Lampedusa’nın, Leopar’ının açılış sayfalarında, Garibaldici soylu Tancredi, Prens dayısına, cumhuriyetçileri kastederek, “şu avamın bize bir cumhuriyet kakalamamasını, herşeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak değişmeliyiz” der. Tancredi’nin bu cümlesi son 150 yıllık İtalyan tarihini anlamak bakımından anahtar işlevi görmektedir.
Önce dünyada sosyalist blok tasfiye oldu. Son soğuk savaş sona erince, gladyolar şimdilik gereksiz hale geldi. Artık eski düzenin siyasal yapıları sorgulanıp, değiştirilebilirdi. Hıristiyan Demokrat Parti ve Sosyalist Parti tarihe gömüldüler. PCI adındaki “komünist” ibaresini attı. Solun Demokratik Partisi (PDS) oldu. Partinin azınlık sol kanadı koparak ayrı bir parti oluşturdu, Rifondazione Communista (PRC). Daha sonra bu partinin içinden başka bir parti daha çıktı. Bu arada çok sayıda komünist bu partilerden uzaklaştırıldı. Di Pietro gibi savcı ve yargıçların devreye girmesiyle, ya da mahkeme kararıyla neredeyse yarım asır sürmüş olan 1.Cumhuriyet, ya da halk tabiriyle, Tangentopoli (“Rüşvetistan”), 1993’te yerini ikincisine bıraktı (bilindiği gibi, bu cumhuriyetlere sayaç takma geleneği Avrupa siyasetinde yeni değildir). Siyasette Andreotti & Craxi koalisyonları, ve PCI’nin “tarihsel uzlaşma”ları devri kapanmıştı. Artık Tancredi’nin veciz bir şekilde ifade etmiş olduğu yeni bir değişimin zamanı gelmişti.
İtalya’nın eski merkez bankası başkanı Ciampi’nin 1993’deki teknokratlar hükümeti, eski cumhuriyetin son hükümeti, ya da geçiş hükümeti oldu. Bir yıl sonra sağdaki dağınıklığı ya da boşluğu doldurmak adına, her zaman himayesi altında olduğu, kaynağı belirsiz servetinin (Ama allahı var, hiçbir zaman, “büyük annemin çıkınından çıktı” ya da oğlanların sünnetinde,dügününde geldi” demedi; işçi gibi çok çalışarak, beyaz eşya bile pazarlayarak, “neredeyse yapmadığım iş kalmadı” diyerek kendi çabasıyla elde ettiğini beyan etti.) oluşmasında en büyük katkıyı da yapmış olması kuvvetle muhtemel “sosyalist” Craxi tarafından siyasete itilen, İtalyan gladyosunun asli bileşenlerinden P2’nin 1876 numarada kayıtlı üyesi olan Berlusconi, avanti il poppolo‘ yu (“yürüyelim arkadaşlar”) “out”, forza italia’yı ” (“haydi İtalya”) ” in” yapacağı süreci böylece başlatmış oldu.
“Forza İtalia” başı boş kalmış hıristiyan demokrat, “sosyalist” öğelerle, Faşist Sosyal Hareket ve federalist ya da ayrılıkçı Kuzey Ligi’nin katılımıyla oluşturuldu. Berlusconi’nin ilk iktidarı, 1994’te 9 ay kadar sürdü. Bu iktidar dönemini, tıpkı sonraki iktidar dönemleri gibi, mahkemelerden, “kızıl yargıçlar” dan sıyırmak, dokunulmazlık zırhı kuşanmak için didinerek geçirdi. Ta o zamandan, İtalya’nın en büyük düşmanının, gelişmesi önündeki en büyük engelin yargıç ve savcılar olduğuna işaret etti. Berlusconi, Tangentopoli ‘ yi hakim ve savcıların tasfiye ettiğini biliyordu. Korkmakta haksız değildi.
Bu arada, sol da geçen zamanı boş geçirmedi. En eski ve en kıdemli sermayesi olan “tarihsel uzlaşma”yı, bu kez moleküllerine ayrışma sürecine girmiş sol hareketi, “mutedil” hıristiyan demokratları (İtalyan Halk Partisi, PPI ve sonrasında “Papatya”), Yeşiller’i de içine alan 6 partiden oluşan Zeytin Ağacı (L’Ulivo) ittifakını kurmak için devreye soktu. Başına da eski bir “sol” hıristiyan demokrat olan “avrupai” Prodi’yi getirdi. “En sol” PDC’nin de dışarıdan destek sözü vermesiyle 1996’da ilk Prodi hükümeti işe başladı.
1998’de , artık Premier olması için şartların olgunlaştığını düşünen PDS lideri D’Alema’nın da -el altından- katkılarıyla, “en sol” PDC dışarıdan verdiği desteği çekince 1.Prodi hükümeti, yerini bir oy farkla güvenoyu alan ve parlamentodan bütçe dahil hemen hiçbir yasa geçirememiş olan D’Alema hükümetine bıraktı. 2000 yılında pamuk ipliğine bağlı olan muradına ermiş D’Alema’nın hükümeti gidince, Tanrının bir lütfu olarak Zeytin Ağacı’nın tükenmeyen bereketi, bu kez Amato’yu Premier yaptı.
2001 seçimlerinde, İtalyanlar yine, en büyük kompleksi -büyük servetine ve estetik operasyon bağımlılığına rağmen bir türlü çaresini bulamadığı, hiç şüphesiz Midas’ınkilerden sonra en ünlü- iri yelken kulaklarıyla, Berlusconi’nin “forza İtalia” sının çağrısına kulak verdiler. Birincisinden itibaren İtalya cumhuriyet (ler) tarihinin en uzun ömürlü hükümeti bu şekilde kurulabildi. Buraya kadar sadece kendi yandaşlarının, “iyi yargıçlar” ın, kontrolündeki medyanın değil, 2.Cumhuriyet’in ikisi de solun adayı, ikisi de Amerika görmüş “pragmatik”, birisi eski PCI mensubu olan) ilk iki Cumhurbaşkanının yaptıkları kıyaklarla yara almadan sıyıran Berlusconi 2005’teki yerel seçimleri kaybedince, İtalyan cumhuriyetleri tarihinin en uzun ömürlü hükümeti de sona ermiş oldu.
2006’da, futbol dışında, bu kadar aksiyona alışkın olmadıkları için “Forza forza” nidalarından yorgun düşmüş -tarihsel olarak- konformist İtalyanlar kıl payı bir farkla da olsa Zeytin Ağacı’nın nimetleriden istifade etmeyi tercih edince, “avrupai” Prodi, ittifakının dördüncü, kendisinin ikinci kabinesini kurarak işe başladı. Çok geçmeden, hükümetin-Berlusconi’den geri kalmamak adına- Afganistan’da ABD’yle birlikte hareket etme ısrarı ve ABD’nin Venedik’deki askeri üssünü – “insan hakları ihlallerini önlemek ve batılı demokratik değerleri yerleştirmek” gibi olası kutsal haçlı kampanyalarının isterleri doğrultusunda – genişletmek istemesi, buna mukabil “reel” sivil toplumun sokaklara dökülmesi, ve tabii durumdan vazife çıkarma ustası Dış bakan D’Alema’nın duruma kendi hesabına el koymasıyla 2007’deki ilk büyük sarsıntı Prodi’nin yüreğini ağzına getirdi.
Artık hükümet için İtalyan siyasetinde en çok tercih edilen sayı sayma tarzı olan, geri sayım başlamıştı. Nitekim, 2008′ de beklenen coup de grâce kabine dışından, Zeytin Ağacı’nın kabinedeki “mutedil” hıristiyan demokrat Adalet Bakanı Clemente Mastella’nın sevgili zevcesi signora Mastella’dan geldi. Signora yolsuzluklara bulaştığı iddiasıyla evinde göz hapsine tabi tutulunca, bakan eşi önce iddiaları ret etti. Sonra da Zeytin Ağacı altında dava arkadaşları tarafından ekildiğini iddia ederek istifa etti. Muhalefet işi güvenoyuna kadar götürünce “avrupai” Prodi bir kez daha soluğu kürkçü dükkanında, “Avrupa evimiz” projesinin idare merkezi Brüksel’de aldı.
VELTRONİ VS BERLUSCONI
Bütün bu ikinci cumhuriyet dönemi, daha on beşinci yaşını bile idrak etmeden, neo-liberal iktisadi ve siyasi anlayışın hakimiyeti altında, öncekinin hastalıklarını,hükümet krizlerini sürdürmekle kalmadı, halk nezdinde, özellikle Berlusconi’nin kişiliğinde, yolsuzluk, hırsızlık vb fiillerin hemen hemen olağan karşılandığı koşulları da yarattı. Bu imkan ve şerait altında, henüz sayaç yeni bir numaralandırma yapmadan harekete geçmek gerekiyordu. Sağ ve soldaki politikacıların değil, ama çarpıcı ittifak adlarının itibar kaybına uğramış olduğu fark edilerek, Tancredi’nin kulakları bir kez daha çınlatıldı.
Marks bir yerde, “insana özgü alıklıklardan biri de, şeylerin adını değiştirerek, o şeyleri de değiştirmiş olacağına inanmasıdır” diyordu. İtalya bu bakımdan, Marks’ın tiye aldığı şeyin pratiğini en iyi yapan ülke olduğunu son 50-60 yılda defalarca kanıtlamıştır. 2008 seçimlerine girmeden, Berlusconi aynı ittifak yapısını ve öznelerini muhafaza ederek tabelasına Popolo della Liberta (PDL) yazdırdı. Yepyeni bir ruh ve hizmet anlayışını iktidar olarak tecrübe etmenin heyecanıyla dolu olduklarını ilan etti. Diğer tarafta, PRC’nin başını çektiği “en sol” partiler ittifakı tepeden tırnağa gökkuşağı renklerine bürünmüştü. PDS’ye gelince, içerdiği birbirinden hiç haz etmeyen en az 6-7 hizipten en güçlü ikisi D’Alema hizbi ve Veltroni hizbidir (Birincisinin lideri her fırsat ve ortamda ikincisinin liderinin “salak” olduğunu öne sürerken; ikincisinin lideri, yine her fırsatta, birincisinin liderinin “düzenbaz” olduğunu iddia eder. Eğer “naif” Togliatti hayatta olsaydı, herhalde bu her ikisini Parti sırlarını açık ettikleri için ihraç istemiyle disipline verirdi).
Bu iki canbazın aslında sadece zikri değil, fikri bir beraberlik içinde oldukları da bu “yenilenme” faaliyetleri sırasında ortaya çıktı. Her iki lider, her biri adeta bir parti haline gelmiş parti içi hiziplerin değil, ama yeni cumhuriyetin seçim sisteminin olanak tanıdığı seçim ittifakları dolayısıyla çok sayıda küçük, ama ittifaklar nedeniyle anahtar konumuna gelmiş, partilerin sistemi tıkadıkları konusunda hemfikir olduklarını fark ettiler. Sistemi daha basit hale getirmek gerekirdi. Amerika ya da İngiltere’deki iki partili sistem ne güzel işliyordu.
Artık partinin merkezci bir parti ya da “ortanın solu” olmak yolunda 40 yıldır devam eden kendini yenileme sürecini tamamlamak gerekiyordu. İlk olarak, tabeladaki “sol” ibaresinin kafaları karıştırmaktan başka işlevi olmayan bir fazlalık olduğu tespit edildi.Basitlik, “sivil toplum” tarafından kolay anlaşılırlık bakımından ve dahası amerikanvari bir çağrışım kabiliyetine de sahip olduğundan, Solun Demokratları’nı basitçe, Demokrat Parti yapmak uygun görüldü (ne olur ne olmaz diye, gelecekte olası bir çözülme sonrasındaki olası bir ittifak için şimdiden “incir yaprağı ittifakı” adını öneriyorum).
Bu hamle, sadece solun değil, İtalyan siyasal yapısının, fedakâr ve sağ duyulu “eski solcular” önderliğinde, iki partili sistem doğrultusunda yeniden inşası manasına geliyordu. Zaten “tarihin sonu” solun sonunu öngörmüyor muydu? Son bir gramscigil refleksle bu iş hal olmuştu. Gramsci, komünizmin aydınlanmanın ve onun temellendiği geleneklerin, tabii bu arada hıristiyanlığın da çocuğu olduğunu söylememiş miydi? PCI nihayet “İsa modelinde bir parti” olarak kapitalist İtalya’nın bekası için kendisini feda ederek tarihin sonuna ulaşmıştı.
D’Alema şimdiye kadar vitrinde fazlaca görünmüş olduğundan ve cumhurbaşkanlığını da , eski komünist Napolitano’ya kaptırmış olduğundan, telkinlere icabet ederek (en azından bir süre için) geri planda kalmayı tercih etti. Her iki hizip lideri öncelikle “avrupai” Prodi’den kurtulmanın elzem olduğunda mutabık idiler. Artık meydan, eski L’Unita direktörü, eski Roma belediye başkanı, çekirdekten komünist Veltroni’ye kalmıştı. Veltroni, bir üçüncü cumhuriyete meydan vermemek için siyasal yapıyı dizayn etmeyi kafasına koymuş, bu emelini “değerli meslektaşı ve rakibi “ sinyor Berlusconi’ye de açma ihtiyacı duymuştu. Veltroni İtalyan siyasetine gerçekten yeni bir uslüp getişrmişti. Berlusconi’ye Berlusconi diye hitap etmeyi bile kabalık olarak görüyor, ona “sayın ya da değerli meslektaşım, veyahut “sayın rakibim” şekillerinde hitap ediyordu.
Evet, bu “L’Unita çocuğu” emellerine ulaşmak yolunda “sayın rakibi”yle düzenli ve düzeyli olarak birkaç kez buluşarak, kafasındaki yeni İtalya projesine destek istedi. Tabii ikisinin konuşmalarının içeriği, biz Dolmabahçe Zirvesi’nin içeriğini ya da Baykal-Erdoğan yemeğinin içeriğini ne kadar biliyorsak, ya da bilmiyorsak o kadar biliniyor ya da bilinmiyor. Ne diyelim,“devlet işleri” konuşulmuş olmalı.
Veltroni, İtalya’ya ve Berlusconi’ye ne kadar sağduyulu, sorumlu bir lider olduğunu gösterme fırsatı bulmuştu. Karşılık olarak takdir de görmüştü. Eğer, L’Unita dağıtıcısı ve belediye başkanı olarak yapmış olduğu hizmetleri saymazsak, çok kısa zamanda İtalya için çok büyük işler yapmıştı. Bir koymuştu, üç alacaktı. Tabii iki kanattaki küçük ama anahtar partiler, olası bir seçim sistemi değişikliği ihtimalinden çok rahatsızlık duydular. Özellikle de eski faşist partinin “aileden faşist” başkanı Gianfranco Fini’nin öfkesinden kan beynine sıçramıştı. Bunca yıldır Berlusconi’yi iktidara taşıdıktan sonra…
Tabii Berlusconi, Fini’yi “delikten aşağı” süpürmeyi göze alamazdı. Yeni partisine davet etti ve sonrasında da onu veliahtı ilan edince, Fini’nin ayakları yerden kesilerek, artık bu devirde faşizmi savunmanın yanlış “ve hatta sapkınlık” olduğunu, istikbalin bütün milleti kucaklayacak merkezde olduğunu beyan etti. Böylece “kutsal merkez” üzerindeki nüfus yoğunluğundan kaynaklanan ağırlık daha da artmış oldu. Fini bir anda, Berlusconi’nin katkılarıyla, 2.Cumhuriyetin yükselen yıldızı haline geldi. Demokrasinin nimetlerini öve öve bitiremiyordu. Berlusconi okulunda, post-Berlusconi dönemi için eğitimine devam ediyordu. Berlusconi sonrası dönemde sağ tarafın assolisti olacağından şimdilik kimsenin şüphesi yok.
2008’de en çok- İtalyanların kendisini “en sorumlu devlet adamı” olarak takdir edeceğinden emin- Veltroni’nin arzulamış olduğu seçim gerçekleşti. Sonuçlar açıklandıktan bir müddet sonra Veltroni’nin üçü değil, ama “papi”yi alarak iktidar yaptığı anlaşılmıştı. Hem de tarihi bir 10 puanlık fark yiyerek. Seçimlerde “eski sol” tam bir hezimete uğramış, Berlusconi ve avanesi, Türk premier dostu gibi oyların %47’sini almıştı. Ancak bu seçimin en büyük kazananı, hiç kuşkusuz, oylarını ikiye katlayıp, ilk kez %10’a yaklaşan Bossi’nin federalist (ayrılıkçı ?) ve zenofobist Kuzey Ligi hareketi oldu.
Bu Kuzey Ligi hareketi aslında klasik bir parti formuna sahip değil. Popülist söylem kullanan militan İtalyan birliği karşıtı bir hareket. Kuzey bölgesi, İtalya’nın en önemli sanayi bölgesi. 2008 seçimlerine kadar neredeyse blok olarak sol için oy kullanmış geniş ve örgütlü bir sanayi işçisi nüfusu var. İlk kez son seçimlerde büyük ölçüde Kuzey Ligi’ni desteklediler. Kasım seçimlerinden dört ay sonra, Gramsci’nin memleketi Sardunya adasında yapılan yerel seçimlerde kayıp büyük olunca, Veltroni parti liderliği makamında bulunan masasındaki çerçeveli L’Unita çocuğu resimlerini bavuluna toplayıp partideki hizbinin başına geri döndü.
Artık 2.Cumhuriyet’in üç en üst düzey yıldızı, cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano, Meclis başkanı “eski faşist” Fini ve “eski yeni” başbakan Berlusconi ipleri ellerine almışlardı. Dikkat edilirse, yeni cumhuriyetin İtalya’ya yaptığı önemli katkılardan bir tanesinin de, “eski” sıfatı aracılığıyla “yeni” figürler yaratabilme kapasitesi olduğu görülecektir. Bir parantez açarak, yargılamanın ertelenmesini sağlayarak, Berlusconi’ye kıyak geçen ve ondan övgüler alan cumhurbaşkanı “eski komünist” Napolitano hakkında bir şeyler söylemeden geçmek olmaz. PCI’nin en sağını temsil eden Amendola’nın has adamı olan Napolitano, 1978 yılında ABD büyükelçisi Richard Gardner’la bir dizi gizli görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmelerden sonra PCI, anti-sovyet Avrupa Komünizmi çizgisini resmen ilan etmişti. Cumhurbaşkanı olunca, ilk kutlayanlardan biri, eski büyükelçi Gardner oldu. Napolitano için “gerçek bir devlet adamı, gerçek bir demokrasi savaşçısı ve Amerikanın sadık bir dostu” şeklinde ifadeler kullanmıştı. Parantezi burada kapatıp, Berlusconi’ye dönelim.
7 SOL LİDER ESKİTEN “YENİ” BERLUSCONI İKTİDARDA
Başbakan olmasıyla birlikte, tabii yine ülkenin en önemli sorunu olarak,“kızıl” yargıçlar, savcılar, yüksek mahkemeler, anayasa, muhalif basın (tabii en önde, Repubblica ve L’Espresso) gösteriliyor, bu engeller aşılmadan güzel günlerin gelemeyeceği halka yandaş medya ve yandaş yazarların da katkılarıyla anlatılıyor. Sistemli olarak yargı kurumları ve mensupları, “seçilmişler” “atanmışlar” ayrımı yapılarak gayri meşru gösterilmeye çalışılıyor.
Umberto Eco bir yazısında, “ bu mantığı ciddiye alırsak, çocuklarımızı -atanmış öğretmenleri olacağı için- okula göndermemiz, hastalanınca doktorlara gitmememiz, suçluların kendilerini tutuklamak isteyen polislere atanmış oldukları gerekçesiyle direnmesi gerekir” der. Kaldı ki bir ülke sadece parlamentodan da ibaret değildir.
Atanmış,atanmadan önce ve sonra yeterlilik, liyakat sınavlarına tabi tutulmuş belli bir kalifikasyon derecesine tekabül eden işler gören öznelerin oluşturduğu, mahkemeler, üniversiteler, hastaneler, okullar, ordu, meslek örgütleri vs çok sayıda başka organlardan da oluşur. Bu organlar olmadan ne modern bir ülke tahayyül edilebilir ne de parlamento bir iş görebilir. Parlamento halk demek değildir. İçinden bütün organları, aygıtlarıyla devletin geçmesiyle somutlaşmış yurttaşların temsil edildiği en genel temsilci organdır.
Başbakan iş çevrelerini “vatan haini” muhalif medya organlarına reklam vermemeleri için uyarıyor. Anayasada, yargı erkini yürütmeye tabi kılacak değişiklikler ve yeni dokunulmazlıklar elde etmek için değişiklik çalışmaları yapılıyor. Yani bir hukuk tabiriyle, ad personam, kişiye özel yasalar yapılmak isteniyor. Tabii bir yandan da libidosunu kontrol edemeyen başbakan ve konutunda verdiği partilerine davet ettiği, çıplak görüntülenen kadınlı erkekli grupist dostlarının “dolce vita” sı sürüp gidiyor. Geçen yıl 18 yaşında kendisine “papi,” diye hitap eden bir telekızla telefon konuşmaları medyaya düşen Berlusconi’nin bu tür genç kızlarla para ya da TV’lerinde iş karşılığında sık sık ilişki içinde olduğu ortaya çıktı.
Berlusconi aleyhinde haberlere, yorumlara sadece sahibi olduğu kanal ve gazetelerde değil, yandaş haline dönüşmüş medya gruplarında da rastlanmıyor. Hayat tarzı, Kilise’nin ilan etmiş olduğu kalite standartlarına uygun olmayan Berlusconi’ye, en azından kamuoyu önünde, Kilise bürokrasisi mesafeli görünme ihtiyacı duyuyor.
Öte yandan, Belusconi dini popülist söylemlerinde kullanan birisi olmamakla beraber, onu destekleyen insanlar arasında son on yılda dincilik eğiliminin güçlenmiş olduğu da izahı zor bir başka vakadır. Uluslararası toplum ve siyaset önderleri de (bizim premierin gösterdiği sıcaklığı saymazsak) ona soğuk davranıyorlar. Ama sokaktaki insanlar Berlusconi demeye devam ediyorlar.
Umberto Eco, Berlusconi’yi destekleyen sokaktaki adamın şöyle bir mantık yürüttüğünü düşünüyor: Bütün politikacılar tanım itibariyla hırsızdırlar. Berlusconi çok zengin olduğundan çalmaz (takip ettiğim kadarıyla Forbes’a göre, Berlusconi’nin servet biriktirme preformansı son 15 yılda çok dramatik bir yükseliş içinde olmuş). Sonra önemli olan, politikacının kendi çıkarlarını takip ederken, beni de görmesidir. Berlusconi zengin olması nedeniyle, bencil olmayacak, bana bonkör davranacaktır. Eco’ya göre, Berlusconi seçmenlerdeki bu dip dürtüleri iyi okumakla kalmamış, reklamını, kendisini bir ürünmüş gibi sunarak çok çarpıcı şekilde yapmıştır. Kendisini, adeta bir deterjan reklamındaki gibi, birkaç basit, akılda kalır slogan etrafında sürekli yinelenen bir sembol olarak tanıtmıştır (Eco,U: A Passo di Gamberro s.122-3; Lemuri).
Tabii, reklamda, bilindiği gibi, sloganın doğru olması gerekmiyor. Önemli olan basit, kısa ve kolay algılanabilir olmasıdır. Böylece sürekli yinelenmesi de mümkün olabiliyor. Mesela, “ilk günkü gibi beyaz” yinelemesi yapılırken, bunun doğru olmadığını biliyoruz. Ama yinelenme yoluyla zihnimizde yaratılan aşinalık yüzünden, markete gittiğimizde o ürünü tercih ediyoruz. Bunun gibi…
2. CUMHURİYETİN SKOR LEVHASI
Corriere della Sera’nın iki yazarı, Antonio Stella ve Sergio Rizzo birincisi 2007’de, ikincisi 2008’de ikisi de Rizzoli’den çıkan ve her biri 20’den fazla baskı yapan uzun başlıklarını burada La Casta ve La Deriva olarak kısalttığım kitaplarında 2.Cumhuriyetin performansını incelediler.
Buna göre, politikacıların birinci cumhuriyetten intikal eden aç gözlülüklerinin artışında istikrarlı büyüme ivme kazanarak devam etmiştir. 1948’e nazaran, 2008’de milletvekili maaşları 6 kat artmıştır. Bugün yılda 150 bin avro kazanan bir İtalyan vekil, İngiliz ve Alman meslektaşlarının neredeyse iki katı kadar, İspanyol meklektaşlarından hemen hemen dört kat daha fazla kazanmaktadırlar. Bugün yalnız Roma’da, parlamento, senato ve başbakanlığın kullanımına sunulmuş bina mevcudu 46’dır. Avrupa’nın başka bir başkentinde bu bollukta bir bina kullanımı yoktur. Roma’daki cumhubaşkanlığı konutu Quirinale ‘de 900 hizmetli görev yapmaktadır. Cumhurbaşkanlığı bütçesi 1986’dan bu yana 3 kat artmıştır. Bu bütçe, Paris’teki Elysée’ninkinden 2 kat, Londra’da Kraliçe’nin Buckingham Palace’ ından 4 kat fazladır. 180 bin nüfusa sahip yönetici elite tahsis edilmiş toplam “mavi” makam arabası miktarı son 15 yılda dramatik bir artışla yaklaşık 575 bine ulaşmıştır. Fransa’da bu araç miktarı 65 bin kadardır. Berlusconi’nin 81 adet yakın koruması, Fransa, Almanya, İspanya ve İngiltere başbakanlarının dördünün toplam koruma sayısından fazladır.
Her dört İtalyandan biri yoksul. Bütçedeki eğitim harcamaları özellikle 2.Cumhuriyet’ten bu yana sürekli düşerek, ulusal gelirin %4.5’unu teşkil etmektedir. Danimarka’da, bu oran %8.5’tur. Nüfusun sadece yarısı zorunlu eğitim sonrası (mesleki ya da klasik) her hangi bir eğitime devam edebiliyor. Bu miktar avrupa ortalamasının 20 puan altında. 20’li yaşlardaki gençlerin sadece beşte biri yüksek öğretim kurumlarına girebiliyor ve bunların da beşte üçü okullardan ihraç ediliyor. Yeni cumhuriyette hastanelerde hasta başına düşen yatak miktarı üçte bir oranında azaldı. Hasta başına yatak sayısı, Almanya ve Fransa’dakinden hemen hemen yarı yarıya az. Mahkemelerde davaların ortalama sonuçlanma süresi 4 yıla çıktı. Bu süre icra iflas davalarında 8 yıla çıkabiliyor. Örneğin, 2007’de iki emeklinin sosyal güvenlik kurumuna açtıkları dava için 2020 yılına gün verilmişti.
Yargılamada eşitlik de hak getire. İnek çalan bir arnavut göçmen, nitelikli dolandırıcılıkla binlerce kişiyi dolandırıp, çok büyük meblağlar götüren safkan italyan Sergio Cragnotti’den daha uzun bir süre hapiste kalmıştı. Yargıda yolsuz politikacılara yapılan muamele yolsuz işadamlarına yapılan daha iyi. Mesela, Berlusconi’nin yakın adamlarından bir politikacı, Cesare Previti, yolsuzlukyapmak ve rüşvet vermek gibi suçlardan 6 yıla hüküm giydikten sonra, hapiste sadece 5 gün geçirip, geri kalan cezasını kamu hizmetiyle ödeme yükümlülüğüne tabi tutuldu.
Ülkedeki maddi altyapının durumu da kötüye gitti. Yedi büyük limanın toplam iş hacmi, Rotterdam limanının iş hacmi kadar bile değil. Hızlı tren sayısı, Fransa’dakinin üçte biri kadar bile değil. 1920’den bu yana, sadece13 km demiryolu yapılabilmiş. Lufthansa’nın 134 uzun menzili yolcu uçağına karşın, Alitalia’nın 23 adet aynı tür uçağı var.
Ekonomik göstergelere gelince, son on yılda AB’deki en düşük milli gelir artışı İtalya’da oldu. 2001-6 yılları arasında emek verimliliği ancak %1 kadar artabildi. 1980-1995 yılları arasında, yılda ortalama %2 artan kişi başına gelir, 2000 yılından bu yana değişmeden kaldı. Bu arada, Kuzey ve Güney’in yaşam standartları arasında hep varolan mesafe, uçurum haline dönüştü. Güney’in 13 milyondan fazla inasanın yaşadığı 400’den fazla beldesi suç örgütlerinin kontrolünde. Buralardaki işadamlarının üçte biri haraç ödediklerini bildirdiler.
Batı Avrupa’da emek-gücüne yeni katılımların en az olduğu ülke İtalya. Emek-gücündeki kadın nüfus son 10 yılda giderek düşme eğilimi içinde. İşgücünde kadınların payı Danimarka’dakinden 30 puan, ABD’dekinden 20 puan, Çek Cumhuriyeti’ndekinden 10 puan daha düşük. Demografik göstergelere gelince: Kadın başına doğum oranı, çalışan kadın sayısının azalmasına rağmen, 1.3’e gerilemiş. Önümüzdeki 40 yılda, İtalya nüfusunun 58 milyondan 47 milyona düşeceği tahmin ediliyor. 60 yaş üzerindeki nüfus, 18-24 yaş arasındaki nüfusu aştı. Neredeyse, 1’e 3 gibi. Seçmen yaş ortalaması 47’ye ulaştı.
Bununla beraber, işsizlik göstergeleri aldatıcı şekilde olumlu gösteriliyor. 1995’de işsizlik oranı %12 iken bugün %6’larda görünüyor. Ancak sağlanmış işlerin yarısına yakını geçici işlerden oluşuyor. 2006’da yaratılmış işlerin yarısından fazlası geçici ya da part-time olma özelliğine sahip. Bunların da çoğunluğu enformel ekonomide istihdam ediliyor. Perry Anderson’ın LRB’deki yazısında refereans verdiği sosyolog Enrico Pugliese İtalya’da, “birinci cumhuriyet” in son yıllarında “iş yaratmayan büyüme” olgusu varken, ikinci cumhuriyette, “büyümeden iş yaratma” devresine girildiğini belirtiyor.
Bilindiği gibi, İtalya’da küçük ve orta ölçekli işletme sayısı hayli fazladır. Sayıları 4,5 milyon civarındadır. Bizdeki gibi, adım başında verimliliğinin çok düşük olduğu esnaf ve küçük esnaf işyerleri var. Yine bizdeki gibi, bir taraftan açılıp, diğer taraftan kapanırlar. İstanbul’da şöyle Bayezit’ten Sirkeci’ye kadar yürürseniz, bir çok dönerci büfesinin, ya da bir halıcı dükkanın, lokantanın kapanırken, aynı dükkanlarda bir çoğunun da açılmakta olduğunu görürsünüz. Mesela bu bakımdan kaba bir gözleme dayanılarak, Roma’daki durumun da pek farklı olmadığı söylenebilir.
Öte yandan, Asya rekabeti, İtalyan mallarının da dış satım olanaklarını daralttı. High-Tech dışsatımı, Avrupa ortalamasının %50 altında. Yabancı sermaye yatırımları geleneksel olarak düşük. Tabii bunu sadece siyasal istikrarsızlıkla, haraç ve kötü idarecilikle açıklamak mümkün olmaz. Birkaç büyük aile tarafından kontrol edilen, hissedarlık yoluyla birbirleriyle iç içe geçmiş büyük İtalyan firmaları ve bankalarının geleneksel dayanışmacı, korumacı reflekslerini de anmak gerekir.
Makro ekonomik rejim değişti, ancak üretimin yapısı değişmeden kaldı. Büyüme yok, tıkanma var. İhraç gelirleri azaldı. Kamu borçları milli gelirin %100’ünü aşarak, Maastricht kriterleriyle alay edercesine, bu konuda İtalya’yı dünya üçüncüsü yaptı.İkinci cumhuriyetin hemen öncesinde, satın alma gücüne göre kişi başına düşen milli gelir bakımından, İtalya, AB’de, Almanya’dan sonra ikinci sıradaydı. Yaşam standartları bakımından Fransa ve İngiltere’den daha iyi durumdaydı. Şimdi, AB ortalamasının bile altında. Daha da aşağıya doğru gidiyor.
Umberto Eco’dan serbest bir çeviriyle yaptığım bir alıntıyla bitirelim: “ Her zaman annemin bana anlattığı bir hikayeyi hatırlarım. Annem yirmili yaşlarında, sekreter olarak Saygın Liberaller Kulübü üyesi bir adamın yanında çalışmaya başlamış. Adam, Mussolini için ‘ne olursa olsun, belki bu adam sorunlardan çıkış yolunu bulabilir. İşleri bir düzene sokabilir’ diyerek Mussolini’yi destekliyormuş. Öyleyse, faşizm Mussolini’nin enerjisiyle kurulmadı. O saygın liberal adamın hoşgörüsü, savsaklığı, gevşekliğiyle geldi” (L’espresso, 09 Temmuz 2009).
Kamil Park
* Bu yazıyı Perry Anderson’ın İtalya ve özellikle İtalyan solu hakkındaki bir yazısından etkilenerek yazmıştım ve 5 Mayıs 2010 yılında ODATV’de yayınlanmıştı.