BU KAVGA EMEKÇİ HALKIN KAVGASIDIR

Bütün mesele yoksulların, özellikle kent yoksullarının bu direnişi kendi meseleleri olarak görmelerinin temin edilmesidir. Kültürel farklılıkları, kayguları öne çıkartan bir söylemden çok, ortak ekonomik, sosyal sorunları işleyen, özlemleri dile getiren bir dile ihtiyaç var. Aslında AKP politikalarıyla sorunu olan ve sorunu olduğunun henüz farkında olmayan çok sayıda insan “medyatik” kültürel vurgular dolayısıyla halk direnişiyle kontakt kurmakta zorlanıyor ya da tereddüt ediyor. Kendisine o meydanlarda yer olmadığını düşünüyor. Ancak halk direnişi arttıkça sokaklardaki, meydanlardaki kitleler sollaşıyor.

AKP’nin ve liberal işbirlikçilerinin bayraktarlığını yaptıkları kültüralist söylemi  sınıfsal söylemle bertaraf edelim. Bu arada bu kültüralizmin, “klasik sınıf siyasetini bırakalım; politik eleştiriyle kültürel sorunlar ve kültürel özneler arasında bağ kuran bir radikal siyaset izleyelim” diyen “yeni sol”un telkini olduğunu da geçerken hatırlatalım.

Kuşkusuz, bu kez  “bayrak mitingleri”ne göre çok daha ileri bir noktadayız .Söz konusu organize mitingler erken ama bu kez tersten, lakin geç sonuçları itibarıyla da pek farklı olmayan, bir tür “27 Mayıs” hamlesiyle manipüle edilmişti. Bu mitinglerin “Arap baharı” na benzer sonuçları oldu. Biz “Arap baharı” nı 2007’da yaşadık demek yanlış olmayacaktır.

Bugünkü kendiliğinden halk ayaklanmasının toplumsal tabanı tartışmasız daha geniştir. Emekçi, ücretli sınıfların katılımı daha yoğundur. Bunun en önemli nedeni neo-liberal ekonomi politikalarının neden olduğu toplumsal tahribat  ve dünyadaki ekonomik krizdir. Hareket özü itibarıyla anti-kapitalisttir. Sol hareketlerin ve devrimci militanlığın katılan geniş kitleler nezdinde öncelenmemiş ölçüde kabul görmüş olması da ayaklanmanın bu anti-kapitalist özünün bir göstergesi olmaktadır.

Ancak henüz ulaşmamız gereken, hareketin başarısı bakımdan önem arz eden  çok önemli bir kitle var. Onlara ancak, onların somut, yakıcı sorunlarına, özlemlerine nokta vuruşu yapan, somut, kısa vadeli çözümler öneren  anti-kapitalist, sol bir söylem ulaşabilir.

Bu vuruşlar 70’li yıllarda bir ölçüde yapılabiliyordu. Bugün geçmişe nispetle daha fazla kentli orta sınıf değerleri, ve tüketim eğilimlerini de içerecek şekilde, orta sınıfa özgü ideolojik konumlarla karakterize edilebilecek oldukça farklı bir öznel kompozisyona sahip sol hareketlerin bundan böyle yoksulluk ve yoksunluk kültürü içinden konuşmayı öğrenerek (dinciler bunu bizden iyi yapıyorlar), söylemlerini her türlü elitist,kültüralist imalardan arındırmaya gayret etmesi gerekmektedir.

Bu yaşadığımız olay esnasında başarıyla test edilmiş militan kapasitenin sınıfsal, militan bir söylem ya da ideolojiyle donatılması, sol safların genişletilmesi gibi bir işlev görecektir. Devrimci sosyalist hareket bugün, 31 Mayıs 2013 tarihine göre çok daha etkili bir noktadadır.  Bu halk hareketinin en dolaysız sonuçlarından bir tanesi, bence, devrimci solun önünü açmış olmasıdır.

AKP’nin metropollerde tabanını oluşturan kitleler, kentlileşme sürecine görece yeni girmiş öznelerden oluşuyor. 70’lerde sol bu kitlelerle temas kurup, onları bir ölçüde, sol siyaset etrafında,  hareketlendirebiliyordu. Solun darbeyle tasfiyesinden sonra oluşan boşluğu islamcı gruplar, cemaatler doldurdu. Üstüne üstlük, 24 Ocak 1980′ den  itibaren neo-liberal iktisat politikalarının hakim olmasıyla, popülist ekonominin devre dışı bırakılması, kırdan kente göçü öncelenmemiş ölçüde yoğunlaştırmıştı. Bu durum, kentlileşme dinamiğinin, cemaat/tarikat havuzu içinde köreltilmesi, öznelerin geleneksel değerlerle yeniden kurgulanması gibi bir sonuç doğurdu.

Elbette bu yapıdaki özneler kendilerini çekip çeviren söz konusu oluşumların telkinleriyle, halk hareketi karşısında şaşkın ve yer yer tepkili olacaklardır. Ancak hareketimizin devam etmesi bu uhrevi vaatlerle oluşturulmuş şizofrenik havuzun her bir yanından su kaçırmasına neden olacaktır.

Unutmayalım ki, sadece hareketimiz içerisinde değil, bu paradoksal olarak, yeniden gelenekselleştirilerek kentlileştirilmek istenen kitle arasında da  önemli sayıda genç insan vardır. Devrimci sol, tereddüt ya da şaşkınlık içindeki bu kitleyi denetimi altında tutmaya çalışan dinci dayanışmacı örgütlerin boşluğunu süratle dolduracak önlemleri almak zorundadır.

Öte yandan, bir kaç yıldan beri, yıllar sürebilecek bir devrimler, toplumsal alt üst oluşlar periyoduna girmiş olduğumuzu düşünüyorum. 1980’lerde zuhur eden  restorasyoncu siyasetlerin, karşı devrimlerin arkasından bu devrimci kabarmanın oluşması beklenilen bir durumdu. Bu süreç, global olarak, uzamda genişlik, içerikte derinlik ve zamanda süreklilik kazanarak devam edecektir. Elbette tarihsel bilgi ve deneyimlerimiz bu kabarmanın düz bir çizgi boyunca ilerlemediğini bize gösteriyor. İleri atılmalar, geri püskürtülmeler sonra daha organize halde, daha büyük atılımlar…

Son olarak,  islamcı militanın yoksul halkla ya da halk sınıflarıyla nasıl konuştuğunu hatırlayalım.. Ne diyordu dinciler, “yoksuluz çünkü zengin, tuzu kuru laiklerin, Atatürkçülerin adaleti yok, ekmeğin büyük kısmını kendileri yiyiyorlar, bizi adam yerine koymuyorlar, üstüne üstlük giyimimize, kuşanmamıza, geleneklerimize, dinimize de müdahale edip, bizi hor görüyorlar”. Sistemli olarak duygularına hitap ettikleri  gücenik bir kitle imal etmeye çalışıyorlardı. Reaksiyoner siyasetin gücenik kitlelere ihtiyacı vardır.

Dikkat edilirse burada bir kapitalizm, sistem eleştirisi yoktur. Kapitalizme alternatif bir kamusalcı program da önerilmiyor. Ekonomik-toplumsal eşitsizlikle  kültürel, dinsel tarzlar, yaklaşımlar arasında bir ilişki kuruluyor (AKP, Kürt seçmenle de bu kültüralist, anti-elitist söylemi aracılığıyla bağlantı kurmayı başarıyor),  aynı kapitalist su başlarına kendileri oturduğunda bu adaletsizliğin ortadan kalkacağı telkin ediliyordu. Bir bakıma, “yeni sol” anlayışın programını kendi anlayışlarına uyarlıyorlardı. Aslında, “yeni solcu” bir çok liberal aydınla teması daha bu noktada kurmuş oluyorlardı. Söz konusu aydınlar, bu muhafazakar konumun yasallık kazanmasında,entelektüel camiaya taşınmasında aktarım kayışı gibi işlev görmüşlerdir.

Öte yandan, bu muhafazkar kültüralist stratejiye karşı hezeyan şeklinde sunulmuş kültüralist, laik, elitist vurgularıyla Bayrak Mitinleri’ne karşı AKP söyleminin yüzde elliye yakın tepki oyu alması bundandı. Karşı çıkış veya kaygular haklı ama dili AKP’nin ekmeğine yağ sürecek cinstenti. Üstüne üstlük bir de asker müdahalesi devreye girince… AKP’nin ancak anti-kapitalist sınıf siyasetiyle geriletebileceği görülemedi.

On yıllık AKP icraatı islamcı zenginleri su başlarına yerleştirmiş, ancak onlardan beklenti içinde olan kitlelerin beklentilerine yanıt verememiştir. Yoksulluk ve yoksunlluk genişlemiştir. AKP iktidarı, sınıftan kaçan “yeni sol”  anlayışın da çökmesiyle sonuçlanmıştır. Şimdi, dünün “kültürel mazlumları” bugünün “kültürel zalimleri” haline geldiler mi diyeceğiz? Bu kültüralist zırvalara bir son vermek gerekiyor. Dün de sorun kapitalizmdi; bugün de.

Şimdi solun devreye girip, adaletsizliğin, kapitalist düzenin “laik” ve “dinci” hırsızlarının iktidar mücadelesinden çıktığını, asıl adaleti olmayanın bu “dinci” ve “laik” hırsızların birlikte çekip çevirdikleri emek ve emekçi düşmanı kapitalizm olduğunu bir çıkış arayan hazır kitleye anlatması lazım. Bu düzenin değişmesi gerektiğini vurgulaması lazım.  Bu halk hareketimiz bu bakımdan önemli bir fırsattır.

KAMIL PARK


Halk direnişi en geniş halk sınıflarına ulaşmak zorundadır

Tayyip’in devlet başkanlığı hevesinden vazgeçebileceği kulislerde konuluşuluyor. Şimdi iyi izleyin. Eğer bu Tayyip başkanlıktan vazgeçerse(ve tabii anayasa meselesi de o zaman, adam için önemini kaybetmiş olacaktır), “Kürt barışı” hikayesi de rafa kalkacaktır. Zaten Suriye meselesinin Cenevre yolcusu olduğu da anlaşılmaktadır. Yani Tayyip’in Kürtlere ne içeride ne de dışarıda ihtiyacı kalmayacaktır. En azından Kürt politikası bağlamında şimdi üstlendiği kadar risk üstlenmeyi gerekli görmeyecektir. Bunu da, çark edişinin faturasını Kürt hareketine ödetecek şekilde yapacaktır. İzleyin derken, Tayyip’i izleyin demek istemiyorum. Kürt hareketini izleyin. Sonrasında, Türkiye genelinde şu an yaşadığımız gibi bir halk hareketinin olmadığı koşullarda, Kürt hareketi, kendi kamuoyu içinde dahi bir meşruiyet sorunu yaşayacaktır. Oportünizmin nasıl bumerangla sonuçlanan bir siyaset tarzı olduğu bir kez daha tespit edilebilecektir. Bu bakımdan bugünkü halk ayaklanması Kürt siyasetinin geleceği bakımdan ele geçmez bir fırsattır. Ancak anlaşılamadığı görülmektedir.

Öte yandan, bilindiği gibi, bayrak Mitingleri de, salt laiklik vurgularıyla, Tayyip’in cumhurbaşkanlığını önlemekle yetinmiş ama sonrasında şimdiki haliyle Tayyip faşizminin ortaya çıkacağı yolun taşlarını döşemişti. Aynı yanlışa tekrar düşmemek lazım. Başlamış olan halk hareketi mutlaka ama mutlaka Türkiye’nin Türk, Kürt en geniş halk sınıflarına ulaşmak için bütün eforunu sarf etmelidir. Kültürel bariyerler “eşitlik, adalet, özgürlük”, “aş, iş, sosyal güvenlik” “yaşasın halkların kardeşliği” benzeri sloganların da yardımıyla aşılmaya çalışılmalıdır. Hareketin toplumsal tabanını genişletecek surette ileri itilmesi elzemdir. Tayyip’in devlet başkanlığından vazgeçeceğini ilan etmesi,”yaşam tarzlarına saygı” demagojisi şu an mücadele içinde yer alan, ona destek veren orta katmanlar üzerinde etkili kimi kesimlerin eylemin sonlandırılması yönündeki çağrılarına gerekçe olabilir. Buna karşı hareketin daha alt katmanlarla bağlantısını genişletmesi ve güçlendirmesi elzemdir. Devrimci solcular bu alt katmanlara ulaşmak zorundadırlar. Kamil Park

Taksim’de başlatılan kavga bütün Türkiye adınadır

Hükümet istifa edene kadar eylemler sürecektir. Halkın baş talebi hükümetin istifa etmesidir. Gezi Parkı’na yapılan saldırı halk ayaklanması için bir vesiledir. Asıl sorun AKP faşizmidir. Bu faşizm çökertilmelidir.Devrimci solcular artık daha fazla öne çıkıp, seslerini duyurmalıdırlar. Bu ayaklanmanın başlıca hedefi, emekçilere, emeğe karşı yapılan saldırılar, sistemli yoksullaştırma ve yoksunlaştırma politikaları, işsizlik, bütün Türkiye halkının AKP faşizmi tarafından maruz bırakıldığı baskılardır. Taksim’de ateşlenen kavga, sadece Taksim’in, İstanbul’un sorunları adına değil, ayrımsız bütün Türkiye halkının demokratik özlemleri adınadır. Bunun tekrar tekrar ve en yüksek sesle ilan edilmesi elzemdir. Kamil Park

 

 


Kürt hareketi yol ayrımındadır

Kürt hareketinin militan dinamiğini Taksim’de başlayıp bütün Türkiye’ye yayılan halk ayaklanmasında kararlı ve etkili bir şekilde yanımızda hissedemedik. Dün KCK’dan gelen bir açıklama üzerine, Beyoğlu’ndan başlattıkları  yürüyüşlerine tanık olduk.

Burada Kürt hareketiyle kast edilen PKK ve BDP ve onlara bağlantılı ya da bağıntılı örgütlerdir. Neden böyle olmuştur? Kürt hareketinin iki temel özelliği, tarihi boyunca tutarlı bir siyasal çizgisinin olmaması ve onunla alakalı olmak üzere hareketin öznel kompozisyonun köylü ve küçük burjuva karakteridir. Bu karakteristik yapısıyla Kürt hareketi, siyasal olarak, 1920’lerden itibaren oradan oraya savrulmuş, her zaman emperyalist güçler ve onların yerli işbirlikçileriyle işbirliği olanaklarını öncelikleri arasına yerleştirmiştir.

PKK önderliği,  80’lerin ortasından 1990’lara kadar izlediği devrimci sol siyaseti, emperyalizmin bölgesel projelerini hesaba katarak, emperyalist yağmadan pay kapma gayesiyle terk etmiştir. Emperyalizmin hizmetindeki AKP hükümetiyle yakınlaşıp, işbirliği kararı alması, bu eğilimin ulaştığı tepe noktası olarak görülmelidir. PKK önderliği ve ondan icazet alan BDP, bu gerici işbirliğini en oportünist “sol ” belagatle ambalajlayarak devrimci Türkiye halklarına yutturma düşüncesindedir. Hiç şüphesiz bu işbirliği, Kürt halkını gerici AKP’nin emperyalist  politikalarıyla aynı frekansa çekip, gericileştirecek, Kürt hareketi içindeki ilerici, devrimci güçlerin yalıtılmasıyla sonuçlanacaktır.

Yaşanan 10 yıllık deneyimden sonra halen AKP hükümetinin “barışçı”, “demokratik” olduğunu ileri sürerek onunla işbirliğini olumlamak, doğrudan doğruya ilerici halkların aklıyla alay etmek anlamına gelmektir. Dahası, bu bir siyasal ihanettir.

Bugün süren halk ayaklanması karşısında, Kürt hareketinin ikircikli, oportünist tavrı, Kürt önderliğinin içine girmiş olduğu emperyalist, işbirlikçi gerici siyasal konumdan ayrı düşünülmemek gerekir. Elbette onlar da bütün oportünistlerin sıkça başvurdukları gibi, tavırlarını “sol” bir belagatle kamufle ederek savunmaya devam edecekler, anti-emperyalist, devrimci sol güçlerin eleştirilerini “yavuz hırsız ev sahibini bastırır” mantığıyla bertaraf etmeye çalışacaklardır.

Halk hareketinin neredeyse onuncu gününe girmekte olduğu bir zamanda Kürt hareketi, sokakların kararlığını görmüş, gerici hükümetle kapalı kapılar ardında yapmış olduğu işbirliği antlaşmasına da halel getirmeyecek şekilde, kıyısından köşesinden de olsa bu halk hareketine kısmen dahil olma ihtiyacı duymuştur (Bütün Türkiye’de, yabancı ülkelerde,  her türlü faşist saldırıya karşın, direnç, dayanışma varken, henüz Kürdistan bölgesinde bilgimiz dahilinde olan, bu yönde bir hareket yoktur). Özcesi,  bir ayağı AKP gericiliğiyle işbirliğinde olduğu halde, ötekisinin de ona muhalif halk hareketinde bulunmasını istemiştir. Bu tipik oportünist küçük burjuva “köylü” siyasetidir. Kürt siyasal hareketi tarihi boyunca sık sık tezahür eden hastalıklı, samimiyetsiz tavrını, bu tarihimizin en büyük halk hareketi karşısında da göstermiştir.

Elbette Kürt devrimcileri, demokratları, söz konusu Kürt partilerinin ve önderliğinin bütün çarpıtmalarına, oportünizmine rağmen AKP gericiliği karşısında, halkımızın devrimci isyanından yana tavır alacaklardır. 31 Mayıs 2013’te ortaya çıkan irade, sadece mevcut siyasal-yönetsel kurumların yasallığını fiilen ortadan kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda, bütün siyasal konumların veya siyasetlerin meşruiyetlerini test edecekleri yegane merci haline gelmiştir. Ya bu irade tarafından önleri açılacak ya da tasfiye edileceklerdir.

Halk ayaklanması karşısında BDP’nin tavrı, bu partiyle AKP arasında siyaset tarzı bağlamında benzerlik bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Her ikisi de Türkiye halklarının geniş kesimlerini dışlayan, özel gündemleriyle sınırlı olan partilerdir. Her ikisi de ancak daraltılmış bir siyasal arena da  iktidar eylemeyi hedeflemektedirler.  Bu partilerin her ikisi de, demokrasiyi işlerine geldiği kadarıyla ve şekliyle  isterler. Ona tramvay muamelesi yaparlar. Her ikisi de Türkiye partisi olamazlar.

Kürt sorununun devrimci, demokratik çözümü ancak direnen halkın tuttuğu meydanlardan, sokaklardan çıkabilir. Ya bu nehirle buluşacaksınız, ya bu nehir tarafından bir tarafa süpürüleceksiniz. Hem orada, hem burada; biraz oradan biraz da buradan olmaz.

KAMİL PARK


İkinci Cumhuriyet yasadışıdır

Şunu önce devrimcilerin anlaması lazım. 31 Mayıs 2013 tarihi itibarıyla sadece hükümet değil, parlamento, TSK, adliye, polis, kısacası, yeni Türk devleti ya da 2.Cumhuriyet sokaklardaki halk iradesi tarafından fiilen tasfiye edilmiştir. Bugün meşruiyetin yegane kaynağı sokaklardaki devrimci halk iradesidir. Direnen halkın gayri meşruluğunu ilan ettiği eski rejimin unsuru içindeki dost öğelerden beklenti içinde olmak anlaşılırdır. Gelgelelim, bunun mücadele sürdükçe, her geçen gün gerçekleşmesi zor bir beklenti haline geleceği açıktır. 31 Mayıs itibarıyla, bu mevcut devletin devrim hakkını kullanan  halka karşı girişmiş olduğu bütün faaliyetler, kalkışmalar yasa dışıdır. Kamil Park


Halk hareketinin baş talebi hükümetin istifa etmesidir

Bugün Arınç’la görüşen Taksim Dayanışması heyetinin dile getirdiği talepler, halk hareketinin  kanı ve canı pahasına savunduğu, savunmakta olduğu “hükümet istifa” talebini içermiyor. Dahası, bu talepler ancak AKP hükümetinin istifasıyla gerçekleştirilebilir taleplerdir.  AKP ile pazarlık olmaz. Taksim Dayanışması yanlış yapıyor. Artık AKP’nin vaatlerine inanmak, eğer demokratik ve devrimci sol siyasetler adına yapılıyorsa,  doğrudan işbirlikçiliktir. İhanettir. AKP hiç bir şekilde inandırıcı değildir. AKP ile hiç bir antlaşma olmaz. AKP hükümetinin tek yapması gereken, derhal istifa etmektir. Taksim Dayanışması, muhtemelen iyi niyetle, ama despot hükümetle diyalog anlamına gelecek, onun meşruiyetini ihya etmekle sonuçlanabilecek bir yol izliyor. Yanlıştır! Devrimci mücadelede iyi niyetlilerin “iyi niyetleri”nin devrimci hareket bakımından nelere mal olabildiği deneyimler dolayısıyla bilinmektedir. Taksim Dayanışması’nın dile getirdiği haklı talepler, 31 Mayıs tarihi itibarıyla, ancak AKP’nin istifa etmesiyle yerine getirebilir. Halk direnişinin baş talebi hükümetin istifa etmesidir.   Esasen 31 Mayıs 2013 itibariyla, fiilen baskıcı devletin bütün kurumları yasa dışı konuma düşmüştür. Bu tarihten itibaren tek yasallık kaynağı sokaklarda direnen halkın iradesidir. Kamil Park

TEK YOL DEVRİM

BİRİNCİ ÇAĞRI:

Direniş komiteleri oluşturmak için Türkiye çapında çağrılar yapmak lazım. Zaten fiili olarak var olan hali koordineli bir organizasyon haline getirmek lazım. Yani bu hareketin önderliğe ihtiyacı var. Bu aşamaya gelinince süratle siyasal talepleri yükseltmek lazım. “Tayyip gitsin”, “hükümet istifa” tamam ama yeterli değil. Tekrar üç aşağı beş yukarı benzer bir parlamento kompozisyonunu ortaya çıkartacak erken seçim talebini derhal geri çevirmek, halk direniş komitelerinin doğrudan temsilcilerinden oluşacak bir kurucu meclis çağrısı yapmak lazım. Tayyip yine sıkışınca “seçim” diyeceğinin sinyallerini veriyor. Buna razı olmamak lazım. Bu kendiliğindenlik sonunda askeri bir müdahaleye de yol açabilir. Polisin direnci kırılırsa, ya da gücünün yetmeyeceği görülürse, asker devreye sokulur. Bir kısım AKP karşıtı muhaliflerin zaten buna teşne oldukları malum.

Bu gece Beşiktaş’ta yaşananlar, polisin kısa bir süre sonra Taksim’e tekrar yükleneceğinin işaretlerini veriyor. Bütün gruplara direniş komiteleri oluşturmaları, bunların temsilcilerinin yer alacakları bir üst koordinasyon komitesinin tek elden eylemleri yönlendirmesi, taleplerini net olarak belirlemesi çağrısı yapılmalıdır. Eğer bunu başaramazsak, önderlik oluşturamazsak, Tayyip’i göndeririz belki ama yerine neyin, kimlerin geleceği konusunda tehlikeli bir belirsizlik oluşur. Kitle muallakta kalmayı istemez. Öncü, devrimci durumun yaratılmasını beklemez; yaratılması için katkı yapar. Zaman kaybetmemek lazım.Tayyip’in yerine ne koyacağımıza karar vermemiz gerekiyor. Ona manevra alanı bırakmamak lazım.

Çıkıp, “içki yasağını kaldırdım, Taksim’e kışla yok, AVM yok.Yaşam tarzlarına saygılı olacağız” diyerek zaman kazanmak isteyebilir. Yani bir anlamda, bugün DİSK’in dile getirdiği “ekonomist” taleplere büyük ölçüde razı olabilir. Tabii belli bir zaman geçince, daha fazlasıyla verdiğini geri alır. Bayrak Mitingleri’nin böyle bir sonucu olmuştur. Tayyip’in karşısına politika koymak lazım. Program koymak lazım. Mevcut itaatsizlik hali, direnen halkın kendi iktidarını kurmasının aracı olmalıdır. 27 Mayıs’ı tekrar ettirmemek lazım. Yani devrimi kaptırmamak lazım. Meydanda davul çalıp, nutuklar atmakla olmuyor. Ortak siyasal taleplerle ortaya çıkmamız lazım. Bu çapta sivil bir devrimci kalkışma tarihimizde ilk kez gerçekleşiyor. Halk Türkiye çapında bu kadar yaygın barikatlar oluşturma deneyimini ilk kez yaşıyor. Başaramazsak, neler olacağını çeşitli ülkelerin tarihi deneyimleri dolayısıyla biliyoruz. Yenilgiye uğratılmış büyük halk kalkışmaları ardından zifiri karanlık geliyor. Rehaveti, ataleti, tembelliği bir yana bırakmak lazım.Hiç bir devrim kitaplarda yazıldığı gibi olmaz. Her devrim kendi kitabını kendi meydanlarında yazar. Bu katıksız halk hareketinin örgütlenme seviyesini arttırarak daha yüksek bir seviyeye çıkarmak elzemdir. “Bunu kim yapacak” diye birbirimize bakmayalım. Hep birlikte yapacağız. Tıpkı barikatları hep birlikte kurduğumuz gibi. Kamil Park

İKİNCİ ÇAĞRI:

Fransız Devrimi dahil modern zamanların bütün devrimleri orta katmanların hareketi olarak başlamıştır. Buna kafayı takmak doğru değil. Rejime sokakta vurulan darbeler arttıkça toplumsal kabarmanın sosyolojik kompozisyonu çeşitlenir, tabanı genişler. Önemli olan siyasal önderliktir. Hiç bir devrimci kalkışma sosyolojik kompozisyonu itibarıyla, kendi başına sosyalist,proleter, burjuva, k.burjuva değildir. Bir devrimi burjuva veya proleter yapan siyasal önderliktir. O önderliğin siyasal taleplerinin bu çeşitli kitlelerin talepleri haline getirilmesiyle mümkün olabilir.

Devrimci kavga alanları, istenen kalıba göre hazır bir kitlenin arandığı değil, siyasal talepler ya da program etrafında kitlelerin dönüştürüldüğü, yaratıldığı alanlardır. Devrim alanları, ortak demokratik özlemlerle büyük bir halaya katılmış öznelere referans verir. Devrimci sol halay başı olmaya çalışmalıdır. Yaşadığımız günlerde bu büyük halayı, en net şekilde, sokaklarda, meydanlarda, barikatlarda tespit edilebiliyoruz. Hantal yapıların bu muazzam yaratıcılık faaliyeti karşısında yetersiz kalması kaçınılmazdır.

Örgütü eğilip bükülen bir alet gibi kullanmak gerekir. Ve tabii devrimcilik part-time değil, tam gün bir uğraştır. Alanları hiç bir şekilde bırakmamak gerekir. Mutlaka ana grupların temsilcilerinden oluşan direniş komiteleri oluşturarak, bunların koordinasyonunu temin etmek lazımdır. Modern tarihimizde bu kadar genişlik ve süreklilik göstermesi bakımından ilk olan bu sivil itaatsizlik hareketini ortak demokratik merkeziyetçi örgütlenmeyi bir üst aşamaya çıkartarak sağlam bir zemine oturtmak gerekir.

Hiç bir şekilde, “Erdoğan gitsin,Gül gelsin”, ya da “erken seçim” olsun taleplerine taviz vermemeliyiz. “Hükümet içinde çelişkiler var”, “Cemaat ve AKP arasında ihtilaf var” ya da “Ordu gelecek” türünden safsatalara taviz vermemek gerekir. Bu lakırdılar “eski düzeni” ihya adınadır. Gericiliğe hizmet ederler. Bunu kabul edemeyiz. Elbette hareket dayandıkça bunların safları çözülecektir. Ancak biz kendi işimize bakmalıyız. Direksiyonu ele alıp, önümüze bakmalıyız. Önce direniş komiteleri oluşacak, sonra modern zamanın hemen bütün devrimlerinde gördüğümüz gibi,iktidarı bu komiteler alacaktır. Ancak bu komitelerin oluşturacağı bir kurucu meclis ülkenin kaderini belirleyebilir. Bunu ilan etmek lazım. Zaman kaybediyoruz.

Eşitlik ve adalet istiyoruz. Bu hedeflerimize ulaşabilmek için de özgürlük talep ediyoruz. Bütün modern zaman devrimlerinin girizgahı burasıdır. Bu devrimci kalkışma, düzenin araçlarını kullanabilir ama onları idealize etmez. Alternatiflerini oluşturur. Bu söylediklerim şu ya da bu düzeyde fiilen bir gerçeklik halindedir.

Düzenin önerilerini (“erken seçim”, “ağaçları yeniden dikeceğiz” vb) ret edeceğiz. Kendi önerilerimizin kabul edilmesi için tavizsiz bastıracağız. Devrim alanları pazarlık alanları değildir. Kesin kararların uygulamaya konulduğu alanlardır. Devrimci çaba, var olan gerçekliği dönüştürme mücadelesidir. Yeni bir gerçeklik yaratma hareketidir. Hareket ortaya çıktığı andan itibaren karşısına çıkartılan her şey, her laf eskimiştir. Eskiye aittir. Medya devrim alanının kendisidir. Devrimin kullandığı her araç onun medyasıdır. Devrim kendi dilini yaratır. O dille kitlelerle iletişim kurmak önderliğin vasfına delalet eder. Safları, örgütlenme düzeyimizi ve kalitemizi yükselterek sıklaştırabiliriz. KAMİL PARK


Halk Direniş Komiteleri Oluşturalım

Mücadelenin şimdi içinde bulunduğu uğrak, çok somut, sonuç alıcı adımların atılmasını gerektiriyor. Elbette parti siyasal mücadelenin öncü aracıdır. Gelgelelim, kavga alanının kendi gerçekliğini ihmal ederek, onun ideal bir duruma göre şekil almasını beklemek yanlıştır. Önemli olan partinin halk hareketine, devrime önderlik edebilmesi, her şeyden önce bu olanağı ele geçirebilmesidir. Bu olanak, sadece parti örgütleri aracılığıyla değil, ama daha çok kitle örgütleri içinde parti kontrolü sağlamasıyla gerçekleştirebilir. Bolşevikler iktidarı işçi, asker, köylü sovyetlerindeki kontrolleri dolayısıyla alabildiler, sürdürebildiler. Parti iktidar için vardır. Bütün mesele halkı devrime taşırken,partiyi de o mücadele içinde iktidara taşımaktır.

Kavga alanları yaratıcı alanlardır. Parti bu yaratıcılığın aracı olmalıdır. Bunu yaparken kendi kendisini de pratik olarak yeniden yaratmalıdır. Ayaklanmış sokaklar fetişleri kırarlar. Parti kendisini bir fetiş haline getirmemelidir. Sokaklar halk hareketinden önceki legaliteyi aşmışlardır. Parti legaliteyi de fetiş haline getirmemelidir. Eğer sokaklar döğüşüyorsa, döğüşmeye zorlanıyorsa, partinin yapması gereken, herkesi partiye üye olmaya, katılmaya çağırmak değil, bizatihi döğüşenlerin arasına katılarak,  önderlik, iktidar mücadelesini kavganın içerisinden yapmasıdır. Direnen halkı işler tavsamadan, ya da büyük darbeler gelmeden direniş komiteleri oluşturmaya çağırması, bu komiteleri örgütlemesidir.
Öncü parti üye sayısı arttırılarak kitle partisi olmaz. Hatırlayacak olursak, daha 20’lerde Komintern, 5-6 bin kadar üyesi bulunan Çin Komünist Partisi’ni ( o sıralarda Çin’in nüfusu yaklaşık 400 milyon civarındaydı) kitle partisi olarak tanımlıyordu. Kitle partisi olmanın iki temel koşulu vardır: 1) Sıkı bir şekilde kitlelere bağlı olmak, kitle çizgisinden kopmamak, belli şartlar oluştuğunda kitleleri harekete geçirme ve yönlendirme kapasitesine sahip olmak; 2) Üye kalitesini yüksek tutmak; mücadelenin gerektirdiği görevleri en iyi şekilde yapabilme kapasitesine sahip üyelerden oluşmak.
Bir de tabii, devrim bir seçim çoğunluğu sorunu olarak görülemez. Burjuva diktatörlüğü şartlarında, insanlar devrim için değil, düzen için oylarlar. Devrim bir çok tarihsel vak’ada görüldüğü gibi,  bir seçim çoğunluğu marifetiyle yaratılmış “legalite” engelinin üstesinden gelmek için gerçekleştirilir. Bu bakımdan müesses  “milli irade” nin devrimci irade karşısında hiç bir meşruiyeti olamaz. Parmak hesabıyla devrim olmaz. Devrim, parmak hesabı yapan parmakların kırılmasıdır. Fransız Devrimi’nden sonra yapılan seçimleri royalistler kazanmışlardı. Rus Devrimi sonrasında 1918’de yapılan seçimleri SR’lar kazanmışlardı. Her iki sonuç da devrimin radikalleşmesinin önüne geçemedi. tersine, daha da radikalleşmesine yol açtı. Devrim bir oy çoğunluğu sorunu değil, aktivizm ve organizasyon sorunudur.
Türkiye çapında direniş komiteleri ( ya da dayanışma komiteleri) kurulması için çağrı yapmak lazım. Parti önderliği, iktidarı bu komitelere dahil olmaya çalışarak elde etmeye çalışmalıdır. Bütün kentlerde, yerelliklerde, iş yerlerinde bu direniş komiteleri eylemleri somut bir program etrafında yönlendirmelidir. “Hükümet istifa”, “eşitlik, adalet,özgürlük” “ekmek ve barış”, “iktidar direnen halka” gibi sloganlar altında tek vücut olmak için çağrı yapılmalıdır.Bu sloganlar aynı zamanda hareketin temel programıdır. Mesele sürekli programlar yapmak değil, az ve öz programları kararlılıkla uygulayabilmektir. Onları ete kemiğe büründürecek olan örgüttür. Böylece her kafadan bir ses çıkmasının önüne geçilebilecektir. Kavga sahalarında en gerçekçi, pratik ve demokratik örgüt, direnen halkın temsilcilerinden oluşan halk direniş komiteleridir. Direniş ya da dayanışma komiteleri öncü partiye alternatif örgütlenmeler değildir. Partinin kitleselleşmesinin araçlarıdır.
Bu örgütlerde önderliği kimin yapacağı demokratik bir sorundur. Ancak halk sokaklarda dayak yiyerek, dayak atarak, kısacası öğrenerek en doğru  konumu önerenlerin yanında olacaktır. Bu arada parti de öğrenecektir. Bu kavganın kaçınılmaz mantığıdır. Yoksa, hantallığa, bürokratik akla hizmet etmiş oluruz. Yakın zamanlardaki, Arap deneyimlerini, Yunanistan deneyimlerini hatırlayalım. Oralarda yapılan hataları görelim. Oralarda önderlik iddiasında bulunanlar yetersiz kaldılar. Barış zamanına özgü davranış şekillerinden, mantığından kurtulamadılar. Şimdi kavga zamanı, hareket örgütten halka, halktan örgüte doğrudur. Legal konumları kaybetmemeye gayret edelim, ama mevcut legalite içine de sıkışıp kalmayalım. Önemli olan direnen halkın nazarında legal olabilmektir. Vakit kaybetmeden direnen halkı, mümkün olan her yerde, işte, okulda,  mahallede direniş komiteleri içinde örgütlenmeye çağırmak lazımdır.

 

Tweetle

Hiç bir halk hareketi boşa gitmez

Daha önce 2007’de Cumhurbaşkanı olacak iken, Bayrak Mitingleri başlamış,Tayyip, korkarak geri adım atmıştı. Bu kez “padişah” olmak istiyor ve bir kez daha kitle hareketleri var. Şimdi Tayyip, devlet üzerindeki kontrolü itibarıyla, daha öz güvenli görünüyor. Güçlü olduğunu sanıyor. O zaman açık devrimci sol katılımın hemen hemen olmadığı Bayrak Mitingleri manipüle edilerek, Tayyip’i cumhurbaşkanı yapmama talebine eşitlenip, sonlandırılmış,Tayyip cumhurbaşkanı olamamış, ama umduğundan büyük işlere (!) imza atma olanağı bulmuştu.  Yani o zaman cumhurbaşkanlığını kaybetme karşılığında, daha büyük şeyler elde etmişti. Daha ilerde yapmayı düşündüklerini, erkenden yapma olanağı bulmuştu.

Eğer bu halk kalkışması, “devrim mi, sosyal patlama mı”,  içinde “orta sınıflar mı ağırlıklı yoksa işçi sınıfı mı” gibi meleklerin cinsiyeti hakkında yapılanları andıran tartışmalarla  heba edilirse, kısa bir soğutma döneminden sonra daha kuvvetli bir karşı saldırının geleceği açıktır. Hareketin taşıyıcısı olan öznelerle ilgili sınıfsal değerlendirmeyi acele etmeden, hareketin geçtiği, geçmekte olduğu uğrakları ihmal etmeden, ülkenin yer aldığı uluslararası emperyalist bağlamı da dikkate alarak yapmak gerekir.

Bu arada, saf bir toplumsal devrim veya toplumsal hareket olamayacağını, toplum kavramının tek bir sınıfa indirgenemeyeceği gerçeğinden hareketle öngörelim.  Her toplumsal hareket veya toplumsal devrim tanım itibarıyla, çeşitli taleplerle veya devrim talebiyle ortaya çıkan  farklı sınıflara referans verir.

Bu halk hareketinin kendiliğindenliği, örgütsüzlüğümüzün had safhada olmasıyla doğrudan alakalıdır. Bununla beraber, birbirlerinden farklı akımların, farklı sınıf çıkarlarını temsil eden grupların, hatta çok farklı beklentilerin sözcüsü olan kalabalıkların bu kadar uyumlu ve kararlı bir şekilde  ortak hareket etmesi, devrimci bir bunalıma gebe olduğumuzun işareti olarak görülmelidir. Devrimci bir ortam vardır. Bu ortamın nasıl evrileceğiyse,  önderlik sorunudur. Bu ortamın yol açacağı depremlerle bir  “devrimci durum”  haline gelmesi mümkündür. Öncü veya öncüler olayları oraya doğru itmelidir.

Bir toplumsal olayın ama özellikle de halk hareketinin bir düzenin, yönetimin bütün zaaflarını gözler önüne serme yeteneğine sahip olabileceğini bilelim. Halk hareketini ileri itmekle bu zaafların düzen ve yönetenler katında yol açacağı gedikleri genişletme olanağı doğacaktır. Bakınız, daha ilk günlerden itibaren,  balonlaşmış olduğu herkesin malumu olan ekonomi nasıl S.O.S verdi. Bu saatten sonra kaybedilecek olanı değil, kazanılacak olanları düşünmek lazım. Çünkü bu hareket devrimci taleplerin realizasyonuyla sonuçlanmazsa, Taksim’den sökülen ağaçların geri dikilmesiyle, İstiklal’den kalkan masaların yerlerine geri konulmasıyla sonuçlanırsa, vay halimize…

Elbette halk hareketi, devrimci mücadeleler boşa gitmez. Bir süreliğine durdurulabilseler dahi ilk fırsatta kaldıkları yerden daha güçlü şekilde devam ederler. Bu manada düzen içi güçler tarafından çabuk manipüle edilmiş Bayrak Mitingleri ve şu an ki halk hareketi arasında kitlesel kaygular ve özlemler bakımından bir süreklilik olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. Aynı tespiti hareketin, koşulları farklı olsa da, uluslararası düzeydeki halk hareketleriyle bağıntısı itibarıyla da yapmamız gerekir.

Bir çok halk hareketinin, öncekinin yol açtığı fay kırıkları üzerinde, çoğu durumda, öncekinin kullandığı araçları, metotları daha da  geliştirip, kullanarak ilerlediği görülür.  Bu bakımdan sürmekte olan halk hareketinin tarz, metot ve araçlarını gelecek olana devredebileceğini öngörmek lazım. Bunun çok sayıda tarihsel örneği var. Mesela, 1905 Rus Devrimi sırasında halk sınıfları “sovyet” kurullarını yaratmıştı. 1917 Ekim Devrimi iktidarın bu kurullara geçmesiyle gerçekleşmişti.

Durdurulmamak adına, hareketin olanaklarını gerçekleştirerek yeni mevziler kazanmak için azami çaba ve fedakarlık gerekmektedir. Hareketi mümkün olduğu kadar ileri itmemiz gerekmektedir. Ne kadar ileri itebilirsek,bir daha ki sefere o kadar ileri bir noktadan devam etme olanağına kavuşuruz.Öncelikle hareketi bir siyasal iktidar hedefine kavuşturmak gerekir. Siyasal iktidar sorunu, düzen içi güçlerin demokrasicilik, “barış”, “milli merkez”cilik oyunlarına alet edilemez.

Burjuvazi ve AKP hükümeti şunu iyi bilmelidir,  bu halk hareketi geri püskürtülse dahi, biraz ileride çok daha kalabalık ve çok daha radikal taleplerle, öncelenmemiş bir örgütlülük ve kararlıkla karşılarına çıkacaktır.

Son olarak, metropol İstanbul, ne 18.yy’ın Paris’i, ne 20 yy’ın St.Petersburg’udur. Kaldı ki, bütün modern devrimler kentlidir. Bir çok devrimde de, hatta iddiaları hilafına, hareket kentten kıra doğrudur. Kapitalizmin kentleri esas olarak orta ve alt sınıflar arasındaki sınırı belirlemenin hayli güç olduğu  mekanlardır.

Zamanımızın metropollerinde, orta sınıflarla, alt sınıflar arasındaki geçişlilik, hareketlilik son derece dinamiktir. Söz konusu katmanlar arasındaki mesafe hemen hemen ortadan kalkmıştır.  Kapitalist metropoller, özellikle de sistemin çeperlerinde, orta katman ve alt katman arasındaki sınırların son derecede muğlaklaştığı, kültürel olarak zengin bir heterojenlik arz eden mekanlara referans verirler.  Neo-liberal vahşi kapitalizm şartlarında, sistemin merkezleri de dahil olmak üzere, bu mekanlarda yaygın ve genel bir proleterleşme, yoksunlaşma ve yoksullaşma, en azından yaygın bir sosyal güvensizlik ortamı vardır. Söz konusu katmanlarla, sermaye sınıfı arasındaki mesafe dramatik olarak açılmıştır. Her toplumsal patlamanın altında fokurdayan sınıfsal etkenler çıplak gözle dahi görülebilir haldedir.  Yani hava bu mekanlarda kurşun gibi ağırdır. Öyleyse, devrim solunan havadadır.

 

 

 


Kürt ulusal sorunu “müzakere” ile değil, devrimle çözülür

Sadece fizik bilimi değil, tarihsel toplum bilimi de aynı nedenlerin, aynı sonuçları doğurabildiğini teyit ediyor. Birinci Dünya Savaşı öncesinde, burjuva karaktere sahip 2.Meşrutiyet hareketi, savaş sonrasındaki, burjuva cumhuriyetçi hareketinin önünü açmıştı. 2.Meşrutiyet devrimi, Cumhuriyet devrimiyle tamamlanan iki aşamalı bir burjuva demokratik devrimin ilk etabı olarak görülmelidir. Bu bakımdan meşrutiyetin yarıda kalan hamlesini, kaçınılmaz olarak, daha radikal bir çerçevede,  Cumhuriyet devrimi tamamlamıştı.

Cumhuriyet devriminin bu radikalleşmesi, onun uluslararası düzeyde,   mevcut emperyalist;  ve ulusal düzeyde, mevcut feodal-emperyal siyasal düzenin ideolojik etkilerini ve sınıfsal temsilcilerini anlamlı ölçüde sırtından atmış olmasının ya da temsilcisi olduğu burjuva önderliğine tabi kılmış olmasının payı büyüktür. Yani burjuva cumhuriyet hareketi, uluslararası bağlamıyla mevcut emperyal siyasal yapıyla köprüleri atmıştı.

Burjuva cumhuriyetçileri, uluslararası bağlam söz konusu olduğunda, Rus Devrimiyle somutlaşan anti-emperyalist, anti-kolonyalist yükselişi iyi okumuş, onunla bağlaşarak, Rus Devrimi’nin kırdığı emperyalist zincirin  halkasına tutunmayı başarmışlardı.  Elbette bütün bunları yapmalarında, burjuva Türk milliyetçiliğinin önder kadrolarının sosyolojik olarak şehirli ve hatta kısmen global bir karaktere sahip olmaları önemli bir etken olmuştu. Bu sosyolojik karakter sayesindedir ki,  burjuva laik-milliyetçi siyasal ideolojiyle donanmaları nispeten güç olmamıştı.

Savaş sonrasında, feodal-emperyal Osmanlı devlet düzeninin çözülmesiyle birlikte bu yapıya entegre Kürdistan bölgesinin de siyasal dokusu sarsıldı. Başını Kürt feodal aşiret ve beylerinin çektikleri birbirlerinden kopuk yerel siyasal hareketler ortaya çıktı. Feodal bir Kürt milliyetçiliği siyasal talepleriyle sahne aldı. Bu feodal Kürt milliyetçiliğinin burjuva demokratik Türk milliyetçiliğiyle çatışmaya girmesi kaçınılmazdı.

Bu çatışmada,  genel olarak birbirlerinden soyutlanmış, feodal koşullar dolayısıyla bölünmüş, siyasal bir birlik oluşturma kapasitesi bulunmayan ve esas olarak gerici toplumsal-siyasal taleplere sahip  Kürt hareketinin, ilerici, demokratik talepler etrafında siyasal birliğini sağlamış, sivil ve askeri bürokrasisiyle paralel bir devlet oluşturmuş, uluslararası düzeyde, anti-emperyalist ve ilerici güçlerle dayanışma halinde olan laik Türk burjuva devrimci hareketi karşısında öncelikle emperyalist güçlerden destek almaya çalışmış, kendi çıkarlarıyla, söz konusu güçlerin çıkarları arasında ittifak girişimlerinde bulunmuştu.

Netice olarak, özü itibarıyla feodal Kürt “milli” siyasal hareketi, burjuva Türk milli siyasal hareketi karşısında gerilemek zorunda kalmıştı. Kürt ulusal hareketi, o zaman, dünya koşullarını iyi okuyamamıştı. Bu yetersizliğin en önemli nedeni, Kürtlerin maddi-toplumsal hayat şartlarının, Kürt önderliğinin ufkunu sınırlamış olmasıydı.

Gerici yapısı ve talepleriyle Kürt hareketi, her düzeyde gericiliği teşvik eden ve onu kendi sömürgeci çıkarları için  besleyen  emperyalizmle işbirliği yoluna gitmişti. Emperyalizm, devrimci Sovyetler proletarya hareketi, sömürge ve yarı-sömürgelerdeki bağımsızlıkçı devrimci demokratik direnişler karşısında gerileyince, Kürt hareketinin de gardı düşmüştü.