Türkiye solunun 80’lerden itibaren maruz kaldığı en önemli sorun, “muzaffer” liberal söylem karşısında, geri çekilerek, bir futbol tabiriyle, oyunu kendi ceza alanı içinde kabul etmesi olmuştur. Elbette bu kabul solun teorisizleştirilmesiyle ilişkilidir.
Türkiye’de askeri darbeler vardır. Ancak liberal-islamcı kardeşliğinin kast ettiği anlamda bir “askeri vesayet” yoktur. Askeriye belli koşullarda, kontrolü ele alamayan veya kaybeden iktidar bloğunun, kontrolünü tekrar sağlaması adına, anayasal yasallığı askıya alarak devreye girer. TSK, işbirlikçi egemen sınıflar bloğundan ve onun devletinden bağımsız ya da egemen sınıfların üzerinde bir siyasal iktidar odağı değildir. İktidar bloğunun kontrolündeki devletin silahlı örgütüdür. Türk Silahlı Kuvvetlerinin tarih içindeki gelişimini ve rollerini, burjuvazinin ve burjuva Türk devletinin tarihsel gelişiminden soyutlayarak ele almak olanaklı değildir. Paralel bir tarihsel evrim söz konusudur.
Özellikle emperyalist vesayete tabiyetin başladığı soğuk savaş devrinden itibaren TSK kendi başına başat bir siyasal oyuncusu olmaktan tamamen çıkmıştır. Dış ve iç boyutlarıyla emperyalist siyasetin hizmetine amade olarak etap etap yeniden dizayn edilmiştir.
Daha öncesinde, Cumhuriyetin erken döneminde, İttihatçıların tercih ettikleri model, en azından şeklen benimsenmemiş, TSK ile sivil siyaset arasına hukuken bir mesafe konulmuştur. Gelgelelim, en üst düzeyde sivil siyaseti yürüten asker kökenli kurucu figürlerin fiiliyatta ordu üzerinde büyük etkilerinin olduğu da açıktır.
Bununla birlikte, gerek ittihatçı ve gerekse kemalist devirlerde ordunun, burjuva egemen sınıf bloğunun oluşturmasına yönelik programatik kurucu bir rolü vardır. Bu anlamda bir vesayetten söz edilebilir. Ancak milli Türk devleti bu kurucu vesayet olmadan ortaya çıkabilir miydi?
Tekrar pahasına, bu tartışmada asıl üzerine gidilmesi gereken,bir yandan liberal ve islamcı; öte yandan, ulusalcı eleştirmenlerin Türkiye’nin anti-demokratik bir ülke haline gelmesinde, emperyalizmin ve onun ülkedeki egemen burjuva işbirlikçilerinin ana rolünü, bu “vesayet” şamatası içinde gözlerden saklamaya çalışmakta olmalarıdır.
Bu noktada, daha baştan TSK’yı burjuva devlet veya iktidar aygıtı dışında veya üzerinde bir kurum olarak kabul eden liberal, islamcı ve ulusalcılar arasındaki “askeri vesayet” tartışmasında, bu her üç grubun da aynı öncüllerden, kabullerden hareket ederek sorunu tartıştıklarını, argümanlarının birbirlerin karşılıklı olarak dışlamadığını, tersine, birbirlerini hem koşullayıp, hem de tamamladıklarını belirtmek gerekiyor.
Emperyalist vesayetle birlikte TSK, blok içinde, global emperyalist çıkarlara entegre olmuş, en işbirlikçi sınıf fraksiyonu olan tekelci burjuvazinin çıkarlarını gözetir. Bu durumu, bütün askeri darbelerle birlikte,bu sınıf fraksiyonun ekonomik-siyasal konumunu geliştirmek ve konsolide etmek anlamında alınmış önlemlerle teyit etmek mümkündür.
Hiç kuşkusuz, bütün askeri darbeler emekçi sınıfların ve onlarla belli ölçülerde ortak çıkarlara sahip kentli orta katmanların taleplerinin yükseldiği, uluslararası ekonomik ve siyasal bağlamıyla birlikte iktidar bloğunun sıkıştığı periyotlarda gerçekleştirilmiştir. Bütün başarılı askeri darbeler soğuk savaş şartlarında, işbirlikçi burjuva düzeninin emperyalist dünya ekonomisine ve onun siyasal isterlerine yeni bir entegrasyon ihtiyacına yanıt vermek adına gerçekleştirilmiş, dolayısıyla esas hedefi emekçi kitleler ve sol siyaset olmuştur.
Yine bütün askeri darbelerden sonra ideolojik hegemonyanın restorasyonu adına, İslamcı-milliyetçi akımların teşvik edilerek resmi söyleme eklemlendiği vak’adır. 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar birbirlerini izleyen darbelerle birlikte düzenin ideolojik hegemonyası içinde islamcı-milliyetçi söylemin ayrıcalıklı bir ağırlığa sahip olması yönünde düzenlemeler yapılmıştır. Bu hal, söz konusu periyot içindeki uluslararası emperyalist politikalarla ve emperyalist gerici ideolojik saldırılarla örtüşmektedir.
27 Mayıs da nispeten uzun sayılabilecek bir erim için sola karşı bir darbedir. Yüselmekte olan sol muhalefetin, toplumsal solculaşma eğiliminin önünü kesecek önlemlerin alınmasıyla sonuçlanmıştır. Önce vermek zorunda kalmış, sonra geri almak ihtiyacı duymuştur. Restorasyonunu hazırda bekleten ilerici adımlar atmıştır.
27 Mayıs öncesinde, özellikle de büyük kentlerin sokakları sola meyletmeye başlamış, demokratik sol talepler yükseltilmiştir. Askeriyenin kendi içinde de bu taleplerle kendi çıkarlarının, şu ya da bu derecede, örtüştüğünü düşünmüş olan subaylar vardır. Bunların büyük çoğunluğu, özellikle hayal kırıklıklarını şiddetli şekillerde dışa vurma eğiliminde olanlarından başlamak üzere, darbe sonrası, etap etap, tasfiye edilmiştir. Ordudaki en kapsamlı tasfiye herhalde 27 Mayıs sonrasında yapılmıştır. Bu basit, mesleki disiplin çerçevesinde değerlendirilebilecek bir tasfiye değildir. Bu yolla,ordunun egemen sınıf bloğuna tabiyeti, “emir-komuta zinciri” nin tesisiyle sağlanmaya çalışılmış, veyahut bir başka ifadeyle, askeriyenin olası göreli özerkliğini tümüyle yitirmesi sonucunu doğuracak yeniden yapılandırma süreci başlatılmıştır.
Gelgelelim burada asıl belirleyici olan, büyük burjuvazinin emperyalizmle “büyük işbirliği” ne ihtiyaç duymuş olmasıdır. Emperyalizmle her “ileri” entegrasyon, kaçınılmaz olarak sadece ekonomik alanda değil, siyasal yapıda da tekelleşmeyi beraberinde getirmektedir. Bunun için iktidar bloğunun, büyük burjuvazi lehine eliminasyonu gerekli görülmüştür. Öyleyse darbe, emperyalist siyasetle örtüşen bir neşter atma işlevi görmüştür.
Bu iddiayı destekleyen, bir Ortadoğu dış bağlamı da vardır. Nasır’ın yükselişi, Suriye’de sol eğilimlerin güçlenerek, ülkenin SSCB’ye yaklaşması, her iki ülkenin, Mısır ve Suriye’nin anti-emperyalist bir siyasal eksen haline gelerek, tek bir cumhuriyet olarak birleşmeleri, Irak’daki darbe gibi. Bu şartlarda, emperyalizm bu bölgede yeniden yapılanma ihtiyacı duymuştur. Bu yeniden yapılanma, bir yandan, İran’da Mussadık’a karşı yapılan CIA darbesiyle oluşan siyasal durumun; diğer yandan, İsrail devletinin konsolidasyonu için zaruret olarak görülmekteydi.
27 Mayıs darbesine, Irak, Suriye’deki modernist askeri hareketlerin ve özellikle Nasır hareketinin etkisindeki çok sayıda subay katılmıştır. Gelgelelim, amaç hasıl olduktan sonra emperyalist isterler doğrultusunda, TSK kullanılarak kararlı adımlar atılabilmiştir. 1961 Anayasası, büyük burjuvazi adına, kentli orta katmanları, kentli emekçileri tatmin etmek adına verilmiş bir ödündü. 27 Mayıs darbesi toplumun dinamik kesimlerinden kaynaklanan ilerici hava basıncının dışarı atılmasına araç olmuştur. 61 Anayasası da supap işlevi görmüştür.
Devam etmeden önce bir parantez açmam lazım. 27 Mayıs döneminin sonuna kadar ordu, halen şu ya da bu derecede, şu ya da bu çapta “Jön Türk” geleneğinin etkisi altındadır. Devlet içinde de bu etki henüz kararlı bir şekilde gayri meşru ilan edilmemiştir. Bu bir çok orduda rastlanılan “Jön Türk” geleneklerinin kökeni, modern ulus devletlerin oluşmasında, ulusal birliklerin kurulmasında belli başlı ülkelerde askeriyenin oynadığı başat ya da önemli rollerde aranmalıdır. Herhalde kökensel olarak Napolyon Fransa’sına kadar gitmek gerekir. Yani bonapartizmle kökensel bir ilişkisi var. Bilindiği gibi bu sonraki adlandırılmasıyla “Jön Türk” geleneği, aslında Türkiye’den önce, 19 yy’da İtalya, Almanya gibi ulusal birliğini kuran devletlerde görülüyor. İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizim’in yükselmesinde askeriyedeki bu geleneğe dayanan subayların büyük katkısı olmuştur. Fransa’da da öyle. Hem Pétainci hem De Gaullecü subaylar arasında. Bu “Jön Türk” eğilimi küçük burjuva korporatist, teknokratik bir anlayışa sahipti. Devleti ve orduyu sınıfların üzerinde görüyor, devletin bekasını her şeyin önüne koyuyor, ancak kapitalizmle hiç bir sorunu bulunmuyordu. 2.Savaş sonrası emperyalist sistemin yeniden yapılandırılması sürecinde, özellikle de NATO’nun oluşturulmasıyla birlikte bu “Jön Türk” eğilimleri Batı’daki bütün ordularda tasfiyeye uğramıştır (De Gaulle’ün düşüşünü mesela bu açıdan değerlendirmek mümkündür). Türkiye’de de 27 Mayıs’ın hemen sonrasında ve özellikle 12 Mart’tan itibaren bu tasfiye süreci radikal olarak hızlandırılmıştır. Bugün emperyalistlerin bölgemizdeki işgal ve saldırılarının hedefinde, modern devlet geleneğinin ve uluslaşma düzeyinin henüz zayıf olduğu Arap memleketlerinde halen güçlü olarak varlığını sürdüren bu askeri-siyasal geleneğin olduğunu belirtmek isterim.Parantezi kapatıyorum. Şimdi kaldığımız yerden sürdürelim.
27 Mayıs yönetimleri, bir yandan, izlenen ekonomik politikaların sonucu olarak yoksullaşan ve durumlarını demokratik taleplerle protesto eden kentli ücretli kitlelerin, kent küçük burjuvalarının ağızlarına,zorunlu olarak, bir parmak bal çalarken; diğer yandan, vermek zorunda kaldıkları ekonomik-demokratik hakları nihai olarak iptal etmek yolunda çok anlamlı hamleler yapmışlardır. Darbenin önemli sonuçlarından birisi, DP’nin farklı bir tabela altında, işbirlikçi tekelci sermayenin ihtiyaçlarına yanıt verebilecek surette yeniden yapılandırılması olmuştur. 27 Mayıs’ın bütün kabinelerinde, darbeyle düşürülen DP’nin büyük sermaye sınıfının taleplerine hizmet etmeye hazır vekil ve bakanlarının ağırlıklı yer almış olması tesadüf değildir. Bu yolla yeni bir komprador burjuva partisi, DP yapısı üzerine oturtulabilmiştir.
Büyük toprak sahipliğinin, iktidar bloğunundaki konumunun geriletilmesi karşısında, büyük burjuvazi kendisine karşı kullanılabilecek islamcı-milliyetçi akımları, ideolojik hegemonyasına eklemleyerek, ilerici kesimlere karşı kullanmıştır. İslamcı-milliyetçi siyaset ilk kez hemen 27 Mayıs sonrasında, devletle açık, programatik bir entegrasyon içerisine girmiştir. “Ak”, “kara” finansal kaynaklar bizatihi TC devleti tarafından bu akımların güçlenmesi için temin edilmiştir. En üst düzeyde devlet temsilcilerinin, bu akımların kendilerini geliştirebilecekleri ortamı sağlayacak vakıf ve benzeri kuruluşların ortaya çıkmasına ön ayak olduklarını biliyoruz. Bugünkü islamcı-milliyetçi kesimlerin bir çok önemli ismi, 27 Mayıs’ın hemen sonrasında bizzat cunta lideri yapılan Gürsel’in himayesinde kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri içerisinde yetişmişlerdir.
İslamcı siyaset, askeri darbelerin müdahil olarak önünü açıp, düzenledikleri yeni siyasal yasallık koşullarında kendisini konsolide etmiştir. Yalnız dikkat edelim, her darbeyle birlikte düzenin kapitalist emperyalizmin, ekonomik,politik ve ideolojik gereklerine adapte olmaya çalıştığını görüyoruz. İslamcı ideoloji ve gerici siyasetin yükselmesini bu çerçevenin dışında değerlendirmek kabil değildir. Yani onu dar anlamda bir “iç sorun” olarak görmek doğru olmaz.TSK, özellikle soğuk savaş koşullarında, uluslararası bir bağlamı olan, bu siyasal gaye doğrultusunda ihtiyaç duyulan yetenek ve kapasiteyi temin eden en önemli burjuva devlet aracı olmuştur.
Bir saptama daha yapalım. 1960’ların sonlarından itibaren dünya kapitalizminin, motor gücü olan ABD’den başlayarak dalgalar halinde yayılan ve derinleşen stagnasyon girdabına girdiğini görüyoruz. Bu sıralarda, değerli marksist iktisatçılar Paul Sweezy, P.Baran ve H.Magdoff, kapitalist ekonominin bir yasasını açığa çıkartıyorlar. Buna göre, kapitalizm stagnasyon eğilimlerine, finansal araçları kullanarak ya da parasalcı bir ekonomik modeli öne çıkartarak yanıt veriyor. Yani neo-liberal iktisat devreye sokuluyor. Stagnasyonun çaresi olarak sunulan bu modelin bizatihi kendisinin çok geçmeden stagnasyonun nedeni olduğu saptanıyor. Yani tekelci kapitalist ekonomi bu kısır döngüden çıkamıyor.
İslamcılık ya da genel olarak dincilik, bu neo-liberal iktisadi modelin kitleler nazarında meşruiyetini ve dolayısıyla sürdürebilirliğini temin etmek bakımdan teşvik ediliyor. Çünkü toplumsal yoksullaşmanın öngörüldüğü yerde, dincilik de öngörülür.
Bu süreçte, her zaman emperyalist siyasetin hizmetine koşulmuş olan islami anlayışların da kendilerini bu yeni doğrultuda yenilemeleri isteniyor. Kısacası, onlardan da sisteme yeni bir entegrasyon talep ediliyor. Bu entegrasyon sayesinde din, neo-liberal kültürel hegemonyanın temel bir bileşeni haline getirilmiştir. İslami kesimler arasında bu emperyalist talep doğrultusunda “gömlek değiştirme”ye direnenler siyaseten tasfiye ediliyorlar.
Dincilik aynı zamanda, liberal, neo-liberal politikalarla tasfiye edilerek, göçe zorlanan devlet himayesindeki ( o zamana kadar devletin popülist tarımsal teşvikleriyle korunan ) köylülüğün uysallaştırılması, yükseltmekte olan sanayiye ucuz, güvencesiz işgücü olması bakımından da işlevseldir. Tarımda popülist devlet korumacılığı sanayi burjuvazinin aleyhinedir. Çünkü tarımsal hammadde fiyatları ve tabii emek-gücü maliyeti korumacılık yüzünden yüksek olmaktadır. Bu tarımsal nüfusun kentlere doğru potansiyel işgücü göçü sanayi burjuvazisinin lehinedir, çünkü emek-gücü fiyatları üzerinde sermayedar lehine baskıya yol açmaktadır. DP’nin en büyük desteğini topraklı köylülerden almış olması tesadüf değildir. Hatta darbeden önce bir seçim daha yapılabilseydi, söz konusu köylülük nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu için DP’nin bir başka seçim zaferi daha elde edebileceği açıktı. Darbe bu bakımdan da kaçınılmaz bir araç olarak görülmüş olmalıdır.
27 Mayıs askeri darbesi, bu bakımdan, ucuz tarımsal girdilere, ucuz emek-gücüne ve tabii ithal girdiler için bol dövize ihtiyaç duyan sanayi burjuvazisi ve dış ticaretle palazlanmış ticaret burjuvazisinin, artan fiyatlar dolayısıyla reel ücretlerinde dramatik düşüşler yaşayan kentli ücretlilerin ittifakı sayesinde mümkün olabilmiştir. Ayaklanmış öğrencileri, toplumsal bir kategori olarak “sınıf” kavramı içinde değerlendirmek doğru değildir, ancak aileleri itibarıyla sınıfsal bir kompozisyonlarının olduğu, sınıfsal baskılara maruz oldukları açıktır.
Gelgelelim, biraz ileride, sanayi burjuvazisinin dış pazarlara açılma baskısı yaşadığı koşullarda, bu ittifak dağılacaktır. Sermayenin organik bileşiminde teknoloji lehine değişiklik yapma olanakları sınırlı olan sanayici sınıfı, dış pazarlarda rekabet edebilmek için ucuz işgücüne ihtiyaç duyacaktır. Bunun için kentli işgücü üzerindeki düşük ücret baskısını arttırmak adına kırsal alandan göçü teşvik edecek önlemleri destekleyecektir. Dincilik, işbirlikçi bir çerçevede tekelcileşen sanayi burjuvazisinin ideolojik silahlarından birisi olacaktır.
12 Mart, 27 Mayıs’ın yukarıda sözü edilen sınıfsal çıkarlar adına yapmaya çalıştıklarını tamamlamaya yönelik bir işbirlikçi burjuva siyasal hamlesidir. Ancak uluslararası soğuk savaş koşullarında, ilerici direnişler karşısında gerileme ihtiyacı duymuştur. 12 Eylül’le başlayan süreçte, soğuk savaşın da sona ermesiyle, tekelci burjuvazi sola karşı hamlelerini tamamlamıştır. Yani bu üç darbe arasındaki, her yönüyle, kopuşlu sürekliliği görmemek hata olur. Yine dikkat ediniz, bütün bu 30 küsur yılı kapsayan süreçte, düzenin ideolojik hegemonyasını kurmak adına hem islamcı-milliyetçi hem de (özellikle de) 68’den sonra liberal akımların, bir çok durumda, iç içe geçmiş şekillerde sahne aldığını göreceksiniz. Liberal ve dinsel söylemin genel olarak uluslararası emperyalist düzenin kültürel hegemonyası içinde de paralel bir ivme kazandığını tespit ediyoruz.
AKP yönetimi bu birikimin ya da mirasın üzerine bina edilmiştir. Yani AKP yönetiminin önü DP devrinden çok, 27 Mayıs’la başlayan süreçte açılmıştır. 27 Mayıs öncesinde, dağınık, bağlaşıkları söz konusu olduğunda, örtük ilişkiler, yer yer utangaç eğilimlerle karakterize edilen islamcı-milliyetçi hareket, darbe sonrasında, mali altyapılarıyla birlikte yeniden-yapılandırılmış, öncelenmemiş ölçüde, organize hale getirilmiştir. Ekonomide tekelci eğilimlerin mevzi kazanması ve ideolojik alandaki gericileşme arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu açıktır. Bu ideolojik gericiliğin dışavurumlarının her zaman incelmiş, iyi gizlenmiş formlar içinde gerçekleşmediğini de geçerken belirtelim.
Kuramsal olarak tarihe bakarken, tikel ya da marjinal düzeyde görülen, genelden sapma eğilimlerine dayanmamak gerekir. Bu “sapma”ların kısa bir süre sonra devre dışı kaldıklarını saptayabiliyoruz. Somut içinde özeli temsil eden olgu, zorunlu olarak, belirleyicilik anlamında, imtiyazlı bir konuma işaret etmez. Özel olanı, çoğu zaman, uçları kapalı, donmuş bir yapı olarak değil, tersine, kanlı,canlı, hareket halindeki bir bütün gibi görülmesi gereken somut genelin içindeki bir ayrıntı veya istisna olarak görmek icap edebilir.
Bir kez daha altını çizmek adına, 60’larda elde edilen ekonomik-demokratik kazanımları, askeri darbenin bir lütfu değil, sokakların demokratik talepleri karşısında, burjuva düzeninin bir tavizi olarak görmek gerekir. Keramet darbede değil, sokaklardaydı. Darbeyle bu taleplerin sol mecrada gelişme kaydetmesinin önü alınmıştır. Hatta asker anılarına bakılırsa, 27 Mayıs öncesinde ordudaki subaylar arasında “kemalizm” diye bir kavramın olmadığı da anlaşılıyor. Bu kavramın, o yıllarda, sokakla girilmiş temasla birlikte ortaya çıkmış olduğu iddialarını ciddiye almak gerekir.
Darbeleri sınıfsal iktidarın konsolidasyonu adına belli şartlarda başvurulan “olağanüstü” siyasal araçlar olarak görmek gerekir. Elbette her darbe sonrasında, Latin Amerika ve Asya ve Yakın Doğu’daki diğer örneklerde de gördüğümüz gibi, ordu içinden bir grubun, orduyu iktidar bloğunun hakim bileşeni haline getirmeye yönelik kalkışmalarına tanık olabiliyoruz. Bu girişimler bazen hemen darbelerin ön günlerinde veya izleyen günlerde ortaya çıkabiliyor. Kimi zamansa, üzerinden epey bir süre geçtikten sonra gerçekleşebiliyor. Emir-komuta zinciri ne kadar zayıfsa, iç çalkantılarlar da o kadar sürekli ve etkili olabiliyor. Her darbe, ordu içinde de kağıtların yeniden karılması gibi bir “iç” sonuç doğuruyor. Ulusal ve uluslararası koşullar bu karma işlemini koşullayabiliyor.
Askeri darbe sadece toplumsal-sınıfsal muhalefet üzerinde eylemiyor. Sadece emekçi katmanları bastırmakla kalmıyor, egemen sınıf fraksiyonlarına da yeniden bir ayar verebiliyor. Bizatihi darbe aracı olan ordunun kendi kendisi üzerinde de eyliyor. Devletin bütün kurum veya aygıtlarıyla sınıf mücadelelerinin alanı olduğunu biliyoruz. Öyleyse, bir devlet aygıtı olarak ordunun kendisini de bu çatışmalı sınıfsal ilişkilerin alanı olarak görmek gerekir. Sosyalistler bu “vesayet” lafazanlığı dolayısıyla gerek liberallerin ve gerekse ulusalcıların, farklı niyetlerle, orduyu sınıf mücadelesinin dışında ve sınıflar üstü bir kurum olarak gösterme gayretlerinin bir burjuva manipülasyonu olduğunu teşhir etmelidirler.
27 Mayıs öncesinde, subaylar arasında zıt eğilimler olduğunu biliyoruz. 27 Mayıs’tan sonra 14’ler, Aydemir hareketleri ortaya çıkıyor. 12 Mart hemen öncesindeki 9 Mart’ı bastırıyor. 27 Mayıs’ın hayli mesafe kaydettiği emir-komuta zincirinin tesisi yolunda büyük ve radikal adımlar atıyor. Ordu, 12 Mart’la birlikte tamamen tekelci burjuvazinin siyasal aracı haline geliyor. Kurum içinden direnişler tasfiyelerle etkisizleştiriliyor. Eğer bu olmamış olsaydı, 12 Eylül darbesi etkili olamazdı.
28 Şubat TSK adına, 12 Eylül’ün, tahkim edilmiş “emir-komuta zinciri” dolayısıyla, ya da başka bir ifadeyle, ordu içinde de sınıf mücadelesinin bastırılmış olması nedeniyle, gecikmiş bir iç hesaplaşmadır. Bu işin elbette bir boyutudur. Hepsi değildir. Bu hesaplaşma, soğuk savaş sonrasında emperyalistlerin yeni bir “dünya düzeni” kurma ve bu yolda sistem içi entegrasyonu yeniden tesis etme ihtiyacının somut olarak ortaya çıkmasıyla birlikte yine yine etap etap gerçekleştirilmiştir. Dikkat ediniz, bütün bir süreç boyunca, darbeler ve ordu içi hesaplaşmalar emperyalist bağlamla örtüşüyor. Sonrasında tasfiyeler, yeni ihtiyaçlara göre, yeniden yapılanmalar kaçınılmaz hale geliyor. Ancak kesinlikle emperyalist efendilerin talepleri dikkate alınıyor. Yani NATO’nun ordusu TSK emperyalist merkezlerden vize almak ihtiyacı duyuyor.
İç hesaplaşmalar esasen orduyu işbirlikçi tekelci burjuvazinin kontrolündeki egemen siyasal blok içinde ayrıcalıklı bir konuma oturtma eğiliminin dışa vurumu olarak da görülebilir. Ancak bu eğilimlerinde sınıfsal dayanaklarının olduğunu ihmal etmemek gerekiyor. Türkiye’de Tanzimat’tan beri orduya hakim olmayı ya da onu kendi toplumsal-siyasal talepleri doğrultusunda yönlendirmeyi başlıca siyasal gayesi haline getirmiş bir küçük-burjuva radikalizminin var olageldiğini de geçerken belirtmek isterim.
28 Şubat “iç hesaplaşma” boyutuyla, kendisini gerçekleştirememiş bir darbe girişimidir. Ancak bir “muhtıra” kadar dahi cirmi olmamıştır. Mevcut hükümete belli politikalar dikte ettirilmek istenmiştir. Ancak dikte ettiren yapı, özel bir yapı ya da bir “cunta” değil, on yıllardır anayasal düzen içinde işleyişini sürdüren MGK’dır. Esas olarak onun içindeki askeri kanadın ve devrin cumhurbaşkanının talebidir. Ancak bu hamle, uzun yıllar alacak ordu içi tasfiyenin de önünü açmış, “ulusalcı” oldukları iddia edilen subaylar önderliğinde kendisini gerçekleştirememiş bu hamle sonrasında, etap etap bu “ulusalcı” subayların tasfiyesi gerçekleştirilmiştir. Yani hamlenin sahipleri için bir bumeranga dönüşmüştür. Demek ki, NATO’ya dahil bir ordunun komuta kademeleri, NATO’dan onay gelmeden, ya da NATO’nun kabul ettiği konjonktürle bağdaşmayan bir hareket içinde olamayacaklarını kestirememişler, veyahut ona rağmen davranmak istemişlerdir.
Sonuçları itibarıyla bakıldığında, 28 Şubat hamlesi ya da müdahalesi AKP rejiminin yükselebilmesi, Türkiye’nin emperyalistlerin talep ettiği yeni koşullara adapte olabilmesi için siyasal zemini temizlemek gibi bir işlev görmüştür. En başta da, bu hamlenin sahiplerinin tasfiyesiyle bunu yapmıştır.
Hiç şüphesiz, AKP rejiminin önü 28 Şubat müdahalesiyle açılmıştır. Mevcut siyasal yapı ve onun lider figürleri tasfiye edilmeden AKP rejimi kurulamazdı. 2007 seçimleri öncesindeki “e-muhtıra” ile sivil darbenin önündeki engeller kaldırılmış, TSK, emperyalist harekatın ihtiyaç duyduğu şekilde yeniden dizayn edilmiştir. Hem siyasetteki, hem ordu, yargı gibi devlet kurumlarındaki, hem de medyadaki tasfiye aralıksız sürdürülmüştür.