EMPERYALİZM VE İSLAMCILIK 1

Şunu görmek lazım. Gerek M.Kardeşler ve gerekse Vahabi islamcılığının esas siyasal hedefi ulusal seküler egemenlik yapıları ya da organizasyonlarıdır. Filistin sorunu ya da İsrail sorunu tribünlere karşı bir gösteridir. Ya da isterseniz, “van minüt” mastürbasyonudur diyelim.

Türkiye’de anti-semitik eğilimlerine yenik düşen kimi entelektüeller, Ortadoğu’da ve tabii Türkiye’de de gericiliğin, faşizan hareketlerin yükselişiyle İsrail’in ortaya çıkışı arasında bağlantı kuruyorlar. İslamcılar da aynı faktörü seküler-ulusal egemenlik yapılarının yükselişindeki rolüyle ilişkilendiriyorlar.

İkinciler asıl gerçeği gizlemek çabasındalar. Birinciler ise ikincilerin tezgahına geliyorlar. Bir bumerang halini alabilecek (Çünkü her zaman anti-semitizm, anti-komünizmle el ele yürütülmüştür. Hatta bugünkü siyonist anti-semitizm de aynısını yapmıyor mu?) anti-semitist mecralara sapıyorlar. Tıpkı islamcı sahtekârlığın yaptığı gibi, bölgede, ülkemizde olup biten her şeyi İsrail etrafında açıklamaya çalışıyorlar.

Böylece emperyalizm olgusu gözardı ediliyor. Bugünkü İsrail’i emperyalistlerin yaratmış olduğunu unutturmaya çalışıyorlar. Bir şeyi daha, İsrail’den önce ortaya çıkan ve bugünkü İsrail’in oluşumunda da pozitif rol oynayan emperyalizmin hizmetindeki bir gericilik odağı olarak S.Arabistan’ı.

Başkan F.Roosevelt, Yalta Konferansı öncesinde meşhur Landis raporunu okuduktan sonra (Landis ABD’li senatördü, Ortadoğu konusunda adıyla anılan bir rapor hazırlayıp, başkana sunmuştu) o güne kadar genellikle Birleşik Britanya Krallığı tarafından yürütülen Arap diplomasisinin, doğrudan ABD’nin kontrolüne alınmasına karar verdi.

Sonrasında, Quincy adını taşıyan bir savaş gemisiyle ülkesine dönmeden önce S.Arabistan’ı ziyaret etti. Orada iki ülke adı anılan gemide Quincy Paktı olarak anılan bir antlaşmayı imzaladılar. Bu antlaşmanın üç temel maddesinin olduğu söylenebilir: 1) ABD, Suudi Krallığı’nın istikrarını temin etmek adına, askeri olanları da dahil olmak üzere, her türlü önlemi alacak. Bu krallığa dışarıdan yöneltilebilecek bir saldırı durumunda, Krallığı koruyacaktı. Daha da önemlisi, S.Arabistan’ın güvenliği bakımından büyük öneme haiz, Arap yarımadasının istikrarını temin edecekti. 2) Bu hizmet karşılığında da, S.Arabistan petrol satışında her zaman ABD’yi kayıracak, ona “makul” fiyatlarla petrol satacaktı. Daha önemlisi, S.Arabistan petrolden kazandığı paraları dolar olarak ABD bankalarında, ABD şirketlerine öncelik tanıyan ihalelerde kullanarak değerlendirecekti. S.Arabistan’ın güvenliği için gerek duyacağı silahları da ABD firmalarından temin edecekti (Bugün itibarıyla yaklaşık 350 milyar dolar gibi bir Suudi parasının ABD ekonomisinde dolaşımda olduğunu hatırlatalım). 3) ABD, S.Arabistan’ın iç işlerine müdahale etmeyecek. Siyasal rejimine, teolojiko-politik ideolojisine saygılı olacaktı (Yani Batılıların sevdiği bir ifadeyle, Krallık’ın “insan hakları ihlalleri” ne ses çıkartmayacaktı. Bu yüzden bugüne kadar Batı ve özellikle ABD medyası, S.Arabistan rejiminin barbarlıkları karşısında sessiz kalmışlardır).Bu antlaşma biraz sonra kurulacak İsrail’in doğumunda ebe işlevi görmüştür dersek, yanlış bir şey söylemiş olmayız. S.Arabistan’ın güvenliği bir müddet sonra İsrail’in güvenliğinden ayrı düşünülemeyecek hale gelir.

Nasır, Kral Faruk’u darbeyle devirdi. İktidar oldu. Süveyş Sorunu ortaya çıktı. İngiltere ve Fransa askeri müdahaleye karar verdi. O yıllarda kendisini Avrupa’dan göreli olarak özerk bir hegemonik bir güç haline getirmek isteyen ABD, BM’de askeri müdahale önerisine karşı çıktı. ABD, Mısır’ın ve onun etkisiyle Ortadoğu’da tabanı genişleyen ulusal-seküler hareketlerin SSCB’nin kontrolüne girmesinden çekiniyordu. Hegemonik bir güç olmak anlamında yeni yükselen emperyal devletlerin, tarih içinde,gerileyen emperyal güçlere nazaran daha rasyonel hareket ettikleri görülecektir.

Nitekim, Nasır darbesi ve erken döneminde Nasır yönetimi, gerek ABD’nin o zaman bölgedeki en büyük petrol konsorsiyumu Gulf Oil (seksenlerde Standart Oil ile birleşip Chevron adı altında perakende satış istasyonları açmışlardır) ve gerekse Kennedy yönetimi tarafından büyük destek ve himaye görmüştür. Hatta Arap milliyetçiliğin ilk cisimleşmesi olduğunu söyleyebileceğimiz (Mısır ve Suriye’nin birlikte kurdukları) Birleşik Arap Cumhuriyeti yine Kennedy yönetimi tarafından desteklenmişti. Nasır ve Kennedy arasındaki düzenli sayılabilecek mektup trafiğini hatırlatmak isterim. Kennedy, ABD’nin emperyal programını sürdürürken Avrupa’nın sömürgeci politikalarının mirasçısı gibi bir görüntü vermemesi gerektiğini düşünüyordu. Tabii bütün bu süreç işlerken S.Arabistan sürekli olarak ABD nezdinde girişimlerde bulunarak, Quincy Paktı’nı hatırlatıyor. ABD’nin antlaşmaya sadık kalmasını istiyordu. ABD’yi sürekli olarak Nasır rejimine karşı kışkırtıyordu.

1962 yılında K.Yemen’de kralcılar ve cumhuriyetçiler arasında bir iç savaş çıktı. Tabii S.Arabistan ve Ürdün kralcıları, Mısır cumhuriyetçileri destekliyordu. İç savaş Mısır’ın Yemen’e asker göndermesine neden oldu. Ancak 1971’e kadar Yemen sorunu çözüm bulamadı. Mısır ve arkaik monarşiler arasında çekişme alanına dönüştü. Bu çerçevede, 1967 İsrail-Mısır savaşı S.Arabistan’ın lehine olmuştur. Mısır bu yenilgi sonrasında Yemen’deki 68 bin askerini de çekmek zorunda kalmıştır. Tabii bütün bu süreç yol açtığı bir başka sonuç da, Ortadoğu’nun seküler ve ulusalcı hareket ve organizasyonları nezdinde SSCB’nin itibarının artmış olmasıdır. S.Arabistan bu gerçeği de kendi adına iyi kullanmıştır.

ABD’de Johnson iktidar olduğunda, Kennedy yönetimi sırasındaki Ortadoğu politikası da değişmiştir. Bu değişimin ilk işaretlerinden bir tanesi, Mısır’ın Aswan barajı inşaatına desteğini talep ettiği ABD yönetimin bu teklifi ret etmesi olmuştur. Bu ret, Mısır’ı Sovyetler’e biraz daha yaklaştırmıştır.

Johnson yönetiminden itibaren Nasır’ın netleşen politikası, Ortadoğu’da Batılı güçlerin ekonomik etkisini kırabilmek için Arap petrolleri üzerindeki Batılı denetimi ve onların Arap dünyasındaki işbirlikçilerini ortadan kaldırmak olmuştur. Bu doğrultuda, arkaik Arap rejimlerinden destek bulan Arap gericiliğinin kalelerini, bölgedeki emperyalist üsleri yıkarak seküler,ulusal Arap birliğini tesis etmek gerekiyordu. Dikkat ediniz, Filistin Sorunu 1967’ye kadar Arap milliyetçilerinin somut bir politika olarak hedefinde değildir. İsraillilerle sorunlar henüz karşılıklı temaslarla, diyalogla aşılmaya çalışılıyordu. Öncelikli hedef Arap gericiliği ve onun merkez üssü S.Arabistan idi. Bu stratejinin ne kadar isabetli olduğu bugün dahi görülmektedir.

Ne olduysa, yanlış bir hamleyle Nasır’ın İsrail’le 6 gün savaşını başlatmasıyla oldu. Bu yenilgi ve gerileme sonrası, S.Arabistan’ın büyük parasal desteği ve Batı emperyalizminin şemsiyesi altında Quincy Pakt’ından itibaren palazlanmaya başlayan İslamcıların eli güçlendi. Yenilgiden “Batı’dan ithal” seküler-ulusalcı modeli sorumlu tuttular. Kendilerini ilk kez bu savaş sonrasında ulusalcılar karşısında güçlü bir siyasal alternatif olarak sundular. Hayal kırıklığı içinde moralleri bozulmuş aydınların, kitlelerin desteğini aldılar. Bu kez İslamcılar, bu ulusal seküler, Batıcı rejimlerden kurtulmadan Filistin Sorunu’nun aşılamayacağını vaz’ ediyorlardı.

Emperyalist ülkelerin himayesi ve islamcı siyasal meşruiyetin bayrağı altında, bölgedeki seküler-ulusalcı yapıların altı 70’lerden itibaren oyulmaya başlandı. Elbette bunun Türkiye için de imaları olacaktı. Dikkat ediniz bugün Ortadoğu’da islamcı hiç bir rejim, özellikle iktidar olanaklarına kavuşmuş olanlar, Filistin Sorunu’nu gündemlerine almıyorlar. Sadece kuru sıkı bir “van minüt” atışı bağlamında şovlarla meseleyi geçiştiriyorlar. Asıl hedeflerinde ulusal-seküler cumhuriyetçi yapılar olduğu net olarak görülüyor. İşte bu politik konum hem Ortadoğu gericiliğinin kalesi S.Arabistan’ın hem de İsrail’in işine geliyor. Gerek S.Arabistan ve gerekse İsrail var olmak için birbirlerine muhtaçlar.

İhvan ya da M.Kardeşler olarak bilinen örgüt 1928 yılında, her ikiside 1906 doğumlu ve her ikisi de öğretmen olan Hasan El-Benna ve Seyid Kutb tarafından kuruldu (Geçerken, bu kuruluşta Türkiye’de yükselen Kemalist harekete yönelik tepkisel bir boyutun olduğunu da hatırlatalım). Esas olarak, din ve siyasetin, medeni hukuk ve şeriat hükümlerinin tevhidci bir anlayışla birleştirilmesini istiyorlardı. Bu ayrımların Batı icadı olduğunu ileri sürüyorlardı. Hayatın bütün alanlarının İslami prensipler çerçevesinde yeniden düzenlenmesini öneriyorlardı.

Benna’nın 1948’deki ölümünden sonra Seyit Kutb daha radikal bir çizgiyi benimsedi. İslami prensiplere dayanmayan Arap rejimlerine karşı savaşmanın dini bir görev olduğunu ileri sürüyordu. Bu hareket   S.Arabistan tarafından desteklenmişti. Özellikle de Seyit Kutbçu çizgisiyle.

Nitekim Kutb yönetimindeki İhvan, S.Arabistan’ın yönlendirmesi ve desteğiyle 1954’te silahlı bir kol oluşturmuştur. Bu örgüt giderek diğer Arap ve Batı ülkelerinde de kollar açmaya başladı. Diğer müslüman ülkelerindeki dinci gruplarla temasa geçti. İlk hedefin Nasır yönetimi (ve dikkat ediniz) Suriye olduğu her fırsatta ilan edilmekteydi. Bu iki ülkede örgütlenmeye büyük ağırlık verildi. Buna karşı bir hamle olarak,  Nasır İhvan hareketine karşı büyük bir saldırı başlatı. Kutb yakalanarak idam edildi. Kısacası, emperyalizm karşısında tavır alan bağımsızlıkçı,  ulusal-seküler Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır ve Suriye) İhvan hareketinin ana hedefi haline geldi.

Tabii sonrasında emperyalizm çağında, seküler ulusalcı burjuva cumhuriyetlerini, sosyalizme dönüştürmeyen ya da dönüştüremeyen ve böylece toplumsal temellerini eşitlikçi bir anlayışla sağlamlaştırmayan bütün rejimlerin başına gelen Mısır’ın da başına geldi. Bugün bütün Ortadoğu Cumhuriyetlerinin başına gelmekte olduğunu da spektaküler örnekleriyle yaşıyoruz, görüyoruz.

Temel bir mantık kuralıdır, aynı nedenler aynı sonuçları doğururlar.Öyleyse, bugün bu emperyalist-islamcı saldırı karşısında geçmişteki yanlışları yinelememek gerekir. Çürüyen kapitalizmin krizi, tanım itibarıyla gerici politik içeriğe sahip emperyalizmin en saldırgan ve en arkaik görünümlerini bir kez daha somut olarak kusmasına neden oldu. Bu durumda onu sosyalizmden başka bir toplumsal-siyasal projeyle alt etmek olanaklı değildir. “Burjuva-demokratik” ya da  daha kurnazca demeyeceksek, daha “inceltilmiş” ifadesiyle “milli demokratik devrim” ler (“kapitalist olmayan yol” da denebilir)  sosyalizme dönüşme yolunda başarılı olamıyorlar. Rus feodal otokrasisine karşı yapılan ikinci burjuva demokratik devrim, Lenin önderliğindeki bolşeviklerin ancak hemen müdahalesiyle, sekiz ayda sosyalist devrimle dönüştürülmüştü. Bunu görmek ve göstermek lazım.


Çin Komünist Partisi’nin 18.Ulusal Kongresi: Yeni Büyüme Stratejisi ve Siyasal İmaları

Türkiye’de, ABD seçim kampanyaları sırasında, sol kamuoyunun dikkatinden kaçan önemli bir Cumhuriyetçi ve Demokrat ortak prodüksiyonu kampanya vardı. Gerek Romney ve gerekse Obama, ABD’deki ekonomik krizden Çin’i sorumlu tutuyorlardı. Her ikisi de, yanlış hatırlamıyorsam, Ekim ayında, Hofstra Üniversitesi’ndeydi, bir soru üzerine, ABD’deki ekonomik düşüşten, işsizlikten Çin’i sorumlu tutmuşlardı. Devam ederek, Çin’in ABD’deki yatırımlarının ülkenin ulusal güvenliği için tehdit oluşturduğunu iddia etmişlerdi. Çin’le ticaretin ABD’nin ekonomik bağımsızlığını yok etmekte olduğunu vurgulamışlardı. Bir kaç gün sonra bir kamuoyu araştırma şirketinin Amerikalılarla yaptığı bir ankette de, ABD yurttaşlarının yaklaşık yüzde 70’nin başkanın ve rakibinin görüşlerine katıldıkları sonucu çıkmıştı.

Bunun üzerine resmi Çin medyası, ABD siyasetçilerini ucuz politikacılık yöntemlerine başvurarak ABD halkını Çin’e düşmanlaştırmaya çalıştıklarını iddia etmişlerdi. Çin ile ABD arasındaki ilişkilerde asıl mağdurun, kısıtlamalara ve yasaklara tabi tutulan Çin firmaları olduğunun altı çizilmişti.

Çin’in epeyce bir zamandan beri ABD’yi korumacı ekonomik anlayışı dolayısıyla eleştirdiği bilinmektedir. Çin, ABD’nin bir yandan dünya ülkelerine serbest piyasacı politikalar uygulamaları için çağrı ve baskı yaparken, kendisinin korumacı ekonomi politikaları izlemekte olmasını büyük bir çelişki olarak yorumlamıştı. En son, Obama yönetimin Çin’e yüksek teknoloji ihracını yasaklayan kararları bu korumacılık tartışmasını yeniden alevlendirmişti. Tartışmalar sürerken iki ülke birbirlerini yeni soğuk savaşın “truva atı” olmakla suçlamışlardı.

Bu tartışmalarda Çin tarafı, Çin ekonomisinin ya da GSMH’nın yüzde 30’undan fazlasının ihracata dayanırken, bu oranın ABD için yüzde 15’lerde olduğunu söylüyor. Bu durumda, büyümek için ihracata muhtaç ülkenin Çin olduğu belirtiliyordu.

ABD EMPERYALİZMİ KIŞKIRTIYOR

Tabii bu görünürdeki ekonomik tartışmaların siyasal boyutlarının olduğu, olacağı gözden kaçırılmamalıdır. Obama yönetiminin, Hindistan ve Çin’i karşı karşıya getirmek için yürüttüğü kışkırtıcı siyasal faaliyetler de biliniyor. En son, Eylül ayında Çin’in yaptığı ilk uçak gemisinin faaliyete geçmesiyle, ABD bunu, Hindistan’a karşı tehdit olarak yorumlamıştı. Son dört yılda, Hindistan’ın sürekli silahlandığını, ABD’nin bu ülkeye silah satışında önemli bir paya sahip olduğunu görüyoruz. Halbuki daha Çin bu uçak gemisine sahip olmadan çok önce Hindistan’ın İngiltere’den alıp modernize ettiği bir uçak gemisine sahip olduğu biliniyor. Tabii her iki ülke de Hindistan’ı çok önemli bir potansiyel dış pazar olarak görüyorlar. Bunun farkında olan Hindistan, dış işleri bakanı aracılığıyla, geçen ay, ülkesinin ilişkilerinde her ikiyi ülkeyi de gözeteceğini söylemişti.

Bariz şekilde Uzak Doğu’da, Çin Hindi’nde, Rusya’da ciddi bir askeri hazırlık olduğunu görüyoruz. Rus ordusunun da kendisini modernize etmek için yedi yüz milyar dolarlık bir bütçe hazırlamış olduğu ne zamandır söyleniyor.

“ÇİN’E ÖZGÜ SOSYALİZM” YA DA SÜREKLİ REVİZYONİZM

Bilindiği gibi Deng devrinden itibaren ÇKP Ulusal Kongreleri, “Mao Zedung Düşüncesi” revizyonunu revize eden “Deng Xiaoping Teorisi” yle partinin siyasal çizgisinin, sürekli gözden geçirildiği, adeta “sürekli revizyonizm” programlarının kararlaştırıldığı platformlara dönüşmüştür.

1982’deki Deng çizgisini mantıksal doğrultusunda geliştirmek adına ÇKP politbürosundaki konumunu 1987’de güçlendiren Jiang Zemin, başkan olduktan sonra revizyonizm yolunda bir hamle daha yapmış, malum Konfiçyüsçü retoriği çağrıştırır şekilde, Üç Önemli Temsili Fikir “açılımı”nı parti programına ve sonrasında da Çin anayasasına dahil ettirtmişti. Buna göre, 1)ileri toplumsal üretici güçlerin yaratılması (esnek -piyasacı- ekonomik büyüme), 2) ileri kültürel kazanımların yaratılması (kültürel ve ideolojik yenilenme) ve 3) çoğunluğun çıkarlarını gözeten politik uzlaşmanın yaratılması (“ileri demokrasi”, ya da isterseniz, “bütün halkın devleti” anlayışı) hedefleri partinin önüne koyuluyordu.

ÇKP’nin 17.Ulusal Kongresi’nde, şimdi görevini devretmesi beklenen başkan Hu Jintao revizyonu derinleştirmek adına, Bilimsel Gelişme Kavramı anlayışını hakim parti çizgisi haline getirmiş, buna göre çağdaş dünya şartlarının gerektirdiği ekonomik -teknokratik aklın Çin yönetiminin bütün alanlarına uygulanması istenmiştir. Onun döneminde Çin, kapitalist dünyayla entegrasyon adına büyük adımlar atmıştır. Jintao, Çin’in ekonomik gelişmesi bakımından, barış içinde karşılıklı çıkarları gözeten uluslararası bir ortama muhtaç olduğunu her fısatta dile getirmiştir. Aynı zamanda da, azınlıklar sorunu ve parti içi muhalefet karşısında çok sert önlemler almıştır.

Bir parantez açacak olursak, çağdaş Çin’in oluşumunda Sovyetler Birliği etkisinin, daha çok olumsuz görünümleriyle, çok açık olduğunu tespit etmek gerekiyor. Elbette henüz bir komünist belagatten vazgeçilmemiştir. Hu Jintao halen “Çin’e özgü bir sosyalizm” pratiği içerisinde olunduğunu söylemekte, sosyalizmin Çin’de nihayet ilk evresine girmiş olduğuna işaret etmektedir. Tarihsel bir perspektiften ve kıyaslamalı olarak bakıldığında Çin’in, SBKP’nin 20.Kongresi’den sonra 1958’den itibaren  teorik ve politik özellikleri itibarıyla, SBKP’nin revizyonistleşme rotasını takip etmiş olduğu veyahut SSCB’deki gelişmelerden olumsuz olarak etkilenmiş olduğu  söylenebilir.

Tekrar ÇKP’nin 18.Ulusal Kongre’sine dönecek olursak, başkan Hu Jintao kongreye sunduğu raporunda, çok önemli noktalara işaret etmiştir. Birincisi, Çin artık iç pazarına ağırlık verecektir. Başkan konuşmasında, iç pazarı genişletmek, iç talebi patlatmak gerektiğini ifade etti. Hatta Çin plancılarının bireysel potansiyel talep yaratma konusunda da çalışmalar yapması gerektiğini söyledi. Çin’in kapitalizmin kriziyle öne çıkardığı kamucu politikalarından (yani Keynesçilikten) taviz vermeyeceğini belirtti. Hatta Çin parti toplantılarında ilk kez olmak üzere, kişi başına düşen milli gelir payını on yıl içinde ikiye katlamanın hedeflendiğini söyledi. Böylece ilk kez Çin’de ekonomik gelişme bağlamında, kişi başına ulusal gelir kriterine ve hedefine değinilmiş oldu.

Bu karar çok önemli. Demek ki Çin, ihracata dayalı kalkınma stratejisine nazaran iç pazara dayalı kalkınma stratejisine ağırlık verecektir. Bunu sağlamak için de içeride, ücretleri arttırarak, halkın satın alma gücünü arttıracaktır. Yine ilk kez, en yetkili ağızdan, bugüne kadar izlenmiş olan büyüme stratejisinin, zengin ve fakir arasındaki mesafeyi uçurum düzeyine getirmiş olduğunun itiraf edildiğini görüyoruz. Elbette bu konuya değinilmesi, iç pazara dönüşü meşrulaştırmak içindir. Hem kırsal hem de kentsel kesimdeki çalışanları sürdürebilir bir sosyal güvenlik şemsiyesi altına alma çağrısını da bu yeni strateji çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bununla beraber, bütün bu önlemlerin, uygulandıkları takdirde,  Çin’in dış ticaretteki rekabet kabiliyetini bir ölçüde azaltacağı da aşikardır.

Burada çok önemli bir noktaya değinmek lazım. Çin yönetiminin iç pazarcı önlemleri aslında Çin’in düşük ücretlere dayalı kalkınma stratejisinin sınırlarına ulaşmış olduğunun da ilanı olarak görülmelidir. Çin bu noktaya 2006-2007 yıllarında ulaşmıştır. Bu tarihle, kapitalizmin son büyük bunalımının patlak verdiği tarih arasında bir örtüşme olması ilginçtir.

Bilindiği gibi, 2007’deki 17.Ulusal Kongre’de de iç pazarı teşvik etmek ve toplumsal eşitsizlikleri gidermek adına önlemler alınması kararlaştırılmıştı. İç talebi genişletmek yönünde sınırlı bir uygulama son iki üç yılda yapılmıştı. Büyük kentlerde ücretlerde bir miktar artışa gidilmişti. Aradan geçen zaman içinde özellikle büyük kentlerde çalışan emekçilerin ücretlerindeki bu artışın yaklaşık yüzde 15 civarında olduğu istatistiklere yansımıştı.

O zaman bazı “eski tüfek Maocular”  bu kararlardan etkilenmiş, Çin’in kapitalistleşmeyeceği yolunda iddialar geliştirmişlerdi. Oysa, Çin kapitalist emperyal bir güç olma yolunda kararlı adımlar atmayı sürdürmektedir. Üstelik   neo-liberal   araçları görece kontrollü bir şekilde kullanmaktan vazgeçmeden. Çin’de, özellikle büyük kentlerdeki emekçilerin ücretlerinde nispi bir artış olsa da, kırsal alanlardan kentlere gelen masif göç, kayıt dışı bir emek sömürüsünün en vahşi formlarda sürdürülmesine olanak veriyor. Çalışan emekçiler üzerinde  baskı yaratan muazzam bir “yedek emekçi ordusu” nun varlığı,  Çin’deki yerli ve yabancı sermaye kuruluşlarına ücretleri belli bir seviyede tutmak veya düşürmek adına eşsiz olanaklar sunuyor.

Çin’de bugün uygulanan devlet kapitalizmi çerçevesinde, tek tek (hatta ellerinde muazzam sermaye birikimine sahip) burjuvalar ortaya çıkmış olsa da, ekonomik-siyasal-ideolojik bir bütünlük teşkil etmesi anlamında, bir sınıfsal yapı olarak burjuvazi  (henüz) oluşmamıştır. Yani burjuvazisi olmayan bir kapitalizm pratiğinden söz ediyorum. Girişimci faaliyetleri esas olarak devlet memuru figürler yürütmektedir. Devlet ya da bürokrasi, geleceğin burjuvazisi adına vekaleten kapitalizmi geliştirmektedir. Bizim erken devletçilik deneyimimizi hatırlatan bir tür “vesayet kapitalizmi” nden söz edebiliriz.

Tabii asıl benzerlik Sovyet NEP dönemiyle.  Mao sonrası dönemin, özellikle de Deng programının NEP programıyla anlamlı benzerliklerinin olduğu açıktır. Bugün ulaşılan noktada aralarındaki farklar şudur:  Bir kere Sovyet NEP’i, çok ağır ve çok daha kötü şartlarda devreye sokulmuştu. Savaş, ardından iç savaş ve emperyalist işgal Rusya’da büyük maddi yıkımlara yol açmıştı. Halk açlıkla karşı karşıya idi.

Bu şartlarda Sovyet NEP’i,, sosyalist kuruculuk öncesinde, bireysel kapitalist teşebbüsü önlemek ve üretim araçlarını devlet elinde toplamak, pre-kapitalist ekonomik sektörleri tasfiye etmek gayesiyle geçici bir aşama olarak öngörülmüştü. Sosyalist kuruluş öncesinde sınıf mücadelesinde taktik bir evre olarak kurgulanmıştı. Söz konusu politika proletarya diktatörlüğü şartlarında uygulanmıştı. Devlet kapitalizminden sosyalist ekonomiye geçilecekti. Nitekim öyle de oldu.

Oysa Çin’de uygulanan NEP bizatihi sosyalizm olarak sunuluyor. “Pazar sosyalizmi” deniliyor. Devlet kapitalizmi halen güçlü ama bireysel teşebbüsün de giderek mevzi kazanmakta olduğu görülüyor. Ellilerden seksenlere kadar bizde de görüldüğü gibi, esas olarak, devletten özel sektöre kaynak sağlamak amacına yönelik karma ekonomik model, bireysel teşebbüsün önünü açacak şekilde uygulanıyor. Buna göre, Sovyet Rusya’daki uygulama devrimci; Çin’deki karşı devrimcidir.

Sovyet NEP’iyle başka bir önemli fark da tarımsal alanda görülüyor. Sovyet NEP’i sonrasında tarımsal kollektivizasyon öngörülmüş ve gerçekleştirilmişti. Oysa Çin NEP’inden önce gerçekleştirilmiş olan kollektivizasyon, Deng’in NEP ile birlikte tasfiye edildi. Düşük emek maliyetine dayanan Çin ekonomik büyüme stratejisinin gereksindiği “yedek işçi ordusu” nu oluşturmak adına tarımsal kollektifler tasfiye edildi. Anlaşılıyor ki şu haliyle Çin NEP’i ÇKP tarafından, kapitalizmin kalıcı olarak tesisi yolunda bir aşama olarak görülmektedir.

Çin’de, Kültür Devrimi’nden sorumlu tutulan “dörtlü çete”nin iktidardan tasfiyesiyle birlikte, özellikle Hua Guofeng ve Deng Şiaoping yanlılarının hükümet darbesiyle iktidarı ele almaları sonucunda, 1976’dan itibaren başlatılan NEP, 1958 Büyük İleri Atılım programının başarısızlığından sonra altmışların hemen başında bir kaç yıl süren ve büyük ölçüde Sovyet NEP’ini örnek alan ve Kültür Devrimi’nin başlatılmasıyla ara verilen ilk Çin NEP’inin devamı olarak da görülebilir. Hatta ilk NEP’in kuramcıları olan Chen Yun, Liu Shaoqi ve Şue Muqiao gibi figürlerin (Çin’in Bukharin’leri, Rykov’ları da denebilir)  fikir ve kuramları Mao-sonrası NEPçilerinin, tabii Deng’in de referansları oldular.

Yani Çin’de ikincisi için çıkış noktası işlevi görmüş olduğunu söyleyebileceğimiz daha erken bir NEP deneyimi yaşanmıştı. Mao-sonrası ikinci deneyim, sınıf savaşımının sona erdiği kabulünden hareketle proletarya diktatörlüğünün rafa kaldırıldığı koşullarda, açık bir revizyonizm olarak görülmek gerekir. İlk NEP deneyimi, 1958 Büyük İleri Atılımı’ndan sonra sınıf savaşımını tekrar öncelikli hale getiren, sosyalizmi kurmayı hedefleyen Kültür Devrimi’yle aşılmak istenmişti. Sosyalizm perspektifi olmayan, karşı-devrimci bir NEP’le sonuçlandı.

Tekrar Kongre’nin olası sonuçları üzerinde duracak olursak,  Çin hem ABD ve AB gibi çok önemli dış pazarlarındaki ekonomik krizin derinleşme eğilimini sürdürmesini hem de kendisine karşı alınacak ekonomik-politik önlemleri düşünerek, şimdiden hamlesini yapıyor. Hazırlanıyor. Bugün Çin yönetimi, ABD tarafından fiilen ilan edilmiş olan yeni bir soğuk savaşta, eski soğuk savaşta SSCB’nin bulunduğu konumu, içerik olarak olmasa da şeklen, temsil ettiğini görüyor. Yani “baş düşman” dır. Tabii Başkanlık seçimini kazanması kuvvetle muhtemel olan ikinci döneminde Obama’nın, “containment”  politikasına öncelik vereceğinin de farkındadır. Global finans tekellerinin kuklası olan Obama’nın ikinci dönemindeki en önemli görevi, Çin’in yükselişini durdurmaya çalışmak olacaktır.

Gelgelelim, ABD’li stratejler bir şeyi hesaplamamış görünüyorlar. Çin’i birlikte kuşatmayı düşündükleri ülkelerin bir çoğunda kayda değer bir Çinli nüfus var. Ve bu nüfus şu ya da bu derecede Çin’le ekonomik bir entegrasyon içerisindedir. Yine bu nüfusun Çin’in izlediği ekonomik politikalarla bir sorunu yoktur. Çin’in komünist ideallerden reel olarak vazgeçmiş olduğunu gayet net olarak görmektedirler.

Zaten eğer Çin tarihine bakılacak olursa, Çin imparatorluklarının çöktükten sonra yeniden güçlü imparatorluklar halinde restore edilebilmeleri, Çin’in hem kendi içinde ve hem de etrafındaki ülkelerdeki nüfus içinde etnik(Çinli) olarak homojen ve anayurda ekonomik ve kültürel olarak bağlı bir insan malzemesine sahip olmasıyla izah edilmektedir. Bu insanların ataları imparatorluklar devrinde, mesela eski Roma’da olduğu gibi,  nüfusun çoğunluğuna etnik olarak yabancı bir hegemonik azınlığın yönetimi altında değillerdi.  Nitekim, eski Roma imparatorluğu çöküşten sonra bu yüzden tarih sahnesinden kaybolmuştur. Yine Avrasya coğrafyasından yükselmiş Moğol imparatorluğu da kültürel olarak domine ettiği coğrafyaya üstünlük sağlayacak durumda olmadığı, tersine fethedilene asimile olduğu, onun üstün kültürünün etkisine girdiği, hatta onun dilini, dinini, siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimlerini sahiplendiği için  bölünüp parçalara ayrıldıktan sonra -eski Roma gibi- bir daha belini doğrultamamıştır. Yitip gitmiştir. Oysa üstün Çin kültürü dün olduğu gibi halen etnik olarak Çinli olmayan bölge nüfusu üzerinde dahi etkilidir. Bunlar tarih kitaplarında yazılı.

Başkan Jintao, Çin’in geleceği bakımından çok önemli iç ve dış stratejik fırsatları değerlendirmesi gereken bir periyota girmekte olduğunun altını çiziyor. Çin’in denizlerdeki çıkarlarını ve “hakları”nı koruyabilmek için denizciliğe çok önem vermesini, bu alandaki çabalarını katlaması gerektiğini belirtiyor. Çin’in denizlerde haklarını koruyacak bir deniz gücüne sahip olmasının elzem olduğuna vurgu yapıyor. Bu önemlidir. Geçmişte sino-sovyet cephe, denizleri ihmal etmişti. Tarihsel referansları olan imparatorluklar, devletler gibi, askeri anlamda, esas olarak bir kara gücü olarak örgütlenmişlerdi. Eski soğuk savaşı ABD’nin kazanmış olmasında denizlerdeki hakimiyetinin de rolü olduğunu belirtmek isterim.

Bilindiği gibi, Japonya ile yaşanan adalar sorunu dolayısıyla hemen Kongre öncesine kadar, ÇKP tarafından teşvik edildiğinde kuşku bulunmayan, Japonya’yı protesto eden büyük sokak gösterileri yapılmıştı. Çin yönetimi halkın haklı kaygularını takdir ettiklerini söylemişlerdi.Kongre’de, Japonya karşısında geri adım atılmayacağı ama barışçı çözüm arayışlarının da sürdürüleceği ifade edildi.

Obama’nın ikinci döneminde dikkatlerimizi artık daha çok Ortadoğu’dan Uzak Doğu’ya,Çin Hindi’ne çevirmemiz gerekecek. ABD yönetimin bu dönemde, en başından beri özellikle Obama’ya destek vermiş olan finans tekellerinin, dolar lobisinin Çin rekabeti karşısında ABD’nin sürekli gerilediği yönündeki uyarılarını dikkate alarak, Orta, Doğu ve Güneydoğu Asya ‘ya daha fazla yoğunlaşacağı beklenmelidir.

Ortadoğu hakkında da bir kaç şey söyleyerek bitirelim. Suriye’ye yönelik emperyalist saldırı başarısız olmuştur. En azından şimdilik böyle. Esnek ABD dış politikası, Suriye’nin güneyinde yer alan bölgedeki varlığını tahkim edecektir. Elbette Suriye’deki düşük yoğunluklu savaşı veya terörist saldırıları desteklemeye devam edecektir. Ancak merkezi,doğu ve güneydoğu Asya’nın öncelikli yeri dolayısıyla dikkatini oraya daha fazla verecektir. Rusya ve Çin ile daha dolaysız şekillerde karşı karşıya gelecektir. Bir global savaş riskinin daha da  artacağı  konjonktüre girmekteyiz.

Tabii Suriye’deki geri çekilme her şeyden önce Suriye adına büyük bir başarıdır. Sonra İran ve Rus diplomasinin görkemli bir gövde gösterisi olmuştur. Bunun da kaydedilmesi gerekir. Yine bu gerilemenin bölge adına bir takım sonuçlar doğuracağı açıktır. Gelgelelim bunları ihtiyatlı hareket ederek geçiçi sonuçlar olarak değerlendirmekte yarar vardır. Unutmayalım, ABD diplomasisi esnektir, çok seçeneklidir. Birinci sonuç, İran’ın vurulmasının rafa kaldırılmış olmasıdır. İkincisi, Barzani projesinin hasara uğramasıdır. Barzani, meşru Irak yönetimi karşısında geri çekilme ihtiyacı duyacaktır. Elbette, Lübnan’da, Suriye’de, Irak’ta gerilimler didişmeler sona ermeyecektir. Çatışmalar şimdilik düşük yoğunluklu bir seyir izleyecektir.

ABD’nin zaten güçlü olduğu Ortadoğu’nun batısındaki ya da güneybatısındaki konumunu konsolide etmesi demek, İsrail’in ihyası demektir. Bunu unutmayalım. Bu çerçevede, Türkiye ve İsrail tekrar “eski dostlar” ı oynayacaklardır. Artık Türk başbakanın “van minüt” mastürbasyonu yaptırma imtiyazı elinden alınacaktır. Buna mukabil elbette koskoca Türkiye başbakanı da boş duracak değildir, içeride dinciliği ve milliyetçiliği körüklemekle iktifa edecektir. Her tepeye ve her meydana bir cami, her eve bir mescit  kampanyalarına girişecektir. Bunu yaparken, muhtemelen kendisini “bahtsız bedevi” haline getiren dış bakanını da kızağa çekecektir.

Emperyalizm ve SSCB 1

Emperyalistler, “demokrasi, insan hakları” şiarı altında ilerici rejimlere müdahaleden vazgeçmezler. Emperyalizme boyun eğmeyen rejimleri “totaliter” ilan ederler. Kendilerine karşı anti-emperyalist ilerici güçlerin kazandıkları zaferleri zaferden saymazlar. Onlar aleyhine gelişmiş, gelişen her şey, tanım itibarıyla, kötüdür. “Anti-demokratik”, “gayri-insani”dir. “Özgürlükler”e, “hür dünya”ya karşıdır. Örnekse, Rus Devrimi böyledir. Türkiye’nin bağımsızlık savaşı da öyle. En son olarak, Naziler karşısında SSCB’nin elde ettiği zaferin aslında önemli bir başarı olmadığını, kendileri olmasaydı, Hitler’in yenilemeyeceğini iddia etmektedirler. Doğrusu, emperyalizm, ya da emperyalistler olmasaydı, Hitler de olmayacaktı. On milyonlarca insan hayatını yitirmemiş olacaktı. 2.Savaş’ta yalnız SSCB’nin kayıpları 27 milyona yakındır. Sadece Leningrad ve havalisinde 10 milyona yakın insan emperyalist Naziler tarafından yok edilmiştir.

Rus Devrimi’nden sonra 1918’de İngiltere’nin öncülüğünde ve şemsiyesi altından 14 ülke Rusya’yı işgal etmek için yüz binden fazla askerini bu ülkeye gönderdi (yalnız Yunanistan 25 bin civarında asker göndermişti). İç Savaş, aslında aynı zamanda, bir “dış” savaştı. Rusya’nın kuzeyi, kuzeybatısı, güneyi, Ukrayna, Sibirya işgal edildi. Kızıl Ordu’nun ilerlemesi karşısında 1922’de işgal orduları geri çekilme kararı aldılar. Sadece Japonya Sakhalin’deki işgalini 1925’e kadar devam ettirdi. Emperyalistler Sovyet Rusya’yı askeri olarak yenemeyeceklerini anlayınca, bu kez içeriden yıkmaya çalıştılar. MI6 ajanı Reilly’nin anılarında var. Her fırsatı kullandılar. Lenin’in ölümüyle birlikte başlayan “sürekli devrim” ve “tek ülkede sosyalizm” tartışmasını birincisi lehine körüklediler. Stalin’in ilk büyük başarısı, “tek ülkede sosyalizm” politikasını hakim kılmak olmuştur. “Sürekli devrimciler”in tasfiyesiyle, emperyalizme bir darbe daha vurulmuş, emperyalizm geriletilmiş oldu.

Tabii emperyalistler vazgeçmediler. Bu kez Nazi Almanyası’nın sırtı sıvazlandı. Önceleri Hitler bu oyuna o kadar çabuk gelmeyecekmiş gibi bir izlenim vermişti. Savaş öncesi, hemen herkes onun öncelikle Bolşevik Rusya’ya saldırmasını bekliyordu. 1940’da tarihsel rakibi Fransa’nın üzerine yürüdü. Bir yandan da, sıranın İngiltere’de olduğu ilan ediliyordu. Rusya’nın, “en zayıf düşman” olarak en sona bırakılacağı anlaşılıyordu. SSCB ile yapılan Münih Antlaşması bu inancı pekiştirdi. Artık kimse SSCB’ye 1943’den, Britanya’dan önce, saldırılmasına ihtimal verilmiyordu. Artık N. Almanyası’ nın Fransa ve İngiltere’nin işini bitirmeye öncelik vereceği sanılıyordu. Hatta Alman generaller arasında dahi böyle bir kanaat olduğunu anılardan öğreniyoruz. Bu arada Churchill, Almanya’ya karşı ABD’de nezdinde bir ittifak arayışına giriyor. Hatta o sıralarda, ABD başkanı Roosevelt’e “size yalvarıyorum” şeklinde ifadelerin bulunduğu ikna mektupları yazıyordu.

SSCB akıllıca bir hamle yaparak Münih Antlaşması’yla zaman kazanıyor. Bu durum Hitler’i bir an önce SSCB’ye saldırtmak isteyen Britanya’yı iyice huzursuz ediyordu. Bu sıralarda, Sovyetler’e bu antlaşmayla ilgili olarak ideolojik saldırılar, Trotsky’nin katkılarıyla yoğunlaşıyordu. Ancak dikkat ediniz, en güçlü emperyalist güç ve onun o zaman yedeği sayılacak ABD Nazilere müdahale etmiyorlar. Edemiyorlar. İngiltere’nin ve Churchill’in öfkesinin nedeni, Almanya’nın doğrudan Bolşeviklerin ülkesine saldırmayıp, kendilerini hedeflemiş olmasından kaynaklanıyordu. Oysa Hitler’den istenen ve beklenen komünistleri Avrupa’dan atmasıydı.

Nitekim Churchill, savaş sonrası konuşmalarında (bkz. W.Churchill: Sinews of Peace, 1948), Nazi fikriyatıyla bir sorunu olmadığını, ancak onun siyasal-askeri heveslerinden rahatsızlık duyduğunu açık olarak belirtmiştir. Şimdi bakınız, Birinci Dünya Savaşı’nın temel ekonomik nedenlerinden birisi, meta ve sermayenin, global olarak, serbestçe dolaşamamasıdır. Yani mesela, Fransa’da üretilen bir mal ya da Fransız sermayesi, diyelim, Almanya’ya, İngiltere’ye, farklı emperyalist ülkelerin kontrolündeki  pazarlara  giremiyordu. Veyahut rahat giremiyordu, sınırlamalara maruz kalıyordu. Yani bugün kapitalist globalizasyon olarak adlandırılan ihtiyacın barışçıl yollardan karşılanması mümkün olamıyordu (bugün de olamadığı görülüyor).  Savaş bu sorunu tam olarak çözemedi. Üstelik SSCB’nin ortaya çıkmasıyla, kapitalist emperyalizmin hareket alanı iyice daralma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Buna savaşın mağdurunu oynayan Almanya’nın rövanşist eğilimlerini de ilave ediniz.

Bununla birlikte, Almanya’da iktidar olan Naziler de diğer Batı Avrupa ülkeleri ve ABD gibi, globalleşmeden yanaydılar. Onlar da SSCB’yi bu globalleşme önünde en büyük bir engel olarak görüyorlardı. Daha Naziler iktidar olmadan önce, Alman Merkez Bankası, Reichsbank’ın başkanı Hjalmar Schacht, Hitler’le yazışmalarında, finans sermayesinin global ölçekte serbest dolaşımının zaruretinden söz ediyordu. Hitler de aynı fikirdeydi. Nitekim, Nazilerin ilk ekonomi bakanı Schacht olmuştur. Eğer onun ekonomi politikaları olmasaydı, Naziler Weimar devrinin ekonomik kaosundan çıkamaz, iktidarlarını muhtemelen sürdüremezlerdi.

Fakat Nazi Almanyası, Fransa’yı işgalinden bir yıl sonra ani sayılabilecek bir kararla yönünü SSCB’ye çevirdi. Herhalde bu ani kararda, Nazilerin komünizme allerjileri, akıl dışı düşmanlıkları ve ondan duydukları korku etkili olmuştur. Netice olarak, İngiltere rahat bir nefes almış oldu. Ama bu rahatlama uzun sürmeyecekti. Temmuz-Ağustos 1943’de Kursk Savaşı’nda Kızıl Ordu, Kursk çıkıntısını kıskaca alarak, kendilerini geri püskürtmek isteyen Nazi planını bozarak, Almanya’nın Doğu Cephesi’ni kesin olarak çökertti. Nazi sürülerini önüne katıp Batı’ya doğru kovalamaya başladı.

Churchill alelacele yeni bir diplomatik hamle ile 1943 Ağustosunda, yani Naziler için sonun başladığı ayda, Kanada’da 1. Quebec Konferansı’nı topladı. Kanada, İngilltere ve ABD başbakanları ve başkanı bir araya gelip gizli bir görüşme yaptılar. Churchill savaşa
Türkiye’nin de dahil edilerek Akdeniz’de, İtalya’da yeni bir cephe açılmasını talep ediyordu. N.Almanyasının zımni ve fiili müttefiki Türkiye ve ABD bu görüşe sıcak bakmadılar. Türkiye daha Nazilerin sonunun geldiğine ikna olmamıştı. Almanya aleyhine erken ve yanlış bir adım atmak istemiyordu. Müttefikler sonunda, ABD’nin diplomatik inisiyatifiyle, Fransa’da bir cephe açılmasına karar verdiler. Bu konferansın önemli gizli kararlarından birisi de, ne pahasına olursa olsun, atom bombasının geliştirilmesi ve gerektiğinde patlatılması olmuştur.

Peki neden böyle bir cephe açılmasına ihtiyaç 1943 yılının Ağustosunda duyulmuştu? Neden 3 yıl beklenildi? Yanıt açık, müttefiklerin asıl gayesi, Sovyetlerin Avrupa’da ilerlemesini durdurmaktı. Sorun ta başından beri, Naziler değil, Bolşeviklerdi. Avrupa’nın sosyalist devrimlerle fethedilmesinin önüne geçilmeliydi. kendilerinin askeri olarak 1918-22 yılları arasında yapamadıklarını, Nazi Almanyası’nın yapmasını beklemişlerdi.

1944 Ağustos’unda Kızıl Ordu Varşova’ya yaklaşırken, Churchill’in “Fırtına Operasyonu” planına göre işgal altındaki Polonya’nın, Nazilere direnmeyen, ihtiyat kuvvetleri Sovyetlere karşı direnecek, gerilla taktikleri de kullanarak, Kızıl Ordu’yu Varşova’ya sokmayacaktı. Güya bir yandan da, görüntüyü kurtarmak adına olsa gerek, Nazi bakiyelerini temizleyeceklerdi. Plan yürümedi.

Churchill bu kez 1.Quebec Konferansı kararlarının mantığıyla tutarlı bir başka plan yaptı: Meşhur “The Operation Unthinkable” (“Öngörülemeyen Harekat”). Buna göre, ABD ve Britanya’nın Avrupa’daki birlikleri, yanlarına yaklaşık yüz bin kişilik Nazi ihtiyat ordusuyla, Polonya ihtiyatlarını da alıp, 1 Temmuz 1945’te Avrupa’da Sovyetlerin kontrolünde bulunan kentlere, Dresden’den başlamak üzere ani saldırlar düzenleyecek, Kızıl Ordu’nun Avrupayı terk etmesini, SCCB’nin 1939 öncesindeki sınırlarına çekilmesini temin edeceklerdi. Bir yandan da SSCB atom bombasıyla tehdit ediliyordu. ABD riskin büyüklüğünü düşünerek, Britanya’nın planını uygulamaktan son anda vazgeçmişti. Bir kez daha emperyalistlerin Kızıl Ordu’yu yenemeyecekleri anlaşılmıştı. Bu şartlarda, tekrar SSCB’ye içinden müdahale etmek gerekiyordu. İşte bu amaçla CIA, iyi tanımlanmış uluslararası görevleriyle, yükselen global hegemonik bir gücün ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette, bağımsız bir istihbarat örgütü olarak savaşın hemen sonrasında, Allen Dulles’ın yönetimi altında, yeniden yapılandırıldı.

Savaş sonrasında, özellikle 50’li yıllarda, Avrupa’da, Asya ve Afrika’da birbiri ardına bir çok anti-kolonyalist, ilerici ülkenin ortaya çıkmasına paralel olarak, SSCB’de de sınıf savaşının yoğunlaştığını görüyoruz. Emperyalistler bunu kullanacaklardı. Soğuk Savaş içerisinde, geçmişte daha çok Britanya’nın askeri istihbarat örgütü MI6 (Military Intelligence, Section 6)’nın bir alt birimi gibi işlev gören CIA, ilk sivil başkanı Allen Dulles’in ( ABD dış bakanı John Foster Dulles’in kardeşi) döneminde rüştünü kanıtladı. Ağabey ve kardeş soğuk savaş dünyasının siyasal olarak şekillenmesinde,CIA’yi de kullanarak, çok önemli roller oynadılar. O zaman esas olarak Avrupa’nın güvenliğini önüne koyan Kuzey Atlantik İttifakı NATO kuruldu. Peşi sıra onu Ortadoğu ve G.Asya’da destekleyecek, sırasıyla CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü) Türkiye, İran,Irak ve Pakistan’ın katılımıyla; Manila Konferansı sonrasında da 8 G.Asya ülkesinin katılımıyla SEATO kuruldu. Eisenhower doktrini de bu sıralarda geliştirildi. Artık NATO ve uzantıları “iç düşman” faktörü üzerinde yoğunlaşacaklar. İlerici, sosyalist, anti-emperyalist bütün hareketleri daha kaynağında ortadan kaldıracaklardı. ABD’de de bu doğrultuda McCarthycilik devreye girmişti. Bu arada geçerken, Allen Dulles’in J.F.Kennedy’nin öldürülmesiyle ilgili olarak kurulan komisyonda ifade vermiş olduğunu, suikasti katil Oswald’ın kendi başına planlamış olduğuna inandığını, münferit bir hadise olduğunu söylemiş olduğunu hatırlatalım.

Stalin 1 Mart 1953’de çalışma odasında yerde hareketsiz yatar halde bulundu. Olay, aynı gecenin erken saatlerinde benim “dörtlü çete” tabir ettiğim politbüronun 4 üyesiyle, Malenkov, Beria, Bulganin ve Hruşçov, gayet neşeli bir yemek yedikten ve misafirleri ayrıldıktan sonra çalışma odasında cereyan etmişti. Ancak ısrarla tıbbi yardım istenmesine engel olundu. “Dörtlü çete”ye haber verildi. Stalin’in o zaman Moskova’nın sayfiyesi olarak kabul edilen Kuntsevo’daki konutuna tekrar geri dönen dörtlü, bazı güvenlik elemanlarının doktor çağırma taleplerini ret ettiler. Stalin’e uzun saatler boyunca tıbbi müdahalede bulunulmadı. Bütün bu süre zarfında Stalin’in vücut ve beyin işlevlerinin devam etmiş olduğu sonradan doktorlar tarafından kaydedilmiştir. Yani zamanında müdahale edilebilmiş olsaydı, Stalin hayatını kaybetmeyebilirdi. Stalin’in öleceğinden emin olan çete onun başında ölünceye kadar, hiç bir müdahale yapılmasına izin vermeksizin beklemişti.

Molotov kendisiyle yapılmış uzun röportajda bunun bir cinayet olduğunu, planlayanın da Beria olduğunu belirtir. Beria’nın bunu kendisine ima etmiş olduğunu söyler. Bir gece öncesinde erkek kardeşiyle birlikte babasının sofrasında yer alan Stalin’in kızı Svetlana, Beria’nın babasının ölümünden ne kadar mutluluk duymuş olduğunu anılarında aktarır. Bu arada, Stalin’in muhtemel zehirlenmesinin, sık içtiği maden suyuna karıştırılmış bir kimyasal maddeden kaynaklanmış olabileceği iddia edilir. Çünkü yerdeyken masasında içilmiş boş bir maden suyu şişesi olduğu tutanaklara geçirilmiştir. Bununla beraber bu boş şişenin sonradan inceleme yapmak için bulunamadığı, kaybolduğu da belirtilmiştir.

Dörtlü çetenin iktidarı almasından hemen sonra Beria aniden tutuklanmış ve ölüm cezasına çarptırılmıştır. Stalin’in yerine geçici başkanlığa atanan kıdemli Malenkov, Hruşçov’la girdiği mücadelede saf dışı edilerek emekliye sevk edilmiştir. İkisi arasındaki mücadelede iki arada yalpalayan Bulganin de Hruşçov yönetiminde bir süre görev aldıktan sonra 1958’de kızağa çekilmiştir. Böylece Hruşçov çetenin diğer üç üyesini saf dışı bırakmıştır.

Aslında 1952 yılının Aralık ayında, Stalin ve bu dört kişinin de aralarında bulunduğu politbüro üyeleri imzaya açılmış olan P.K.Ponomarenko’nun başbakanlığını imzalarıyla onaylamışlardı. Stalin ölmeseydi, Ponomarenko muhtemelen başbakan olacak, onun etrafında Merkez Komitesi ve Politbüro gençleştirilerek, yenilenecekti. Esasen bu karar 1952’de, 19.Kongre’de alınmıştı. Zaten ne olduysa, bu kongrenin söz konusu kararından sonra olmuştur demek yanlış olmaz. Biz komünistler genel olarak 20.Kongre’ye odaklandığımız için 19.Kongre’yi ihmal etmişizdir. Oysa 20.nin şifreleri 19. dadır.

Ancak Stalin’in ölümünden sonra Ponomarenko ile ilgili resmi karar rafa kaldırıldı. Yok sayıldı. Ponomarenko’ya bir süreliğine Kültür Bakanlığı görevi verildi. Sonra politbürodan çıkartıldı. Moskova’dan uzaklaştırılarak, bir Belorus olarak, Kazakistan Komünist Partisi’nin başına atandı. Son olarak da, büyük elçilik görevlerinde bulundu. Bu dörtlü çetenin üyelerinden Hruşçov’un da daha sonra tasfiye edildiğini biliyoruz. Bence bu son tasfiye işlemini yapanlar, bu dörtlü çetenin Stalin’in ölümü sırasında oynadıkları rolü gayet iyi bilmekteydiler. Hruşçov’un tasfiyesinde bu gerçek en önemli amil olmuştur diye düşünüyorum. Tabii fonda yer alan ve uluslararası boyutları olan sınıf mücadelesini de ihmal etmeyelim.

Moskova’da bütün bu işler olurken orada bulunan Amerikalı diplomat, elçi, dış politika danışmanı, soğuk savaşın en önemli teorisyeni George F.Kennan’ın faaliyetlerine yakından bakmak gerekiyor. Kennan savaş sonrasında, Stalin’in sınıf mücadelesi kavramından hareketle emperyalist dünyayı düşmanlaştırıp, marksizm-leninizmi meşrulaştırarak, Sovyet tarzı rejimleri yaymak istediğini belirten makaleler yazıp, “genişleyen komünist tehlike” karşısında, ABD hükümetine, alınması gereken önlemleri içeren “uzun telgraflar” çekiyordu. SSCB’nin barış çağrılarına aldanılmaması, onun kesinlikle genişleme eğiliminde olduğunu belirtiyordu. Bu şartlarda,mealen, SSCB ile “barış içinde bir arada yaşamak” ın olanaklı olmadığını, bu politikanın bir komünist tuzağı olduğunu dile getiriyordu.

Bu genişleme eğilimi karşısında, SSCB’nin sağlam kurumlar ve örgütler aracılığıyla bulunduğu alanda kuşatılarak,genişlemesine mani olunmasını (“containment”) öneriyordu. Soğuk savaşın dayanağı olan “Truman Doktrini” nin oluşturulmasında, sonradan Marshall Programı ile Batı Avrupa ülkelerinin sağlamlaştırılmasında Kennan’ın bu tezinin en önemli esin kaynağı olmuş olduğunu öne sürmek yanlış olmaz. Hatta bu politikaların oluşturulup, uygulanmasında bilfiil çalışmıştır. Tabii Kennan’ın yukarıdaki önerisiyle birlikte geliştirdiği bir başka önerisi de, SSCB’nin ve sosyalist dünyanın içeriden, olası görüş ayrılıkları körüklenerek zayıflatılmasıydı. Örnekse Kennan, Belgrad büyük elçiliği yaptığı sırada, Tito yönetimi ve SSCB arasında ortaya çıkan yaklaşım farklılıklarını gayet bilinçli ve organize bir şekilde körüklemişti. Kennan’ın politik önerileri resmi ABD politikası halinde Stalin’in ölümünden sonra çok uygun bir uygulama alanı buldu. Allen Dulles, Kennan’ı iyi kavramıştı.

Şimdi tekrar Stalin’in ölümünden sonra olanlara dönelim. Ölümünden sonra Stalin’e karşı izlenen bir planlı tavrın, Stalin’in 19.Kongre’de politbüronun ve merkez komitesinin yaşlı, kemikleşmiş üyelerinin artık değişmesi gerektiğini söylemesiyle ilişkili olabileceğini, Hruşçov’un 20.Kongre’nin gizli oturumunda yapmış olduğu ünlü konuşmasından (özellikle de son bölümlerinden) net olarak çıkartabiliyoruz. Aslında, Hruşçov,mealen, Stalin’i kast ederek, “yav bu adam iyi bir adamdı, ama ne olduysa, ömrünün son günlerinde, parti ve yönetim kadrolarında yenilenme, gençleştirme diye yanlış bir düşünceye kapıldı. Yaşamış olsaydı, az kalsın partiyi ve ülkeyi bir takım “acemilere” bırakacaktı. Allahtan ölüm tam zamanında yetişti. Kolay mıydı öyle, Hruşçov gibi, deneyimli kadroların yetişmesi” demek istiyordu. Stalin’in aslında kendisini de kapsayacak şekilde uygulamak istediği parti kadrolarını gençleştirme ya da yenileme politikasının partideki kıdemlileri hayli rahatsız etmiş olduğu anlaşılıyor.

Stalin daha 19.Kongre öncesi üzerindeki yükü hafifletmek istediğini bir çok platformda dile getiriyor, ilk önce bu dört kişinin de aralarında bulunduğu kıdemli tayfa onun bu düşüncesine itiraz ediyorlar. Vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Muhtemelen Stalin bu adamların komünistlikleri hakkında da şüphe duyuyordu. Bu adamların restorasyoncu eğilimlerinin farkındaydı. 19.Kongre sonrasında Ponomarenko’yu başbakan yaparak kadrolarda değişimi başlatma girişimi, söz konusu kemikleşmiş kadrolar arasında paniği arttırmış olmalıdır. Hatta savaş sonrası Parti’de, aralarında gelecek vaat eden komünist yöneticilerin de bulunduğu bir çok yetenekli, bilgili kişinin tasfiye edilmiş olmasında,bu kıdemlilerin henüz açığa çıkartılmamış bir rol oynamış olabileceklerini dahi düşünüyorum.

Şimdi, Stalin Mart 1953’de ölüyor ya da öldürülüyor. En azından ölümünde çok ağır bir tıbbi ihmal olduğu kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktır. Mayıs ayında, İran’daki ilerici Mussadık rejimi, CIA’nin “Ajax operasyonu” ile devriliyor. 1954’de Guatemala’daki ilerici Kuzman yönetimi yine benzer bir CIA faaliyetiyle düşürülüyor. 1956’da ilerici Nasır yönetimi Mısır’da iktidar oluyor. “Süveyş krizi” baş gösteriyor. Mısır, İngiltere,Fransa ve İsrail’le savaşıyor. 1957’de Suriye’de ilerici bir yönetim iktidara gelince, “Suriye krizi” başlıyor. Suriye’ye “taşeron” Türkiye aracılığıyla müdahale planlanıyor. G.Asya’da Fransa, ABD’nin açık desteğiyle işgalini konsolide ediyor. 1959’da Küba’da ABD’nin “pek ihtimal vermediği” bir devrim gerçekleşiyor. Bütün bu gelişmeler ve krizler esnasında Sovyetlerin kararlı ve atak bir anti-emperyalist duruş göstermediğini görüyoruz. Nitekim anılarında Hruşçov bu krizler sırasında, o zaman hâlâ savunma bakanlığı görevi ifa etmekte olan Bulganin’e yaptırttığı tehdit içeren açıklamaların tamamen blöf olduğunu itiraf ediyor. Bu krizler esnasında emperyalistlerin izlediği politika SSCB’yi en azından pasifize etmektir. Yani Kennan’ın kuşatma politikası tutmuştur. Bu politikanın tutmasında, SBKP’nin sınıf savaşımı doktrinini fiilen terk etmiş olması en önemli amil olmuştur. Ekim Devrimi’nin restorasyonu detant politikasıyla uygulamaya konmuştur.

Detant politikasıyla SSCB yönetimi,ideolojik olarak savunsa da, somut pratik anlamda, sınıf savaşımından vazgeçmiş oluyor. Bütün uluslararası ilişkilerini, dünya devrimci, sosyalist hareketleriyle olan ilişkilerini bu yeni savunmacı anlayış çerçevesinde gözden geçiriyor. “Sosyalist devrim” hedefi yerine toplumsal cepheleşmeleri öngören, “toplumsal ilerleme” ya da “demokratik devrim” hedefi ikame ediliyor. Sonradan “Avrupa komünizmi” revizyonizminin üzerinde doğacağı zemin böylece hazırlanmış oluyor. SSCB’de bu yeni politik çizgiye karşı çıkanlar zaman zaman “bonapartizm”le suçlanmışlardı. Oysa bu “tarihsel blok” ya da “tarihsel uzlaşma” anlayışı bizatihi bonapartistti. Sınıf savaşımını, tarafları bir hizada tutarak dondurma gayesi taşıyordu.SBKP’nin tasfiyesiyle sonuçlanan politik-ideolojik stagnasyon bu sınıf uzlaşmacılığı çizgisi üzerinde yükselir.

Kısacası, lafzen 19.Kongre’de işaretleri verilen restorasyonun, siyasal program olarak uygulaması Hruşçof’la başlar. Brejnev devrinde restorasyonın hızı kesilmiş ancak son verilmemiştir. Bir tür mehter yürüyüşü temposunda, gelişmesi için koşullar yaratılmıştır. Brejnev dönemi, restorasyonu mantıksal sonucu olan karşı-devrime vardıracak Gorbaçov dönemi öncesindeki “ara rejim” dir. 1950’lilerin başında uygulamaya konulan restoratif önlemler, sonradan Çin’i de ihtiva edecek şekilde sosyalist ya da “ilerici” dünyanın çöküşünün habercisi olarak görülmelidir.

Stalin, devrimlerin, genel bir eğilim olarak, restorasyonlardan geçerek, karşı-devrimlerin yolunu açtığını gayet iyi biliyordu. Bu eğilimi teşvik eden başlıca etken sınıflar arasındaki mücadeleydi. Sosyalist aşama devam ettikçe, kabarma ve gerileme periyotlarıyla, sınıf savaşlarının da süreceğini biliyordu. Bu mücadelenin proletaryanın çıkarları doğrultusunda sürdürülmesiyle olası bir karşı-devrimden kaçınılabileceğine inanıyordu. Ancak mücadelenin sadece bir “iç” sorun değil, aynı zamanda “uluslararası” mücadeleyi gerektiren bir “dış” sorun olduğunu, emperyalizmin özünde sınıf mücadelesinin bulunduğu gerçeğini, zaferle çıktığı savaş sonrasında, ihmal etmişti. Veyahut geri adım atma ihtiyacı duymuştu. 19.Kongre’nin “detant” çağrısını başka türlü yorumlamak olanaklı görünmüyor.


Esad Yönetimi düşer mi? “Suriye krizi” üzerine düşünceler 1

ABD’deki 11 Eylül olayları sonrasında, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından adeta bir düğmeye basılarak başlatılan “yeni dünya düzeni” projesini, dünyayı “soğuk savaş” sonrasında, jeo-ekonomi-politik anlamda, yeniden paylaşma stratejisi olarak görmek gerekir. Emperyalizm, son 65 yıldan bu yana ilk kez bu kadar çıplaktır. Irak’tan, Afganistan’a, Pakistan’a; Tunus’tan, Libya,Mısır ve Suriye’ye kadar bir çok ülkeyi, rejimi kapsamına alan saldırı operasyonları bu büyük stratejinin etaplarıdır. Türkiye’nin son on yılını da bu stratejinin dışında düşünmek yanlış olur.

Bu Suriye meselesini, sadece inişte olan ABD’nin belli jeo-ekonomi-politik dengeler üzerinde yükselen hegemonik konumunu, yeni yükselen global güçler karşısında koruma veya yitirmeme kaygusuna bağlamak eksik olur. Bununla beraber meseleyi, salt bir Türkiye meselesi, basitçe Türk dış politikası sorunu olarak görmek de doğru olmaz. Suriye, bugün geldiği nokta itibarıyla, yukarıda sözü edilen global stratejinin bir etabı olarak, adeta emperyalist kapışmanın “gordiyon düğümü” haline gelmiştir.

Öte yandan, yeni emperyal güçler olarak yükselmek isteyen Rusya ve Çin gibi ülkeler, önlerinin açılması için ABD’nin başını çektiği düşüş sürecindeki emperyalizmin yakınlarındaki coğrafyadan başlayarak geriletilmesi gerektiğini görüyorlar. Hiç şüphesiz, Esad’ın bu yükselen güçlerin razı olabilecekleri koşullarda yönetimini sürdürmesi, bölgenin Türkiye ve İsrail dahil, gerici, arkaik rejimlerinin üzerinde durdukları zemini iyice zayıflatacaktır. Bu gelişme söz konusu rejimlerle bağlaşmış ABD’nin düşüşüne ivme kazandıracaktır.

Türkiye’de, 2.Cumhuriyet’in soluğu kesilecektir. SSCB karşısında tampon bir işlev üstlenmiş olan birincisinin işi, SSCB ortadan kalkınca, doğal olarak bitmişti. İkincisinin işi, “yeni dünya düzeni” nin ABD’nin isterleri doğrultusunda ortaya çıkmayacağının, Suriye krizi dolayısıyla, net olarak ilan edilmesiyle bitecektir. Böyle bir durumun bölgesel çapta spektaküler dışa vurumuna, manipüle edilmemiş gerçek bahar eylemleriyle tanık olabileceğiz. Yani yalancı olmayan bahar, Suriye’nin ayakta kalmasıyla yeşerebilecektir. Elbette Türkiye’de bu durumun farkında, sonuna kadar Suriye’yi devirmek için mücadele edecektir. Bu mücadeleyi kazanmış olsa da, çok geçmeden, bunun bir Pirus zaferi olduğunu fark edecektir. Yani, öyle de böyle de, emperyalist bir maşa olarak TC rejiminin kurtuluşu yoktur.

Suriye’nin direnişinin, karşısında bulunan cephenin Avrupa’dan başlayarak bölünmesine yol açacağı beklenmelidir. Bu şartlarda, Türkiye yönetiminin kafası allak bullak olacaktır. Manipülasyonlarla, demagojik islami muhabbetlerle vaziyeti idare etmek mümkün olmayacaktır. Minyatür Osmanlıcıların, bir Osmanlı geleneğine başvurarak ortaya bir ya da bir kaç kanlı kelle atmalarının da çare olmadığı görülecektir.

Baba Esad gayet zeki bir adamdı. Ülkeyi, Ortadoğu’da bugünkü kilit konumuna getiren baba Esad’dır. Esad bu bölgede emperyalizmle, gerektiğinde, vuruşmadan ayakta kalmanın mümkün olamayacağını ön görmüş, bu doğrultuda önlemler almıştı. Sanılanın aksine, sekülerleşmesine özen gösterdiği toplumsal dayanaklarını akıllıca kurulmuş dengeler üzerinde takviye etmişti. İzlediği iktisadi politikalarla, genel olarak, burjuvazinin işbirlikçi eğilimler geliştirmesine izin vermemişti.

Oğlu da, son Irak ve Libya deneyimlerinden sonra emperyalistlerin tereddütlerini iyi analiz etti. Emperyalizmin ülkesine direkt olarak müdahale etmesinin emperyalistler için doğuracağı maliyetin fakında olarak soğuk kanlı hareket etmeyi sürdürüyor. ABD’nin “demokrasi ve insan hakları” gerekçesiyle, bölgenin en anti-demokratik, en gerici güçlerini kullanarak yürüttüğü mücadelenin sürdürülebilir olmadığını görüyor. Öte yandan Rusya ve İran gibi ülkelerin neden Suriye’nin arkasında durmak zorunda olduklarını da biliyor.

Bu saatten sonra İran veya Rusya ya da her ikisi tarafından (amiyane tabirle) satılmasının çok zor olduğunun da farkındadır. ABD, doğrudan çift dalarsa, tuş edebilir tabii. Ancak kendisi de minderden tek parça halinde kalkamaz. Yok eğer Suriye, Rusya ve İran tarafından satılırsa, Ortadoğu’daki kaos bu iki ülkenin sadece bu bölgedeki kısa erimli çıkarlarına zarar vermekle kalmaz, orta erimde, bu ülkelerin sınırlarına dayanır.Kapılarını zorlar. Bu arada, Esad’ın düşmesi meşru Irak yönetiminin de işine hiç gelmez. Barzani’nin elini güçlendirir. Özcesi, mevcut Suriye sosyal dengeleri içinde Esad’dan başka bir yönetimin Suriye’yi tutabilmesi reel olarak olanaklı değildir. Bunu görmek lazım. Esad yönetimi hem dış dinamiklerin hem de iç dinamiklerin reel konumları itibarıyla, belki bazı vitrine yönelik değişikliklerle, yoluna devam edecektir.

Hep birlikte göreceğiz. Emperyalistler giderek Rusya ve İran üzerinden bu sorunu “kötünün iyisi” anlayışına razı gelmek pahasına çözmek yoluna gidecekler. Muhtemelen AB ve Rusya arasındaki temas trafiği giderek yoğunlaşacaktır. Gelgelelim, kararlı bir mücadeleyi göze alan Esad yönetiminin Rusya ve İran’ın dikte edeceği çözümlere göre değil, kendisinin oluşmasında inisiyatif alacağı önerilere imza atmak isteyeceğini de tahmin etmek zor olmasa gerek. Kavga aynı zamanda bir öz güven tazeleme aracıdır. Yok bu kez “Suriye krizi” öyle, önemli sonuçlar doğurmadan, Amerikalıların sevdikleri bir tabirle, “over” olmayacak.


“Suriye krizi” üzerine düşünceler 3

Erdoğan’ın siyasal devrinin fiilen kapanmış olduğunu söylememiz yanlış olmaz. Muhtemelen “Suriye krizi” nin emperyalistlerin beklentilerini karşılamayacak şekilde gelişeceğinin netleşmesiyle, nihai olarak iflası ilan edilecek. Menderes de “Suriye krizi”nde çark etmek zorunda bırakıldığında, siyaseten bir mevta haline gelmişti. Seçimleri, aklımda yanlış kalmamışsa, nüfusunun yaklaşık %80’inin kırsal alanlarda yaşadığı koşullarda, %58 civarında bir oyla kazanmış, bir iki yıl içinde de kentli orta katmanların başkaldırısıyla siyaset edilivermişti. “Oy” ya da “milli irade” toplumdaki sınıf mücadelesinin düşük seviyede bulunduğu şartlarda ifade ettiği anlamı, bu mücadelenin şiddetlendiği koşullarda ifade edemeyebiliyor.

Kasımdaki seçimden sonra ABD yönetiminin ve NATO’nun, askeri anlamda, daha aktif olarak Ortadoğu’da devreye girebileceğini beklemek boşunadır. ABD’nin ya da NATO’nun Suriye’yi havadan vurup, sonra “haydi Türkiye karadan sen gerekli temizliği yap” demesi beklenmemelidir. Gerileyen emperyalizm,önünde sonunda, yükselmeye çalışanla anlaşmak zorunda kalacaktır. Esad elbette gidebilir. Ama Rusya, Çin,İran ve Irak’ın kabul edebileceği koşullarla. Esad’ın emperyalistler tarafından düşürülmesi demek, Fas’tan Çin’e kadar uzanan bir coğrafyanın ABD emperyalizmine ikram edilmesi anlamına gelecektir. Özellikle şu sıralarda, adalar sorunu dolayısıyla, Japon emperyalizmini ve onun doğal müttefiki G.Kore’yi geri püskürtmekle meşgul Çin’in işi daha da zorlaşır. Çin ve Rusya emperyal güçler haline gelmek istiyorlarsa, hayat alanlarını eski jeopolitik sınırlarına hapsedemezler.

ABD, vaktiyle SSCB’ye uyguladığı “containment” politikasını şimdi Rusya ve Çin’e karşı uygulamak istiyor. Hindistan ve Vietnam’la flörtü bu gayeyee yönelik girişimler olarak görülmelidir.. Seçimlerden sonra bu girişimlere ağırlık verileceği ilan edildi. Evet, SSCB’ye karşı benzer bir politika otuz küsur yılda sonuç verdi. Ancak sonucun bir tarafı SSCB’nin çökertilmiş olmasıysa, diğer tarafı da ABD’nin kendi kendisini tüketmiş olmasıdır. SSCB’den sonra ABD’nin hegemonyasını ilan etmesi elbette mümkündü. Ancak sürdürmesi olanaklı değildi. Yani bir anlamda, ABD de, AB gibi, SSCB’nin enkazı altında kalmıştır.

ABD ve müttefiklerinin bu kadar geniş ve zor bir coğrafyada top çevirmesi olanaklı değil artık. Etnik, dinsel fay hatlarına basınç uygulayarak kaos stratejisini devreye sokmak zorunluluğu duyacaklarını sanıyorum. Zaten AB’nin ve Japonya’nın, ABD’nin peşinden, yeni bir maceraya sürüklenmek anlamında, gidecek mecalleri ve arzuları olduğunu da herhalde söyleyemeyiz. Özellikle AB’de, başta Almanya olmak üzere, rasyonel siyasal güçlerin devreye girerek yeni bir durum değerlendirmesi yapmaları kaçınılmaz olacaktır (bunun ilk işaretlerini Bush’un Irak macerası esansında kısmen almıştık).

Çin, ABD ve AB pazarının yol açacağı boşluğu, Hindistan üzerinden aşmayı tasarlıyor. Bu pazarın alım gücünü takviye edecek araçlara sahip olduğunu biliyoruz. ABD, Hindistan’a ve Vietnam’a, onları “Çin gibi” yapmayı taahhüt ediyor olabilir. Veyahut söz konusu iki ülkenin ABD ile ilişkilerini bu şekilde değerlendirme eğilimleri olabilir. Ancak bunun fos çıkacağını görmemek için kör olmak gerekir. ABD’nin artık düşmekte olduğunu ve bu düşüşün de beklenenden erken gerçekleşeceğini görmek gerekiyor. Hiç şüphesiz bu düşüş 21.yüzyılı hızlandırıp, belki de, kısaltan başlıca faktör olacaktır.

Geçerken,Vietnam’da Ho Chi Minh’den sonra liderlik kalitesinin düşmüş olduğunu belirtelim.İyi devrimci olmakla,iyi kurucu olmak her zaman aynı anlama gelmeyebiliyor. Hatta çok nadiren bu ikisinin örtüştüğünü söylemek yanlış olmaz. En ünlü istisna, her ne kadar kuruculuk misyonunu tam olarak gerçekleştirmeye ömrü vefa etmemişse de, Lenin’dir. İlk ve son büyük sosyalist kurucu Stalin’in,Lenin’in yol işaretlerini izlemiş olduğunu hiç tereddüt etmeden söylememiz gerekir. Stalin, Lenin’in mücadelelerini kararlılıkla nihai noktalara taşıyan adamdır.Mesela, Lenin’in Menşevikler’le başlattığı ve ölene dek sürdürdüğü mücadeleyi sonlandıran Stalin idi.

Şimdi, Che Guevara, Trotsky, Mao,Le Duan gayet yetenekli devrimcilerdi. Gelgelelim, kuruculuk vasıfları hayli zayıftı. Kurucu siyasal akılları pek gelişmemişti. Eğer Vietnam liderliği, ABD adına, Çin ve Rusya’ya sırtını dönerse, ülkeleri yanlış ata oynamış olanları bekleyen sonuçlara maruz kalır. Kendisini yalıtır. Vietnam’ın böyle bir yanlışı yapmaması beklenir.

Özcesi ABD, Ortadoğu’da, Asya’da ve tabii L.Amerika’da kaos stratejisini devreye sokarak düşüşünü geciktirmeye ve yükselecek yeni güçlerin işini zorlaştırma ihtiyacı duyacaktır. Tabii bu süreç içinde ABD’de rasyonel güçlerin müdahalesiyle yeni bir kabullenilmiş düşüş siyaseti izlenebilirse, gelişmelerin seyri değişir. Ancak şu an için bunun işaretleri görülmüyor. Demokrat Parti’de Hilary Clinton ve George Soros kliği kontrolü ele geçirip, Obama’yla bağlaştıklarında böyle bir işlev yerine getireceklerini tahmin etmiştim. Yanılmışım.

Kasım seçimlerinden sonra Ortadoğu’da yaşanacak gelişmeler emperyalizminin en önemli ideolojik silahı olan “demokrasi ve insan hakları” söyleminin bir bumerang işlevi göreceği koşulları yaratacaktır. Libya’da son yaşananlar dolayısıyla zaten bu ideolojik söylem büyük bir hasar görmüştü. Giderek Demokrat Parti’nin “demokrat” ya da “liberal” yandaşlarını dahi ikna etmesinin zorlaşacağı olaylara tanık olacağız. Tunus, Libya, Mısır, Türkiye gibi ülkelerde yoğunlaşacak anti-emperyalist toplumsal muhalefet, bu ülkelerdeki işbirlikçi rejimlerin anti-demokratik yüzlerini kamuflaşın çare olamayacağı derecede ortaya çıkartacaktır. Bu ülkelerde ABD’nin ve komprador liberal aydınların inandırıcılığını erozyona uğratacaktır.

Bugün ABD’nin bölgedeki işbirlikçileri esas olarak sünni islamcı ve siyonist gericilerdir. Bu kesimler tanım itibarıyla demokratik olan her şeyin düşmanıdırlar. Bu yapıları ABD’nin çıkarlarına uygundur. Emperyalizm, yükselmeye başladığı devirde, vasal ve sömürge ülkelerindeki işbirlikçi aydınlar arasında “demokratik” bir misyona sahip olduğu izlenimini yaratabiliyor. Bu tamamen gerçekliğin kısmi, eğreti bir algılanmasından kaynaklanıyor. Bugün emperyalizm artık demokrasiden, demokratik olan her şeyden korktuğunu gizleyemiyor. En gerici güçlerle açık işbirliği içerisine girmekten kaçınmıyor.

Emperyalizmin artık “demokrasi”yi, manipülatif olarak dahi, temsil etme kabiliyeti kalmamıştır. Paylaşım mücadelesinin yeğinleştiği şartlarda emperyalist “demokratik” ideolojinin, işlevsel açıdan, incir yaprağı derekesine düştüğünü saptamak mümkün. Dolayısıyla demokratik kamuoyunu arkasına alma kapasitesi erozyona uğramıştır. İşte Ortadoğu’da şiddetlenecek mücadele ve genişleyecek direniş cephesi, ABD yönetiminin bölgedeki varlığının meşruiyetini kendi içerisinde dahi sorgulanır hale getirecektir. Son Libya olayını bu açıdan da okumak gerekir.

Bu bir iyimserlik hali değil. ABD, elbette kaos politikalarına devam edecek, “büyük Ortadoğu”da şiddet artacaktır. Ancak özellikle bölgesel bağlaşıkları ve bu bağlaşıkların, toplumsal demokratik beklentiler karşısında sıkıştıkça, kendi anti-demokratik gündemlerini uygulamaya öncelik verecek olmaları nedeniyle, müttefikleri ABD’nin ve Avrupalı dostlarının meşruiyeti kendilerine sempati duyanlar arasında dahi tartışılmaya başlanacaktır. Demokratik direniş artıkça, gerici saldırılar da şiddetlenecektir. ABD ve AB emperyalizminin Ortadoğu’daki bugünkü varlığı, böyle bir çelişkili hali kaçınılmaz kılıyor.

Buna mukabil, Rusya ve Çin gibi güçlerin bu demokratik direniş güçleriyle kendiliğinden ittifak içine girecekleri, Suriye ve İran’da gördüğümüz gibi, beklenmelidir. Emperyalistlerin soğuk savaştan bu yana sürekli ifade ettikleri kendi söylem ve tanımlamalarından, ideolojik şablonlarından hareket edecek olursak, bugün rollerin değişmiş olduğunu söylememiz gerekiyor. Gerileyen emperyalizm giderek artan şiddetiyle her alanda gericileşip, demokrasiden ürker hale gelirken, yükselme çabasındaki olası emperyalist adaylar, geçiçi bir süre için dahi olsa, ilerici konumlarla bağlaşmak ihtiyacı duyuyorlar.

“Suriye krizi” üzerine düşünceler 2

Israr ediyorum, ABD bir işgale kalkışamaz. Bu iddia kuru sıkı bir iyimserlikten kaynaklanmıyor. Obama yönetiminin Romney’nin muhalefetinden ürktüğü için Suriye’yi doğrudan işgale kalkışması fikri had safhada naiftir. Kaldı ki, Romney’in Obama karşısında bir şansı yoktur. ABD ne olursa olsun doğrudan ateşin içine atlamak istemeyecektir. Türkiye üzerinden Suriye, “ya tutarsa” hesabıyla sıkıştırılmaya devam eder. Daha doğrusu Türkiye’nin kontrollü şekilde ittirilmesi, emperyalistlerin dayattıkları çözüm bakımından bir koz (ya da “sopa”) olarak görülmektedir. Ancak bu kozla yapılabilecek hamleler hayli sınırlıdır.

ABD’nin Suriye’nin etrafında koz olarak kullanabileceği iki araç vardır: Türkiye ve K.Irak. İkinci araç dolayısıyla öncelikle Suriye’deki Kürt muhalefeti Esad’a karşı savaşmak için ikna edilmeye çalışılır. Ancak böyle bir iknanın PKK’yı da içine alan boyutları vardır. Diyelim PKK da razı edildi. Gelgelelim, böyle bir gelişme genel olarak bütün bir Kürt hareketinin bölgedeki meşruiyetine ağır bir darbe vurur. Dahası orta vadede bölge Kürtlerini tam bir cendere içerisine sokar. Kürt liderliğinin böyle bir kısa görüşlülüğe teslim olmaması beklenir.

Gelelim, büyük global oyunculara. Çin, Rusya’yı izler. Çin’in kendi başına bir süper güç haline gelmesi -en azından önümüzdeki bir kaç on yılda- çok zor. Hatta belki ondan sonrası için de zordur. Çin’in bir başına böyle bir misyon yüklenmesini destekleyecek tarihsel bir arka planı ve deneyimi yoktur. Çin reel bir ekonomi üzerinde görece sağlam duruyor. Yalnız bu sürekli büyümek zorunda olan reel ekonominin çarklarını döndürecek enerji kaynakları yok. Çin şu da bu şekilde, özellikle de Hindistan pazarı aracılığıyla talep sorununu aşabilir. Ama enerji önemli bir sorundur.

Rusya’nın reel ekonomisi zayıf; fakat Çin’in çarklarını döndürmeye yetecek kadar enerji kaynakları, maden ve mineralleri var. Bu ülkenin güvenliği bakımdan caydırıcı bir askeri gücü var. Aslında 1920’lerden 70’lere kadar modern Çin tarihinin en önemli ekonomi politik referans ve dayanaklarından bir tanesi Rusya olmuştur. Modern Çin’in yükselmesinde önce pozitif ve 70’lerin ilk yıllarından itibaren negatif olmak üzere, en kayda değer dış dinamik Rusya’dır. Çin, Asya’da bu konjonktürde siyasal olarak Rusya’dan kopamaz. Üstelik de, hemen çevresinde bulunanları henüz ihtilaflı olmak üzere, denizlerde bu kadar zayıfken. Her iki ülkenin Asya’da ortak çıkarları var. Artık ideolojik ayrılıklar da söz konusu değildir.

ÇKP, giderek Çin’i emperyalist bir güç haline getirmektedir. ÇKP’nin yeniden sosyalizme yönelmesini beklemek doğru olmaz. (“Sosyal emperyalizm” diye diye emperyalistleşmek böyle oluyor). Çin’de sosyalist tekrar ancak hakim ÇKP çizgisi ve hakim ÇKP kadrolarının dışındaki güçler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu güçler de Çin’de mevcuttur.

Bundan başka, SSCB’nin emperyalizm karşısında gerilemesinde, Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesini önleyememiş ya da seyretmekle yetinmiş olmasının anlamlı bir rolü olduğuna her zaman inandım. Bu emperyalist testin kaybedilmesinde, SSCB’nin savaş sonrası ülkesinin etrafındaki siyasal hayat alanını esas olarak D.Avrupa ile sınırlamış olmasının payı vardı. İran’ın kaybedilmesi, Mısır’ın, daha ilerde, Afganistan’ın da kaybedilmesinde etken oldu. Kürt sorununun emperyalistlerin elinde bir koz haline gelmesi gibi bir sonuç da doğurdu. İsrail’in konumunu konsolide etmesini sağladı. Rusya’nın bir kez daha bu tarihsel hatayı yapması beklenebilir mi?

Dünya devrimi hayalinin çökmesiyle, Lenin zamanındaki (iç savaş sonrası) emperyalizmle denge halini, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” hamlesi emperyalizm aleyhine bozmuştu. SSCB asıl bu hamleden sonra ortaya çıkmıştır. Hitler’i de bu sayede geriletebilmiştir. Rusya’nın bir kere daha dışa doğru emperyal bir devlet haline gelebilmesi için içe doğru, Rusya’da ve eski Sovyet coğrafyasında, tarihsel olarak, kitleselmiş olması anlamında, çok güçlü bir entelektüel temeli olan Batı emperyalizmi karşıtı bir siyasal şuuru hareket geçirmesi gerekiyor. Stalin bunu başarmıştı. Açık konuşacak olursak, Hitler’i “klasik” enternasyonalizmden çok, bu şuurla alt edebilmişti.





My Great Web page




“Askeri vesayet” lafazanlığı üzerine

Türkiye solunun 80’lerden itibaren maruz kaldığı en önemli sorun, “muzaffer” liberal söylem karşısında, geri çekilerek, bir futbol tabiriyle, oyunu kendi ceza alanı içinde kabul etmesi olmuştur. Elbette bu kabul solun teorisizleştirilmesiyle ilişkilidir.

Türkiye’de askeri darbeler vardır. Ancak liberal-islamcı kardeşliğinin kast ettiği anlamda bir “askeri vesayet” yoktur. Askeriye belli koşullarda, kontrolü ele alamayan veya kaybeden iktidar bloğunun,  kontrolünü tekrar sağlaması adına, anayasal yasallığı askıya alarak devreye girer.  TSK, işbirlikçi egemen sınıflar bloğundan ve onun devletinden bağımsız  ya da egemen sınıfların üzerinde bir siyasal iktidar odağı değildir. İktidar bloğunun kontrolündeki devletin silahlı örgütüdür. Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarih içindeki gelişimini ve rollerini, burjuvazinin ve burjuva  Türk devletinin tarihsel gelişiminden soyutlayarak ele almak olanaklı değildir. Paralel bir tarihsel evrim söz konusudur.

Özellikle emperyalist vesayete tabiyetin başladığı soğuk savaş devrinden itibaren TSK kendi başına başat bir siyasal oyuncusu olmaktan tamamen çıkmıştır. Dış ve iç boyutlarıyla emperyalist siyasetin hizmetine amade olarak etap etap yeniden dizayn edilmiştir.

Daha öncesinde, Cumhuriyetin erken döneminde, İttihatçıların tercih ettikleri model, en azından şeklen benimsenmemiş, TSK ile sivil siyaset arasına hukuken bir mesafe konulmuştur. Gelgelelim, en üst düzeyde sivil siyaseti yürüten asker kökenli kurucu figürlerin fiiliyatta ordu üzerinde büyük etkilerinin olduğu da açıktır.

Bununla birlikte, gerek ittihatçı ve gerekse kemalist devirlerde ordunun, burjuva egemen sınıf bloğunun oluşturmasına yönelik programatik  kurucu bir rolü vardır. Bu anlamda bir vesayetten söz edilebilir. Ancak milli Türk devleti bu kurucu vesayet olmadan ortaya çıkabilir miydi?

Tekrar pahasına, bu tartışmada asıl üzerine gidilmesi gereken,bir yandan  liberal ve islamcı; öte yandan, ulusalcı eleştirmenlerin Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke haline gelmesinde, emperyalizmin ve onun ülkedeki egemen burjuva işbirlikçilerinin ana rolünü, bu “vesayet” şamatası içinde gözlerden saklamaya çalışmakta olmalarıdır.

Bu noktada, daha baştan TSK’yı burjuva devlet veya iktidar aygıtı dışında veya üzerinde bir kurum olarak kabul eden liberal, islamcı ve ulusalcılar arasındaki “askeri vesayet” tartışmasında, bu her üç grubun da aynı öncüllerden, kabullerden hareket ederek sorunu tartıştıklarını, argümanlarının birbirlerin karşılıklı olarak dışlamadığını, tersine, birbirlerini hem koşullayıp, hem de tamamladıklarını belirtmek gerekiyor.

Emperyalist vesayetle birlikte TSK,  blok içinde, global emperyalist çıkarlara entegre olmuş, en işbirlikçi sınıf fraksiyonu olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını gözetir. Bu durumu, bütün askeri darbelerle birlikte,bu sınıf fraksiyonun ekonomik-siyasal konumunu geliştirmek ve konsolide etmek anlamında alınmış önlemlerle teyit etmek mümkündür.

Hiç kuşkusuz, bütün askeri darbeler emekçi sınıfların ve onlarla belli ölçülerde ortak çıkarlara sahip kentli orta katmanların taleplerinin yükseldiği, uluslararası ekonomik ve siyasal bağlamıyla birlikte iktidar bloğunun sıkıştığı periyotlarda gerçekleştirilmiştir. Bütün başarılı askeri darbeler soğuk savaş şartlarında, işbirlikçi burjuva düzeninin emperyalist dünya ekonomisine ve onun siyasal isterlerine yeni bir entegrasyon ihtiyacına yanıt vermek adına gerçekleştirilmiş, dolayısıyla esas hedefi emekçi kitleler ve sol siyaset olmuştur.

Yine bütün askeri darbelerden sonra ideolojik hegemonyanın restorasyonu adına, İslamcı-milliyetçi akımların teşvik edilerek resmi söyleme eklemlendiği vak’adır. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar birbirlerini izleyen darbelerle birlikte düzenin ideolojik hegemonyası içinde islamcı-milliyetçi söylemin ayrıcalıklı bir ağırlığa sahip olması yönünde düzenlemeler yapılmıştır. Bu hal, söz konusu periyot içindeki uluslararası emperyalist politikalarla ve emperyalist gerici ideolojik saldırılarla örtüşmektedir.

27 Mayıs da nispeten uzun sayılabilecek bir erim için sola karşı bir darbedir. Yüselmekte olan sol muhalefetin, toplumsal solculaşma eğiliminin önünü kesecek önlemlerin alınmasıyla sonuçlanmıştır. Önce vermek zorunda kalmış, sonra geri almak ihtiyacı duymuştur. Restorasyonunu hazırda bekleten ilerici adımlar atmıştır.

27 Mayıs öncesinde, özellikle de büyük kentlerin sokakları sola meyletmeye başlamış, demokratik sol talepler yükseltilmiştir. Askeriyenin kendi içinde de bu taleplerle kendi çıkarlarının, şu ya da bu derecede, örtüştüğünü düşünmüş olan subaylar vardır. Bunların büyük çoğunluğu, özellikle hayal kırıklıklarını şiddetli şekillerde dışa vurma eğiliminde olanlarından başlamak üzere,  darbe sonrası, etap etap,  tasfiye edilmiştir. Ordudaki en kapsamlı tasfiye herhalde 27 Mayıs sonrasında yapılmıştır. Bu basit, mesleki disiplin çerçevesinde değerlendirilebilecek bir tasfiye değildir. Bu yolla,ordunun egemen sınıf bloğuna tabiyeti, “emir-komuta zinciri” nin tesisiyle sağlanmaya çalışılmış,  veyahut bir başka ifadeyle, askeriyenin olası göreli özerkliğini tümüyle yitirmesi sonucunu doğuracak  yeniden yapılandırma  süreci başlatılmıştır.

Gelgelelim burada asıl belirleyici olan, büyük burjuvazinin emperyalizmle “büyük işbirliği” ne ihtiyaç duymuş olmasıdır. Emperyalizmle her “ileri” entegrasyon, kaçınılmaz olarak sadece ekonomik alanda değil, siyasal yapıda da tekelleşmeyi beraberinde getirmektedir. Bunun için iktidar bloğunun, büyük burjuvazi lehine eliminasyonu gerekli görülmüştür. Öyleyse darbe, emperyalist siyasetle örtüşen bir neşter atma işlevi görmüştür.

Bu iddiayı destekleyen, bir Ortadoğu dış bağlamı da vardır. Nasır’ın yükselişi, Suriye’de sol eğilimlerin güçlenerek, ülkenin SSCB’ye yaklaşması, her iki ülkenin, Mısır ve Suriye’nin anti-emperyalist bir siyasal eksen haline gelerek, tek bir cumhuriyet olarak birleşmeleri, Irak’daki darbe gibi. Bu şartlarda, emperyalizm bu bölgede yeniden yapılanma ihtiyacı duymuştur. Bu yeniden yapılanma, bir yandan, İran’da Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesiyle oluşan siyasal durumun; diğer yandan, İsrail devletinin konsolidasyonu için zaruret olarak görülmekteydi.

27 Mayıs darbesine, Irak, Suriye’deki modernist askeri hareketlerin  ve özellikle Nasır hareketinin etkisindeki çok sayıda subay katılmıştır. Gelgelelim, amaç hasıl olduktan sonra emperyalist isterler doğrultusunda, TSK kullanılarak kararlı adımlar atılabilmiştir. 1961 Anayasası, büyük burjuvazi adına, kentli orta katmanları, kentli emekçileri tatmin etmek adına verilmiş bir ödündü.  27 Mayıs darbesi toplumun dinamik kesimlerinden kaynaklanan ilerici hava basıncının dışarı atılmasına araç olmuştur. 61 Anayasası da supap işlevi görmüştür.

Devam etmeden önce bir parantez açmam lazım. 27 Mayıs döneminin sonuna kadar ordu, halen şu ya da bu derecede, şu ya da bu çapta  “Jön Türk” geleneğinin etkisi altındadır. Devlet içinde de bu etki henüz kararlı bir şekilde gayri meşru ilan edilmemiştir. Bu bir çok orduda rastlanılan “Jön Türk” geleneklerinin kökeni, modern ulus devletlerin oluşmasında, ulusal birliklerin kurulmasında  belli başlı ülkelerde askeriyenin oynadığı başat ya da önemli rollerde aranmalıdır. Herhalde kökensel olarak  Napolyon Fransa’sına kadar gitmek gerekir. Yani bonapartizmle kökensel bir ilişkisi var. Bilindiği gibi bu sonraki adlandırılmasıyla “Jön Türk” geleneği, aslında Türkiye’den önce, 19 yy’da İtalya, Almanya gibi ulusal birliğini kuran devletlerde görülüyor. İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizim’in yükselmesinde askeriyedeki bu geleneğe dayanan subayların büyük katkısı olmuştur. Fransa’da da öyle. Hem Pétainci hem  De Gaullecü subaylar arasında.  Bu “Jön Türk” eğilimi küçük burjuva korporatist, teknokratik  bir anlayışa sahipti. Devleti ve orduyu sınıfların üzerinde görüyor, devletin bekasını her şeyin önüne koyuyor, ancak kapitalizmle hiç bir sorunu bulunmuyordu. 2.Savaş sonrası emperyalist sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde, özellikle de NATO’nun oluşturulmasıyla birlikte bu “Jön Türk” eğilimleri Batı’daki bütün ordularda tasfiyeye uğramıştır (De Gaulle’ün düşüşünü mesela bu açıdan değerlendirmek mümkündür). Türkiye’de de 27 Mayıs’ın hemen  sonrasında ve özellikle 12 Mart’tan itibaren bu tasfiye süreci radikal olarak hızlandırılmıştır. Bugün emperyalistlerin bölgemizdeki işgal ve saldırılarının hedefinde, modern devlet geleneğinin ve uluslaşma düzeyinin  henüz zayıf olduğu  Arap memleketlerinde halen güçlü olarak varlığını sürdüren bu askeri-siyasal geleneğin olduğunu belirtmek isterim.Parantezi kapatıyorum.  Şimdi kaldığımız yerden sürdürelim.

27 Mayıs yönetimleri, bir yandan, izlenen ekonomik politikaların sonucu olarak yoksullaşan ve durumlarını demokratik taleplerle protesto eden kentli ücretli kitlelerin, kent küçük burjuvalarının ağızlarına,zorunlu olarak, bir parmak bal çalarken; diğer yandan, vermek zorunda kaldıkları ekonomik-demokratik hakları nihai olarak iptal etmek yolunda çok anlamlı hamleler yapmışlardır. Darbenin önemli sonuçlarından birisi, DP’nin farklı bir tabela altında, işbirlikçi tekelci sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette yeniden yapılandırılması olmuştur. 27 Mayıs’ın bütün kabinelerinde, darbeyle düşürülen DP’nin büyük sermaye sınıfının taleplerine hizmet etmeye hazır vekil ve bakanlarının ağırlıklı yer almış olması tesadüf değildir. Bu yolla  yeni bir komprador burjuva partisi, DP yapısı üzerine oturtulabilmiştir.

Büyük toprak sahipliğinin, iktidar bloğunundaki konumunun geriletilmesi karşısında, büyük burjuvazi kendisine karşı kullanılabilecek islamcı-milliyetçi akımları, ideolojik hegemonyasına eklemleyerek, ilerici kesimlere karşı kullanmıştır. İslamcı-milliyetçi siyaset ilk kez hemen 27 Mayıs sonrasında, devletle açık, programatik bir entegrasyon içerisine girmiştir. “Ak”, “kara” finansal kaynaklar bizatihi TC devleti tarafından bu akımların güçlenmesi için temin edilmiştir. En üst düzeyde devlet temsilcilerinin, bu akımların kendilerini geliştirebilecekleri ortamı sağlayacak vakıf ve benzeri kuruluşların ortaya çıkmasına ön ayak olduklarını biliyoruz. Bugünkü islamcı-milliyetçi kesimlerin bir çok önemli ismi, 27 Mayıs’ın hemen sonrasında bizzat cunta lideri yapılan Gürsel’in himayesinde kurulan  Komünizmle Mücadele Dernekleri içerisinde yetişmişlerdir.

İslamcı siyaset, askeri darbelerin müdahil olarak önünü açıp, düzenledikleri yeni siyasal yasallık koşullarında kendisini konsolide etmiştir. Yalnız dikkat edelim, her darbeyle birlikte düzenin kapitalist emperyalizmin, ekonomik,politik ve ideolojik  gereklerine adapte olmaya çalıştığını görüyoruz. İslamcı ideoloji ve gerici siyasetin yükselmesini bu çerçevenin dışında değerlendirmek kabil değildir. Yani onu dar anlamda bir “iç sorun” olarak görmek doğru olmaz.TSK, özellikle soğuk savaş koşullarında, uluslararası bir bağlamı olan, bu siyasal gaye doğrultusunda ihtiyaç duyulan yetenek ve kapasiteyi temin eden en önemli burjuva devlet aracı olmuştur.

Bir saptama daha yapalım. 1960’ların sonlarından itibaren dünya kapitalizminin, motor gücü olan ABD’den başlayarak  dalgalar halinde yayılan ve derinleşen stagnasyon girdabına girdiğini görüyoruz. Bu sıralarda, değerli marksist iktisatçılar Paul Sweezy, P.Baran ve H.Magdoff, kapitalist ekonominin bir yasasını açığa çıkartıyorlar. Buna göre, kapitalizm stagnasyon eğilimlerine, finansal araçları kullanarak ya da parasalcı bir ekonomik modeli öne çıkartarak yanıt veriyor. Yani neo-liberal iktisat devreye sokuluyor. Stagnasyonun çaresi olarak sunulan bu modelin bizatihi kendisinin çok geçmeden stagnasyonun nedeni olduğu saptanıyor. Yani tekelci kapitalist ekonomi bu kısır döngüden çıkamıyor.

İslamcılık ya da genel olarak dincilik, bu neo-liberal iktisadi modelin kitleler nazarında meşruiyetini ve dolayısıyla sürdürebilirliğini temin etmek bakımdan teşvik ediliyor. Çünkü toplumsal yoksullaşmanın öngörüldüğü yerde, dincilik de öngörülür.

Bu süreçte, her zaman emperyalist siyasetin  hizmetine koşulmuş olan islami anlayışların da kendilerini bu yeni doğrultuda yenilemeleri isteniyor. Kısacası, onlardan da sisteme yeni bir entegrasyon talep ediliyor. Bu entegrasyon sayesinde din, neo-liberal kültürel hegemonyanın temel bir bileşeni haline getirilmiştir. İslami kesimler arasında bu emperyalist talep doğrultusunda “gömlek değiştirme”ye direnenler  siyaseten tasfiye ediliyorlar.

Dincilik aynı zamanda, liberal, neo-liberal politikalarla tasfiye edilerek, göçe zorlanan devlet himayesindeki ( o zamana kadar devletin popülist tarımsal teşvikleriyle korunan ) köylülüğün uysallaştırılması, yükseltmekte olan sanayiye ucuz, güvencesiz işgücü olması bakımından da işlevseldir.  Tarımda popülist devlet korumacılığı sanayi burjuvazinin aleyhinedir. Çünkü tarımsal hammadde fiyatları ve tabii emek-gücü maliyeti korumacılık yüzünden yüksek olmaktadır. Bu tarımsal nüfusun kentlere doğru potansiyel işgücü  göçü sanayi burjuvazisinin lehinedir, çünkü emek-gücü fiyatları üzerinde sermayedar lehine baskıya yol açmaktadır. DP’nin en büyük desteğini topraklı köylülerden almış olması tesadüf değildir. Hatta darbeden önce bir seçim daha yapılabilseydi, söz konusu köylülük nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu için DP’nin bir başka seçim zaferi daha elde edebileceği açıktı. Darbe bu bakımdan da kaçınılmaz bir araç olarak görülmüş olmalıdır.

27 Mayıs askeri darbesi, bu bakımdan,  ucuz tarımsal girdilere, ucuz emek-gücüne ve tabii ithal girdiler için bol dövize ihtiyaç duyan sanayi burjuvazisi ve dış ticaretle palazlanmış ticaret burjuvazisinin, artan fiyatlar dolayısıyla reel ücretlerinde dramatik düşüşler yaşayan kentli ücretlilerin ittifakı sayesinde mümkün olabilmiştir. Ayaklanmış öğrencileri, toplumsal bir kategori olarak “sınıf” kavramı içinde değerlendirmek doğru değildir, ancak aileleri itibarıyla sınıfsal bir kompozisyonlarının olduğu, sınıfsal baskılara maruz oldukları açıktır.

Gelgelelim, biraz ileride, sanayi burjuvazisinin dış pazarlara açılma baskısı yaşadığı koşullarda, bu ittifak dağılacaktır. Sermayenin organik bileşiminde teknoloji lehine değişiklik yapma olanakları sınırlı olan sanayici sınıfı, dış pazarlarda rekabet edebilmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duyacaktır. Bunun için kentli işgücü üzerindeki düşük ücret baskısını arttırmak adına kırsal alandan göçü teşvik edecek önlemleri destekleyecektir. Dincilik, işbirlikçi bir çerçevede tekelcileşen sanayi burjuvazisinin ideolojik silahlarından birisi olacaktır.

12 Mart, 27 Mayıs’ın yukarıda sözü edilen sınıfsal çıkarlar adına yapmaya çalıştıklarını tamamlamaya yönelik bir işbirlikçi burjuva siyasal hamlesidir. Ancak uluslararası soğuk savaş koşullarında, ilerici direnişler karşısında gerileme ihtiyacı duymuştur. 12 Eylül’le başlayan süreçte, soğuk savaşın da sona ermesiyle, tekelci burjuvazi sola karşı hamlelerini tamamlamıştır. Yani bu üç darbe arasındaki, her yönüyle,  kopuşlu sürekliliği görmemek hata olur. Yine dikkat ediniz, bütün bu 30 küsur yılı kapsayan süreçte, düzenin ideolojik hegemonyasını kurmak adına hem islamcı-milliyetçi hem de (özellikle de) 68’den sonra liberal akımların, bir çok durumda, iç içe geçmiş şekillerde sahne aldığını göreceksiniz. Liberal ve dinsel söylemin genel olarak uluslararası emperyalist düzenin kültürel hegemonyası içinde de paralel bir ivme kazandığını tespit ediyoruz.

AKP yönetimi bu birikimin ya da mirasın üzerine bina edilmiştir. Yani AKP yönetiminin önü DP devrinden çok, 27 Mayıs’la başlayan süreçte açılmıştır. 27 Mayıs öncesinde, dağınık, bağlaşıkları söz konusu olduğunda, örtük ilişkiler, yer yer utangaç eğilimlerle karakterize edilen islamcı-milliyetçi hareket, darbe sonrasında, mali altyapılarıyla birlikte yeniden-yapılandırılmış, öncelenmemiş ölçüde, organize hale getirilmiştir. Ekonomide tekelci eğilimlerin mevzi kazanması ve ideolojik alandaki gericileşme arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu açıktır. Bu ideolojik gericiliğin dışavurumlarının her zaman incelmiş, iyi gizlenmiş  formlar içinde gerçekleşmediğini de geçerken belirtelim.

Kuramsal olarak tarihe bakarken, tikel ya da marjinal  düzeyde görülen, genelden sapma eğilimlerine dayanmamak gerekir. Bu “sapma”ların kısa bir süre sonra devre dışı kaldıklarını saptayabiliyoruz. Somut içinde özeli temsil eden olgu, zorunlu olarak, belirleyicilik anlamında,  imtiyazlı bir konuma işaret etmez. Özel olanı, çoğu zaman, uçları kapalı, donmuş bir yapı olarak değil, tersine, kanlı,canlı, hareket halindeki bir bütün gibi görülmesi gereken somut genelin içindeki bir  ayrıntı veya istisna olarak görmek icap edebilir.

Bir kez daha altını çizmek adına, 60’larda elde edilen ekonomik-demokratik kazanımları, askeri darbenin bir lütfu değil, sokakların demokratik talepleri karşısında, burjuva düzeninin bir tavizi olarak görmek gerekir. Keramet darbede değil, sokaklardaydı. Darbeyle bu taleplerin sol mecrada gelişme kaydetmesinin önü alınmıştır. Hatta asker anılarına bakılırsa, 27 Mayıs öncesinde ordudaki subaylar arasında “kemalizm” diye bir kavramın olmadığı da anlaşılıyor.  Bu kavramın, o yıllarda,  sokakla girilmiş temasla birlikte ortaya çıkmış olduğu iddialarını ciddiye almak gerekir.

Darbeleri sınıfsal iktidarın konsolidasyonu adına belli şartlarda başvurulan “olağanüstü” siyasal araçlar olarak görmek gerekir. Elbette her darbe sonrasında, Latin Amerika ve Asya ve Yakın Doğu’daki diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, ordu içinden bir grubun, orduyu iktidar bloğunun hakim bileşeni haline getirmeye yönelik kalkışmalarına tanık olabiliyoruz. Bu girişimler bazen hemen darbelerin ön günlerinde veya  izleyen günlerde ortaya çıkabiliyor. Kimi zamansa,  üzerinden epey bir süre geçtikten sonra  gerçekleşebiliyor. Emir-komuta zinciri ne kadar zayıfsa, iç çalkantılarlar da o kadar sürekli ve etkili olabiliyor. Her darbe, ordu içinde de kağıtların yeniden karılması gibi bir “iç” sonuç doğuruyor. Ulusal ve uluslararası koşullar bu karma işlemini koşullayabiliyor.

Askeri darbe sadece toplumsal-sınıfsal muhalefet üzerinde eylemiyor. Sadece emekçi katmanları bastırmakla kalmıyor, egemen sınıf fraksiyonlarına da yeniden bir ayar verebiliyor. Bizatihi darbe aracı olan ordunun kendi kendisi üzerinde de eyliyor. Devletin bütün kurum veya aygıtlarıyla sınıf mücadelelerinin alanı olduğunu biliyoruz. Öyleyse, bir devlet aygıtı olarak ordunun kendisini de bu çatışmalı sınıfsal ilişkilerin alanı olarak görmek gerekir. Sosyalistler bu “vesayet” lafazanlığı dolayısıyla gerek liberallerin ve gerekse ulusalcıların, farklı niyetlerle, orduyu sınıf mücadelesinin dışında ve sınıflar üstü bir kurum olarak gösterme gayretlerinin bir burjuva manipülasyonu olduğunu teşhir etmelidirler.

27 Mayıs öncesinde, subaylar arasında zıt eğilimler olduğunu biliyoruz. 27 Mayıs’tan sonra 14’ler, Aydemir hareketleri ortaya çıkıyor. 12 Mart hemen öncesindeki 9 Mart’ı bastırıyor.  27 Mayıs’ın hayli mesafe kaydettiği emir-komuta zincirinin tesisi yolunda büyük ve radikal adımlar atıyor.  Ordu, 12 Mart’la birlikte tamamen tekelci burjuvazinin siyasal aracı haline geliyor.    Kurum içinden direnişler tasfiyelerle etkisizleştiriliyor. Eğer bu olmamış olsaydı, 12 Eylül darbesi etkili olamazdı.

28 Şubat TSK adına, 12 Eylül’ün, tahkim edilmiş “emir-komuta zinciri” dolayısıyla, ya da başka bir ifadeyle, ordu içinde de sınıf mücadelesinin bastırılmış olması nedeniyle, gecikmiş bir iç hesaplaşmadır. Bu işin elbette bir boyutudur. Hepsi değildir. Bu hesaplaşma, soğuk savaş sonrasında emperyalistlerin yeni bir “dünya düzeni” kurma ve bu yolda sistem içi entegrasyonu yeniden tesis etme ihtiyacının somut olarak ortaya çıkmasıyla birlikte yine yine etap etap gerçekleştirilmiştir. Dikkat ediniz, bütün bir süreç boyunca, darbeler ve ordu içi hesaplaşmalar emperyalist bağlamla örtüşüyor.  Sonrasında tasfiyeler, yeni ihtiyaçlara göre, yeniden yapılanmalar kaçınılmaz hale geliyor. Ancak kesinlikle emperyalist efendilerin talepleri dikkate alınıyor. Yani NATO’nun ordusu TSK emperyalist merkezlerden vize almak ihtiyacı duyuyor.

İç hesaplaşmalar esasen orduyu işbirlikçi tekelci burjuvazinin kontrolündeki egemen siyasal blok içinde ayrıcalıklı bir konuma oturtma eğiliminin dışa vurumu olarak da görülebilir. Ancak bu eğilimlerinde sınıfsal dayanaklarının olduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Türkiye’de Tanzimat’tan beri orduya hakim olmayı ya da onu kendi  toplumsal-siyasal  talepleri doğrultusunda yönlendirmeyi başlıca siyasal gayesi haline getirmiş bir küçük-burjuva radikalizminin var olageldiğini de geçerken belirtmek isterim.

28 Şubat “iç hesaplaşma” boyutuyla, kendisini gerçekleştirememiş bir darbe girişimidir. Ancak bir “muhtıra” kadar dahi cirmi olmamıştır. Mevcut hükümete belli politikalar dikte ettirilmek istenmiştir. Ancak dikte ettiren yapı, özel bir yapı ya da bir “cunta” değil, on yıllardır anayasal düzen içinde işleyişini sürdüren MGK’dır. Esas olarak onun içindeki askeri kanadın ve devrin cumhurbaşkanının talebidir. Ancak bu hamle, uzun yıllar alacak ordu içi tasfiyenin de önünü açmış, “ulusalcı” oldukları iddia edilen subaylar önderliğinde kendisini gerçekleştirememiş bu hamle sonrasında, etap etap bu “ulusalcı” subayların tasfiyesi gerçekleştirilmiştir. Yani hamlenin sahipleri için  bir bumeranga dönüşmüştür. Demek ki, NATO’ya dahil bir ordunun komuta kademeleri, NATO’dan onay gelmeden, ya da NATO’nun kabul ettiği konjonktürle bağdaşmayan bir hareket içinde olamayacaklarını kestirememişler, veyahut ona rağmen davranmak istemişlerdir.

Sonuçları itibarıyla bakıldığında, 28 Şubat hamlesi ya da müdahalesi AKP rejiminin yükselebilmesi, Türkiye’nin emperyalistlerin talep ettiği yeni koşullara adapte olabilmesi için siyasal zemini temizlemek gibi bir işlev görmüştür. En başta da, bu hamlenin sahiplerinin tasfiyesiyle bunu yapmıştır.

Hiç şüphesiz, AKP rejiminin önü 28 Şubat müdahalesiyle açılmıştır. Mevcut siyasal yapı ve onun lider figürleri tasfiye edilmeden AKP rejimi kurulamazdı. 2007 seçimleri öncesindeki “e-muhtıra” ile sivil darbenin önündeki engeller kaldırılmış, TSK, emperyalist harekatın ihtiyaç duyduğu şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Hem siyasetteki, hem ordu, yargı gibi devlet kurumlarındaki, hem de medyadaki tasfiye aralıksız sürdürülmüştür.

“Yeni” anayasa, Kürt sorunu ve AKP

Galeri

İşbirlikçi tekelci-burjuvazi hayli uzun bir zamandan beri siyasal rejimin aksaklıklarından parlamenter rejimi sorumlu tutmakta, “başkanlık” sistemini arzuladığını sıklıkla dile getirmektedir. Bu açıkça yürütmenin hakim olduğu, diğer rejim dinamiklerinin yürütmeye tabi olduğu bir sistem talebidir. Düzenin sağı, bir yandan Cumhuriyet’in erken … Okumaya devam et

Emperyalizm ve yeni “kaos” stratejisi :notlar

Galeri

1) 50’lili yılların ikinci yarısından itibaren örgütlenen, palazlanan, geleneksel kapitalist sınıflardan farklılıklar taşıyan yeni global bir finans-oligarşisinin yükselişi, marksist sol ve bu arada SSCB tarafından,  iyi analiz edilememiştir. ABD devleti doğrudan bu sınıfın kontrolü altına girmiş, soğuk savaş sonrasında ABD … Okumaya devam et

2009 Referandumu üzerine düşünceler *

Galeri

Emin Çölaşan’ın evetçilerin kazanmasıyla ilgili tespitleri isabetli değil. Bir kere, referandumun sonucu üzerinde “12 Eylül 1980” edebiyatının etkili olduğunu hiç sanmıyorum. Çünkü bu %58’in 12 Eylül 1980’le bir sorunu olmamıştır. Tersine, onu desteklemiş olan kitleler ağırlıklı olarak bu %58’in içindedir. Asıl %42’in içinde … Okumaya devam et