Berlusconi ve İtalyan İkinci Cumhuriyeti*

Lampedusa’nın, Leopar’ının açılış sayfalarında, Garibaldici soylu Tancredi, Prens dayısına, cumhuriyetçileri kastederek, “şu avamın bize bir cumhuriyet kakalamamasını, herşeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak değişmeliyiz” der. Tancredi’nin bu cümlesi son 150 yıllık İtalyan tarihini anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir.

Önce dünyada sosyalist blok tasfiye oldu. Son soğuk savaş sona erince, gladyolar şimdilik gereksiz hale geldi. Artık eski düzenin siyasal yapıları sorgulanıp, değiştirilebilirdi. Hıristiyan Demokrat Parti ve Sosyalist Parti tarihe gömüldüler. PCI adındaki “komünist” ibaresini attı. Solun Demokratik Partisi (PDS) oldu. Partinin azınlık sol kanadı koparak ayrı bir parti oluşturdu, Rifondazione Communista (PRC). Daha sonra bu partinin içinden başka bir parti daha çıktı. Bu arada çok sayıda komünist bu partilerden uzaklaştırıldı. Di Pietro gibi savcı ve yargıçların devreye girmesiyle, ya da mahkeme kararıyla neredeyse yarım asır sürmüş olan 1.Cumhuriyet, ya da halk tabiriyle, Tangentopoli (“Rüşvetistan”), 1993’te yerini ikincisine bıraktı (bilindiği gibi, bu cumhuriyetlere sayaç takma geleneği Avrupa siyasetinde yeni değildir). Siyasette Andreotti & Craxi koalisyonları, ve PCI’nin “tarihsel uzlaşma”ları devri kapanmıştı. Artık Tancredi’nin veciz bir şekilde ifade etmiş olduğu yeni bir değişimin zamanı gelmişti.

İtalya’nın eski merkez bankası başkanı Ciampi’nin 1993’deki teknokratlar hükümeti, eski cumhuriyetin son hükümeti, ya da geçiş hükümeti oldu. Bir yıl sonra sağdaki dağınıklığı ya da boşluğu doldurmak adına, her zaman himayesi altında olduğu, kaynağı belirsiz servetinin (Ama allahı var, hiçbir zaman, “büyük annemin çıkınından çıktı” ya da oğlanların sünnetinde,dügününde geldi” demedi; işçi gibi çok çalışarak, beyaz eşya bile pazarlayarak, “neredeyse yapmadığım iş kalmadı” diyerek kendi çabasıyla elde ettiğini beyan etti.) oluşmasında en büyük katkıyı da yapmış olması kuvvetle muhtemel “sosyalist” Craxi tarafından siyasete itilen, İtalyan gladyosunun asli bileşenlerinden P2’nin 1876 numarada kayıtlı üyesi olan Berlusconi, avanti il poppolo‘ yu (“yürüyelim arkadaşlar”) “out”, forza italia’yı ” (“haydi İtalya”) ” in”  yapacağı süreci böylece başlatmış oldu.

“Forza İtalia” başı boş kalmış hıristiyan demokrat, “sosyalist” öğelerle, Faşist Sosyal Hareket ve federalist ya da ayrılıkçı Kuzey Ligi’nin katılımıyla oluşturuldu. Berlusconi’nin ilk iktidarı, 1994’te 9 ay kadar sürdü. Bu iktidar dönemini, tıpkı sonraki iktidar dönemleri gibi, mahkemelerden, “kızıl yargıçlar” dan sıyırmak, dokunulmazlık zırhı kuşanmak için didinerek geçirdi. Ta o zamandan, İtalya’nın en büyük düşmanının, gelişmesi önündeki en büyük engelin yargıç ve savcılar olduğuna işaret etti. Berlusconi, Tangentopoli ‘ yi hakim ve savcıların tasfiye ettiğini biliyordu. Korkmakta haksız değildi.

Bu arada, sol da geçen zamanı boş geçirmedi. En eski ve en kıdemli sermayesi olan “tarihsel uzlaşma”yı, bu kez moleküllerine ayrışma sürecine girmiş sol hareketi, “mutedil” hıristiyan demokratları (İtalyan Halk Partisi, PPI ve sonrasında “Papatya”), Yeşiller’i de içine alan 6 partiden oluşan Zeytin Ağacı (L’Ulivo) ittifakını kurmak için devreye soktu. Başına da eski bir “sol” hıristiyan demokrat olan “avrupai” Prodi’yi getirdi. “En sol” PDC’nin de dışarıdan destek sözü vermesiyle 1996’da ilk Prodi hükümeti işe başladı.

1998’de , artık Premier olması için şartların olgunlaştığını düşünen PDS lideri D’Alema’nın da -el altından- katkılarıyla, “en sol” PDC dışarıdan verdiği desteği çekince 1.Prodi hükümeti, yerini bir oy farkla güvenoyu alan ve parlamentodan bütçe dahil hemen hiçbir yasa geçirememiş olan D’Alema hükümetine bıraktı. 2000 yılında pamuk ipliğine bağlı olan muradına ermiş D’Alema’nın hükümeti gidince, Tanrının bir lütfu olarak Zeytin Ağacı’nın tükenmeyen bereketi, bu kez Amato’yu Premier yaptı.

2001 seçimlerinde, İtalyanlar yine, en büyük kompleksi -büyük servetine ve estetik operasyon bağımlılığına rağmen bir türlü çaresini bulamadığı, hiç şüphesiz Midas’ınkilerden sonra en ünlü- iri yelken kulaklarıyla, Berlusconi’nin “forza İtalia” sının çağrısına kulak verdiler. Birincisinden itibaren İtalya cumhuriyet (ler) tarihinin en uzun ömürlü hükümeti bu şekilde kurulabildi. Buraya kadar sadece kendi yandaşlarının, “iyi yargıçlar” ın, kontrolündeki medyanın değil, 2.Cumhuriyet’in ikisi de solun adayı, ikisi de Amerika görmüş “pragmatik”, birisi eski PCI mensubu olan) ilk iki Cumhurbaşkanının yaptıkları kıyaklarla yara almadan sıyıran Berlusconi 2005’teki yerel seçimleri kaybedince, İtalyan cumhuriyetleri tarihinin en uzun ömürlü hükümeti de sona ermiş oldu.

2006’da, futbol dışında, bu kadar aksiyona alışkın olmadıkları için “Forza forza” nidalarından yorgun düşmüş -tarihsel olarak- konformist İtalyanlar kıl payı bir farkla da olsa Zeytin Ağacı’nın nimetleriden istifade etmeyi tercih edince, “avrupai” Prodi, ittifakının dördüncü, kendisinin ikinci kabinesini kurarak işe başladı. Çok geçmeden, hükümetin-Berlusconi’den geri kalmamak adına- Afganistan’da ABD’yle birlikte hareket etme ısrarı ve ABD’nin Venedik’deki askeri üssünü – “insan hakları ihlallerini önlemek ve batılı demokratik değerleri yerleştirmek” gibi olası kutsal haçlı kampanyalarının isterleri doğrultusunda – genişletmek istemesi, buna mukabil “reel” sivil toplumun sokaklara dökülmesi, ve tabii durumdan vazife çıkarma ustası Dış bakan D’Alema’nın duruma kendi hesabına el koymasıyla 2007’deki ilk büyük sarsıntı Prodi’nin yüreğini ağzına getirdi.

Artık hükümet için İtalyan siyasetinde en çok tercih edilen sayı sayma tarzı olan, geri sayım başlamıştı. Nitekim, 2008′ de beklenen coup de grâce kabine dışından, Zeytin Ağacı’nın kabinedeki “mutedil” hıristiyan demokrat Adalet Bakanı Clemente Mastella’nın sevgili zevcesi signora Mastella’dan geldi. Signora yolsuzluklara bulaştığı iddiasıyla evinde göz hapsine tabi tutulunca, bakan eşi önce iddiaları ret etti. Sonra da Zeytin Ağacı altında dava arkadaşları tarafından ekildiğini iddia ederek istifa etti. Muhalefet işi güvenoyuna kadar götürünce “avrupai” Prodi bir kez daha soluğu kürkçü dükkanında, “Avrupa evimiz” projesinin idare merkezi Brüksel’de aldı.

VELTRONİ VS BERLUSCONI

Bütün bu ikinci cumhuriyet dönemi, daha on beşinci yaşını bile idrak etmeden, neo-liberal iktisadi ve siyasi anlayışın hakimiyeti altında, öncekinin hastalıklarını,hükümet krizlerini sürdürmekle kalmadı, halk nezdinde, özellikle Berlusconi’nin kişiliğinde, yolsuzluk, hırsızlık vb fiillerin hemen hemen olağan karşılandığı koşulları da yarattı. Bu imkan ve şerait altında, henüz sayaç yeni bir numaralandırma yapmadan harekete geçmek gerekiyordu. Sağ ve soldaki politikacıların değil, ama çarpıcı ittifak adlarının itibar kaybına uğramış olduğu fark edilerek, Tancredi’nin kulakları bir kez daha çınlatıldı.

Marks bir yerde, “insana özgü alıklıklardan biri de, şeylerin adını değiştirerek, o şeyleri de değiştirmiş olacağına inanmasıdır” diyordu. İtalya bu bakımdan, Marks’ın tiye aldığı şeyin pratiğini en iyi yapan ülke olduğunu son 50-60 yılda defalarca kanıtlamıştır. 2008 seçimlerine girmeden, Berlusconi aynı ittifak yapısını ve öznelerini muhafaza ederek tabelasına Popolo della Liberta (PDL) yazdırdı. Yepyeni bir ruh ve hizmet anlayışını iktidar olarak tecrübe etmenin heyecanıyla dolu olduklarını ilan etti. Diğer tarafta, PRC’nin başını çektiği “en sol” partiler ittifakı tepeden tırnağa gökkuşağı renklerine bürünmüştü. PDS’ye gelince, içerdiği birbirinden hiç haz etmeyen en az 6-7 hizipten en güçlü ikisi D’Alema hizbi ve Veltroni hizbidir (Birincisinin lideri her fırsat ve ortamda ikincisinin liderinin “salak” olduğunu öne sürerken; ikincisinin lideri, yine her fırsatta, birincisinin liderinin “düzenbaz” olduğunu iddia eder. Eğer “naif” Togliatti hayatta olsaydı, herhalde bu her ikisini Parti sırlarını açık ettikleri için ihraç istemiyle disipline verirdi).

Bu iki canbazın aslında sadece zikri değil, fikri bir beraberlik içinde oldukları da bu “yenilenme” faaliyetleri sırasında ortaya çıktı. Her iki lider, her biri adeta bir parti haline gelmiş parti içi hiziplerin değil, ama yeni cumhuriyetin seçim sisteminin olanak tanıdığı seçim ittifakları dolayısıyla çok sayıda küçük, ama ittifaklar nedeniyle anahtar konumuna gelmiş, partilerin sistemi tıkadıkları konusunda hemfikir olduklarını fark ettiler. Sistemi daha basit hale getirmek gerekirdi. Amerika ya da İngiltere’deki iki partili sistem ne güzel işliyordu.

Artık partinin merkezci bir parti ya da “ortanın solu” olmak yolunda 40 yıldır devam eden kendini yenileme sürecini tamamlamak gerekiyordu. İlk olarak, tabeladaki “sol” ibaresinin kafaları karıştırmaktan başka işlevi olmayan bir fazlalık olduğu tespit edildi.Basitlik, “sivil toplum” tarafından kolay anlaşılırlık bakımından ve dahası amerikanvari bir çağrışım kabiliyetine de sahip olduğundan, Solun Demokratları’nı basitçe, Demokrat Parti yapmak uygun görüldü (ne olur ne olmaz diye, gelecekte olası bir çözülme sonrasındaki olası bir ittifak için şimdiden “incir yaprağı ittifakı” adını öneriyorum).

Bu hamle, sadece solun değil, İtalyan siyasal yapısının, fedakâr ve sağ duyulu “eski solcular” önderliğinde, iki partili sistem doğrultusunda yeniden inşası manasına geliyordu. Zaten “tarihin sonu” solun sonunu öngörmüyor muydu? Son bir gramscigil refleksle bu iş hal olmuştu. Gramsci, komünizmin aydınlanmanın ve onun temellendiği geleneklerin, tabii bu arada hıristiyanlığın da çocuğu olduğunu söylememiş miydi? PCI nihayet  “İsa modelinde bir parti” olarak kapitalist İtalya’nın bekası için kendisini feda ederek tarihin sonuna ulaşmıştı.

D’Alema şimdiye kadar vitrinde fazlaca görünmüş olduğundan ve cumhurbaşkanlığını da , eski komünist Napolitano’ya kaptırmış olduğundan, telkinlere icabet ederek (en azından bir süre için) geri planda kalmayı tercih etti. Her iki hizip lideri öncelikle “avrupai” Prodi’den kurtulmanın elzem olduğunda mutabık idiler. Artık meydan, eski L’Unita direktörü, eski Roma belediye başkanı, çekirdekten komünist Veltroni’ye kalmıştı. Veltroni, bir üçüncü cumhuriyete meydan vermemek için siyasal yapıyı dizayn etmeyi kafasına koymuş, bu emelini “değerli meslektaşı ve rakibi “ sinyor Berlusconi’ye de açma ihtiyacı duymuştu. Veltroni İtalyan siyasetine gerçekten yeni bir uslüp getişrmişti. Berlusconi’ye Berlusconi diye hitap etmeyi bile kabalık olarak görüyor, ona “sayın ya da değerli meslektaşım, veyahut “sayın rakibim” şekillerinde hitap ediyordu.

Evet, bu “L’Unita çocuğu” emellerine ulaşmak yolunda “sayın rakibi”yle düzenli ve düzeyli olarak birkaç kez buluşarak, kafasındaki yeni İtalya projesine destek istedi. Tabii ikisinin konuşmalarının içeriği, biz Dolmabahçe Zirvesi’nin içeriğini ya da Baykal-Erdoğan yemeğinin içeriğini ne kadar biliyorsak, ya da bilmiyorsak o kadar biliniyor ya da bilinmiyor. Ne diyelim,“devlet işleri” konuşulmuş olmalı.

Veltroni, İtalya’ya ve Berlusconi’ye ne kadar sağduyulu, sorumlu bir lider olduğunu gösterme fırsatı bulmuştu. Karşılık olarak takdir de görmüştü. Eğer, L’Unita dağıtıcısı ve belediye başkanı olarak yapmış olduğu hizmetleri saymazsak, çok kısa zamanda İtalya için çok büyük işler yapmıştı. Bir koymuştu, üç alacaktı. Tabii iki kanattaki küçük ama anahtar partiler, olası bir seçim sistemi değişikliği ihtimalinden çok rahatsızlık duydular. Özellikle de eski faşist partinin “aileden faşist” başkanı Gianfranco Fini’nin öfkesinden kan beynine sıçramıştı. Bunca yıldır Berlusconi’yi iktidara taşıdıktan sonra…

Tabii Berlusconi, Fini’yi “delikten aşağı” süpürmeyi göze alamazdı. Yeni partisine davet etti ve sonrasında da onu veliahtı ilan edince, Fini’nin ayakları yerden kesilerek, artık bu devirde faşizmi savunmanın yanlış “ve hatta sapkınlık” olduğunu, istikbalin bütün milleti kucaklayacak merkezde olduğunu beyan etti. Böylece “kutsal merkez” üzerindeki nüfus yoğunluğundan kaynaklanan ağırlık daha da artmış oldu. Fini bir anda, Berlusconi’nin katkılarıyla, 2.Cumhuriyetin yükselen yıldızı haline geldi. Demokrasinin nimetlerini öve öve bitiremiyordu. Berlusconi okulunda, post-Berlusconi dönemi için eğitimine devam ediyordu. Berlusconi sonrası dönemde sağ tarafın assolisti olacağından şimdilik kimsenin şüphesi yok.

2008’de en çok- İtalyanların kendisini “en sorumlu devlet adamı” olarak takdir edeceğinden emin- Veltroni’nin arzulamış olduğu seçim gerçekleşti. Sonuçlar açıklandıktan bir müddet sonra Veltroni’nin üçü değil, ama “papi”yi alarak iktidar yaptığı anlaşılmıştı. Hem de tarihi bir 10 puanlık fark yiyerek. Seçimlerde “eski sol” tam bir hezimete uğramış, Berlusconi ve avanesi, Türk premier dostu gibi oyların %47’sini almıştı. Ancak bu seçimin en büyük kazananı, hiç kuşkusuz, oylarını ikiye katlayıp, ilk kez %10’a yaklaşan Bossi’nin federalist (ayrılıkçı ?) ve zenofobist Kuzey Ligi hareketi oldu.

Bu Kuzey Ligi hareketi aslında klasik bir parti formuna sahip değil. Popülist söylem kullanan militan İtalyan birliği karşıtı bir hareket. Kuzey bölgesi, İtalya’nın en önemli sanayi bölgesi. 2008 seçimlerine kadar neredeyse blok olarak sol için oy kullanmış geniş ve örgütlü bir sanayi işçisi nüfusu var. İlk kez son seçimlerde büyük ölçüde Kuzey Ligi’ni desteklediler. Kasım seçimlerinden dört ay sonra, Gramsci’nin memleketi Sardunya adasında yapılan yerel seçimlerde kayıp büyük olunca, Veltroni parti liderliği makamında bulunan masasındaki çerçeveli L’Unita çocuğu resimlerini bavuluna toplayıp partideki hizbinin başına geri döndü.

Artık 2.Cumhuriyet’in üç en üst düzey yıldızı, cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano, Meclis başkanı “eski faşist” Fini ve “eski yeni” başbakan Berlusconi ipleri ellerine almışlardı. Dikkat edilirse, yeni cumhuriyetin İtalya’ya yaptığı önemli katkılardan bir tanesinin de, “eski” sıfatı aracılığıyla “yeni” figürler yaratabilme kapasitesi olduğu görülecektir. Bir parantez açarak, yargılamanın ertelenmesini sağlayarak, Berlusconi’ye kıyak geçen ve ondan övgüler alan cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano hakkında bir şeyler söylemeden geçmek olmaz. PCI’nin en sağını temsil eden Amendola’nın has adamı olan Napolitano, 1978 yılında ABD büyükelçisi Richard Gardner’la bir dizi gizli görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmelerden sonra PCI, anti-sovyet Avrupa Komünizmi çizgisini resmen ilan etmişti. Cumhurbaşkanı olunca, ilk kutlayanlardan biri, eski büyükelçi Gardner oldu. Napolitano için “gerçek bir devlet adamı, gerçek bir demokrasi savaşçısı ve Amerikanın sadık bir dostu” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Parantezi burada kapatıp, Berlusconi’ye dönelim.

7 SOL LİDER ESKİTEN “YENİ” BERLUSCONI İKTİDARDA

Başbakan olmasıyla birlikte, tabii yine ülkenin en önemli sorunu olarak,“kızıl” yargıçlar, savcılar, yüksek mahkemeler, anayasa, muhalif basın (tabii en önde, Repubblica ve L’Espresso) gösteriliyor, bu engeller aşılmadan güzel günlerin gelemeyeceği halka yandaş medya ve yandaş yazarların da katkılarıyla anlatılıyor. Sistemli olarak yargı kurumları ve mensupları, “seçilmişler” “atanmışlar” ayrımı yapılarak gayri meşru gösterilmeye çalışılıyor.

Umberto Eco bir yazısında, “ bu mantığı ciddiye alırsak, çocuklarımızı -atanmış öğretmenleri olacağı için- okula göndermemiz, hastalanınca doktorlara gitmememiz, suçluların kendilerini tutuklamak isteyen polislere atanmış oldukları gerekçesiyle direnmesi gerekir” der. Kaldı ki bir ülke sadece parlamentodan da ibaret değildir.

Atanmış,atanmadan önce ve sonra yeterlilik, liyakat sınavlarına tabi tutulmuş belli bir kalifikasyon derecesine tekabül eden işler gören öznelerin oluşturduğu, mahkemeler, üniversiteler, hastaneler, okullar, ordu, meslek örgütleri vs çok sayıda başka organlardan da oluşur. Bu organlar olmadan ne modern bir ülke tahayyül edilebilir ne de parlamento bir iş görebilir. Parlamento halk demek değildir. İçinden bütün organları, aygıtlarıyla devletin geçmesiyle somutlaşmış yurttaşların temsil edildiği en genel temsilci organdır.

Başbakan iş çevrelerini “vatan haini” muhalif medya organlarına reklam vermemeleri için uyarıyor. Anayasada, yargı erkini yürütmeye tabi kılacak değişiklikler ve yeni dokunulmazlıklar elde etmek için değişiklik çalışmaları yapılıyor. Yani bir hukuk tabiriyle, ad personam, kişiye özel yasalar yapılmak isteniyor. Tabii bir yandan da libidosunu kontrol edemeyen başbakan ve konutunda verdiği partilerine davet ettiği, çıplak görüntülenen kadınlı erkekli grupist dostlarının “dolce vita” sı sürüp gidiyor. Geçen yıl 18 yaşında kendisine “papi,” diye hitap eden bir telekızla telefon konuşmaları medyaya düşen Berlusconi’nin bu tür genç kızlarla para ya da TV’lerinde iş karşılığında sık sık ilişki içinde olduğu ortaya çıktı.

Berlusconi aleyhinde haberlere, yorumlara sadece sahibi olduğu kanal ve gazetelerde değil, yandaş haline dönüşmüş medya gruplarında da rastlanmıyor. Hayat tarzı, Kilise’nin ilan etmiş olduğu kalite standartlarına uygun olmayan Berlusconi’ye, en azından kamuoyu önünde, Kilise bürokrasisi mesafeli görünme ihtiyacı duyuyor.

Öte yandan, Belusconi dini popülist söylemlerinde kullanan birisi olmamakla beraber, onu destekleyen insanlar arasında son on yılda dincilik eğiliminin güçlenmiş olduğu da izahı zor bir başka vakadır. Uluslararası toplum ve siyaset önderleri de (bizim premierin gösterdiği sıcaklığı saymazsak) ona soğuk davranıyorlar. Ama sokaktaki insanlar Berlusconi demeye devam ediyorlar.

Umberto Eco, Berlusconi’yi destekleyen sokaktaki adamın şöyle bir mantık yürüttüğünü düşünüyor: Bütün politikacılar tanım itibariyla hırsızdırlar. Berlusconi çok zengin olduğundan çalmaz (takip ettiğim kadarıyla Forbes’a göre, Berlusconi’nin servet biriktirme preformansı son 15 yılda çok dramatik bir yükseliş içinde olmuş). Sonra önemli olan, politikacının kendi çıkarlarını takip ederken, beni de görmesidir. Berlusconi zengin olması nedeniyle, bencil olmayacak, bana bonkör davranacaktır. Eco’ya göre, Berlusconi seçmenlerdeki bu dip dürtüleri iyi okumakla kalmamış, reklamını, kendisini bir ürünmüş gibi sunarak çok çarpıcı şekilde yapmıştır. Kendisini, adeta bir deterjan reklamındaki gibi, birkaç basit, akılda kalır slogan etrafında sürekli yinelenen bir sembol olarak tanıtmıştır (Eco,U: A Passo di Gamberro s.122-3; Lemuri).

Tabii, reklamda, bilindiği gibi, sloganın doğru olması gerekmiyor. Önemli olan basit, kısa ve kolay algılanabilir olmasıdır. Böylece sürekli yinelenmesi de mümkün olabiliyor. Mesela, “ilk günkü gibi beyaz” yinelemesi yapılırken, bunun doğru olmadığını biliyoruz. Ama yinelenme yoluyla zihnimizde yaratılan aşinalık yüzünden, markete gittiğimizde o ürünü tercih ediyoruz. Bunun gibi…

2. CUMHURİYETİN SKOR LEVHASI

Corriere della Sera’nın iki yazarı, Antonio Stella ve Sergio Rizzo birincisi 2007’de, ikincisi 2008’de ikisi de Rizzoli’den çıkan ve her biri 20’den fazla baskı yapan uzun başlıklarını burada La Casta ve La Deriva olarak kısalttığım kitaplarında 2.Cumhuriyetin performansını incelediler.

Buna göre, politikacıların birinci cumhuriyetten intikal eden aç gözlülüklerinin artışında istikrarlı büyüme ivme kazanarak devam etmiştir. 1948’e nazaran, 2008’de milletvekili maaşları 6 kat artmıştır. Bugün yılda 150 bin avro kazanan bir İtalyan vekil, İngiliz ve Alman meslektaşlarının neredeyse iki katı kadar, İspanyol meklektaşlarından hemen hemen dört kat daha fazla kazanmaktadırlar. Bugün yalnız Roma’da, parlamento, senato ve başbakanlığın kullanımına sunulmuş bina mevcudu 46’dır. Avrupa’nın başka bir başkentinde bu bollukta bir bina kullanımı yoktur. Roma’daki cumhubaşkanlığı konutu Quirinale ‘de 900 hizmetli görev yapmaktadır. Cumhurbaşkanlığı bütçesi 1986’dan bu yana 3 kat artmıştır. Bu bütçe, Paris’teki Elysée’ninkinden 2 kat, Londra’da Kraliçe’nin Buckingham Palace’ ından 4 kat fazladır. 180 bin nüfusa sahip yönetici elite tahsis edilmiş toplam “mavi” makam arabası miktarı son 15 yılda dramatik bir artışla yaklaşık 575 bine ulaşmıştır. Fransa’da bu araç miktarı 65 bin kadardır. Berlusconi’nin 81 adet yakın koruması, Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere başbakanlarının dördünün toplam koruma sayısından fazladır.

Her dört İtalyandan biri yoksul. Bütçedeki eğitim harcamaları özellikle 2.Cumhuriyet’ten bu yana sürekli düşerek, ulusal gelirin %4.5’unu teşkil etmektedir. Danimarka’da, bu oran %8.5’tur. Nüfusun sadece yarısı zorunlu eğitim sonrası (mesleki ya da klasik) her hangi bir eğitime devam edebiliyor. Bu miktar avrupa ortalamasının 20 puan altında. 20’li yaşlardaki gençlerin sadece beşte biri yüksek öğretim kurumlarına girebiliyor ve bunların da beşte üçü okullardan ihraç ediliyor. Yeni cumhuriyette hastanelerde hasta başına düşen yatak miktarı üçte bir oranında azaldı. Hasta başına yatak sayısı, Almanya ve Fransa’dakinden hemen hemen yarı yarıya az. Mahkemelerde davaların ortalama sonuçlanma süresi 4 yıla çıktı. Bu süre icra iflas davalarında 8 yıla çıkabiliyor. Örneğin, 2007’de iki emeklinin sosyal güvenlik kurumuna açtıkları dava için 2020 yılına gün verilmişti.

Yargılamada eşitlik de hak getire. İnek çalan bir arnavut göçmen, nitelikli dolandırıcılıkla binlerce kişiyi dolandırıp, çok büyük meblağlar götüren safkan italyan Sergio Cragnotti’den daha uzun bir süre hapiste kalmıştı. Yargıda yolsuz politikacılara yapılan muamele yolsuz işadamlarına yapılan daha iyi. Mesela, Berlusconi’nin yakın adamlarından bir politikacı, Cesare Previti, yolsuzlukyapmak ve rüşvet vermek gibi suçlardan 6 yıla hüküm giydikten sonra, hapiste sadece 5 gün geçirip, geri kalan cezasını kamu hizmetiyle ödeme yükümlülüğüne tabi tutuldu.

Ülkedeki maddi altyapının durumu da kötüye gitti. Yedi büyük limanın toplam iş hacmi, Rotterdam limanının iş hacmi kadar bile değil. Hızlı tren sayısı, Fransa’dakinin üçte biri kadar bile değil. 1920’den bu yana, sadece13 km demiryolu yapılabilmiş. Lufthansa’nın 134 uzun menzili yolcu uçağına karşın, Alitalia’nın 23 adet aynı tür uçağı var.

Ekonomik göstergelere gelince, son on yılda AB’deki en düşük milli gelir artışı İtalya’da oldu. 2001-6 yılları arasında emek verimliliği ancak %1 kadar artabildi. 1980-1995 yılları arasında, yılda ortalama %2 artan kişi başına gelir, 2000 yılından bu yana değişmeden kaldı. Bu arada, Kuzey ve Güney’in yaşam standartları arasında hep varolan mesafe, uçurum haline dönüştü. Güney’in 13 milyondan fazla inasanın yaşadığı 400’den fazla beldesi suç örgütlerinin kontrolünde. Buralardaki işadamlarının üçte biri haraç ödediklerini bildirdiler.

Batı Avrupa’da emek-gücüne yeni katılımların en az olduğu ülke İtalya. Emek-gücündeki kadın nüfus son 10 yılda giderek düşme eğilimi içinde. İşgücünde kadınların payı Danimarka’dakinden 30 puan, ABD’dekinden 20 puan, Çek Cumhuriyeti’ndekinden 10 puan daha düşük. Demografik göstergelere gelince: Kadın başına doğum oranı, çalışan kadın sayısının azalmasına rağmen, 1.3’e gerilemiş. Önümüzdeki 40 yılda, İtalya nüfusunun 58 milyondan 47 milyona düşeceği tahmin ediliyor. 60 yaş üzerindeki nüfus, 18-24 yaş arasındaki nüfusu aştı. Neredeyse, 1’e 3 gibi. Seçmen yaş ortalaması 47’ye ulaştı.

Bununla beraber, işsizlik göstergeleri aldatıcı şekilde olumlu gösteriliyor. 1995’de işsizlik oranı %12 iken bugün %6’larda görünüyor. Ancak sağlanmış işlerin yarısına yakını geçici işlerden oluşuyor. 2006’da yaratılmış işlerin yarısından fazlası geçici ya da part-time olma özelliğine sahip. Bunların da çoğunluğu enformel ekonomide istihdam ediliyor. Perry Anderson’ın LRB’deki yazısında refereans verdiği sosyolog Enrico Pugliese İtalya’da, “birinci cumhuriyet” in son yıllarında “iş yaratmayan büyüme” olgusu varken, ikinci cumhuriyette, “büyümeden iş yaratma” devresine girildiğini belirtiyor.

Bilindiği gibi, İtalya’da küçük ve orta ölçekli işletme sayısı hayli fazladır. Sayıları 4,5 milyon civarındadır. Bizdeki gibi, adım başında verimliliğinin çok düşük olduğu esnaf ve küçük esnaf işyerleri var. Yine bizdeki gibi, bir taraftan açılıp, diğer taraftan kapanırlar. İstanbul’da şöyle Bayezit’ten Sirkeci’ye kadar yürürseniz, bir çok dönerci büfesinin, ya da bir halıcı dükkanın, lokantanın kapanırken, aynı dükkanlarda bir çoğunun da açılmakta olduğunu görürsünüz. Mesela bu bakımdan kaba bir gözleme dayanılarak, Roma’daki durumun da pek farklı olmadığı söylenebilir.

Öte yandan, Asya rekabeti, İtalyan mallarının da dış satım olanaklarını daralttı. High-Tech dışsatımı, Avrupa ortalamasının %50 altında. Yabancı sermaye yatırımları geleneksel olarak düşük. Tabii bunu sadece siyasal istikrarsızlıkla, haraç ve kötü idarecilikle açıklamak mümkün olmaz. Birkaç büyük aile tarafından kontrol edilen, hissedarlık yoluyla birbirleriyle iç içe geçmiş büyük İtalyan firmaları ve bankalarının geleneksel dayanışmacı, korumacı reflekslerini de anmak gerekir.

Makro ekonomik rejim değişti, ancak üretimin yapısı değişmeden kaldı. Büyüme yok, tıkanma var. İhraç gelirleri azaldı. Kamu borçları milli gelirin %100’ünü aşarak, Maastricht kriterleriyle alay edercesine, bu konuda İtalya’yı dünya üçüncüsü yaptı.İkinci cumhuriyetin hemen öncesinde, satın alma gücüne göre kişi başına düşen milli gelir bakımından, İtalya, AB’de, Almanya’dan sonra ikinci sıradaydı. Yaşam standartları bakımından Fransa ve İngiltere’den daha iyi durumdaydı. Şimdi, AB ortalamasının bile altında. Daha da aşağıya doğru gidiyor.

Umberto Eco’dan serbest bir çeviriyle yaptığım bir alıntıyla bitirelim: “ Her zaman annemin bana anlattığı bir hikayeyi hatırlarım. Annem yirmili yaşlarında, sekreter olarak Saygın Liberaller Kulübü üyesi bir adamın yanında çalışmaya başlamış. Adam, Mussolini için ‘ne olursa olsun, belki bu adam sorunlardan çıkış yolunu bulabilir. İşleri bir düzene sokabilir’ diyerek Mussolini’yi destekliyormuş. Öyleyse, faşizm Mussolini’nin enerjisiyle kurulmadı. O saygın liberal adamın hoşgörüsü, savsaklığı, gevşekliğiyle geldi” (L’espresso, 09 Temmuz 2009).

Kamil Park

* Bu yazıyı Perry Anderson’ın İtalya ve özellikle İtalyan solu hakkındaki bir yazısından etkilenerek yazmıştım ve 5 Mayıs 2010 yılında ODATV’de yayınlanmıştı.

 

T

 

ABD’nin Satranç Tahtasında Bumerang oyunu

Anglo-amerikan finans oligarşisinin hegemonyası dolar ve petrol bağlantısı ya da petro-dolar üzerinde yükselir. ABD’nin Vietnam macerasının da teşvik ettiği devasa askeri harcamaları nedeniyle, Bretton Woods 1971’de çöktükten sonra dolar/altın standardının yerine, dolar/petrol standardı ikame edilmişti. Bu sayede doların saltanatı ve ABD hegemonyası sürdürülebilmişti.

Öyleyse, ABD doların rezerv para olarak anlamını korumak zorundadır. Bunun içinse, rezerv paranın büyük ölçüde dolaşımda olduğu petrol kaynaklarını ve trafiğini kontrol etmesi yaşamsal bir öneme sahiptir. Rockefeller ailesine yakınlığıyla tanınan Kissinger bir keresinde, “enerji kaynaklarını kontrol eden hemen hemen bütün ülkeleri, parayı kontrol eden bütün dünyayı kontrol eder” demişti (Bunu 1973’de söylediği vakit, ham petrol fiyatı yüzde dört yüz artmıştı). Bu çerçevede, petro- dolar enerji ve paranın kesiştiği yerde zuhur ediyor.

Şimdi ABD’deki stratejistlerin (hem neo-conların hem de Brzezinski çevresinin) bu bakımdan aralarında bir farklılık yok. Neyin kendileri için yaşamsal öneme sahip olduğunu biliyorlar. Farklılık şurada: Neo-conlar, “petrol çıkış noktalarını, dolayısıyla trafiğini kontrol edelim, öncelik budur” diyorlar. Brzezinski çevresi, ” Rusya ve Çin gibi ABD’ye rakip, onun dünya üzerinde kontrol kurmasını engelleyebilecek ülkeleri kuşatıp, etkisiz hale getiremezsek, petrol noktalarını, dünyanın ekonomik olarak en avantaj vaat eden Avrasya anakarasını ve dolayısıyla petro-dolar hegemonyasını sürdüremeyiz” diyorlar.

Buna göre, neo-conların etkin olduğu Bush yönetimleri, petrol noktalarının, ya da BOP bölgesinin kontrolünü öne koyan stratejiler izlediler. Obama yönetimleri, başlarda neo-conların stratejilerini uygulamayı sürdürdüler ancak giderek Brzezinski stratejisini öne çıkarmaya başladılar. Gürcistan, Tibet, Sincan, Ukrayna hamleleri bu doğrultudaki girişimler olarak okunmalıdır.

Şimdi şunu tespit etmek lazım, soğuk savaş bitmedi, sadece yeniden formatlandı. Yenilendi. (Soğuk Savaş, 2.D.Savaşı sonrasında da yeni başlamamış,  yeniden formatlanmıştı.  Soğuk Savaş, Sovyet Devrimi’nden sonra 1924’teki “tek ülkede sosyalizm” siyasetine karşı olarak başlatılmıştı) Varşova Paktı ortadan kalktı ama savaşın üzerinde yükseldiği öteki ayak olan NATO varlığını genişleyerek sürdürdü. Emperyalistlerin saldırgan, militarist girişimlerini dünya kamuoyu nezdinde meşrulaştırabilmek için yeni bir “SSCB” ye (siyasal rejiminin niteliğinin önemi yok)  ihtiyaçları vardır. Bunu yaratmak yolunda epey mesafe aldılar.

Bugün ABD emperyalist hegemonyasının maruz kalmış olduğu jeo-ekonomi-politik krizi, soğuk savaştan itibaren onun kendisini tamamen SSCB gerçekliğine göre programlamış olmasıyla bağlantılandırmak gerekir. Yani, SSCB tablodan çekilince, onun da bir hegemonik güç olarak,  var olma nedeni ortadan kalkmış oldu. Mesele, bunu kabule yanaşmıyor olmasıdır. Bu tavır, onun tehlikeli şekilde gerçeklikten kopmuş olduğunun göstergesidir.

Burada geçerken bir saptama daha yapmam gerekiyor. Anglo-amerikan veya Atlantik emperyal yapı (bunun içinde Hollanda’nın tarihsel ve adeta katalizör rolünü ihmal etmemek lazım) , ta baştan kendisini global bir referans çerçevesi içinde, deniz aşırı veya kıtalararası maddi ve kültürel kaynakların (sermaye, emek-gücü, teknik, ideoloji vs) sömürücü bir anlayışla hareketliliği, trafiği içinde oluşturmuştur (Britanya, ABD, Avustralya, Y.Zelanda, kısmen Kanada,G.Afrika arasındaki kurucu trafiği düşününüz. Sanayi Devrimi’ni de Britanya’da olanaklı kılan bu trafik olmuştur). Yani global ölçek onun için varoluşsaldı. Elbette kapitalizm içinde globalist eğilim ta baştan verilidir. Bunu ilk realize edecek koşullara sahip olanlar,  Hollanda’yı da ihtiva edecek şekilde, Anglo-sakson kapitalistleri olmuştur.

Ancak kolonyal, emperyalist kapitalist birikim iştahı  bu globalist eğilimin kontrolden çıkması sonucunu kaçınılmaz olarak yaratmıştır. Bu iştahı, Fransız emperyalizminin, biraz daha sonra Alman emperyalizminin  aynı globalist itkilerle devreye girmesiyle birlikte oluşan rekabet ortamı da teşvik etmiştir tabii. Gerçekçiliğini yitirmiş idealist bir akıl, isterseniz, vizyon jeo-ekonomi-politik davranışlara hakim olmuştur.

Burada, Anglo-amerikan anlayış bakımından ayırıcı olan nokta, Lockeçu siyasal liberalizme referans veren,  (mesela özerk toplumsal oluşumların zayıf olduğu Fransa’daki gibi) bir merkezi devlet aklının bariz kontrolü olmaksızın, eşitsiz ve hiyerarşik (“gemisini kurtaran kaptan” anlayışı) “kendi kendisini regüle eden toplum” tahayyülünün, daha doğrusu yanılsamasının söz konusu idealist-globalist dürtüleri teşvik etmekle kalmayıp, tamamen kontrolden çıkarmış olmasıdır. Çoğul, özerk ama piramidal anlamda katı hiyerarşik oligarşik yapılar, söz konusu liberalist illüzyon sayesinde (İllüzyon, çünkü bu özerk görünen toplumsal yapılar, devlet üzerinde kontrol sağlayarak devleti kullanıyorlar. Devletin emperyal kapitalist yapının oluşumunda, sürdürülmesinde başat bir rolünün olduğu açıktır. Siyasal liberalist ideoloji sayesinde devlet bu çoğul görünen özerk toplumsal oluşumlar arasında gözden saklanıyor) kendilerini toplumsal olarak meşrulaştırmışlardır. Globalist vahşet tiyatrosu Lockeçu siyasal liberalizm olmadan anlaşılamaz.

1905 Rus-Japon savaşından sonra Rusya, Avrasya hedefi dolayısıyla, Batı’nın jeo-ekonomi-politik doktrinin merkezi haline gelmiştir. Avrasya, hegemonik Britanya İmparatorluğu için (jeo-ekonomi-politik manada) pivot bölge haline geliyor. Aslında, Rus-Japon savaşında Britanya’nın rolüne pek değinilmiyor. Oysa, Japonya savaşın öncesinde Britanya ile bir ittifak yapıyor. Çok önemli parasal, askeri yardımlar alıyor. Belli bir hazırlık evresinden sonra savaşa girişiyor. Rus devrimlerini tartışırken bu dışsal bağlamı, yani Rusya’nın jeo-ekonomi-politik anlamda eksen bir ülke haline gelmiş olmasını ihmal etmememiz gerekiyor. Devrimler büyük muktedirlerin açmazları, birbirlerine düşmeleri ve sosyal olarak güçsüzlerin direnişinin karşılaştığı yerde patlak veriyor.

19yy’ın ikinci yarısından itibaren Britanya, olası bütün rakiplerini tasfiye etmek için stratejiler geliştiriyor. Rusya’daki (aralarında Herzen gibi muhafazakarların, Bakunin gibi anarşistlerin de bulunduğu) çoğu muhalifi ve muhalif hareketi destekliyor. Geliştirdiği stratejiler, manipülasyonlar ve rüşvetlerle Rusya’nın, jeo-ekonomi-politik gerçekleri hilafına, Almanya’ya karşı savaşmasını temin ediyor (1.Savaş yıllarında Rusya’daki Britanya büyükelçisi olan oligarşik Round Table üyesi G.Buchanan anılarında, devrin Rus dış bakanı olan Sazanov’dan -Stolipin’in kayın biraderiydi- Britanya’nın dostu, Britanya’nın çıkarlarına hizmet eden kişi olarak söz ediyor. Sazanov bu dostluğu daha ileri vardırıp, Polonya’ya özerklik vaat edince, Çar tarafından görevden alıyor)

Mesela bakınız Britanya, 1.D.Savaşı sonrasında, izlediği politikalarla,  rakip imparatorlukların tamamını tasfiye ediyor.Otuzlarda dünyanın hem alan hem de nüfus olarak büyük bir kısmını kontrolü altına alıyor. Emperyalist kulvarda yükselen ABD tek olası rakibi oluyor. Zaten onu kontrolü altına almak için de 19.yy’dan itibaren  stratejiler geliştirmeye devam ediyor. Örnekse, 1929 Bunalımı’nı bir “Amerikan Bunalımı” haline getirmek için gereken ne varsa, yapıyor.

Her neyse. ABD gemilerle taşınan petrol varillerinde sadece doların taşınmasını; petrol akan boru hatlarından sadece doların akması için önlemler almak istiyor. Amerikan yüzyılının ancak bu şekilde tesis edilebileceğine inanıyor.

Suriye sorunu, ABD bakımından, Brzezinski’nin teorisinin daha mantıklı olduğunu gösterdi. ABD’nin Ukrayna’ya, oldukça ahmakça da olsa, el atması izlenecek strateji bakımından bir tür dönüm noktası olarak da görülebilir. C.Rice haklıdır. Rusya, tedarikçi bir ülke olarak, yenilenen soğuk savaşı çok fazla sürdüremez (SSCB’nin ekonomik sorunlarını şiddetlendiren en önemli etkenlerden birisi ham petrol fiyatlarının düşmesi olmuştur). Ancak ABD de bu ekonomik durumuyla fazla dayanamaz.  Kaldı ki Rusya askeri bakımdan güçlü bir ülkedir. Batı’nın sandığı kadar zayıf değildir (Tabii kendi düşündüğü kadar da güçlü değildir). ABD ve AB ekonomisi olası bir savaşı kaldırabilecek durumda değildir.

Üstelik şartlar, Çin ve Rusya’yı birlikte davranmaya sevk etmektedir. Rusya düşerse, Çin de düşer. Bugün ABD savaş makinesini geriletebilecek tek askeri güç Rusya’dır. ABD savaş makinesi karşısında Çin’in savaş gücünün esamisi dahi okunamaz. Çin ekonomisiyle, Rusya askeri gücüyle -ikisi beraber- emperyalizmin ilerlemesini durdurabilirler.

Tedarikçi bir ülke olarak Rusya, ham petrol fiyatlarındaki piyasa manipülasyonlarından (mesela Afganistan’a Sovyet müdahalesi sonrasında emperyalistler,OPEC’i kullanarak böyle bir manipülasyona başvurmuş, ham petrol fiyatlarını dramatik olarak düşürerek Sovyet ekonomisine ağır bir darbe vurmuşlardı) fazla etkilenmemek için Çin ve Hindistan gibi büyük tüketicilerle uzun vadeli enerji angajmanlarına girişmek zorundadır). Çin de, ABD ekonomisini dolara yatırım yaparak fonlama politikasından vazgeçmeli ya da bu politikayı gözden geçirmelidir. Ancak Çin yönetimi üzerinde etkili olan  mevcut pro-Amerikan politikanın sürdürülmesinden yana kişi, grup ve lobiler olduğunu tahmin etmek de zor değildir.

Bundan başka, Çin için Doğu Çin Denizi yaşamsal öneme sahiptir. Dünya pazarlarıyla en önemli bağlantı kurma noktasıdır. Burada ABD’nin müttefikleri olan Japonya ve G.Kore ve Filipinler gibi ülkelerle önemli ihtilafları vardır. Bu ihtilafları Rusya faktörünü kendisinden yana devreye sokmadan aşamaz. Rusya’nın da, daha kuzeyde bulunan ve zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip Sakhalin Adaları dolayısıyla Japonya ile ihtilafı vardır.

Bu bölgede Rusya ve Çin’in birlikte hareket edecekleri anlaşılmaktadır. Rusya ve Çin’in, 2.Savaş sonrasında, Almanya ve Fransa’nın aralarında kurdukları araçsal ilişkiye benzer bir işbirliğine gereksinimleri var. Bilindiği gibi, Almanya’nın işgal edilerek bölünmüş bir ülke konumundan kurtulabilmesi için Fransa’nın siyasal desteğine, işbirliğine gereksinimi vardı. Fransa’nın ise ekonomik olarak Almanya’nın enerjisine ihtiyacı vardı ( 20.yy’da AB fikrinin en önemli kurucu aklı olarak görülen Fransız ekonomi-politikacısı, diplomat Jean Monnet’nin  anıları bu bakımdan ışık tutucudur). AB, esas olarak bu iki ülke arasındaki böyle bir araçsal ilişkiden çıktı. SSCB’ye göre kendisini programlamış bir ülke olarak ABD de bu işbirliğine destek oluyordu. 1950’de, esas olarak ABD tarafından ısmarlanmış, Fransa tarafından hazırlanmış, Schuman Bildirgesi tabir edilen, AB kuruculuğu yolunda atılmış ilk somut adım olan Çelik/Kömür Birliği antlaşması, özellikle Fransa’nın ihtiyaç duyduğu ekonomik avantajları elde etmesi yanında, aslında işgal edilmiş, bölünmüş Almanya’nın SSCB’ye karşı yeniden silahlandırılması gibi bir örtük planı ihtiva ediyordu. SSCB alt edilmeden Almanya bu “mağlup ülke” konumundan çıkamaz, AB bugünkü form ve içeriğiyle oluşturulamazdı. Bugün ABD, bu iki ülkenin “öküz öldü ortaklık bitti” demelerine mani olmak zorundadır.

Gelgelelim, Almanya ve Güney Avrupa’nın bugünkü Ukrayna sorunu etrafında ortaya çıkacak bir kapışmada ABD ile sonuna kadar yürümeleri mümkün değildir. Ukrayna meselesinde, son günlerde,  Almanya’nın frene basmış olması bundandır. Alman ekonomisinin Rus ve Çin ekonomisine bağımlılığı son on yılda dramatik olarak artmıştır. 2013’te bütün Avrupa’yı derinden sarsan krizden Almanya’nın şimdiye kadar pek yara almamış olmasının nedeni Çin ve Rusya ile olan ticaretidir (geçen yıl Çin’in Almanya’dan makine ve teknoloji ithalatı rekor rakamlara ulaşmıştı). İngiliz başbakanı da Rusya’ya karşı yaptırımlar konusunda hevesli olmadıklarını ifade etmişti. Yalnız Londra şehrindeki Rus yatırımlarının 50 milyar dolar civarında olduğunu İngiliz gazetelerinden okumuştuk. Bir başka konu, Rus petrolünün ve gazının AB ülkeleri için vazgeçilemeyecek kadar ekonomik olmasıdır.

Avrupa’da Yunanistan kriziyle patlak veren ekonomik sorunlar, bir çok ekonomistin dikkat çekmiş olduğu gibi, ABD finans oligarşisinin çabalarıyla oluşmuştur. ABD, avro’ya dayanan bağımsız bir AB siyasetine izin vermek istememektedir (Eğer AB kendi bölgesinde egemen bir güç olacaksa, bunun önkoşulu sağlam bir paraya sahip olmaktır). ABD, AB’ye Rus saplantısına sahip D.Avrupa’nın üyeliğini bu amacına hizmet etmesi için empoze etmiştir. Çin, 2009’da, büyük krizi izleyen günlerde,  dolara olan güvenlerinin kaybolmaya başladığını, ticaret fazlaları için avro’yu da kullanacağını açıklamıştı. Yunan krizi de o sıralarda patladı. AB ülkeleri avronun geleceğini tartışır oldular.

ABD’nin dünya istikrarını bozucu saldırgan politikaları, çok sayıda ülkenin çıkarlarıyla çatışıyor. Örnekse, Çin bugün ham petrol ithalatının yüzde 58 ‘ini Orta Doğu ülkelerinden temin ediyor. Son on küsur yıldan beri ABD ve müttefikleri bu bölgenin siyasal istikrarı aleyhine askeri ve terörist faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Bu durum sadece bölge ülkelerinin ekonomilerini değil, onlarla ticari ilişkiler içinde olan ülke ekonomilerini de olumsuz şekilde etkiliyor. İstikrarsızlığın transferi gibi bir tehlikeyi sürekli olarak canlı tutuyor. Çin’in 2006’daki ham petrol tüketimi günlük 3,5 milyon varil civarındaydı. Bu rakamın önümüzdeki on beş yıl içinde 4 kat artması bekleniyor.

Rusya, aşama aşama yapımı tamamlanmakta olan (birinci kısmı 2006’da bitmişti) Doğu Sibirya-Pasifik Okyanusu Boru Hattı (ESPO) ile Japonya, Çin, G.Kore, Singapur dahil bir çok Asya ülkesine nispeten ucuz  (bunda siyasal istikrarsızlıktan kaynaklanan fiyat artışının olmaması bir etkendir) ve büyük miktarlarda ham petrol ihraç edebilecektir.  Üstelik Çin ile Rusya arasında akdedilmiş bir antlaşmayla ulusal paralarla bir alışveriş  mümkün olacaktır. Bu boru hattının kapasitesinin arttırılması, onu bölge ülkeleri bakımından çok önemli bir ekonomik olanak haline getirecektir. Bu durumda, bir çok Orta Doğu ülkesi, bu arada Çin’in petrol ihtiyacının yüzde 25’ini temin eden S.Arabistan, tüketimi sürekli artan (Çin şu an da dünyanın ikinci büyük petrol ithalatçısıdır. Kısa bir süre sonra birinci olması beklenmektedir) bir alıcısından mahrum kalacaktır. Amerikan doları önemli rezerv para biriktiricilerini kaybedecektir.

Rusya’nın yeni boru hatlarıyla bir çok ham petrol ithalatçısı ülke için baş tedarikçi haline gelmesi, bütün stratejik dengeleri alt üst edecek, dünya jeo-ekonomi-politiğinde, “ipek yolu”, “baharat yolu”, “Ümit Burnu’nun dönülmesi”, “Süveyş Kanalı” nın açılmasıyla oluşmuş tarihsel-siyasal olaylar ve değişimlerle kıyaslanabilir (mesela Haçlı Seferleri’nin Doğu ve Batı arasındaki baharat ticaretiyle olan ilişkisini, yol açmış olduğu sonuçları düşünelim) yeni (askeri boyutu da dahil) siyasal gelişmelerin önünü açacaktır. Çin, Hindistan, Japonya gibi önemli büyüme oranlarıyla ihtiyaçları sürekli artan büyük ham petrol tüketicilerinin bulunduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz.

Bugüne kadar petrol sevkiyatı bakımından büyük önemi olan bir çok coğrafi noktanın, boğazların (Mesela, halen günde 15-17 milyon varil arasında petrolün dünya pazarlarına ulaştırıldığı Hürmüz Boğazı, bağlantılı boru hatlarıyla beraber günde 4 ila 5 milyon varil ham petrolün geçtiği Süveyş Kanalı, yine günde 3 milyon varile  yakın ham petrolün geçiş yolu üzerinde bulunan İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın, günde 3 küsur milyon varil ham petrolün geçiş yaptığı Bab-el Madeb boğazı ve Güney Asya’da günde 15 milyon varilden çok ham petrolün taşındığı Malacca Boğazı) ticari önemleri, bir çoğunun siyasal önemleri dramatik olarak azalacaktır.  Böyle bir gelişmenin radikal siyasal sonuçlarının olacağı açıktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında başını Rockefeller ailesinin çektiği ABD ve Britanya tekellerinin   petrolü uluslararası ticaretin en önemli ve en stratejik malı  yapmak istedikleri biliniyor. Bu durumu gözlemleyen Stalin yönetimi, SSCB Bilimler Akademisi’nden  petrol ya da daha genel olarak hidrokarbon enerji kaynaklarının özellikleri ve geleceğiyle bir çalışma yapmasını istedi. Yapılan araştırmalarla, hidrokarbonun fosil bir kaynak olmadığı, daha çok tektonik hareketlerinin sonucu olarak oluşmuş olabileceği saptanmıştı. Buna göre, petrol rezervlerinin tükenmesi olasılığının ihmal edilecek kadar düşük olduğu, petrol, doğal gaz gibi kaynakların kendilerini yenileme potansiyeline sahip oldukları vurgulanıyordu. Bu çalışmalar batılı araştırma kuruluşları tarafından reddedildiler, kaale alınmadılar. Son yıllarda, Rus araştırmacılar Sovyet araştırmacıların çalışmalarını yeniden ele alıp, doğruluğunu savundular. Rus iddiaları son zamanlarda bir çok yazar tarafından dillendirilmiştir. Bir çok büyük kaynak bölgesinde yapılmış araştırmalar, rezervlerin tükenmekte olduğu iddiasını doğrulamıyor. Yanı sıra, sürekli yeni kaynaklar tespit ediliyor.

Örnekse, Haiti, bu ülkeye ABD tarafından aniden el atılmış olması, bazı solcu yazarların iddia ettikleri gibi, sadece ucuz emek-gücü kaynağına kavuşmak değil, asıl neden, etrafındaki sularda yoğun tektonik hareketlenmelerin görüldüğü  bu ada ülkesinin petrol ve doğal gaz bakımından zengin kaynaklara sahip olduğunun tespit edilmiş olmasıdır.

ABD’li araştırmacıların Sovyet çalışmasını reddetmeleri anlaşılır nedenlerden kaynaklanıyor. ABD bir yandan, petrol ve doğal gaz kaynaklarının rezervlerinin tükenmekte olduğunu iddia ederek, fiyatlar üzerinde kontrol kurmak; diğer yandan da, petrol ve enerji rezervlerinin bulunduğu ve  bu kaynakların nakledilmesi için gerekli görülen alanlara yönelik askeri ve diplomatik operasyonlarını meşrulaştırmak istiyor.

Şimdi ABD jeo-ekonomi-politik olarak geriliyor. En büyük sorunu Avrasya’yı kontrolü altına alamamaktır. Bu kontrol olmayınca ABD hegemonyasının sürdürülmesi olanaklı değil.  Bu kontrol olmadan ABD ancak bir bölgesel güç derekesine düşebilir.

Avrasya, dünyanın en önemli hidrokarbon ve hidroelektrik  enerji kaynaklarını, en stratejik madenlerini, minerallerini, su kaynaklarını (dünyanın en uzun 6 nehri bu coğrafya bulunuyor), devasa bir ucuz emek-gücü ve meta pazarını içeriyor. Yanı sıra, Avrasya’nın bir çok kişinin ihmal ettiği bir başka zenginliğiyse, bilimsel manada yetişmiş değerli insan gücüne sahip olmasıdır. Rusya, Çin ve ve daha güneydeki Hindistan gibi ülkelerin bilimsel kapasiteleri bir çok Batı ülkesinden ileridedir. Son otuz yılda bu anakaranın bilimsel araştırmalara katkısı, batı ülkelerinin katkısını oransal olarak aşmıştır.

ABD’nin burada bulunan ve aralarındaki işbirliği sürekli gelişen Rusya, Çin, İran gibi güçlerle doğrudan bir çatışmaya girişmesi olanaklı değildir. ABD şimdi bir yandan bu güçleri birbirlerine düşürmek; öte yandan da, söz konusu coğrafyada islamcı  (ve Ukrayna’da gördüğümüz gibi Nazi) teröristleri organize ederek kaosu yaymak isteyecek, bu ülkelerin ekonomik istikrarını bozma çabasına hız verecektir.

ABD’nin globalleşme perspektifi iddia edildiği gibi, demokrasi, insan hakları gibi ideallere değil,  yeni-feodalizme, kaosa, ve nihayet faşizmlere, savaşlara referans vermektedir. Bu arada, Türkiye gibi bir ülkede de faşizmin, AKP rejimi altında,  yükseltmekte olması bu emperyal “global” perspektif kavranmadan anlaşılamaz. Yani emperyalizme karşı durmadan AKP rejimine; AKP rejimine karşı durmadan emperyalizme karşı çıkma siyasetlerinin hiç bir geçerliliği yoktur.

T

DEVRİMCİ KABARMALAR PERİYOTUNDAYIZ

Türkiye’de devrimci solcular akıl yürütürlerken, çoğu durumda, iç koşullar ve dış koşulları bir arada değerlendirmekte yetersiz kalıyorlar. Ya dış faktörler çok abartılıyor ya da iç koşullar analiz edilirken, dış faktörler ihmal ediliyor.

Şimdi bazı saptamalar yapmak lazım. Emperyalizm 1980’lerin başından itibaren, hatta “petrol krizi” tabir edilen 1973’deki uzun ve derin krizden itibaren neo-liberal parasalcı politikaları devreye sokmaya çalışmış, bu politikaların başarısını dünya üzerindeki mutlak hegemonyasını tesis etmek bakımından  zaruret olarak  görmüştür. Soğuk Savaş’ı başarıyla, yani gayesi olan SSCB ve sosyalist blokun tasfiyesini gerçekleştirerek, sona erdirmek istemiştir. Emperyalistler bunun için hem sosyalist bloku kendi içinde zayıflatma hem de kuşatma dahil, cepheden hamlelerle bu gayesine ulaşmak istemişlerdir.

1972’de Çin ve ABD arasındaki antlaşma, bu antlaşmayı meşrulaştırmak için Çin’in, “Sovyet emperyalizmi” tezini dolaşıma sokması, doksanlı yıllardaki kapitalistleşmeye giden yolların taşlarını döşeyen Çin NEP’inin başlangıcının ilanı olmuştur. Çin NEP’i, devrimden sonra o zamanki SSCB’de olduğu gibi,  sosyalizm kuruculuğu öncesi  zorunlu ama geçici bir geri adım işlevi görmemiş, tersine, kapitalizmin temellerini sağlamlaştırmanın bir aşaması olarak kullanılmıştır.

Sovyetler Birliği’nin Afganistan’a müdahalesiyle birlikte  SSCB’ye karşı askeri operasyonlara hız verilirken, artan gerilim,  emperyalistler tarafından neo-liberal parasalcı politikaların uygulanabilmesi için meşruiyet olanağı olarak kullanılmıştır. Bu şartlarda, emperyalizm, Türkiye dahil,  her kırılgan bileşenin, olağanüstü siyasal araçları da kullanarak yeni oluşturulmak istenen neo-liberal entegrasyona intibakı için önlemler almıştır. Yeni binyılın başlangıcında bu yolda epey yol alınmış, sistemin Türkiye gibi vasal bileşenlerinin sistemin ihtiyaç duyduğu tempoyu yakalaması için her müdahale olanağı değerlendirilmiştir.

Emperyalizm özsel olarak parasalcılığı, reel ekonominin önüne koyan bir ekonomik anlayıştır. Özcesi, tekelci finans kapitalizmidir. Sermaye hareketlerinin, uluslararası sermaye akışının mal üretimi ve ihracını domine etmesidir. Daha doğrusu emperyalizm bu ereğe doğru gitmeye çalışan bir süreçtir. Mantığı budur.  Bu sürecin kabaca 19.yy’ın son çeyreğinden itibaren önem kazanmaya başlamış olduğu söylenebilir.

Nitekim bu süreç, tekelci finans kapitalizmini geleneksel kolonyal tarzıyla bağdaştırmış Britanya’nın hegemon konumunun da ABD lehine sona ermesine yol açmıştır. Sovyet Devrimi, bu bakımdan, hakim emperyalist hegemonya anlayışının krize girmiş olmasıyla da bağıntılıdır. Britanya hegemonyası gerilemiştir. Ancak henüz sistem içinden onun yerini alacak güç ya da güçler, onun konumuna talip olduklarını ilan ederek, ortaya çıkmamışlardır.

Emperyalizm parasalcı eğilimlerini global düzeyde sürekli takviye eder. Emperyalizm tanım itibarıyla global bir ölçeğe sahiptir. Reel ekonomik faaliyetler yerine paracı faaliyetleri baskın kılmak ister. Sistemin kriz ve bunalım dönem ve uğraklarında bu eğilim güçlenir. Reel ekonomiden kaçış eğilimi hızlanır. Altmışların ikinci yarısından itibaren yeni-solculuk söyleminde önemli bir yer tutan “çevreci” belagate de başvurularak sanayi karşıtı politikalara ivme kazandırıldığını  görmekteyiz. Dönem içinde, emperyalist merkezlerin sanayi ülkesi olma özelliğinin, hizmetler sektörü lehine gerilemiş olduğu vak’adır.

Öyleyse, emperyalizm hakim mantığı itibarıyla rantı, reel ekonomik bir faaliyetin getirisi olan kârın önüne koyar. Rantın nesnesi sermaye de olsa, formel olarak feodal birikim ve temellük biçimlerine referans verir. Global ölçekte esas olarak sermaye hareketleriyle, para akışıyla entegre  rantçı anlayışı dolayısıyla  (en azından) şeklen orta çağ üretim ilişkileriyle benzeşir.

Sanayi kapitalizmi üzerinde yükselen burjuva liberalizmine nazaran emperyalizmin siyasal, ideolojik gericiliğinin maddi temeli onun söz konusu rantçı anlayışı üzerinde yükselir. Sanayi kapitalizmine özgü burjuva siyasal liberalizmi aydınlanma felsefine referans verir. Emperyalizm siyasal ve ideolojik olarak karşı-aydınlanmacıdır. Ortaçağ gericiliğidir. Burjuva demokrasisinin düşüşüdür. Şöyle de ifade edebiliriz, burjuva demokrasisi reel ekonomik faaliyetlerin, kârın esas dinamik olduğu koşullarda yükselmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ömrünün beklenenden uzun sürmüş olması, sosyalist dünya sisteminin varlığıyla alakalıdır.

Emperyalist merkezlere sıcak para aracılığıyla entegrasyon vasal ülkelerin siyasal yapılarında dönüşümler meydana getirmiş, ulusal egemen devlet yapıları çözülmüştür. Bu halin somut bir göstergesi,  devlet kurumları arasındaki göreli dengenin yürütme organı lehine bozulmuş olmasıdır. Merkezlerde de finansal oligarşik yapılar, devletle adeta iç içe bir işleyişe sahip olmuşlardır. Örnekse, ABD’de, Wall Street finans oligarşisi, State Deparment ve CIA  bağlantısı. Tabii finans oligarşisi de kendi içinde fraksiyonlar ihtiva etmektedir. Trilateral Komisyon, RAND Corporation, Bilderberger, Skull&Bones ve diğerleri gibi “sivil toplum” kuruluşları onlara bağlı think-tankler, lobiler içinde örgütlenmişlerdir.

Özcesi, vasal devlet yapıları, ekonomilerinde merkezin denetiminde dolaşan, global sermaye kuruluşlarına entegre sıcak sermaye dolayısıyla daha kırılgan ve emperyalist finans merkezlerinin müdahalesine daha açık hale gelmişlerdir. Artık bildik “iç dinamik/dış dinamik” analizleri gerçekliğin kavranması bakımından ihtiyaca yanıt vermemektedir. Sistemin bütününde ama özellikle de alt birimleri olan vasal yapılarda ulusal egemenlik yapıları erozyona uğramışlardır.

Bu koşullarda, iç siyaseti dış siyasetten soyutlayarak yapılan değerlendirmeler isabetli olmayacaktır. Siyasal iktidarların temerküz odakları, emperyalist dayatmalar karşısında işbirlikçi davranışlar göstermek bakımından daha esnek hale getirilmişler, gerek duyulduğunda ayak sürüyen devlet kurumları, hatta egemen sınıf fraksiyonları by-pass edilebilmektedirler.

Bununla beraber, Arap Baharı protestoları, Haziran Direnişi, Avrupa’daki emekçi gösterileri gibi halk sınıflarının direnişleri ve toplumsal direnme olanakları emperyalist dayatmalar karşısında direnme noktaları oluşturma kapasitesine sahip olduklarını, son 4-5 yıl içerisinde spektaküler şekillerde göstermişlerdir. Devletin iktidar odakları veya kurumları kırılganlaşmış ama direniş odakları, bütün dağınıklığına rağmen  mevzi kazanmışlardır. Bu süreç aynı doğrultuda işlemeye devam etmektedir.

Akşamdan sabaha değil ama, etkileri ve sonuçları itibarıyla on yıllara yayılabilecek devrimci kabarmalar devrine girilmiştir. Devrimci kabarma ve devrimci durum birbirine eşitlenemez. Gelgelelim bu devrimci kabarmalar, devrimci durumlar yaratma potansiyeline sahiptir. Devrimci faaliyet olmadan, salt nesnel ekonomik olguların işleyişinden devrimci durum çıkmaz.


SEÇİMLER ÜZERİNE 3

İç İşleri Bakanlığı verilerine göre Haziran direnişlerine 11 milyon civarında bir kitle katılmıştı. Bugünkü seçim sonuçlarına bakıldığında, aşağı yukarı aynı miktarda bir kitlenin CHP ve solundaki partiler için oy kullanmış olduğu görülüyor. Bununla birlikte seçimi bir referandum havasına sokan CHP’nin öbür sol partilerin seçmenleri üzerinde baskı oluşturarak zaten güçlü olduğu kentlerde, ilçelerde oylarını daha da tahkim etmiş olduğu anlaşılıyor. Haziran direnişinin en kararlı şekilde sürdürüldüğü, mesela, Beşiktaş, Kadıköy, Çankaya, Karşıyaka gibi ilçelerde bu tahkimat net olarak görülebiliyor.

Bu seçim hileli bir seçimdir. AKP için bir ölüm kalım seçimiydi. Her türlü baskı ve seçim yolsuzluğu, seçimlerin öncesinde ve sonrasında yapılmıştır. Bununla beraber, genel olarak tahmin edildiği gibi, AKP bu seçimlerden birinci parti olarak çıkacaktı. Öyle de oldu. AKP’nin gerçek oy oranı, ulusal ve uluslararası araştırma kuruluşlarının hemen hemen ortak olarak tespit ettikleri gibi, yüzde 35-36’dır. Nitekim, AKP yönetimi de yüzde 36-37 civarında bir oy almayı beklediğini ifade etmiştir. Buna göre AKP, seçim hileleriyle, yuvarlak hesap, yüzde 5 civarında bir oyu, CHP,MHP,BDP’den çalmıştır. Bu derece yolsuzluk ve ahlaksızlığa batmış bir partinin seçimleri nasıl idare edeceği, kampanyası sırasındaki saldırgan, rüşvetçi davranışlarından da  belli değil miydi?  AKP dürüst bir seçim ortamı, koşulları yaratamazdı.

Şunu tespit edelim, bu sonuçlara göre, solun arkasında, özellikle de Haziran’dan itibaren kavgalarda çelikleşmiş, nitelikli ama örgütsüz bir halk kitlesi vardır. Bu kitlenin kavgadan vazgeçmeyeceği daha hemen seçimlerin arkasından oluşan ortamdan anlaşılmaktadır. Sosyalist solun özneleri bu kitle arasındadır. Sol güç birliğinin taşıyıcısı bu kitledir. Sol seçimlere katılacaksa, güç birliği yapmadan katılması, artık yinelenen vak’alarla sabit olduğu gibi, yanlıştır. Haziran’ın etkili olmasında bu güç birliğinin kendiliğinden oluşmuş olmasının payı çok büyüktü. Artık bunu örgütlü bir güç birliği haline getirmek zarurettir.

Seçimlerde sonucu nicelik belirlemektedir. Bu şekilde sosyalist sol oyların CHP’ye gitmesinin de önü açılmaktadır. Bu seçimler neyin yapılması ve neyin yapılmaması hakkında öğretici olmuştur. Tunceli’deki başarı, neyin yapılması gerektiğini; Hatay ve Hopa’daki başarısızlık neyin yapılmaması gerektiğini gösteriyor. Ankara büyükşehirdeki başarısızlık hem bu seçimin kendine özgü koşullarından, hem de solun o çapta bir hedef için henüz zamanın erken olmasındandır.

Seçimlerin bir başka sonucu da sağ ve sol oylar arasındaki dengesizliğin son 40 yıldan bu yana anlamlı ölçüde değişmemiş olduğudur. CHP ve sosyalist sol oylar yüzde otuz civarındadır. CHP ve sosyalistlerin oylarında, 70’li  yıllara nazaran görülen 5-6 puanlık düşüş, basında da tartışıldığı gibi, Kürt siyasetinin sağa kaymış olmasıyla alakalıdır. Öte yandan, her seçimde kentli oyların belirleyiciliği, sağ partilerin seçim kurallarını  kırsal seçmen avantajına göre dizayn girişimlerine rağmen dramatik bir şekilde artmaktadır. Kentlerde varoş göstergeleri azaldığı ölçüde de sol oylar artıyor. Neo-liberal iktisadi koşullarda, kapitalist rantın  kâr güdüsünü geri plana ittiği, buna göre, varoşların   kapitalist şehir rantının nesnesi haline getirildiği de vak’adır.

Dikkat çeken bir başka sonuç, Anadolu’nun iç kısımlarında sol oylarda görülen düşüştür. Bunun nedeni o yerleşim yerlerindeki en dinamik, nispeten ilerici nüfusun, bu arada Alevilerin büyük kentlere göç vermiş olmasıdır. Bu yüzden oralarda seçim genel ve esas olarak gerici partiler arasında geçmektedir.

Kürt partilerinin toplam oyları yüzde 7 civarındadır. Tabii bu oranın genel seçimlerde bir kaç puan düşebileceği öngörülmelidir. Kürdistan vilayetlerinde BDP’nin aldığı belediye sayısı artmıştır. Ancak, mesela, Diyarbakır gibi, en önemli bir kentte on puana yakın oy kaybı vardır. Yine bu kentte ilk kez seçime giren etnik-islamcı partinin performansı, gelecek seçimlerde bu partinin daha yukarıya doğru hamle yapabileceğinin işareti olarak görülmelidir. Uzun süredir yerel yönetimleri elinde tutan BDP, bir süre sonra salt etnik referansın  seçmen kitlesinin erozyonuna mani olamadığını görebilir. BDP’nin oy oranı 3-3,5 mertebesindedir.

HDP, muhtemelen “barış süreci” siyaseti tarafından sipariş edilmiş bir partidir. Sadece CHP’ye değil, sosyalist sola da mesafeli, özel gündemli bir partidir. Kürdistan coğrafyası dışında, Türkiye’nin batısında faaliyet göstermek için dizayn edilmiştir. Aldığı oy yüzde 4 civarındadır.

Şimdi Kürt sosyolojisiyle ilgili bir gerçekliğe değinmek lazım. Kürdistan coğrafyasından Batı’ya doğru sürekli bir göç olgusu vardır. Bu göçün tazeliğini koruduğu şartlarda, Kürt etnisitesi üzerinden siyaset yapmanın bu yeni göçmen kitleler üzerinde, yeni gelinen kentlerde, vahşi kapitalizm şartlarında,  kollektif olarak deneyimlenen yabancılık ve yabancılaşma duygusunun dayanışma ihtiyacı doğurduğu vak’adır. Yani Kürt siyaseti de, islamcı siyaset gibi, varoşlardan besleniyor. Gelgelelim, bir kaç kuşak sonra göç edilen kentlere entegrasyon gerçekleştiğinde, etnik ve dinci çağrının çekim gücünün zayıflayacağı beklenmelidir. İnsanları sürgit dinle, milliyetçilikle oyalayamazsınız. Onların gelecek beklentilerine somut ve maddi olarak yanıt vermek zorundasınız.

Bugün 70’lerde, hatta seksenlerde İstanbul, Ankara ve İzmir gibi kentlere göç etmiş Kürt nüfus arasında etnik çağrılara itibar eden kişi sayısı hayli düşüktür. Göç eden nüfus, kentte herkesin farklı olduğunu fark ettikçe, kendi kimlik farkından çok, kent hayatının tüm kentli nüfusa dayattığı iş, aş, barınma, eğitim  gibi sorunlarla daha fazla meşgul olma eğilimi içinde olacaktır. Yani kapitalist kentsel hayata entegrasyon onun başlıca gündem maddesi haline gelecektir. Bu bakımdan, esas olarak emekçi olan bu kesimler aykırı milliyetçi çağrıları söyleminde barındırmayan sosyalist solun toplumsal dayanaklarına dahil olacaklardır. Lenin’in ilerici asimilasyon dediği olgu tam da budur.

Türkiye’de İslamcı ve Kürtçü partilerin bu kadar revaç görmesinin önemli bir sosyolojik nedeni, Türkiye’de iç pazarı gözeten bir büyüme modelini uygulayan, bu çerçevede popülist ekonomi politikalarına referans veren bir siyasal anlayışın 1950-1980 dönemindeki hakimiyetinin sona ermesinden sonra kırdan kente göçün baş döndürücü bir hızla ve adeta zincirlerinden boşanırcasına cereyan etmekte olmasıdır.  “Ortak ekonomik yaşam” ın sosyal tabanının radikal  bir eşitsizliğe maruz kalarak egemenler lehine ve öncelenmemiş ölçüde daralmasıdır.  Kültürel dışlanmışlık söylemi bu reel şartlarda etkili oluyor tabii.

Bu göç eden kitleleri göç ettikleri kentlerde konfora kavuşturacak olanaklar, en önemlisi geçiş ve adaptasyon sürecini nispeten sancısız kılacak kurum veya oluşumların bulunmamasıdır. Cemaatçilik, tarikatler, dinsel ve etnik kollektif öz savunmacı ideolojiler, kanaatler bu koşullarda boy atabiliyor.Bir ihtiyaçtan doğuyorlar.  Soğuk savaş şartlarında tasfiyeye uğramış, örgütsel varoluşu ortadan kaldırılmış, bununla alakalı olarak, içinde her zaman barındırdığı küçük burjuva öznelerin narodnik, bundist, milliyetçi ve liberal telkinlerinin zuhur edecek ortamı bulmuş olması,  sosyalist solun sınıfsal çağrısının bu göçmen kitlelere ulaşmasını engellemiştir.

Burada izninizle bir parantez açacağım: Kapitalizm bir toplumsal formasyon olarak arkaik ve farklı gelişme düzey ve tempolarına sahip üretim ve kültürel ilişkileri sistemine entegre eder. Sadece yerel, ulusal düzeyde değil, global olarak da. Yani kapitalist maddi ilişkilerin tek biçimli, birbirlerine eşit, senkronize  bir içeriği yoktur. Bu bakımdan, Marks’ın yaşadığı dönemin koşullarından (kapitalizm henüz global bir sistem değildir)  ve tabii izlediği çalışma yönteminden (olgunlaşmış kapitalizm çalışma nesnesidir)  de kaynaklanan algısında olduğu gibi, kendi içine kapalı, ideal tipte bir kapitalist sistem tasavvuru, kapitalizmin emperyalist aşamaya doğru evrilmesiyle geçerliliğini anlamlı ölçüde kaybetmiştir. Sadece maddi üretim ilişkileri değil, kültürel ilişkiler de benzer bir görünüm arz ederler. Özcesi, burjuva toplumu kapitalist maddi ilişkiler üzerinde yükselir, ancak ikisi birbirlerine eşit değildir. Veyahut böyle bir eşitlik tahayyülü her durumda isabetli olmayabilir. Bu formasyon içinde yer tutan sınıfsal öznelerin bilinçlerinde bu eşitsizliğin etkileri, yansımaları saptanabilir.

Global çapta süre giden kapitalizmin bunalımın etkileri ülkemizde de alttan alta hissedilmekte, ilk elden sosyal sonuçları (işsizlik, proleterleşme, barınma ve beslenme sorunları, mesela kırsal kesimlerde dahi boşanma oranlarındaki anlamlı artış,  geleneksel aile yapılarının çözülmesi,  suç oranlarındaki dramatik artış, özellikle fuhuş ve uyuşturucu kullanımında öncelenmemiş yaygınlaşma) giderek artan ölçülerde tespit edilmektedir. Kapıyı zorlayan büyük ekonomik bunalımın bu olumsuz koşulları daha da yaygınlaştırarak ağırlaştırması beklenmelidir. Bu noktada şu saptamayı da yapmalıyım:  Türkiye’de özellikle son otuz yıldan beri yaşanmakta olan sosyolojik gerçeklikle, 2.D.Savaşı sonrasında Batılı kapitalist ülkelerde yaşanan aynı gerçeklik arasında,  tempo farkları bir yana bırakılacak olursa, bir koşutluk olduğu gözlemlenebilmektedir.

Son olarak, CHP’ye yönelik solcu eleştirilerle ilgili olarak şunları söylemek istiyorum: CHP’yi şikayet etmeyi bırakalım. CHP’den daha fazlasını beklemek doğru olmaz. Böyle bir beklenti sosyalistlerin işi de olmamalı. Fransa’da SP, İngiltere’de İP, Almanya’da SDP, İtalya’da DP ne kadar solsa,  eski çizgilerine göre dahi, ne kadar oportünistlerse, ne kadar emperyalist siyasetlerin destekçisilerse, Türkiye’nin CHP’si de kendi çapında o kadar soldur, opotünisttir, emperyalizm yanlısıdır. CHP bundan farklı davranamaz. Sosyalistlerin ne kadar sol olduğu tartışma götürür bir parti üzerinde, kendilerini ihmal edecek kadar durmalarının anlamı yok. Halka neden CHP ile olamayacağını, ya da ne kadar olabileceğini anlatarak, sol bir seçeneğin zaruretini anlatmaya çalışmalıdır. CHP, müesses AKP rejiminin müesses muhalefetidir.

CHP’nin solunda güçlü bir oluşum, CHP’nin daha da sağa savrulmasını önleyebilir. Kendi solundakilerle güç birliği yapmak adına ikna edici olabilir. Sosyalist sol seçenek güçlü bir şekilde oluşmadan CHP’nin kendi solunu dikkate alması beklenmemelidir. Devrimci sol kendi içinde güç birliği yaparak, bu bilinçle kararlı şekilde hareket etmediği sürece, gelişmesi CHP tarafından  önlenmeye devam edecektir. Sosyalist sol CHP’ye kafayı takmak yerine, kendi potansiyel taşıyıcı öznelerinin ağırlıklı olarak yer aldığı CHP seçmenleri üzerinde çalışmalıdır.

Son olarak, AKP rejimi ancak Haziran halkının başladığı işi bitirmesiyle mümkün olabilir. Sokakta başladı, sokakta bitecek.


SEÇİMLER ÜZERİNE 2

Seçim sonuçlarının analiz edenlerin dikkat çektikleri bir konu da, halk kitlelerinin neo-liberal parasalcı ekonomik politikaların gereği olarak borç, kredi, taksit sarmalı içine sokulmuş olduğu gerçeğidir. Parasalcı ekonominin motoru borçlandırmadır. Özellikle son otuz küsur yılda, global ölçekte, sıcak para akışındaki artış hemen hemen yüzde 25 düzeyindedir. Global GSMH içinde finansal varlıkların payı dört misli artmıştır. Global ölçekte, finansal varlıkların değeri 1980’de 10-12 trilyon civarındayken, 2008’de patlayan kriz öncesinde, bu varlıkların değeri 200 trilyon dolara yaklaşmıştır. Bu finansal sermayenin borç, kredi vererek beslendiği malumdur. Artık iktisadi durumun analizinde kullanılan  kriterler içinde  “fert başına borçluluk” ölçütü,  “fert başına gelir” ölçütüne nazaran daha büyük bir önem kazanmıştır. Nitekim, ABD’de kriz patlak verdiğinde, ülke fertlerinin her 100 dolarlık gelire karşılık 129 dolar borçları olduğu tespit edilmişti.

Türkiye’de de durum farklı değildir. Bu vak’a bireylerin siyasal davranışları üzerinde etkili olmaktadır. Borç sarmalındaki bireyin istikrar arayacağı aşikardır. Ancak bu iktisadi koşulların sürdürülmesi, tıpkı ABD’de, Yunanistan’da ve başka yerlerde olduğu gibi, mümkün değildir. Krediler, verilmiş borçlar geri dönmezse, ödenmezse, sistemin işlemesi mümkün olamaz. Yakın bir zamanda, en çok kredi dağıtılmış alanların başında gelen konut sektöründen başlayacak bir krizin ortaya çıkacağı tahmin ediliyor.

Kredi, taksit sistemi, dar gelirli yurttaşları istikrar arayışı içine sokarken , bununla bağlantılı olarak onların kendileriyle ilgili sınıfsal öz algılarını da manipüle ediyor. Bu bakımdan maddi olanaklara kavuşmak, yaşam kalitelerini arttırmak  anlamında modernleşmek arzusundaki gelenekçi halk kesimleri arasında yanlış bir  “orta sınıf” bilinci oluşuyor. Cüzdanında üç beş adet kredi kartı bulunan kişi, kendisini orta gelir grubuna dahil olarak tahayyül edebiliyor. Böylece düzene bağlanma ihtiyacı duyuyor. Elimde bilimsel araştırma sonuçları bulunmuyor, ancak sokakta yaptığım gözlemler, bu “orta sınıflaşma” kuruntusunun en az kentli modern halk kesimleri kadar, geleneksel halk sınıfları arasında da yaygın olduğunu gösteriyor. Söz konusu kesimlerin tüketim davranışları, modern kesimlerin benzer davranışlarını model almaktadır.

Parasalcı kapitalizm girdiği her yerde balonlar yaratır. Bu balonlaşma sadece iktisadi bir vak’a değil, aynı zamanda, bireylerin konumlarıyla ilgili öz algılarına dahi müdahale eden, onu çarpıtan bir işleyişe sahiptir. Ekonomik temeli patlayıp, çökünce, sosyal sonuçlarının, siyaseti etkileyecek sosyal-psikolojik sonuçlarının  olacağı aşikardır. ABD’de, Yunanistan’da, İtalya’da ve başka yerlerde sonuçlar halen dramatik bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Sistem, başlangıçta verdiklerini, misliyle geri almaktadır : “Sana 100 dolar veriyorum, bana 129 dolar geri ödemen gerekiyor”. Borç sarmalı içerisine sokulmuş insanın siyasal ufku daralır. Gericileşir. Çoğu durumda, kendisini egemenlerin elinde bir rehin olarak görür. Kriz patlak verdiğinde, bunların otomatik olarak sola meyledecekleri beklentisinin de, genel olarak, kuruntudan öte bir anlamının olmadığı dünyada yaşanmakta olan vak’alar dolayısıyla gözlemlenebilmektedir. Yani, amiyane tabirle, denize düşen yılana sarılabilmektedir. Bugün halen geniş halk kesimleri tarafından Berlusconi’lerin, Papandreu’ların, Timoşenko’ların, Tayyip’lerin yani müsebbiplerin kurtarıcı olarak görüldüğü ortadadır.

Parasalcı ekonominin bir başka sosyal sonucu,  rant, yağma ve kumarhane ekonomisinin başat hale gelmesi, reel ekonominin, tarım ve sanayinin  gerilemesiyle, kentlere yığılan ve safları giderek artan fazla iş gücü işlevi gören  nüfustur. Bu nüfus içinde faşist diktatörlüğe, ırkçı, gerici diktatörlüklere taban teşkil edecek, kendilerini bekledikleri bir karizmatik liderle özdeşleştimeye hazır “kalabalık” ın oluştuğu açıkça görülmektedir. Rant ve kumarhane ekonomisi hem burjuva sınıf içinde hem de halk sınıfları içinde lumpenleşme eğilimlerini güçlendirmektedir. İşbirlikçi yapısının da katkısıyla burjuvazi  bu eğilime teşnedir. Bununla birlikte, bu lumpenleşme  vak’ası sadece ülkemiz için geçerli değildir. Benzer durumdaki ülkelerde ve hatta  Batı’da da, şu ya bu derecede, canlı bir olgudur.

Yaygın kredi sistemi, bir çok bireyi, kendi işini kurma hayalini gerçekleştirmeye sevk etmiştir. Ülkede esnaflaşma ve esnaf iflası dikkate değer bir olgudur. Esnaflaşma eğilimi, AKP’nin siyasal tabanını konsolide etmektedir. Gelgelelim bu kesim, ekonomik durgunluk ve buna ilaveten büyük sermayenin rekabeti karşısında gayet kırılgandır. Artan iflaslar bunun göstergesidir. Bu kesimler, ekonomik baskılar altında daha otoriter siyasal arayışlar içerisine giriyorlar.

Türkiye’de işçi sınıfı ağırlıklı olarak küçük işletmelerde yoğunlaşmıştır. Sanayinin, KİT’lerin çeşitli şekillerde tasfiyesi, sendikal yapılanmayı sadece nicelik olarak değil, nitelik olarak da zayıflatmış, sendikalarda, emekten yana siyasal programlarla bağlantılandırılmamış ekonomist yaklaşımları konsolide etmiştir. Yedek işçi ordusu saflarının sürekli genişlemesi (Aslında bu global bir sorundur. Emperyalistler üçüncü dünya iş gücünü kendi ülke emekçilerine karşı yedek iş gücü şantajı adına kullanmaktadırlar. Bunu sadece kendi ülkelerindeki göçmen nüfusla değil, Çin, Hindistan, Vietnam, Tayland,Pakistan, Bangladeş, Endonezya gibi ülkelerdeki reel ve yedek iş gücü sayesinde de yapıyorlar.) Taşeron uygulamaları, sosyal güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, siyasal kayırmacılık, yandaşlık, cemaatçilik, şantaj, işini kaybetme korkusu gibi etkenler de ülkemiz işçi sınıfının bütünsel sınıfsal öz algısını çarpıtmıştır. İşçi sınıfı içinde gerici siyasal davranışlar ihmal edilemeyecek bir düzeydedir. Bu arada işbirlikçi sendikacılık da öncelenmemiş ölçüde vak’adır.


SEÇİMLER ÜZERİNE 1

Önce şu tespiti yapalım, bu seçimlere Haziran halk hareketinin yol açmış olduğu siyasal koşullar damgasını vurmuştur. Haziran’da halk AKP rejimine ağır bir darbe vurmuş ama rejimi yıkamamıştır. Bu durum seçim sonuçları üzerinde etkili olmuştur. Siyasette ayaklanmayla ağır yaraladığınız iktidardaki rakibinizi devre dışı bırakamamışsanız, o yaralı haliyle dahi iktidarda size karşı avantajlı konumda olacaktır. Kitleler, kesin sonuç alamamış muhalif ayaklanmacıların yenildiğini düşünüp, yaralı da olsa hala gücü temsil eden  iktidarın arkasında duracaklardır. Siyasal tarih bu saptamayı doğrulayan çok sayıda örnekle doludur. Siyasette yarım kalmış bir hamle o hamleyi yapanlar adına bir bumerang haline dönüşebiliyor. Ancak iktidardakiler için de elde ettikleri zaferin bir “pirus zaferi” olduğunu kavrayamama bizatihi  bir bumerang haline gelebiliyor. Aynı halk tarafından gerçekleştirilen daha büyük ve  yıkıcı bir darbeyle veda edebiliyorlar.  Hem de tam artık rahata erdikleri kuruntusuna kapıldıkları bir zamanda.

Şimdi sosyolojik açıdan sonuçlara bakalım. Seçim sonuçları bir kez daha sosyolojik bir gerçekliğin altını çizmiştir. Kent merkezlerine doğru sol  eğilimli oylar artıyor. Kırlara ve onun kentteki uzantısı olarak da görülebilecek varoşlara gidildikçe sol oylar düşmektedir. Varoşla kır arasında canlı ilişkiler, ya da en azından taze hatıraların olduğu vak’adır.

Nitekim, bu gerçekliği görmüş olan iktidar partisi, seçim sonuçlarının kendi lehine sonuçlanmasına katkı yapacak önlemler almış, yasal değişikliklerle, kırsal kesimlerin de büyük kentler için oy verebileceği düzenlemeler yapmıştır.

Seçim sonuçlarına baktığımızda, sağ partileri, özellikle AKP’yi destekleyen seçmen davranışlarının “dinci” değil ama “gelenekçi” olduğunu gözlemliyoruz. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Genellikle geleneksel olanı dine indirgemek gibi bir yanlış yapılıyor. Gelenek içinde dinsel referans önemli bir yer tutar. Gelgelelim, dine indirgenemez. Mesela, “başörtüsü” basitçe dinsel değil, geleneksel bir giysidir. Başörtüsü takanların hepsini, dinsel inanışları çok kuvvetli, daha doğrusu dinsel pratikleri düzenli olarak yerine getiren insanlar olarak görmek doğru olmaz. Başörtüsü, gelenek ve modernin kentte karşılaşmasından çıkmıştır. Onun siyasal, ideolojik olarak istismarı ayrı bir konudur.

Mesela daha önceki yıllarda, 50’lerdeki, 60’lardaki, 70’lerdeki kırdan kente göçlerde de kadınların kahir ekseriyetinin başörtüsü kullanmış olduğu vak’adır. O zaman bugünkü “türban” modeli yoktu. Bilinmiyordu, model olarak sunulmamıştı. Ancak baş örtme davranışı o zaman da vardı. O zaman da salt dinsel olmaktan çok geleneksel bir anlamı vardı. Bugünkü durum dünyanın emperyalistler tarafından dinselleştirildiği bir çerçevede ortaya çıkmıştır. Din vurgusunu ağırlıklı hale getirmiş olan emperyalizmin bu ihtiyacıdır.

Geçerken şunu da belirtmem lazım, gelenek kırsal olana, kırsal geçmişe, bir çok vak’ada pre-kapitalist ilişki biçimlerine, arkaik özlemlere gönderme yapan değerleri, davranışları, direnişleri, özcesi, maddi ve manevi kültürel anlamları, anlamlandırmaları, pratikleri içerir.

Gelenek her zaman modern karşısında savunmacıdır. Modernin nimet olarak gördüğü maddi ve teknik olanaklarından yararlanırken, bunu manevi değerlerini koruyarak gerçekleştirmek ister. Öyleyse gelenekçi, çelişkiler içinde yaşayan güvensizlik duygusuyla dolu bir tiptir. Ortasına atılmış olduğu kent hayatında tutunma ihtiyacını şiddetle hisseder. Toplumsal örgütsüzlüğün vak’a olduğu koşullarda bu tutunma ihtiyacı daha yakıcı bir hal alır. Gelgelelim, “gelenek” geçiş sürecindeki ontolojik özne üzerinde ideolojik olarak kurulur. yani “gelenek” somut bir vak’adır ama “gelenekçi” ideolojik bir kurgudur. Bunu aklımızdan çıkarmayalım.

Geçiş sürecindeki kurgulanmış öznenin modern yaşama biçimlerini savunan kentli kitleler karşısında, iletişimsizlik yüzünden yabancılık hissi katmerlenir. Bu kentli kesimlerin gelenekçi taarruza toplumsal olarak tepki verdikleri koşullarda, bu stratejiden nemalanan siyasal partilerin istismarıyla, varoluşsal bir paniğe  kapıldığı görülebilir. Türkiye’de 2007 “bayrak mitingleri” ve 2013 “Gezi ayaklanması” karşısında söz konusu gelenekçi kesimlerde bu yukarıdaki saptamayı teyit eden siyasal davranış biçimlerini tespit etmek olanaklıdır.

“AKP = yoksulların partisi” eşitliği doğru değildir. AKP’yi destekleyen kesimler arasında geniş yoksul kesimler vardır. Tamam. Ancak, AKP’ye muhalefet eden kesimler arasında da yoksul, sürekli olarak yoksullaştığını gören, yoksunlaştığını fark eden geniş bir nüfus vardır. Sonra, yoksulların partisi olmak demek, yoksulların çıkarlarını öne koyan bir program ve politik pratik demektir. Vahşi kapitalizmin bayraktarı olan  AKP’nin böyle bir parti olduğu iddia edilemez. Sosyalist siyaset, illüzyon ve gerçeklik arasındaki farkı ortaya çıkartır. Sosyalist sol siyasetin sorunu, bu kesimleri sınıf siyaseti etrafında birleştirebilecek bir stratejiyi  geliştirememiş olmasıdır. Böylece söz konusu geniş kitlelerin muhafazakar ve sol görünümlü partiler tarafından istismarına mani olamamaktadır. Son araştırmalar, ülkemiz nüfusunun yüzde 65’ten fazlasının ücretli kesimlerden oluştuğunu göstermektedir. Sosyalist siyasetin çıkış noktası burası olmalıdır. Burada sol siyasetin boy atması için büyük bir olanak vardır.

Sol, gelenekçi ve modern değerleri çatıştıran, bu çatıştırmadan beslenen düzen partilerinin tuzağına düşmekten kaçınmalıdır. Sol, emeğin, emekçi sınıfların siyasetidir. Bütün stratejisini bunun üzerine oturtmalıdır. Özgürlükçüdür, ama eşitliğe dayanan, eşitliğe, toplumsal adalete referans veren bir özgürlük anlayışına sahiptir. Bu referansların ancak kamusalcı koşullarda ete kemiğe büründürülebileceğine inanır.

Sol, ideolojik olarak kurulmuş olanı veri alarak değil, gerçeklikten hareket etmelidir. Israrla çatışmanın sınıf mücadelesi, zengin yoksul kavgası olduğunu, bu kavgayı “peçe” ile örtme çabasının, düzenin sahtekârlığı olduğunu anlatmalıdır.

Zaten şunu biliyoruz: Sınıflı toplumların tarihin belli dönemlerinde sınıf mücadelelerinin geleneksel, dinsel ya da genel bir ifadeyle, kültürel görünümler altında dışa vurulduğunu görürüz. Ancak bu görünümlerin altına inildiğinde, ekonomi-politik gerçeklik bütün çıplaklığıyla tespit edilir. Bugün Türkiye’de de kültürel görünüme sahip toplumsal-siyasal yarılmanın,  esasen derin ve geniş maddi toplumsal eşitsizliğin manipüle edilmiş bir ifadesi olduğunu ihmal etmeyeceğiz.

Ezilen halk sınıfları, çoğu durumda, bu hallerini asıl nedenlerini hedefleyecek şekilde protesto edecekleri bilinç düzeyinde bulunmazlar. Bu düzeye erişmelerine yardımcı olacak sınıfsal ekonomik ve politik kanallardan, araçlardan mahrum olabilirler.  Sonra, tarihsel devirler içinde  toplumsal sınıfların, hatta maddi üretim ilişkilerinde tuttukları nesnel konum itibarıyla, en ilerici siyasal misyon yüklenmesi beklenenlerin dahi, gerici konumlara savrulabildiklerini görebiliyoruz.  Bunun ayrımsız, gelişmiş, gelişmekte olan kapitalist ülkelerde tarihsel vak’adan olduğunu biliyoruz.

Devrimci sol strateji, tek tek toplumsal sorun alanlarına,” mikro” çatışma alanlarına ve bu “mikro” çatışmaların öznel taşıyıcılarına referans veren varsayımsal, eklektik çoğul mücadeleler alanında konumlanamaz.  Bu esasen “post-marksist”, post-modern burjuva siyasetinin yaklaşımıdır. Kapitalizmin artık zafere ulaşmış olduğundan hareketle, sosyalizm mücadelesi yerine “muzaffer kapitalizm” in aksaklıklarının giderilmesini amaçlayan muhalif hareketlere yönelinmesi talep edilir. Elbette devrimci solcular bu farklı çatışma alanlarına kayıtsız kalmazlar, fakat bu çatışmalar modern kapitalist toplumdan kaynaklanır. Öyleyse, sosyalist devrimci hareket stratejisinin ana eksenini onlar üzerinde kuramaz. Doğrudan kapitalizmi hedefine oturtur.  Bu çerçevede, “saygı” talebini öne çıkarmak da yersizdir. Proleter devrimci söylemi, “ilerici”, “en modern” metaların pazarlandığı süper market algısından kurtarmak gerekir.

Bütün bu ayyuka çıkmış hırsızlıklara, rezilliklere rağmen AKP neden hâlâ baş siyasal oyuncudur? Bu durumu sadece muhalefetin performansıyla izah etmek yeterli olmaz. Yine gelenekçi AKP seçmen tabanına bakmak lazım. Gelenekçi tanım itibarıyla anakronik bir tiptir. Kaçınılmaz olarak romantiktir.  Gerçeklik dünyasından kopuk, dahası ona inanmak istemeyen, hayali, kayıp, bir daha yaşanması olanaklı olmayan  bir dünyanın özlemi içindedir. Yani günlük hayatında her gün yalanı, iki yüzlülüğü yeniden üretir. İki yüzlülük hayata tutunması, vicdanını yatıştırması bakımından elzemdir.  Bu sosyal psikoloji her yerden adeta fışkıran modernin ortasında anlamlandırma sorunları, anlam boşluklarıyla kırılganlaşır. “Tayyip” figürü onun hayatındaki anlam boşluğunu dolduruyor. Ağır güvensizlik ortamında, bir tür öz güven aracı oluyor.

Bu noktada, elitizm, “inanca saygısızlık” argümanı da boşa düşer. Bu memlekette hiç bir başbakan, milyonlarca insanı hedef alarak “ayakların baş olduğu nerede görülmüş” dememiştir. Hiç bir bakan doğrudan dine, inanca  küfür etmemiştir. Buna karşın bu siyasal tipler çok ağırlıklı olarak o gelenekçi kesimlerden, önceden olduğu gibi,  oy alabiliyorlarsa, bu argümanların sözcüleri bu hali izah etmekle yükümlüdürler.

Tapelerin, videoların uçuştuğu günlerde, kapıcımız bana soruyor: “Ağabey sen de bütün bu yalanlara inanmıyorsun değil mi? ” Bu vak’a da kapıcı şaşkın, hatta şoka uğramış ama kabul etmiyor. İnanmayarak hayal kırıklığından sıyrılmaya çalışıyor. Nazi filozofu Heiddeger’in savunmasını hatırlayınız. “Yahudilere yapılanları duyuyorduk ama inanmıyorduk.” Yani inanmak istemiyorduk demeye getiriyor. Tabii yalan söylüyor. Çünkü olup biten herkesin gözlerinin önünde cereyan ediyordu. O, kendisine tatmin duygusu veren yalan üzerine kurulu, hayali  dünyasını ayakta tutmak için olup biten rezillikleri görmek istemiyordu. Olmuyorlarmış gibi davranıyordu.

Bu işin bir boyutu. Bir başka boyutu da şudur: Bakıyoruz, Fransa’da sol önemli bir yenilgi aldı. Irkçılar güçlendi. İtalya’da Berlusconi, (sanıyorum Mayıs ayında)yapılacak seçimlere katılırsa, kazanması  en şanslı aday olarak gösteriliyor. Yani, bütün hırsızlıklarına, arsızlıklarına rağmen. Yunanistan’da ülkeyi ekonomik ve sosyal çok ağır bir bunalıma sürükleyen partiler ve liderler halen Yunan siyasetini belirliyorlar. Halen umut olabiliyorlar. Ukrayna’da hırsızlıkları yüzünden yargılanıp, hapse mahkum olmuş eski başbakan Timoşenko, hapisten çıkartılıp tekrar ülkeyi yönetmesi isteniyor.

Yani bu bakımdan sorun sadece Türkiye seçmeninde değil. Mesele, genel olarak solun yediği tarihsel darbeden, global karşı devrimci saldırıdan sonra toparlanmakta zorlanmakta olmasıdır. Neo-liberal ekonomi-politik bu toparlanmayı güçleştirmiştir. Sol siyasetin taşıyıcı sınıfsal öznelerini, örgütlerini önemli ölçüde tasfiye ve izole etmiştir.
Burjuva siyaseti sürekli patinaj halindedir. Hem dış hem de iç politikada. Bu yüzden seçim sonuçları birbirlerinin tekrarı olmakta, hep aynı düzen oyuncularının, birbirlerinden farkı olmayan politik vaatleri arasında debelenip durmaktadır. Dar alanda top çevirmektedirler. Bu koşullarda, toplumsal sorunlar, safları sürekli kalabalıklaşan emekçilerin  sorunları ertelenerek ağırlaştırılmaktadır.
Türkiye’de de durum farklı değildir. CHP, AKP’den değişik bir şey mi söylüyor? Yolsuzluk, dürüstlük üzerinden siyaset yapmak, artık son 30 yılda ahlak anlayışları yalama olmuş, yaşanan şartlarda yolsuzluğu, kim iktidara gelirse gelsin, kaçınılmaz bir olgu olarak görmeye başlamış  kitleler nazarında (bu global bir vak’a olarak görülmelidir), üstelik bu yolsuzluk eleştirileri kendi sicilleri  pek parlak olmayan politik figürler tarafından da yapılıyorsa, pek bir etkisi olmuyor.
Halk sınıflarına onların toplumsal sorunlarını çözecek bir siyasal program sunulamıyor. Kültürel vurgular öne çıkınca, kültürel kitlesel tepkiler de otomatik olarak devreye giriyor. Ufku ağır yaşam koşulları altında iyice daralmakta olan halk kitleleri kültürel günah keçileri arayıp bulmaya teşne oluyor.
Sosyalist solun özellikle son otuz küsur yılda oluşmuş toplumsal-siyasal cepheleşmenin koordinatlarını tek başına belirleme olanağı yoktu. Böyle bir belirlemede, sol adına başka bir çok oyuncunun, özellikle de resmi ya da rejim açısından steril görülen anlayışların çok daha etkili olduğu kabul edilmelidir.Sonra AKP, on yıllardan beri oluşturulan hazır olarak bulduğu bir sosyolojik gerçekliğin talebi üzerine zuhur etmiş, o gerçekliğe “cuk” diye oturmuş, onu siyasal timarı haline getirmiştir.Sosyalist sol seçimlere, 2007’deki cumhuriyet mitinglerinden itibaren derinleşen, anlamsal olarak belirlenimi kendisini aşan verili cepheleşme ortamında girmiştir. 
Bugün Türkiye’de düzenin sağı ve soluyla hiç bir siyasal parti halk sınıfları nezdinde geleceği olan siyasal bir yatırım anlamına gelen bir başarı elde edememiştir. Hepsinin derdi günü kurtarmaktır. Hiç birisinin bir programatik başarısı yoktur. İçeride yağmanın paylaşılması, dışarıda emperyalizmin savaş arabasına koşulmak için yarışmaktadırlar.

 

Tweetle

Türkiye sosyalist hareketi Türk ve Kürt ulusalcılıklarının timarı olmaktan kurtulmalıdır

Paris cinayetlerini, Suriye’deki emperyalist savaşın ve anti-emperyalist direnişin en şiddetli şekilde sürdüğü şartlarda, ABD’nin Suriye’ye karşı ittifakı takviye etme beklentileri doğrultusunda, AKP hükümetinin yetkilendirmesiyle MİT’in işlemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu cinayetlerde Öcalan’ın bilgisi ve hatta yönlendirmesinden den söz edilebilir.

Oslo’daki PKK-AKP pazarlığı, muhtemelen dağ kadrolarına daha yakın Avrupa’daki PKK birimleri tarafından öne sürülen talepler yüzünden sona ermiştir.Oslo görüşmelerinde Öcalan’ın doğrudan taraf olmadığı anlaşılıyor. Öcalan, Oslo’daki başarısızlığı, PKK ve genel olarak Kürt siyaseti üzerindeki otoritesini  yenilemek için   kendi adına fırsata çevirmek istemiştir. Nitekim,  “İmralı süreci” bu cinayetler sonrasında başlamış, Öcalan ve TC devleti adına MİT bu yeni başlatılan sürecin doğrudan tarafları haline gelmişler, Oslo’da ne olduğunu henüz bilmediğimiz engeller aşılmıştır.

Bu iddiamın bir karine değerini taşığını, Öcalan’ın ve PKK’sının kariyerine bakarak söylüyorum. Zaten kendisi şimdi Aydınlıkçıların yayınlamakta olduğu sorgulamasında, onun için potansiyel dahi olsa her engeli her rakibi her şekilde tasfiye ettiğini açıkça söylüyor. Bunlar sır değil. Evveliyatı da var.

Şimdi “Kürt solcuları” ve onların ağzına bakan diğerlerinin bu cinayetler dolayısıyla MİT’i suçlarken, halen doğrudan  MİT’le bir “barış süreci” üzerinde çalışılmakta olduğu gerçeğini görmezden gelmeleri, herhalde köylü kurnazlığının bir başka manidar örneğidir. Tıpkı Tayyip’in bir yığın yolsuzluk, hukuksuzluk, hırsızlık iddiaları karşısında, “yavuz hırsız” rolünü oynaması gibi, Öcalan ve taraftarları da pişkince davranmaktan kaçınmıyorlar.

“Yavuz hırsız” demişken, bir söz de alevi Kürtlere, Öcalan bir çok kez konuşmalarında kendisini Yavuz Sultan Selim’e benzettiğini söyler. Burada doğrudan ifade etmese de, kast ettiği Osmanlı sünni birliğidir. Nitekim, “barış süreci” safsatasını ilan eden ve Diyarbakır’da halka okunan mektubunda “sünni birliği” ne açık bir  vurgu yaparak dilinin altındaki baklayı çıkarmıştır. Bu bakımdan dün ve bugün Öcalan’da bir değişme olmamıştır. Ne diyelim, Öcalan’dan bir kahraman yaratmaya çalışan Kürtlerin, özellikle de alevi Kürtlerin işi çok zor.

Görüyoruz, etnici, mehzepçi ya da her ikisini birden ihtiva eden hareketler,ilkesiz, reel politik pozisyonları dolayısıyla,  gerici konumlara savrulma eğilimlerine sahip oluyorlar. Kaçınılmaz olarak.Türkiye sosyalist devrimci hareketi, bir yandan, Kürt-Türk ulusalcılığı ve onların açık ve gizli türev ya da yandaş örgütleriyle (Kürt ulusalcılığı ve bundizmi söz konusu olduğunda, etkileri itibarıyla, bunların sol harekette beyni küçük ve kuyruğu uzun bir yaratığı andırdığı malumdur); öte yandan, liberalizmle (özgürlükçü ve dayanışmacı anlayışların da bu   liberalizmin insan kaynağını devşirdiği “sol” mezbeleyi teşkil ettiği ampirik bir gerçektir)mücadele etmeden tam olarak doğrulamaz.

Bu iki gericilikle amansız bir fikri ve siyasi mücadele elzemdir.Kürt siyasetinin Türkiye solunda halen (ancak Haziran öncesine göre Kürt gericiliğinin ya da Erdoğan-Öcalan gericiliğinin geriletilmesinde epey mesafe kat edilmiş olduğunu da kabul etmek gerekir. AKP rejimi ona elini uzatan her eli kirletiyor.Kaçınılmaz olarak kendisi gibi gericileştiriyor.) bu denli etkili olması, büyük kentlerin özellikle varoşlarında sol siyasetin ağırlıklı olarak Kürt ve Kürt-Alevi özneler tarafından temsil ediliyor olmasıyla da alakalıdır. Bu kesimlerin önemli bir kısmı  bağımsız görünen siyasal örgütler altında Kürt siyasetinin vesayetine tabidirler.

Bu kesimlerle  mücadeleye girilmeden Türkiye sosyalist hareketinin toparlanması, ülkenin insan kompozisyonun ihtiva ettiği çeşitliliği kucaklaması kabil olmayacaktır. Sosyalist devrimci solu, Kürt, Türk etnikçiliği ve mezhepçilikten kurtarmak zorundayız. Elbette AKP’nin izlemiş olduğu mezhepçilik kaçınılmaz olarak karşıtı olan mezhepçi eğilimleri kışkırtıyor (Geçenlerde bir gazetede vardı, bir CHP vekili hapishanelerle ilgili olarak yaptığı incelemesinde, bir hapishanede bulunan MLSPB mensuplarının, Muharrem ayında aşure pişirmelerine izin verilmemiş olmasından ya da bir kaç hafta sonra izin verilmiş olmasından yakınıyordu.  Solculuk iddiasındaki  mahkumların  böyle bir taleplerinin olduğunu herhalde bu ülkede ilk kez duymuş oluyoruz. Bu örnek olayın dile getirdiğim kayguların anlaşılmasına yardımcı olacağını sanıyorum.) Fakat bu eğilimlere taviz vermemek lazım. Soyutlanmak pahasına bu doğrudan şaşmamak lazım. Bu bakımdan Lenin rehberimiz olmalıdır.

Aydınlık’ta yayınlanan Öcalan sorgusunun kayıtları karşısında sosyalist solcuların önemli bir kısmının Ufuk Uras gibi tepki vermiş olmaları (“Apo devletle kafa bulmuş” demişti) diğer bir kısmının suskunluğa gömülmüş olmasını anlamak, etnik ve mezhepçi eğilimlerinin soldaki hakimiyetini tespit ettiğimizde zor olmuyor tabii.

Toplumsal sorunların her biri kendi başına bir siyaset anlamı taşımaz. Dahası, bu sorunların her birinin doğrudan, başlıca siyaset haline gelmesi de gerekmez. Sonra, siyaset ve siyaset olanağını birbirine karıştırmamak gerekir. Siyaset olanağının bulunduğu her yer  zorunlu olarak siyasete tekabül etmiyor.

Kürt siyaseti, dayandığı siyaseten etnik olarak kodlanmış kitleler sayesinde, ihtiyaca göre, ha bire türev örgütler, partiler oluşturma kapasitesine sahip, HDP de bu örgütlerin en yenilerinden. HDP kimden oy alacak? HDP’ye oy vereceklerin ezici çoğunluğu Kürt oldukları için bunu yapacaklar. Yani, bu parti Kürt kimliğine çağrı yaptığı, ya da bu kimlik tarafından kodlanmış bir siyasal çağrıyı tanımı ve menşe itibarıyla öngörmüş olduğu için Kürt seçmenlerden oy alacak.Bu Kürt seçmen için önemli olan söz konusu kimliğe yapılan çağrıdır. Onun solcu veya sağcı olması, şu ya da bu programa sahip olması seçmenin ezici çoğunluğu bakımından bir anlam taşımamaktadır.

Genel olarak Kürt seçmene sol seçmen muamelesi yapmak  yanlış olur. Tersine, özellikle Kürtler arasında çoğunluğu teşkil eden sünni Kürt ahalinin büyük bir kısmının Tayyip seçmeniyle benzer fikir ve davranışlara sahip olduğu aşikardır.Kürtlerle birlikte hareket eden diğer solculara, sol hareketlere gelince, ikbal düşkünlüğünü bir yana bırakacak olursak, Kürtlere tutunmak kolay siyasal etki, güç sahibi olmanın aracıdır.Yani onları cezbeden  o hazır Kürt seçmen kitledir.

Tabii bu etnik gündemlere doğrudan referans vererek oluşturulmamış siyasetler içinde Kürt olup, bu kimliğini Kürt siyasetiyle işbirliği yaparak, Kürt siyaseti üzerinden  politikleştirmek gibi gizli ya da açıkça itiraf edilmemiş gündemi olan kayda değer sayıda sinik kişinin olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Bir başka nokta, “eş başkanlık” kepazeliğidir. Türkiye sosyalist hareketi bu kepazelik karşısında genel olarak suskunluğunu koruyor. Eğer kadınların önünü açmak istiyorsanız, onları bir erkek lidere iliştirmenize, ya da onun “öteki”si, gölgesi  haline getirmenize ne gerek var? Böyle yapmakla kadının “erkek toplumundaki aşağı konumu” nu sinikçe olumlamış olursunuz. Yani bu siyasal davranış, cinsiyetçi imalarıyla, kadın için bir bumerangtır.

Kadınların önü açılacaksa, Sırrı’yı başkan adayı yapacağına, bir kadını yaparsın. Şark kurnazlığına gerek yok. Sonra bu mantık sürdürülürse, erkeğin olduğu her idari birime, alana onun gölgesi işlevini görecek bir kadın da atamanız gerekir. Yani mesela, mahkemedeki erkek yargıcın yanına bir kadın yargıç, erkek okul müdürünün yanına bir kadın okul müdürü gibi.Bir de dikkat edilsin, hep başkanlar değil, “eş başkanlar” kadın oluyor. Kadınlar söz konusu olunca, buradaki “eş” sözcüğü de manidar oluyor. Kadınlar kendileriyle alay edilmekte olduğunun farkında değiller mi? Bu arada aklıma gelmişken, Kürt hareketi neden Apo’ya “eş önderlik” ihdas etmiyor?

Kürt hareketinin buradaki sorunu, Türkiye devrimci sosyalist hareketinden bir süreliğine devir aldığı aydınlanmacı karakterini kaybetmiş olması, arkaik, feodal davranış biçimlerine referans verir hale gelmiş olmasıdır.

Son olarak, önderlik, teorik ve pratik, ikisinin kesiştiği yere tekabül eden siyasi müdahale demektir. Soyutlanmak pahasına müdahale. Önderlik, liderlikle mümkün olabiliyor. Liderliğin kollektif olduğu örgütlerde önderlik kabiliyeti genellikle bulunmuyor. Liderliğin bazı vak’alarda kalitesiz olması, ondan vazgeçilmesini gerektirmez. Bıçakla adam da kesilebiliyor diye, onu kullanmaktan vazgeçmek doğru olmaz. Kaliteyi arttırmak daha sağlıklı yoldur. Kollektif liderlik, Sovyet ve Çin örneklerinde de görüldüğü gibi, restorasyon döneminin teslimiyetçi anlayışıyla uygunluk arz eder. Özgüvensizlik semptomu ve dekadan bir anlayıştır. Liderlik olmadan ne işlevsel bir Parti olabilir, ne de Cephe’si. İmralı ve Silivri’deki fırıldakların, liberal dayanışmacıların sultasını kırmak öncelikle liderlikle mümkün olabilir.


Orta Doğu’da burjuva siyasetinin çöküşü

Türkiye, Mısır, Tunus, Suriye vb ülkelerde, aşağıdan yukarı/yukarıdan aşağı nasıl gelirse gelsin, burjuva devrimleri, ulusal kurtuluş devrimleri sosyalizme doğru bir yürüyüş olmadığından tıkandılar. Attıkları sınırlı demokratik temellerin dahi  yıkılmasına zemin hazırladılar.

Burjuva ulusal kurtuluş hareketi marifetiyle, mesela, sömürgeciliğe, otokrasiye son veriliyor; politik yapı, temsil kabiliyeti eski rejime nispetle ileri düzeyde demokratikleştirilebiliyor, kültürel sahada, kadın/erkek ilişkilerinde, eğitimde demokratik adımlar atılabiliyor. Gelgelelim, sosyal-ekonomik yapıda, egemen sınıf ilişkilerinde devrimci bir dönüşüm yapılmadığı için çok geçmeden halk sınıflarının, emekçi sınıfların huzursuzluğuna , muhalif siyasal davranışlar göstermelerine tanık olunuyor. Emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonun mahiyetine bağlı olarak yoksulluk, sosyal eşitsizlik genişleyip, derinleşiyor.

Esasen ekonomik olan sorunlar,çoğu kez, sol siyasal muhalif kanallar kapatılmış olduğundan, kültürel, ideolojik tepkiler halinde dışa vuruluyor. Siyasal alan sol muhalefete ne kadar kapalı, dinci muhalefete ne açıksa, kültürel tepkiler de o ölçüde reaksiyoner olabiliyor.

Yeni burjuva rejimler, Mısır ve Türkiye  örneğinde olduğu gibi, kendilerini konsolide ederlerken hem dini hem de dinci siyaseti yardıma çağırıyorlar. Dinsel bir konumun ve dinci muhalefetin kapitalizmle bir sorunu olmadığı için kontrollü bir şekilde teşvik edilmek istendiği vak’adır. Buna karşın, devrimci sol, hatta ortanın biraz solundaki sol bile tehlike olarak görülüyor. Yine bu iki ülkede, sol karşısındaki bu paranoya,  SSCB ile girdikleri zorunlu ilişkiler esnasında daha da azabiliyordu. Böylece solun bastırıldığı ya da burjuva siyasetine uyruklaştırıldığı koşullarda, dinsel muhalefet alternatifsiz kalıyordu. Halk sınıflarının yaşam koşulları kötüleştiği ölçüde, bu muhalefet güç kazanıyordu. Sosyalist dünyaya karşı yürütülen soğuk savaş da, bu eğilimlerin teşvik edildiği iç koşullar ve dış bağlam arasında uyumluluğu sağlıyordu.

Gerek etnik siyaset ve gerekse dinsel siyaset, toplumdaki ekonomik, sınıfsal çelişkileri kültürel gerekçelere bağlar. Böylece toplumu, bir tarafın ezen, öteki tarafın ezilen olarak resmedildiği, dindarlar/laikler; Türkler/Kürtler; Aleviler/Sünniler şeklinde kültürel referanslarla kategorize etmeye çalışır. O kadar öyle ki, ekonomik sıkıntılar, toplumsal eşitsizlikler, adaletsizler içinde bunalan halk kitleleri, durumlarıyla bu kültürel çağrılar arasında neden sonuç ilişkisi kurmaya başlarlar. Esasen her noktasında eşitsizlik üreten kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan ekonomik ve siyasal sorunları, baskıları kendi kültürel kimlikleriyle bağdaştırdıkları bir bilinçle düşünmeye başlarlar. Mesela, “ben dindar olduğum için eziliyorum”  diye akıl yürütürler. Türkiye’de Kürt ulusal bilincinin uyanmasında bu giderek derinleşen eşitsiz ilişkiler, hiç şüphesiz,  etken olmuştur.

Bilindiği gibi Mısır, Nasır dönemi sonrasında, erken 70’li yıllarda, Nasır devrinde kurulmuş, refahçı sosyal politik referanslarıyla kamu sektörünü gözeten ekonomik büyüme ve kalkınma stratejisini,   emperyalist blokla entegrasyon adına terk edince, ülkenin sosyal dengeleri dramatik bir şekilde bozulmuştu. Tarımsal ağırlıklı olarak devlet sübvansiyonlarına dayanan ekonomi, bütçe kısıtlamaları, endüstriyel tarımsal ürünleri işleyen sanayilerin özelleştirilmesiyle imtiyazlarını yitirmiş, kırsal nüfusta kentlere doğru bir çözülme hız kazanmıştı.

Giderek, sosyal imalarıyla varoşlaşma, gecekondulaşma  ülkenin yoksulluğunun, yoksullaşmasının  göstergeleri haline geldiler. Kentlerde işsizlik, eğitim, sağlık, konut, beslenme,altyapı sorunları, mevcut sistem içinde, içinden çıkılması çok güç bir hale geldi.

Bu şartlarda, sol siyaset üzerindeki baskılar daha da arttırılırken, bu çözülmüş toplumsal dokunun uysallaştırılması adına dinselleştirme teşvik edildi. İslamcı siyaset, yoksul, ağırlıklı olarak göçle kentlere gelmiş nüfus içine nüfuz etme kabiliyetini arttırdı. İçinde dayanışmacı, “din kardeşliği”ne dayanan  bir söylemin dolaşımda olduğu reaksiyoner dayanışmacı örgütler mahallelerden boy vermeye başladı.

Benzer bir gelişme bizde  de seksenli yıllardan itibaren bariz bir şekilde yaşanmaya başlandı. Benzer sonuçları oldu. Türkiye’de yığınsallaşmış olarak yükselen Kürtçü ve islamcı siyasetler, 12 Eylül sonrasında, neo-liberal doğrultuda çözülen toplumsal-ekonomik yapıya, tasfiye edilen sol siyasete referans vermeden ele alınamazlar.

Sadece bölgemizdeki değil, dünyada dinci akımların ivme kazanması, bu arada, AKP’nin yükselişi, PKK’nin ortaya çıkışı değil ama,  geniş kitlesel bir tabana oturması, global neo-liberal ekonomi-politikle bağıntılıdır. Aynı nedenle de, emperyalist kültürel hegemonya içinde dinciliğin ayrıcalıklı bir yerinin olmasından vazgeçilememektedir.

Burada bir parantez açarak, Suriye’deki savaşın analizi yapılırken, baba Esad’ın son döneminde başlattığı emek düşmanı neo-liberal politikaların oğlu tarafından da sürdürülmesinin halk sınıflarında yarattığı hoşnutsuzluğu, tepkileri ihmal etmememiz gerektiğini belirtmek isterim. Emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğu, muhalif enerjisi, emperyalistler ve siyonist müttefikleri tarafından istismar edilmek istenmiştir. Suriye’de de, burjuva demokratik  Baas hareketi, sosyalist güçler tarafından emekten yana, kamusalcı bir aşamaya itilemediğinden tıkanmıştı.  Hatta önceden beri izlediği kamuyu gözeten, karma ekonomik modelden bile, Mısır ve Türkiye’deki benzerlerinde görüldüğü gibi, çark etmişti. Evet bir dış müdahale vardır ama öncesinde ona  çanak tutmuş iç koşullar vardı.

Bu her üç ülkenin “kemalist” iktidar elitleri kapitalist bir emperyalizm vizyonuna, kamusalcı bir sosyal devrim programına sahip olmadıkları, nüfuslarının farklı ulusal bileşenlerinin en temel haklarını görmezden geldikleri  için geniş halk sınıflarını karşılarına aldılar. Toplumsal tabanlarını daralttılar. Artık siyasal sınırlarına ulaşmışlardı.

Ancak onların islamcı muhaliflerinin kurdukları rejimlerin de devam etmesinin olanaklı olmadığı görülüyor. İslamcılar, dinci söylemlerine dayanarak neo-liberal sömürüyü daha fütursuz noktalara ulaştırmışlar, kendilerine bel bağlamış halka dilenciliği uygun görmüşlerdir. Emperyalist-siyonist global siyasetle öncelenmemiş ölçüde iç içe geçmişlerdir.

İslamcılık ve kemalizm aynı paranın iki farklı yüzü gibidirler. İkisi de, kapitalisttir. İkisi de anti-demokratiktir. İkisi de halk inisiyatifine güvenmez, olanak tanımaz. İkisi de elitistir, “ayaklar”ın “baş” olması ihtimalinden dahi tırsarlar. İkisi de, liberallerin iddiaları hilafına, “jakoben” ve “toplum mühendisi” dir. Birincisi kendi düzenini sürdürmek adına, seküler vizyonuna ihanet edercesine,  “dinsel açılımlar” a ,  ikincisi de, aynı kayguyla, din kardeşliği söylemine ihanet edercesine, “milli açılımlar” a   ihtiyaç duyabilmektedir. Yani her iki akımın siyasal içerikleri farklı olsa da, siyaset tarzları farklı değildir.


“Global kapitalizm”in açmazı

Şimdi şunu iyi görmek lazım, bu halk ayaklanmaları,birbirlerinden farklı ekonomik-politik-kültürel koşullar içinde bulunan, her biri aynı kapitalist emperyal sistemin bileşeni olan ülkelerde, aşağı yukarı eş zamanlı ve süreklilik gösteren bir halde devam etmektedir. Yani global bir görünüm arz etmektedir.

Bu insanların tepki ve talepleri, birbirleriyle bir çok noktada, ancak bir çok durumda farklı görünümler ve vurgular altında kesişmektedir. Bu nasıl izah edilebilir? Bir kere, uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin işleyişine referans vermeden bu olup bitenleri analiz edemezsiniz. Bu insanların görece, ekonomik açıdan müreffeh, demokratik olarak ileri olan ülkeler (mesela ABD, İtalya, İsveç, İspanya); ve görece, söz konusu göstergeler itibarıyla, orta kararda olduğu söylenen Yunanistan, Türkiye, Brezilya, Portekiz gibi ülkelerde; son olarak daha düşük bir profili bulunan, Mısır, Tunus, Bahreyn hatta İran (2-3 yıl öncesini hatırlayınız) gibi ülkelerde ortaya çıkması ve devam etmesi, ve bütün bu farklı gelişmişlik göstergeleriyle kat edilen ülke halkları arasındaki kendiliğinden iletişim ve dayanışmaya yol açması, bize doğrudan doğruya bütün bu insanların, genel çerçevesi itibarıyla, ortak bir uluslararası durumun mağduru olduklarını gösteriyor.

Evet, anti-demokratik, hukuk dışı otoriter politik baskılar, kültürel baskılar, ekolojik baskılar ve ekonomik baskılar bütün bu uluslararası ölçekli halk hareketlerinin ortak tetikleyicisidir. Hareketler sürdükçe, sokaklarda dövüşen insanlar bu mağduru oldukları problemler arasındaki içsel bağlantıları fark ediyorlar. Bu yüzdendir ki, “iki ağaç meselesi”, veya “otobüs bileti meselesi” haftalar süren mücadeleler halini alabiliyor. Liberal akıl hocalarının,” tamam park açıldı, istediğimizi aldık, bu işi bitirelim”; veya “Mursi düştü, muradımıza erdik, bırakalım artık”, veyahut “öbür talepleri bir yana bırakıp, askeri rejime karşı çıkalım” yollu telkinleri işe yaramamaktadır. Yaramayacaktır. Halklar, mesela Mısır’da, Mübarek’i neden düşürmüşse, Mursi’yi de ondan düşürmüşlerdir. Muhtemelen şimdiki “yeni” rejimi de aynı nedenden dolayı, özsel olarak, anti-kapitalist, anti-emperyalist talep ve özlemlerine yanıt vermemesi nedeniyle alt edeceklerdir.

Ayaklanma halindeki kitleleri kazıklamak güç olmaktadır. Halk hareketi etaplar halinde gelişir. Bir kaç etapta, hareketi böler, kitleleri kazıklayabilirsiniz. İki yıl önce Mısır’da kazık yiyen kitleler, bu kazığı sahiplerine geri yönlendirdiler. Bugün de bir kazıkla karşı karşıyalar ancak bu da tutmayacak. Ayaklanma kitleler için zihin ve ufuk açıcı bir faaliyettir.

Gezi direnişi dolayısıyla söyleştiğim, çoğu hayatında ilk kez böyle bir deneyim yaşamış, bir çok direnişçi, “hayata bakışlarının tamamen değiştiğini, kendilerinde bir dönüşümü fark ettiklerini” belirtmişti. İşte artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı bu dönüşüme uğramış öznelerdir. Onlar hareketin en değerli kazanımlarıdır. Onların artık eskisi gibi olmaları olanaklı değildir.

Devrimci harekette kitleselliği niceliğe eşitlemek yanıltıcı olur. Bütün başarılı halk devrimleri nitelikli öznelerin eylemlerinden çıkmıştır. Kitlesellik söz konusu olduğunda, niceliği örgütlü nitelikli özneler yaratır. Nitelik, ayaklanmada da gözlemlediğimiz gibi, kavga ortamında boy verir.

Halk hareketi sürdükçe, o zamana kadar bu kavgayla ilişkisini kuramamış olan sistemin başka mağdurları da, kendi özel mağduriyet alanlarını fark etmektedirler. Edeceklerdir. Bu fark ediş ve harekete dahil olma, aynı zamanda, hareketi halen sürdürenlerle ortak bir payda oluşturma, onlarla aynı dili konuşma pratiğidir. Elbette bu, bütün mağduriyet alanlarında eş ölçüde bir kesişme anlamına gelmeyebilir. Böyle bir tekabüliyet, tek bir halk sınıfına mensup insanların kavgasında dahi görülemeyebilir. Yani aykırı bir hal değildir.

İşte bu bakımdan basit, alev gibi parlayıp sönen kalkışmalarla değil, global ölçekte, halk hareketleriyle karşı karşıyayız. Mağduriyetlerin kaynağı uluslararası dünya düzeni, ya da kapitalist emperyalist dünya sistemidir. Kapitalizm sadece ekonomik bir vak’a değildir. Onun bir üst yapısı da vardır. Onun ekonomik işleyişinin etkileri ve sonuçları sadece ekonomik değildir, genel anlamında, kültürel, siyasal, çevresel etki ve sonuçları vardır.

Daha doğrusu, toplumsal-ekonomik formasyon içinde yer alan düzeylerin, önceliklerinde, belirleyicilik kapasite ve konumlarında kaymaların, değişimlerin, yer değiştirmelerin,etki aktarımlarının gözlemlendiği, bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Lenin bir kaç yerde bize hatırlatır: Küçük bir siyasal ya da toplumsal protesto, bir ufak kıvılcım büyük yangınların habercisi, vesilesi olabilmektedir.

Bakarken, ağaçların arasında kaybolmak, yöntemsiz insanların kaderidir. Bütün bu ayaklanmalar, hiç tereddütsüz, tanım itibarıyla, anti-kapitalist ve anti-emperyalisttir. Burada halkların mağdur oldukları ve yükselttikleri talepleri, sadece ulusal düzeydeki çerçevesinden değil, uluslararası bağlamından da kopartarak ele alamazsınız. Aksi halde, gerçekliği kavrayamazsınız.

Bir hareketin anti-kapitalist, anti-emperyalist olması, elbette onun sosyalist de olacağı anlamına gelmez. Sanıyorum sorun, böyle bir görüş açısından kaynaklanıyor. Açık “sosyalizm” haykırışlarını meydanlardan duymayınca, “burada kapitalizm karşıtlığı yok” diye düşünmek yanlıştır.

Nasıl anti-kapitalizmi doğrudan sosyalizm talebine eşitlemek doğru değilse, söz konusu hareketler bağlamında, “sosyalizm talebi yoksa, anti-kapitalizm yoktur” demek de isabetli olmayacaktır. Ancak her anti-kapitalist kalkışmanın, sosyalizme davetiye olduğunu da geçerken belirtmek isterim.

İşte bütün bu global çerçeveye bakarak, genel olarak kapitalist sistemin , dünya çapında, ne kadar süreceğini bilemeyeceğimiz, bir devrimci kabarmalar dönemiyle sarsılmakta olduğunu tespit ediyoruz. Bu tür dönemler ilerici, devrimci kazanımlarla taçlanabildikleri gibi, koyu gericilik dönemlerine de kapı açabilmektedir. Bunun hangisinin gerçekleşeceği, kapitalist-emperyalist sistemin kendi iç işleyişi ve global iktidarıyla, bu işleyiş ve iktidara halkların direnişi, yani sınıf mücadelelerinin neticesinde belirlenecektir.

Bu bakımdan, halk direnişinin kalitesi büyük bir önem taşımaktadır. Bu kalite doğrudan örgütsel kapasite ve siyasal önderlik kapasitesiyle alakalıdır. Bu devrimci kabarmalar döneminin ayırıcı özellikleri, 1848’lerdeki benzerlerine değil, 1917’den itibaren ortaya çıkanlara referans vermektedir. Nesnel olarak dünya çapındaki devrimler olanağının taşıyıcısıdırlar.

“Global kapitalizm” in kendisini sürdürmek adına yaptığı hamleler, bütün dünyayı ihtiyaçları doğrultusunda tek biçimlileştirme çabası, bunalımını daha da derinleştirmekte, kendisine karşı direnişi daha geniş bir alana yaymaktadır. Bu direnişler arası enternasyonal iletişim, iletkenlik ve dayanışma, düşmanın “global” konumuyla ilgili, en azından, bir sezgiye referans verir.

Halk hareketinin kendi içinde çelişkileri vardır. Sistem karşıtlığı dahilinde, öncelikleri farklı halk sınıflarına referans vermekte olduğunu unutmayalım. Ancak, karşısında tam bir açmaz içinde olan ve bu hali ardışık edimleriyle konsolide eden emperyalist güçler vardır. ABD’nin, AB’nin, Türkiye’nin şu Orta Doğu’da içinde debelendikleri hale bakınız. Emperyalist aklın önerdiği her çözümün beklenenden çok önce kullanma zamanı doluyor. İşe yaramaz hale geliyor. İşte en son Mısır’a bakınız. Somut durumun somut analizini yapma yeteneğine sahip olmak yetmez. Somut ve sürdürebilir çözümler de getirmek gerekir.

Kabul edelim, ABD emperyalizmi birincisini başarmakta hâlâ bir cevvaliyete sahiptir. Ancak ikincisini yapabilecek kapasitesi dumura uğramıştır. Her ulvi iddiasını, bu arada, “demokrasi”, “ekonomik refah”, “insan hakları” , “hukuk devleti” iddialarını da her hamlesiyle inkar etmektedir. İşte bu şartlar, halk sınıflarının global çapta inkar edenleri inkar etme olanaklarını güçlendirmektedir.

Demek ki, sınıf mücadelelerini, iç ve dış bağlamı içinde analiz etmeden, “darbe” analizi yanlış olmaktadır. Askeri ve sivil darbeler, burjuva düzeninde, bir çok durumda, siyasal bir düğümlenmişlik haline son verecek bir araç gibi kullanılır. Bu vesileyle, darbelerin sadece askerler tarafından değil, “milli irade” ye dayanan sivil idareler tarafından da yapılabileceğini belirtmek isterim. AKP rejimi, 2007’den itibaren,  öncellikle kuvvetler ayrılığı ilkesini işlemez kılmayı hedefleyen, sivil bir darbe sürecinden çıkmıştır.

Son olarak, darbelerin devrimleri önlemek gibi bir işlevi olabileceği gibi, devrimleri tetiklemek gibi bir işlevi de olabilir. Mısır’da darbenin nedeni devrimi önlemekti; ama sonucu devrimi tetiklemek olabilir.


Darbe kapitalist düzeni korumak ve kollamak adınadır

Darbe” derken liberal skolastiğin tuzağına düşmemek gerekir. Darbe, siyasal bir araçtır. Ne amaçla kullanıldığına bakmak lazım. Darbeler burjuva düzeninde, genel olarak, halkın ilerici, demokratik taleplerinin, ilerici hareketlerin önünü kesmek, bastırmak amacıyla yapılır.

Bu, mesela 12 Eylül’de, arzuladığı kapitalist-emperyalist politikaları uygulamak adına,emperyalist sistemle yeni bir entegrasyon formunu gerçekleştirmeye çalışan, halk sınıflarının direnişi dolayısıyla bunu gerçekleştirmekte zorlanan işbirlikçi burjuvazinin amacına ulaşmak için terörize ettiği halk katmanlarının artık istikrar istediği koşullarda yaptırdığı bir darbedir. Her istikrar talebi tanım itibarıyla gericiliğe çıkartılmış davetiyedir. Zaten yeni-liberal politikaların sürdürülebilirliği bakımından burjuvazinin kültürel hegemonyasını daha gerici bir içerikle yenilemesi zaruret olarak görülmekteydi.

Darbe, mesela, 27 Mayıs’ta olduğu gibi, ilerici demokratik taleplerle gerici bir yönetime karşı, mevcut düzene alternatif oluşturma potansiyeli taşıdığı halde ayaklanan halk sınıflarının iktidarını engellemek amacıyla da yapılabilir.

Birincisinde teslim alınmaya razı terörize edilmiş bir halk vardır. İstikrar adına, bütün demokratik hak ve kazanımların budanması, ortadan kaldırılmasına dahi razıdır. Bu şartlarda, burjuva düzeni, emperyalist entegrasyonun isterleri doğrultusunda adeta yeniden kurulmaktadır. Böyle bir faaliyet sınıfsal ilişkilerde değişiklik yaratılmadan gerçekleştirilemez. 12 Eylül halk sınıflarının, emeğin geriletilmiş olmasından çıkmıştır. Uzun ve derin radikal sonuçları olacak şekilde kurgulanması bu bakımdan zor olmamıştır.

Öyleyse 12 Eylül, başbakan, bakan asan 27 Mayıs darbesinden daha radikaldir. Darbelerin radikalliği, adam asıp kesmeleriyle ölçülemez. Darbenin uyguladığı şiddet her zaman onun radikalizminin göstergesi olmayabilir. Uygulanan siyasal, toplumsal, ideolojik programa bakmak lazım. 12 Eylül darbesinin çok daha derin, ve kalıcı toplumsal sonuçları olmuştur. Nispeten demokratik, aydınlanmacı karakterini kısmen koruyan, egemen sınıf ittifakı da dahil, eski burjuva düzenini hedef alan bir karşı-devrimdir. Karşı devrimlerin de devrimsel sonuçları olduğunu söylemeye gerek var mı?

İkincisinde, 27 Mayıs’ta, halk mevcut hükümetin uygulamalarına karşı, demokratik talepler öne sürerek ayaklanmıştır. Yani en dinamik sınıflarıyla ilerleyen bir halk vardır. Bu durumda, bu taleplerin önünü kesmek isteyen egemen sınıflar, sokağa çıkmış kitlelere bir takım tavizler vererek düzeni koruyup,kollama yoluna başvururlar. Yani düzeni koruma derdindeki egemen sınıf bloğu alttan alma, geri adım atma ihtiyacı duyar. Bu, sokakların sakinleştirilmesi için bir zorunluluk olarak görülür. Bu şartlarda, mevcut düzenin bir takım demokratik düzenlemelerle tadilatı söz konusudur.

Öyleyse, ikincisinin, düzeni koruyup, kollamak adına, en azından bir süreliğine (bir başka darbeyle kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri alana kadar) ilerici bir işlev görmüş olduğunu tespit etmek gerekiyor. Darbe, düzeni koruma işlevini yerine getirirken, ilerlemekte olan söz konusu halk sınıflarının bir kısım demokratik taleplerini gerçekleştirme zorunluluğu duymaktadır.

Yalnız şu noktaya dikkat çekmek isterim. Darbeler sadece ülkelerin iç durumlarından hareketle değil, ülkelerin içinde yer aldıkları uluslararası bağlam da dikkate alınarak analiz edilmelidir. Dikkat edilecek olursa, her iki darbe de, emperyalizmin yeni bir dünya düzeni kurmakta, veya yeni kurulmuş olanı oturtmakta olduğu uluslararası koşullarda cereyan etmiştir.

DP iktidarı, soğuk savaşa dayanan dünya düzeninin uygulamaya konduğu ve iki dünya sistemi arasında mevzi kazanma mücadelesinin, uluslararası sınıf mücadelesinin hayli keskinleştiği, özel olarak, bulunduğumuz bölgede atılacak yanlış bir adımın dramatik siyasal sonuçlar yaratabileceği koşullarda, amerikancı, işbirlikçi bir dikta rejimi kurmuştu. Sokakların bu diktaya karşı ayaklanması, emperyalist güçleri hayli tedirgin etmiştir. Yeni bir Mısır, yeni bir Suriye ihtimaline olanak vermemek gerekiyordu (İlginçtir bugün de Mısır ve Suriye’de sokaklarda en çok  Baasçılık direniyor. )

12 Eylül’deki uluslararası durum bir çok bakımdan 27 Mayıs’taki duruma benzemektedir. Üstelik bu kez, emperyalist NATO bloğu içinde dahi Türkiye ve Yunanistan arasındaki ilişkilerden kaynaklanan bir çatlak vardır. NATO’nun güney-doğu Avrupa kanadı işlemez haldedir. 73’de ivme kazanan ekonomik kriz, kapitalizm içinde parasalcı eğilimleri güçlendirmiş, kamucu, refahçı politikaların sürdürülmesini zorlaştırmıştır. Uluslararası düzlemde sınıf savaşı, iki rakip dünya sisteminin mevzi kazanma kavgası tekrar keskinleşmiştir. Thatcher’in 1990’lardaki bir TV mülakatında itiraf etmiş olduğu gibi, emperyalistleri asıl tedirgin eden Sovyet bloğunun askeri, nükleer gücü değil, kamusalcı ekonomik-toplumsal düzeniydi.

Özcesi, darbelerin hamlelerini, programlarını sınıf mücadelesine referans vererek anlamlandırabiliriz. Her darbe aynı zamanda sınıf mücadelesi alanında, kağıtların yeniden karılması gibi bir sonuç doğurur. Yani her sakallıya dede demek, her şeyden önce, metodolojik bir yanlıştır.

Mesela 27 Mayıs, elde olmayan nedenlerden, ilerici işçi hareketinin hareket alanını genişletmiştir. Ancak aynı zamanda da, onu boğacak koşulları yaratmaya  çalışmıştır. Özellikle o zaman ki orduda henüz “emir komuta” zinciri” tesis edilmemiş olduğundan, sınıf mücadelesinin etkileri subaylar arasında da net olarak görülebilmektedir. Bir çok genç subay ve subay adayı öğrenci sokakla dayanışma içerisine girmiştir. Ordudaki en büyük tasfiyeler, düzeni yeniden oturturken, onun ordusunu da egemen sınıfların ve onların emperyal efendilerinin isterleri doğrultusunda dizayn etmek adına yapılmıştır. Burjuvazi bazen bükemediği bileği, kıracağı zaman gelinceye kadar öpebiliyor. Öyle değil mi?

Mısır’da olan, ” darbe mi, devrim mi” tartışması, metotsuz adamların didişmesidir. Muhtemel bir halk devrimini engellemek adına yapılmış bir darbedir. Mevcut kapitalist-emperyalist düzen adına çalışan emek ve demokrasi düşmanı gerici hükümeti – bir süreliğine bile olsa- gerilettiği için ilerici bir işlev görmüştür. Halk hareketinin öz güvenini takviye etmiştir. 

Darbe, uluslararası bağlamıyla birlikte, düzeni koruma ve kollama mantığı itibarıyla ilerici değildir. Sadece, düzeni korumak adına, elde olmayan sebeplerden, yol açtığı en erken sonuç (gerici dinci diktanın alaşağı edilmesi) itibarıyla ilerici bir rol oynamıştır. Böylece ilerici halk için devrimci mücadele önündeki en gerici engellerden birisi şimdilik devre dışı kalmıştır.

Bununla beraber, düzenin halkın karşısına başka büyük engelleri vakit kaybetmeden dikeceğini söylemek de kehanet değildir. Mursi, emperyalistlerin onay verdiği bir programı uygulamaktaydı. Bunu unutmayalım. Emperyalistler bu programdan değil, uygulayıcısından vazgeçmişlerdir. Bir maşayı deliğe süpürmüşlerdir. Elbette yeni maşayla, kaldıkları yerden, devam etmek isteyeceklerdir.

Bundan sonra Mısır’daki durumun nasıl gelişeceğini göreceğiz. Ancak ayaklanmış halk, tatmin olmadan, özlemleri ve talepleri karşılanmadan evine dönmez. Mısır’da ve etrafındaki coğrafyada belki, ileri atılmalar, geri çekilmeler sonra tekrar atılımlar halinde  yıllar alabilecek bir devrimci dönem başlamıştır. Darbe ilerleyen halkı şimdilik durdurmuş, düzenin hizmetine yine bir darbeyle koşulmuş işbirlikçi İslamcı yönetimi geri çekmiştir. İlerlemesi şimdilik durdurulmuş kitlelere hangi tavizlerin verileceğini göreceğiz.

Bir kısım ulusalcı zevatın, “Bu bir devrimdir, zaten ordusuz devrim olmaz. Devrimleri ancak  ordu yapabilir” anlayışı, liberal mantığın tersinden yürütülmesi olarak görülmelidir. Aslında onlar da bu yaklaşımlarıyla “darbe” olgusuna skolastik, metafizik bir içerik kazandırmaktadırlar. Birinciler, devrimleri “darbe”leştirirlerken, ikinciler, darbeleri “devrim”leştirmektedirler. Liberal, genel olarak, devrimleri dahi olumsuz imalarıyla “darbe” olarak adlandırırken; ulusalcı,  hükümet darbesini bile “devrim” olarak sunabilmektedir.

Devrimleri ordular yapmazlar. Elbette askerler devrimlere katılabilir. Liberallerin seveceği bir sözcüğü kullanacak olursak, bütün büyük devrimlere “siviller” önderlik etmişlerdir. Devrimci orduları da siviller yaratmıştır. Rus Devrimi’nde asker sovyetleri önemli bir rol oynamışlardır. Ancak bu rol “sivil” devrimci önderlik tarafından verilmiş ve yönlendirilmiştir.

Hazır Rus Devrimi’ne değinmişken, devrim bir süreçtir. Bu sürecin meşruiyeti emekçi kitlelerin artık yaşadıkları şartlarda yaşamaya devam etmemek olarak ifade edilebilecek iradesinden çıkar. Yoksa o sürecin etapları içinde darbeler, mesela hükümet darbesi, tespit etmek mümkündür. Darbe bir siyasal iktidar aracıdır, isterseniz,  tekniğidir. Bu bakımdan bu aracın ya da tekniğin meşruiyetini bizatihi kendisinde değil, toplumsal-siyasal dayanaklarında aramak gerekir.

27 Mayıs’ta düzenin telaşla askeri bir darbe kararı almış olmasında, elbette, kentlerin sokaklarındaki üniversite ve halk hareketine, alt kademe subayların ve subay adaylarının destek vermiş olması önemli bir rol oynamıştır. Bu rol dolayısıyla “27 Mayıs askerlerin yaptıkları bir devrimdir” demek doğru olmaz. Kaldı ki 27 Mayıs bir sosyal devrim de değildir. Siyasal,toplumsal, hukuksal haklar alanını bir miktar genişletmek, burjuvazinin kültürel hegemonyasını tahkim etmek gibi sonuçları olmuş bir hükümet darbesidir.

Demek ki, sınıf mücadelelerini, iç ve dış bağlamı içinde analiz etmeden, “darbe” analizi yanlış olmaktadır. Askeri ve sivil darbeler, burjuva düzeninde, bir çok durumda, siyasal bir düğümlenmişlik haline son verecek bir araç gibi kullanılır. Bu vesileyle, darbelerin sadece askerler tarafından değil, “milli irade” ye dayanan sivil idareler tarafından da yapılabileceğini belirtmek isterim. AKP rejimi sivil bir darbeden çıkmıştır.