal program dolayısıyla başarılamamıştır. Daha önceki yazılarda da bir kaç kez söylemiş olmalıyım. Ulusal sorun konusunda Lenin kesinlikle taktik olarak doğruydu. Ancak stratejik açıdan Rosa Luxemburg’un konumu Lenin’den daha gerçekçiydi.

5- Devrimci sınıf siyasetini, emperyalist jeo-politik karşısında jeo-ekonomi-politik bir perspektife yerleştirerek yürütmezseniz, dar lokal hesaplar yaparsanız, sürekli hüsrana uğrama olasılığınız yüksek olur. Bu açıdan bakılırsa, kapitalist Rusya, en azından şimdilik, hem Suriye’de, hem Ukrayna’da NATO’nun geriletilmesi, böylece emperyalist Troyka’da gedik(ler) açılması için olumlu bir harekat yürütüyor. Geçerken daha önceleri altını çizmiş olduğum bir konuya tekrar değineyim. Popülist Rus yönetimi Avrasyacı değil, savunduğu kapitalist siyaset, emperyal emelleri açısından da bu ideolojiyle bağdaşamaz zaten. Avrasyacılık, 30’ların hemen ikinci yarısından itibaren netleşmiş haliyle, bizim Cumhuriyetin bugüne kadar ki resmi ideolojisi olan Türk-İslam ideolojisine benzer şekilde , gericidir, faşizandır. Marksizm-leninizm, bu kendilerini doğulu olarak sunan Avrasyacıların diliyle konuşmak gerkirse, batılıdır. Batı aydınlanmasının çocuğudur. Tarih içinde Doğu’da şurada ya da burada aydınlar, aydınlanmalar olabilir. Ancak bu kısmi olgular orada hiç bir zaman evrensel düzeyde ve bütünsel olarak toplumları dönüştürecek demokratik programlara kaynaklık eden, yol gösteren özerk, sistematik bir akla, fikre dönüşmemiştir.

6- Son olarak, Türkiye’de 6 partinin bir araya gelerek geleceğe yönelik ortak bir siyasal program önermeleriyle, bu Ukrayna sorunu arasında, eşzamanlılıkları dolayısıyla bir bağlantı kurmak zorlamadır. Doğru değildir. Elbette bu 6 parti de, AKP rejimi de Natocu, Amerikancıdır. Şimdi bu 6 partinin girişimleri lehinde yapılan konuşmalar, Tayyip Erdoğan’ın daha iktidarının hemen öncesinde ve hemen sonrasında ilan ettiği “ileri demokrasi” programı lehinde yapılmış konuşmalara benziyor. Bugün buradan demokratikleşme adına olumlu sonuçlar çıkacağını iddia eden solcular, bir süre sonra vaktiyle Erdoğan güzellemesi yapan liberallerin durumuna düşebilirler. Yapılacağı vaat edilen işlerden çok, bu işleri yapacağını vaat eden öznelere odaklanmak daha doğru olur. Tayyip Erdoğan ne ekonomiden ne diplomasiden anlar. Bugünkü ekonomiyi Babacan; dış politikada bugünkü halimizi Davutoğlu belirlediler. Tabii emperyalistlerin ve işbirlikçi sermaye sınıfının telkinleri doğrultusunda… Marjinal bir dinci ve ülkücü faşist bir parti, yanı sıra tabii Natoculuğun mimarı CHP… Sonuç: Erdoğansız bir AKP. Nitekim, ne emperyalist Troyka ne de sermaye sınıfı bundan daha fazla bir demokratikleşme(!) ister.

“Ne Amerika ne Rusya”

Yöntemin, devrimci siyasal perspektifin noksan olduğu, dolayısıyla somut koşulları analiz etme yeteneğinin aksadığı yerde, yetersizlik salt belagatla, giderek nakaratla ikame edilir.

Ünlü bir köşe yazarı youtube’da Ukrayna sorunu hakkında konuşuyor. Bir noktada, konuşanın Rusya’nın verdiği tepkiyi olumladığını, giderek bunu anti-emperyalist bir yaklaşımla bağdaştırdığı izlenimi ediniyorsunuz. Tam o ara, “rusçu” olarak suçlanabileceği ihtimali aklına geliyor herhalde, fren yapma ihtiyacı duyuyor. “Bana ne canım Rusya’dan, Amerika’dan, biz kendimize bakalım. Onlar ne halleri varsa görsünler” mealinde bir şeyler ilave ediyor.

Sonra sunucu hanım kendisine soruyor: “Peki, biz Türkiye olarak bu şartlarda ne yapmalıyız?” Köşe yazarı (mealen): “Kuruluştaki fabrika ayarlarımıza, 1920’ye, 1923’e geri dönmeliyiz. O zaman Türkiye, Rusya’dan bedava silah alıyordu. SSCB’ye bedava fabrikalar kurduruyordu. Ancak, onun ideolojisini içeriye sokmuyor, yasaklıyordu. Çünkü genç Türkiye’nin yüzü Batı’ya dönüktü. Batı dünyasına entegre olmak başlıca hedefiydi.”

Tabii beklendiği gibi, bir deus ex machina mertebesinde Atatürk sahneye indiriliyor. Analiz de, revaç gören bir tabirle, “sözün bittiği” o noktada bırakılıyor.

Konuşmacının, “fabrika ayarları” etrafında olgusal olarak söylediklerine itiraz edemeyiz tabii. Cumhuriyet kurucularının emelleri bir burjuva cumhuriyeti kurmak ve çoğunlukla bu tür cumhuriyetlerin yer aldıkları Batı kapitalist-emperyalist sistemine entegre olmaktı. Bu çok açık. Zaten öyle de olmuştur.

SSCB ile başlangıçta geçici ve sınırlı olması planlanan ilişki, “büyük bunalım” koşullarında, öngörülen sınırları zorunlu olarak aşmıştır. Bununla beraber, olası “ideolojik” sızma girişimlerine karşı da en sert ve en tavizsiz uygulamalar devreye sokulmuştur. Zaten her biri sıkı antikomünist olan kurucuların bu uygulamalara en başından teşne olduklarını da biliyoruz.

Bu SSCB ile yakınlık, süreç boyunca, mümkün olan en kısa zamanda omuzlardan atılması gereken bir yük olarak görülmüştür.

Atatürk, 30’ların ikinci yarısında bu entegrasyonu başlatmak istiyordu. İsmet Paşa, SSCB ile yakın ilişkilerin devamından yanaydı. Entegrasyon için henüz erkendi. 1937’de İnönü tasfiye edildi. Entegrasyon yanlısı Bayar başbakan oldu.

Aynı yıllarda, ulus inşa edilirken etnisite yerine, Anadolu ve Rumeli coğrafyasında yaşamış kadim tarihsel toplulukların doğal mirasçılığı üzerinde yükselen ideolojik kurgu yerine, bugüne kadar etkin olan gerici ırkçı vurgularıyla “Türk-İslam” ideolojisi ikame edilmişti. Böylece, ülkemizdeki ulusal sorunların aşılması için toplumsal ve siyasal ortamı yumuşatabilecek bir olanaktan vazgeçilmişti.

Entegrasyon yolunda bir sonraki ilk ciddi girişim, 1930’ların ikinci yarısında, SSCB’ye karşı açılacak büyük bir savaşın emarelerinin güçlenmeye başladığı bir zamanda yapılmıştır. Özellikle 1937’de, Britanya ve ABD’nin teşvikleriyle imzalanan Sadabad Paktı, biraz ileride, emperyalist sistem içinde üstlenilecek tampon ya da vassal devlet konumunun (ve bu arada CENTO’nun da) habercisi olarak Türkiye’nin Batı emperyalist sistemine entegre olmak yolunda attığı ilk ciddi adımdır.

Bu arada, 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet Paşa’nın cumhurbaşkanı seçilmesi en çok SSCB’yi memnun etmişti. Hatta Meclis’teki seçimi izleyen Sovyet diplomatları sonucu Meclis’te büyük bir çoşku ile kutlamışlardı. Komintern yayınlarında da benzer bir tavır görülür. Devrin Sovyet ve Komintern yayınlarında Celal Bayar, emperyalist ülkelerin adamı olarak ilan edilir.

Cumhurbaşkanı olarak İsmet Paşa savaş başladığında, temelleri Tanzimat’la atılan “fabrika ayarları” na dönmüş, önce Almanya ile “gayri resmi” temaslarla işbirliği olanakları araştırılmış, Türk-Alman Dostluk Antlaşması imzalanmış, bu antlaşmayla Almanya Türk ordusunun modernizasyonuna katkı yapacağını taahhüt etmişti.

Nitekim, 1943 ‘de daha önce vaat edilmiş olan Alman tankları Türkiye’ye teslim edilmiş, Stalingrad’da ağır bir darbe alan Alman ordusu Kursk’taki son büyük saldırısını gerçekleştirmeden önce dostlarını sahada yapılacak bir tatbikata davet etmiş, Türkiye Cumhuriyeti adına 1.Ordu Komutanı Orgeneral Cemil Cahit Toydemir gizlice Alman işgalindeki Kursk’a gidip, tatbikatları izlemiş, bu arada Hitler’le de görüşmüştü.

Savaştan sonra Türkiye, bilindiği gibi, yine İsmet Paşa yönetiminde NATO’ya, CENTO’ya dahil olarak soğuk savaşta aktif bir kanat ülkesi olarak arzusuna kavuşmuştu.

Geçerken şunu da belirtmek isterim. Bu siyasal kararların Atatürk’ün düşünceleri hilafına İsmet Paşa tarafından alınmış olduğunu iddia etmek doğru değildir. Türkiye ta Tanzimat’tan itibaren bu yola girmişti. Nitekim, Batı kapitalist sistemine entegre olmuş laik bir cumhuriyet de bu sürecin siyasal zirvesidir. Uygulaması tedrici olarak inişili çıkışlı, ileri geri adımlarla yürütülse de, ta Tanzimat’tan beri öngörülmüş bir programdan söz ettiğimizi ihmal etmiyeceğiz. Yani hükümetleri aşan, süreklilik gösteren bir bir devlet kararı ve kararlılığı söz konusudur.

Şimdi bakınız, Rusya emperyalist bir ülke değil. Anti-emperyalist de değil. Benzer şekilde, yarı-feodal genç Türkiye de, kavramın marksist-leninist anlamında, anti-emperyalist değildi. İşgalci büyük kapitalist devletlere karşı kurtuluş mücadelesi vermişti. Kemalist cumhuriyetçilerin kapitalizmle bir sorunları yoktu. Tersine, kendileri de onlarla olabildiği kadar eşit ilişkiler içinde olacak bir burjuva toplumu yaratmak istiyorlardı. Misak-ı Milli sınırları içindeki siyasal -askeri işgale karşıydılar. Kendi ulusal-egemen devletlerini kurmak istiyorlardı. “Büyük devletler” engel olmakta ısrar edince, emperyalistlere bu coğrafyada siyasal bir darbe vurdular. Emperyalizmi gerilettiler. Bu kurtuluş mücadelesinin ilan edilmiş söz konusu ulusal sınırları aşan anti-emperyalist sonuçları oldu.

Ülkede egemenliğe dayalı sınıf ilişkileri -laik cumhuriyet formu içinde daha demokratik koşullarda da olsa-devam etti. Kısacası, cumhuriyetten sonra da sömürü ilişkileri devam etti. Giderek Türkiye’deki yeni rejim emperyalist sisteme entegre oldu.

Mesela bugün benzer bir durum Suriye’de yaşanmaktadır. Suriye’deki Esad yönetiminin kapitalizmle bir sorunu yok. Emperyalist sisteme, kendi koşullarıyla, entegrasyona da razıydı. Yani anti-emperyalist değildi. Bugün, emperyalizmi gerilettiği koşullarda da anti-emperyalist değil. Ancak emperyalist güçlerle girdiği mücadelede onları gerileterek anti-emperyalist bir işlev yerine getirdi. Kendisinin, normal koşullarda, bir sistem olarak kapitalist-emperyalizmle bir sorunu olmamasına rağmen emperyalistler tarafından dayatılan koşullar altında zorunlu olarak bunu yaptı.

Bugün Rusya ve Çin de emperyalist değiller. Ancak anti-emperyalist de değiller. Kendi ulusal kapitalist çıkarları doğrultusunda siyasal tavırlar alıyorlar. Emperyal arzuları var. Bu da kendisini yayılmacılık şeklinde dışa vuruyor. Bu bağlamda, tabii emperyalist devletlerle çelişkileri var. Çatışıyorlar.

“Öncelikli görev, NATO’nun burada geriletilmesidir. Türkiye de NATO’dan çıkmalıdır. NATO baş düşmandır. Terör örgütüdür.” Hem Rusya hem de Nato’ya, ABD’ye karşı olduklarını söyleyenlerin argümanlarının bir tarafı böyle.

Rusya ve Çin, saldırgan emperyalist güçlerle ekonomik işbirliği yapıyorlar. Ancak ulusal çıkarları çatıştığında bu güçleri frenlemeye çalışıyorlar. Böylece onların dünyaya hakim olmalarına mani oluyorlar. Kendi kapitalist çıkarları için tabii.

Ancak bu frenlemenin kendisi, frenleyenlerin beklentileri, hesapları hilafına anti-emperyalist siyasal sonuçlar yaratmıyor mu? Mesela, Rusya ve Çin’in Suriye’de direnen rejimi desteklemeleri, Afrika’da devreye girmelerinin ilericiler için kazanımları olmamış mıdır? Mesela Suriye’deki emekçi kesimler için kazanımları olmamış mıdır? Küba’daki, Kuzey Kore’deki sosyalist rejimler bugün ayakta kalmışsa, bunda Çin ve Rusya’nın caydırıcı işlevleri etkili olmamış mıdır?

Bundan 10-12 yıl önce en yoksul kıta Afrika’daki Batı ülkelerinin toplam doğrudan yatırımları 10 milyar dolar kadardı. O zaman Çin’in oradaki yatırımları 130 milyar doları geçmişti. Tam o sıralarda, Afrika’da, özellikle Çin’le iş yapan ülkelerde, İslamcı terörün, iç karışıklıkların patlak verdiğne tanık olmadık mı?

Emperyalist ülkeler kendilerine işbirlikçiler, tampon devletler buluyor ya da yaratıyorlar. Öbürleri de, rakipleri karşısında güçlü durabilmek için emperyalistlerin hedef aldıkları ülkeleri işlerine yarayacaksa, savunuyorlar. Emperyalist işbirlikçisi maşa ülkeleri de, tehdit unsuru olarak gördüklerinde sabote ediyorlar.Bu iki farklı içeriğe ve anlama sahip siyasal davranışı, biçimsel benzerlik dolayısıyla aynı kefeye koymak ilerici siyaset açısından doğru olmaz. Birincilerin işine yarar.

Ukrayna sorununu Rusya yaratmadı. Bu sorunu emperyalistler, NATO yarattı. Ukrayna’da egemen bir devlet yok. Emperyalistler Ukrayna’da egemen bir ulusal yapının ortaya çıkmasına izin vermediler. Bugün de NATOcu kukla bir yönetim var. Hatta Ukrayna devletinin adının, Nato’nun Ukrayna devletine şimdiye kadar ayar verirken kullandığı bir siyasal alet olarak neo-nazi paramiliter gruplarla anılması karşısında, bu algıyı bozmak için Yahudi bir kişiyi ülkeye başkan yaptılar.

Rusya, Ukrayna, Almanya ve Fransa Minsk toplantılarında çözüm için mesafeler kat etmişlerdi. Ancak ABD bu antlaşmanın uygulanmasına izin vermedi. ABD diplomasiye itibar etmez. Sonradan kendi hegemonik eğilimlerini ve çıkarlarını zora sokacak hiç bir yazılı antlaşmayla bağlanmak istemez. Hegemonik güç siyasetinden vazgeçemez. Ancak gücün karşısında geriler.

Natonun ve dolayısıyla emperyalist troykanın Doğu Avrupa’da, Kafkasya’da, Orta Doğu’da Rus engeliyle karşılaşması bugün için olumlu bir gelişmedir. Emekçilerin, ilerici güçlerin lehinedir. Bugün çıkıp, “ne Amerika ne Rusya” demek emperyalizme hizmet eder.

Sonra, bir yandan Sovyetler Birliği övgüsü yapacaksınız, diğer yandan da, onun mirasçısı olduklarını ilan etmiş iki halk cumhuriyetinin varolma haklarını savunmayacaksınız. Olmaz. Eğer ileride Rusya bu iki halk cumhuriyetini kendi kapitalist-emperyal çıkarları adına tasfiye etmek isterse, o zaman bunu kabul etmeyiz. Ancak şimdi gördüğümüz, Ukrayna’daki Nato kuklası yönetimin böyle bir amacının olmasıdır. Halen her iki halk cumhuriyetinin topraklarının yüzde altmışı Ukrayna devletinin kontrolü altındadır.

Eğer öncelikli olan denildiği gibi, NATO’nun tasfiyesi ya da NATO’ya karşı mücadeleyse, Rusya’nın NATO’nun çok net olan yayılma hamlelerine karşı verdiği bir yanıt olarak bu operasyona niye karşı çıkıyoruz? Öncesini bırakalım, şu son 20 yılda olup bitenleri görmüyor muyuz? Neredeyse hemen her gün, Akdenizde, Egede kaçak göçmenleri taşıyan bir teknenin battığı haberi geliyor.

Bu miyopluğun önemli nedenlerden birisi sanırım kavramsal noksanlıktır. Emperyalistlerin hegemonik jeo-politiği karşısına, stratejik düşünme yeteneğimizi geliştirecek, rakiplerimizin hamlelerini, daha öte olası hamlelerini okuyacak, onları göğüsleyebilecek surette bize görüş derinliği kazandıracak etkin, devrimci bir jeo-ekonomi-politik kavramına sahip olmamamızdır.

Lokal olanla global olan arasındaki diyalektiği isabetli şekilde okumamıza katkı yapacak bir araçtan söz ediyorum. Gerçeklikten koparsak, şu gün için yapılabilirliği olmayan vaatlerle, belagatle durumu idare ederiz.

Büyük kentlerin bir kaç mahallesine sıkışmış olduğumuz halde, partilerimize her gün kaydettiğimiz üyeleri sayarak tamamen kuşatılmayı mı bekleyeceğiz? Unutmayalım, bugüne kadar genellikle “yeşil bir kuşak” kuşanıp, “kahverengi bir gömlek” giyerek yürütülen kuşatma stratejisi emperyalist hegemonya siyasetinin en temel, en canlı aracıdır.

Nato’yu geriletmek devrimlerin önünü açmak için zarurettir. Nato basitçe dışsal bir askeri örgüt değildir. Nato en başından üye devletlerin içine yerleşmiş, onları kontrol eden, “kırmızı çizgileri” dikte eden, bu çizgiler aşıldığında en karanlık, en vahşi şekillerde müdahale eden içsel bir bir siyasal yapıdır.

Bugünkü savaş,görünürdeki haliyle, emperyalistlerarası bir savaş değildir. Bugün Rusya, ülkelerini Nato’nun paravanı haline getirmiş, emperyalistler tarafından satın alınmış politikacıların, onları arkalayan oligarkların yönetimindeki Ukrayna’da, aslında dolaylı olarak NATO ile savaşıyor. Eğer bu savaş doğrudan NATO ve Rusya arasında olsaydı, yine “ne Nato, ABD ne Rusya” mı diyecektiniz? Nato Ukrayna’yı teslim alırsa, dünya savaşı olasılığı daha fazla artar.

Daha önceki yazılarda söylediğimi tekrar edeceğim: Aslında, Ukrayna sorunu etrafında Anglo-Amerikan emperyalizmi dolaylı olarak Almanya ile savaşıyor. Anglo-Amerikanları Çin’den çok, Almanya’nın yükselişi rahatsız ediyor. Önceki iki dünya savaşında olduğu gibi, Almanya ve Rusya kafa kafaya tokuşturulmak isteniyor.

“Hiç Bir Şey Eskisi Gibi Olmayacak Artık”

Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’ya askeri müdahalesi sonrasında malum medya klişelerini tekrar işitiyoruz. Bunlardan en çok dile pelesenk edileniyse, “hiç bir şey eskisi gibi olmayacak artık”. Çok geriye de gitmeye gerek yok, her şey olmasa da, bir çok şey, hem de spektaküler bir şekilde, eskisi gibi olmaya devam ediyor.

Ukrayna söz konusu olduğunda, bundan 6-7 yıl önce de uluslararası ilişkilerde benzer tartışmalar yaşanmış, sonunda Rusya Federasyonu Kırım’a yönelik bir operasyon yapmıştı. Daha geriye gidersek, Gürcistan’da da iki kez benzer restleşmeler olmuş, Rusya müdahalelerde bulunmuştu. Daha bu yakınlarda, Ermenistan NATO’yla olası bir flörtün işaretlerini vermeye başlayınca, tekrar hizaya sokulmuştu. Yani benzer şeyler olmaya devam ediyor. Devam edeceği de anlaşılıyor.

2.Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni dünya düzeni 1991’de resmen sona ermişti. Daha önce bir çok kez hatırlatmış olduğum gibi, bu dönem dünyada en uzun sürmüş göreli barış dönemidir. Yanı sıra, Batı Avrupa’da en uzun sürmüş liberal demokratik dönemdir. Sonra, dünyada genel olarak, sosyal devlet anlayışının, refahçı politikaların da en uzun süre uygulanmış olduğu devirdir. Tabii bu kırk yıla yakın bir süre kesintisiz devam eden “soğuk savaş” olarak tabir edilen, görünüşte iki farklı sistem arasında cerayan eden total bir rekabetin de dönemidir.

Söz konusu dünya düzeni çöktükten sonra ABD, AB ve Japonya sac ayağı üzerinde yükselen, ABD hegemonyasının taşıyıcısı olan emperyalist Troyka zafer naraları atarak, “tarihin sonu” na ulaşıldığını, artık liberal kapitalizmin dünya egemenliği önünde bir engelin kalmadığını duyurarak, küresel “neo-liberal”, “yeni-muhafazkâr”, özcesi, postmodern bir “haçlı” seferini başlattığını ilan etmişti. Dünyaya şöyle seslenilmişti: “Ya bizden yanasınız, ya ‘ötekiler’den”. Bu “ötekiler”in içeriği yapılan hamlelerin seyrine, koşullara göre doldurulup, boşaltılıyordu.

Burada en dikkat çekici nokta, emperyalistlerin özellikle dünyanın bir bölgesine, Yakın Doğu’yu da ihtiva eder şekilde, daha önce büyük bir kısmı ya doğrudan SSCB’nin parçası olan, ya da yine bu ülkenin etki alanında bulunan Avrasya tabir edilen geniş bölgeye odaklanmış olmasıydı. SSCB tasfiye edilince, artık komünizmin işi bitmiş, iki uzlaşmaz sistem arasında cereyan ettiği görülen soğuk savaş sona ermişti. Görüntü buydu.

Amerikan “establishment” ının entelektüel olarak en itibar edilen figürlerinden Brzezinski, daha soğuk savaş devrindeki bir söyleşisinde mealen şöyle diyordu: ” Bizim için SSCB’nin komünist ya da kapitalist olmasının o kadar önemi yok. Bizim için önemli olan, bu ülkenin jeo-politik çıkarlarımıza göre hangi konumda bulunduğudur. Bu çıkarlarımızın önünde engel teşkil edip etmediğidir”.

O zaman ki SSCB liderliği bu emperyalist “jeo-politik” kavramının karşısına bilindik marksist-leninist argümanlarla çıkyordu. Bir takım savunmacı uygulamalara başvuruyordu, ama bu emperyalist jeo-politik kavramını kavramsal düzeyde karşılayabilecek bir araçtan yoksundu. Bu yüzden analizleri, karşı-hamleleri cılız kalıyor, yer yer bir bumeranga dönüşebiliyordu.

Emperyalist jeo-politik, Britanya emperyalizminin hegemonyası sırasında, daha ilk dünya savaşından önce ve söz konusu hegemonyanın sönmeye yüz tuttuğu sürecin, sürdürülebilirlik ve tabii güvenlik kaygularının yakıcı bir görünüm aldığı, belli bir aşamasında, Avrasya olarak tabir edilen coğrafyanın “eksen”” ya da “öncelikli hedef” olarak sorunsallaştırılmasıyla oluşturuldu.

Buna göre, Britanya emperyalizminin sürdürülebilirliği, yeraltı, yerüstü ve insan kaynakları ve geniş tarımsal alanları bakımından vazgeçilemez olan bu bölgenin kontrol altına alınmasıyla mümkün olabilirdi. Bu anlayışın uygulanması önünde en büyük engel, bu coğrafyanın büyük bir kısmını kontrol eden Çarlık Rusyası olarak görülüyordu. Yani baş düşman oydu. İngiltere’nin bu doktrinin mimarı ve kadim Rus düşmanı olduğunu hiç unutmayalım.

Bu öğreti, yan coğrafyalara metaztasıyla, ABD hegemonyasındaki emperyalizm devrinde de aynen benimsendi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında SSCB’ye yönelik fiziksel ve ideolojik kuşatma stratejileriyle uygulamaya konuldu. Yarı-feodal Çarlık Rusyası yerini iki devrimden sonra sosyalist SSCB’ye bırakmıştı. Yani baş düşmanın toplumsal-ekonomik sistemi ve ideolojik anlayışı uzlaşmaz şekilde değişmişti. İlk soğuk savaş, kuşatma stratejisiyle bu koşullarda başladı.

SSCB’nin bu stratejiye yanıtının ipuçları savaşın son seyrinin yarattığı koşullar içinde ortaya çıkmıştı zaten. Bunun marksist-leninist kuramda, “dünya devrimi” anlayışının tezahürü olarak görülebilecek, referansları vardı.

Geçerken, Troçki ve Troçkizmi yanlış bir bir figür ve giderek anti-komünist bir akım yapan, bizatihi bu marksist-leninist “dünya devrimi” anlayışı değil, bu devrimin gerçekleşmeyeceğinin, ve Rusya’da gerçekleşmiş devrimin, Polonya örneğinde olduğu gibi, askeri araçlarla başka ülkelere taşınmasının da mümkün olamayacağının anlaşılmasıyla, reel olarak ortaya çıkan “tek ülkede sosyalizm” uygulamasına, karşı-devrimciliğe, anti-komünizme kapı aralayarak, devrimin kazanımlarını tehdit eder şekilde karşı durmasıdır. Yoksa, “dünya devrimi” talebi marksist-leninist bir taleptir. Talebin kendisi yanlış değildir. Yanlış olan, somut durumun somut analizinin Troçki tarafından yapılamamış olmasıdıydı. Farklı nedenlerle, hem “dünya devrimi” hem de “tek ülkede sosyalizm” talepleri, tezleri marksizm-leninizme aykırı değildir. Birincisi, o güne kadar ki mevcut kuramda içkindir. İkincisi, pratik koşulların yerleşik kurama müdahalesidir. Troçki (kişisel -psikolojik sorunlarının da etkisiyle) bu diyalektiği kabullenmediği için kendi kendisini tasfiye etmiştir.

SSCB, emperyalist kuşatma stratejisine karşı “cordon sanitaire” tabir edilen tampon devletlerle etrafını çevreleyerek yanıt verdi. Emperyalistlerle SSCB arasındaki olası bir doğrudan savaşı engellemede bu uygulamanın büyük bir payı olmuştur. Ancak Hruşçov döneminde hoyratça ve stratejisiz, programsız olarak başlatılan ve Brejnev-Suslov dönemi boyunca da (inişli çıkışlı bir seyirle) programlı bir şekilde devam eden restorasyonun elbette uluslararası siyasette de yansımaları olacaktı. Nitekim, bu “cordon sanitaire” anlayışı Afganistan’da ağır bir darbe yedi. SSCB’nin sürdürebilirliği bakımından için geri sayım hızlandı.

Restorasyoncu anlayışın entelektüel sonuçları da olur. SSCB’ de, marksizm-leninizmin yaratcı şekilde ve devrimci perspektifi yitirmeden yorumlanması yerine klişelerle, içi boş hamasetle durum idare edilmeye çalışıldı. İdeolog Suslov bu restorasyoncu aklın baş temsilcisiydi. Amiyane bir anlatımla, Sovyet liderliği, gol atma derdi olmayan, gol yememeye çalışan bir oyun anlayışıyla, kendi yarı sahasında top çevirip duruyordu.

Sovyetler Birliği bir çok nedenden dolayı çöktükten sonra troyka emperyalizmi kendisini “son dünya düzeni” olarak görme kuruntusuna kapıldı. Yoksa, tarihin sonu gelmemişti. Tarihin sadece bir devresi sona ermişti. Emperyalistler bunu göremediler. Şimdi artık kapitalist olmuş (bu kapitalizmini de hukuksal altyapısı zayıf olduğu halde fütursuz bir anlayışla uygulayan) Rusya, güçlü emperyal ve rövanşist eğilimleriyle onlara bunu spektaküler şekilde gösteriyor. Göstermeye devam edecek. Bu kez Rusya emperyalist düşmanlarını bir tür restorasyona zorluyor. Bu yolda son 20 yılda epey mesafe kat ettiği de görülüyor. Emperyalizm restorasyonunu kabul etmeden yeni dünya düzeni kurulamayacaktır. Bu elbette, görüyoruz, yaşıyoruz, kanlı bir süreçtir.

Bu eksen coğrafya, jeo-politik olarak kavramsal bir çerçevede sorunsallaştırıldıktan sonra iki kez büyük, genel savaşların alanı olmuştu. Halen bu emperyalist jeo-politik kararlılıkla izlendiğine göre, bir kez daha, en az öncekiler kadar kanlı, büyük savaşı tetikleyebilir.

Bu arada, eski ve yeni soğuk savaşları başlatan ya da ilan eden ülke SSCB ve Rusya Federasyonu değildir. Avrasya odaklı jeo-politiğin programatik pratiğini gerçekleştirmeye çalışan emperyalistlerdir. Bu ikinci soğuk savaş 2002’de ABD’nin SSCB (ve sonra Rusya tabii) ile arasındaki 1972’de imzalanan SALT 1 Antlaşmasını (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Antlaşması) tek yanlı olarak bozması ve NATO’nun daha önce Gorbaçov döneminde SSCB’ye, eski Varşova Paktı ülkelerini kapsamına almayacağına dair verdiği taahütleri yok sayarak, Rusya’yı NATO kuşatmasına almasıyla fiilen başlamıştır.

Burada SALT 1 demişken, ondan bir kaç yıl sonra imzalanan ve esas amacı ABD hegemonyasının meşruiyetini dünyaya kabul ettirmek olan ve SSCB ve bağlaşıkları tarafından imzalanan Helsinki Senedi’nin, ilk soğuk savaşı ABD’nin kazandığının en erken belgesi olduğunu da belirtmek isterim. Tekrar olsun, bu senedin altında SSCB ve diğer Varşova Paktı üyelerinin imzası vardı. Bir ayaktopu tabiriyle, Sovyet liderliğinin emperyalistlerle uluslararası ilişkileri bağlamında, kendi kalesine atmış olduğu ilk goldür. Yenen bu gol, Sovyetler Birliği’nin geleceğini emperyalistler lehine ipotek altına sokmuştur.

90’lı yıllardan itibaren NATO’nun gün bugündür deyip, adeta bir Amok Koşucusu semptomuyla Balkanlar’dan Avrasya’ya kadar önüne geleni NATO’ya dahil etmesi ya da dahil etmeye çalışması, onun stratejik aklının ne denli köreldiğinin en somut göstergesidir. Bunun bir bumeranga dönüşmekte olduğunu görememektedir.

NATO’nun artık 16 yerine 30 üyesi vardır. Bu ülkelerin farklı jeo-ekonomi-politik kaygularının olduğu açıktır. 30 üyenin birlikte karar alıp, ortak hareket etmesi nasıl mümkün olacaktır? Nitekim, bugün Rusya karşıtı açıklamalarına rağmen NATO’nun Avrupalı üyeleri etkin tavır koymaya yanaşmamaktadırlar. Balkanlardaki üyeler zaten Rusya’ya karşı bir savaşta yer almayacaklarını ilan etmişlerdir. Halen yeri göğü natolaştırmak hevesinin emperyalistler için bile akılla izahı yoktur. Avrasya odaklı jeo-politik anlayışının kuşatma stratejisi artık emperyalist Troyka bakımından bile tehlikeli bir ayak bağı halini almıştır.

Rusya’nın açık denizlere çıkışlarını kapatmak, onun nefes borusunu tıkamak demektir. Rusya böyle ölmektense, vuruşarak ölmeyi tercih edecektir. Gorbaçov-Yeltsin-Yakovlev devri ülkesi yok artık. O tarih oldu. Ancak emperyalistler kendi kendilerine ilan ettikleri şizofrenik “tarihin sonu” nda kaldılar. O sonun kurduklarını sandıkları “yeni dünya düzeni” nin de sonu olduğunu halen göremiyorlar. Ya da görmemek için direniyorlar. Neyi bekliyorlar? Putin’in “tamam arkadaşlar ben artık oynamıyorum, siz kazandınız, zaten Baltık Denizi’ni bana kapatmıştınız, şimdi Karadeniz’i de kapatın, ben gemilerimi Hazar Denizi’nde yüzdürürüm” demesini mi bekliyorlar? Ki Putin, böyle teslim olduğu halde dahi gemilerinin Hazar Deniz’inden de kovulacağını çok iyi biliyordur şüphesiz.

Ukrayna’ya gelince, daha önce burada bir çok kez yazdım. Ukrayna, iki dünya savaşının anahtar coğrafyasıdır. En şiddetli çarpışmaların alanı olmuştur. Stratejik açıdan bir kavşak noktasıdır. Söz konusu olan sadece ülkenin içerdiği ekonomik kaynaklar değil, bundan çok daha önemli olan, emperyalistler tarafından Rusya’nın kuşatılmasında, boğazının sıkılmasında coğrafi konumu itibarıyla oynayabileceği roldür. Bunu hiç akıldan çıkarmayalım.

Emperyalistlerin Yakın Doğu’da, Orta Doğu’da, Afrika kıtasında, L.Amerika’da SSCB’nin tasfiyesinden sonra neler yaptıklarını, el attıkları her yere felaket, kan, açlık, hırsızlık, her türlü baskı, korkunç bir gericilik götürmüş olduğunu görmüyor muyuz?

Yok, ne Rusya ne Çin emperyalist ülkelerdir. İkisi de kapitalist, ikisinin de emperyal, yayılmacı eğilimleri var. Ancak bugüne bakmamız gerekiyor. Bugün en öncelikli hedefimiz, emperyalizmin geriletilmesi olmalıdır. Emperyalizm hâlâ çok güçlü, çok saldırgan. Sadece devasa bir savaş makinesine ve enformasyon aygıtına değil, aynı zamanda buna olanak veren büyük ekonomik araçlara da sahip.

Sonra bu basitçe bir Rusya-Ukrayna savaşı da değil. Asıl savaş halklar üzerinden silindir gibi geçmek pahasına, onların sahip oldukları bütün kaynaklara çökmeye çalışan emperyalizm ile emekçi halklar arasındadır.

Rusya elbette öncelikli olarak kendi ulusal-kapitalist emperyal emelleri adına emperyalist Troyka ile didişiyor. Ancak, Rusya’nın bu direnişleri, müdahaleleri ilericilere, devrimcilere toparlanmaları için zaman kazandırıyor. Bu direniş, emperyalist sistemde ekonomi-politik bağlamda gedik açma olanaklarını içinde barındırıyor.

Bugün sadece emperyalist devletlerde, genel olarak burjuva siyasetinde, ülkemizi bu hale birlikte sokmuş iktidar ve muhalefette (“düzen partisi”nde) yakıcı bir liderlik sorunu yaşanmıyor, dünya devrimci sosyalist hareketi de aynı sorundan muzdariptir. Böyle bir dönemden geçiyoruz.

Bu halimizi de dikkate alarak değerlendirmeler yapmamız gerekir. Yaşamda bir işe yaramıyorsa, kendi başına teorik doğruların tekrarlanması bir işe yaramaz. Dahası, bir bumerang işlevi de görebilir. Teorik doğrular önemlidir. Ancak bunlardan pratik sorunlar karşısında isabetli talepler, taktiklerle siyasetler üretmek çok daha önemlidir. Öncü partinin de esas işlevi budur.

Not: Burada, geçmiş yıllardaki yazılarımda Ukrayna konusuna bir çok kez değinmiş olduğum için aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. İlgilenenler o yazılara bakabilirler.

Zamanı daralan ABD’de başkanlık seçimi

ABD başkanlık seçimlerinde sürpriz olmaz. Amerikan “establishment” ının kime ihtiyacı varsa, o seçilir. Bu kez de öyle olacak.

ABD artık Trump’la yoluna devam edemez. Bunun nedeni, bizdeki liberal, sol liberal avenenin, genel olarak Batı’daki, özel olarak ABD’deki benzerlerine kulak vererek iddia ettikleri gibi, Trump’ın gerici olması, bu anlamda mesela, cinsiyetçi, ırkçı olması değildir. ABD’nin gerileyen, tehdit altında bulunan emperyalist hegemonyasının jeo-ekonomi politik ihtiyaçlarıdır.

Trump’ın başkanlığı sırasında ABD doğrudan askeri bir dış müdahalede bulunmadı. Doğrudan savaşmadı. Genel olarak, askeri önlemlerden kaçınma eğiliminde oldu. Elbette askeri gücünü bir tehdit unsuru olarak kullanmayı sürdürdü. Militarist eğilimlerinden vazgeçmedi. Ancak askeri çatışmalardan kaçındı. Dünyanın bir çok bölgesinde bulunan askeri güçlerini azaltma eğiliminde oldu.

Bunun yerine, rakip gördüklerine karşı ekonomik önlemler almayı, ekonomik cezalar kesmeyi tercih etti. Askeri savaşlar yerine “ticari savaşları” tercih etti. Bu süreçte bir takım ticari avantajlar elde etti. Ancak bununla yetinmesi elbette beklenemezdi.

Daha öte ticari hamlelere girişmesi de, içte ve dışta ekonomik dengeleri alt üst etme, hegemonyasını dostları nazarında dahi sorgulanır hale getirme olasılığı taşıdığı için mümkün olamadı. “Ticaret savaşları” nın sınırlarına ulaşılmıştı.

Trump’ın içeriye karşı popülist; dışarıya karşı izolasyonist söylemi ve politikaları , işin başında, ekonomik olarak dar boğazdaki Amerikalı halk sınıflarının gazını bir miktar almıştı. Gelgelelim, pandeminin de etkisiyle küçülen ekonomi, dramatik ölçüde artan işsizlik, söz konusu sınıflar nezdinde, artık lafla peynir gemisinin yürütülemeyeceğinin idrak edilmesini sağladı.

Bu popülist ve izolasyonist politikaların sürdürülebilir olmadığı Amerika’ya egemen olan oligarşiler tarafından da anlaşıldı. Emperyalizm bu geç evresinde sürekli şiddete başvurmadan yaşayamayacağını biliyor.

Zaten 1949’da resmen ilan edilen “soğuk savaş” 1989’da sona erdikten sonra emperyalizmin kısmi savunma stratejisini terk edip, birleşik saldırı stratejisine geçmiş olduğu ilan edilmişti. Bu stratejinin giderek daha fazla Avrasya ve Orta Doğu coğrafyalarına odaklandığı vak’adır.

Özellikle son otuz yıldan beri bariz şekilde gerileyen ABD hegemonyası için sürekli daralan zaman artık daha kararlı, daha doğrudan ve daha sert önlemlerin alınmasını zorunlu kılıyor. Daha önce bir çok kez yinelemiş olduğum gibi, ABD’nin zamanı yok. Çabuk hareket etmesi gerekiyor. Salt ekonomik önlemlerle sonuç alamayacağını görüyor. Askeri olanaklarıyla desteklenecek siyasal araçları kullanması gerektiğini biliyor.

Global düzeyde doğrudan bir çatışma olasılığı var. Bu olasılık, hali hazırda, ticari ve sermaye yatırımları anlamında globalleşmeyi kabul etmiş olan Çin’in halen direndiği mali globalleşmeyi de kabul etmesiyle, önemli ölçüde azalabilir. En azından bu olasılık, Çin’in dahil olmayacağı sınırlar içinde kalabilir.

Çin’in böyle bir adım atması, bugüne kadar elde ettiği bütün kazanımları yitirmesi anlamına gelecektir. Dahası, Çin’in uzun sürecek, iyice güçten düşmesine yol açacak, sınıf mücadelesinin sertleşeceği koşullarda, iç toplumsal kargaşaya maruz kalmasına neden olacaktır. Bu koşullarda Çin’e dış müdahale daha kolay hale gelecektir.

Önümüzdeki dört yıllık dönemde, ABD’nin giderek sertleşen, daha doğrudan siyasal, askeri araçlar kullanarak zamanı lehine çevirme hamlelerine tanık olacağız. Önceliğin Rusya ve İran olacağı tahmin edilebilir. Belorusya üzerinde yoğunlaşma artacaktır. Tarihsel-siyasal coğrafya okuması yapılırsa, Ukrayna’nın , Belorusya’ya ; Belorusya’nınsa, Rusya’ya açılan kapı olduğu görülecektir. Belorusya olmadan Rusya’nın kuşatılması tamamlanamaz.

Yine önümüzdeki dört yıllık dönemde, siyasal-ekonomik bir etmen olarak petrolün öneminin göreli olarak azalacağı tahmin edilebilir. O zaman Rusya ekonomisi daha da zorlanacaktır. Bunu ihmal etmemek gerekir. Unutmayalım, Sovyet ekonomisi de, Brejnev döneminin başından itibaren petrolle ilgili yanlış beklentilerden çok zarar görmüştü.

Brejnev-Suslov döneminde, hatta daha da önce, 1961’de, artık komünizm kuruculuğunun resmen başladığının iddia edildiği, 22. parti kongresinden sonra Sovyet ekonomisi fiilen Bukharinci bir çizgiyi benimsemişti. Bu bağlamda, petrol de Sovyet ekonomisi için stratejik bir ürün haline getirilmişti.

20.Kongre’den başlanarak, amiyane tabirle, “pis işler” stratejisiz Hruşçov’a gördürülmüş, 1961’den sonra adım adım ve fiilen yeni bir “utangaç” NEP dönemine girilmişti. Teknokrat Kosigin bu politikanın öne çıkan mimarı olmuştu.

Hruşçov dönemi, sıkça iddia edildiği gibi, bir karşı-devrim değil, restorasyon dönemidir. İktidardan düşürülmesi, restorasyon sürecinin hızı ve kalitesiyle ilgili kaygularla alakalıdır. Onun devrinde, Marksizm-Leninizmin teorik mevzileri terk edilmeye başlanmış olsa da, komünist siyasal anlayış halen fiili olarak geçerliydi.

Brejnev-Suslov dönemi, karşı-devrimci Gorbaçov-Yakovlev-Yeltsin döneminin habercisiydi. Bu dönemlerde SBKP’ye hakim olan siyasal anlayış fiilen komünist değildi. Bununla beraber, Deng dönemi Çin’inin kapitalizme doğru stratejik yöneliminde gördüğümüz programatik netliği, kararlılığı, SSCB’nin söz konusu dönemlerinde göremiyoruz.

Çin’deki söz konusu netliğin en önemli nedeni, ülkenin sosyalizm kuruculuğu konusunda SSCB’den henüz epey geride olmasıydı. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin yol açtığı karmaşa ve istikrar arayışı içinde Deng yönetimi, ABD liderliği altındaki emperyalizmin büyük teşvik ve desteğini de alarak, bu durumu avantajı haline getirdi.

Geçerken, emperyalist blok için Rusya ve Çin’in komünist ideolojiye sahip olup olmamalarının kendi hegemonik gayeleri bakımından büyük bir anlamı yoktu. Bunu Brzezinski, daha Carter’ın başkanlığı döneminde, açıkça ifade etmiş, kendi bakış açılarının esas olarak jeo-ekonomi-politik içeriğe sahip olduğunu ilave etmişti.

Bugün ne Rusya ne de Çin sosyalisttir. Her ikisi de kapitalist ülkelerdir. Her ikisinde de burjuva toplumu dizayn edilmektedir. Kapitalizm, farklı gelişmişlik düzeyleri içinde uygulansa da, uygulandığı her yerde kapitalizmdir. Bunu unutmamak lazım.

Kapitalist olmalarına rağmen her iki ülkenin emperyalist blok tarafından düşmanlaştırıldığı vak’adır. Uluslararası ilişkilerde uzun süreli tarihsel bakış açısını kaybetmemek , coğrafyayı da ihmal etmemek gerekir. Coğrafya lokal ve global ölçeklerde sınıf savaşlarının alanıdır. Bu yüzden tanım itibarıyla politiktir.

Öte yandan, Çin kapitalizmi söz konusu olduğunda, sanki dünyanın başka her yerinde kapitalizm kriz içindeyken, Çin’in bundan muaf olduğu gibi bir algı yaratılmak isteniyor. Yok böyle bir şey. İçinde bulunduğumuz zamanda, kapitalizmin şu ya da bu ülkedeki krizlerinden değil, sistem olarak kapitalizmin krizinden söz ediyoruz. Kapitalizm ABD ‘de de, Çin’de, başka yerlerde de, nicelik ve tempo farklılıklarına rağmen kriz içindedir.

Kısacası, önümüzdeki dört yıllık başkanlık dönemi sönmekte olan ABD hegemonyası açısından bir dönüm noktası olacak kadar önemlidir. Bu bakımdan yarınki seçimi kapitalist emperyalizm kavramına ihtiyaç duymayan sağ ve sol eğilimleriyle liberal siyasal konum açısından değerlendirmek devrimci sosyalist bir yaklaşım olamaz.

İki partinin seçim toplantılarındaki söylemlerinden çok, dünyadaki jeo-ekonomi-politik gelişmeler içinde, Amerikan “establishment”ının zorunlu, öncelikli taleplerine odaklanmak gerekir.