ABD-İRAN Antlaşmasının Olası Siyasal Sonuçları

Bilindiği gibi, ABD ve İran arasında varılan antlaşmayı engellemeye yönelik Cumhuriyetçi (burada başı senatör McCain çekiyor) ve Demokrat (başlarında Hilary Clinton var (1) ) neo-con girişimi ABD Kongre’sinde 11 Eylül günü onay bulamadı ve başarısız oldu. İran’la yapılan antlaşma Obama yönetiminin öteden beri yapmayı düşündüğü ve fakat yönetim içindeki muhalefet yüzünden yapamadığı bir işi gerçekleştirmesi için yolu açmış oldu(2)

Hatırlayacak olursak, ikinci kez başkan seçileceği seçim kampanyası sırasında ve seçimi kazandıktan sonra başkan Obama, yeni dönemde dikkatlerini Orta Doğu’dan Anglo-Amerikan emperyalizmin pivot bölgesi Avrasya’ya çevireceklerini açık bir şekilde beyan etmişti.

Gelgelelim, daha önceki yazılarımda değinmiş olduğum sebeplerden ötürü, aradan geçen zaman içinde bu yolda istedikleri adımları atamadılar.  Ukrayna hamlesiyle Avrasya yolunda ciddi bir adım attılar ama Orta Doğu’nun ayak bağı olmasının önüne geçemediler. Bu bakımdan ABD yönetimi adına gerçek bir becerisizlik söz konusudur. Obama, herhalde Carter’dan sonraki en aciz başkandır. Evet, ABD yönetimi için bir adım ileri iki adım geri veya tersine tekabül eden hamleler bir çok kez olmuştur, olabiliyor. Ancak bu kez Suriye ve Irak işinden zamanında sıyrılamamak Ukrayna işini de zora sokmuş, Rusya,Çin  ve İran’ın tekrar aktif ve yön verici güçler olarak devreye girmelerine neden olmuştur.

ABD yönetimi son zamanlarda tam bir çaresizlik halinde, özellikle Suriye ve Irak politikasında, kendisinin dahi inanmadığı işlere girişmiştir. Bunun esas nedeni yönetim içindeki neo-con tazyikine dayanamamasıdır. Tavizler vermek zorunda kalmıştır. Mesela ta baştan İsrail gemlenmek istenmiş ama başarılı olunamamıştır. Suriye ordusu ve Hizbullah’ın IŞİD’i geriletmeye başlaması karşısında neo-con (bu cephede S.Arabistan, Katar, BAE, Ürdün, Türkiye, İsrail gibi ülkeler, Avrupa ve Japonya’da etkili konumda bulunan bir çok siyaset adamı, örnekse, Fransa’da Juppe ve Fabius, ve siyasal çevreler yer almaktadır) kaygularını gidermek adına “anti-IŞİD koalisyonu” oluşturulmuş, başına da şahin neo-con’lardan General John Allen getirilmişti. Bu oluşumun esas gayesi, Türk ordusunun olanaklarını da daha aktif kullanarak IŞİD’e destek vermekti. IŞİD’in kontrolünün güçlüğü görülünce bu kez “eğit-donat” hikayesi  icat edildi. Gelgelelim onun sahadaki işleyişi de çok geçmeden mizah konusu oldu.

İran ve Rusya’nın Suriye’den yana ağırlıklarını arttırmaları, İsrail’in provokasyonları ABD’nin bölgede doğrudan istemediği bir savaşa girebileceği koşulları yaratıyordu. Ukrayna konusunda da müttefikler arasında sorgulamalar başladı. Öte yandan kitlesel göç sorunu  ABD ve müttefiklerini iyice köşeye sıkıştırdı. Bu göçün yaklaşık yüzde 20’si Suriye’den kaynaklanmaktadır. Kontrol altına alınması her geçen gün güçleşen “vekalet savaşı” ve kısmen onun sonucu olan göçler, mevcut ve olası neo-con provokasyonları ABD hükümetini İran’a taviz vermeye götürdü.

Bu antlaşmadan sonra gerçekleşen altı adet kayda değer gelişmeye dikkat çekmek isterim.

Birincisi, Suriye, Irak, Türkiye, Mısır ve Yemen gibi ülkelerde şiddetin tırmanmasıdır. Genel olarak Suriye sorunu etrafında ortaya çıkan, Rusya, İran ve Obama yönetimini ihtiva eden bir tür zımni (ya da pratik koşulların yarattığı ) ittifakın, Suriye’de, IŞİD’e karşı olarak Kürtlere Esad yönetimi yanında belli roller  vermeyi planlaması, buna mukabil neo-conların kontrolünde olan Erdoğan-Davutoğlu hükümetinin muhtemelen General Allen’ın telkinleriyle bu plana karşı bir hamle anlamına gelen bir hat izlemesidir. Provokasyonlar yapmasıdır. Bu zımni denebilecek ittifaka karşı PKK kartını kullanmak istemesidir. Esasen neo-con taleplerle AKP yönetiminin çıkarları arasında bir uyum olduğunun da altını çizmek isterim. Burada bir örtüşme var. Çünkü Şam yönetiminin kalması, Ankara yönetiminin gitmesi anlamına gelir. Bu çok açıktır. Dolayısıyla PKK ve AKP arasındaki kör döğüşüyle, Cemaat Partisi ve AKP arasındaki döğüş arasındakine benzer bir ilişki vardır. Sadece seçime odaklı bir analiz yetersiz olur.

İkinci gelişme, kendisini Yemen’de beklemediği bir savaşın içinde, hem de doğrudan bir savaşın içinde bulan S.Arabistan yönetiminin Suriye, İran ve Rusya ile açık ya da örtük, doğrudan veya dolaylı temasları başlatılmış olmasıdır. S.Arabistan, ABD-İran antlaşmasından hayli tedirgin olmuş, neo-con patronlarının arzuları hilafına ( bir panik olarak da izahı mümkündür) söz konusu “düşman” ülkelerle görüşmelere başlamıştır. S.Arabistan bu “vekalet savaşı” nın en önemli parasal sponsorudur.  Suriye’deki savaş beşinci yılına girmiştir. Şu ana kadar S.Arabistan adına istenilenin küçük bir kısmı dahi elde edilememiştir. Üstelik bu ülkenin temel gelir kaynağı olan ham petrolün  fiyatı 110 dolar mertebesinden 50 dolara kadar gerilemiştir. Şimdi S.Arabistan bu başarısız savaşın kendisi için olası olumsuz sonuçlarını en aza indirmenin hesaplarını yapmaktadır. Son diplomatik hamlelerini bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Üçüncü bir gelişme, Avrupa ülkelerine doğru önüne geçilemeyen göç hareketlerinin bu ülke halkları nezdinde büyük tepkiler doğurması ve kamuoyları tarafından hükümetlerin emperyalist politikalarının hedef haline getirilmiş olmasıdır (Mesela ısrarlı anti-Amerikan çizgisiyle Madam Le Pen’in partisine olan destek artıyor) . Dikkat edilecek olursa son zamanlarda, sadece Ukrayna sorunu etrafında değil, Suriye sorunu etrafında da Almanya ve Fransa’nın Rusya’yla temasları artmıştır. Bu sorunun Rusya’sız çözülemeyeceği  her iki ülke yöneticileri tarafından açıkça ilan edilmiştir. Fransa, Şam’daki büyükelçiliğini yeniden açma kararı almış, vakit geçirmeden bu ülkeye gizlice bir büyükelçi dahi atamıştır. Hatta bu gelişmeyi izleyen günlerde, Suriye ordusunun IŞİD karşıtı operasyonlarına Fransız uçaklarının destek vermiş olduklarını Fransız medyasından öğrendik.

Dördüncü olarak, Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yapmaya başlamış olmasıdır. Lazkiye’de  bir Rus askeri üssün kurulmakta olduğu iddia ediliyor. Rusya buraya en gelişmiş silahların, tankların da aralarında bulunduğu askeri malzeme sevk etmektedir. Şu ana kadar en az bin civarında Rus askerinin Suriye’ye gönderilmiş olduğu iddia edilmektedir.

Dikkat edilecek olursa, Rusya’nın bu hamlesi emperyalist bloktan çok sert bir tepki almamıştır. Neo-con ideologlar her ne kadar Rusya’nın Suriye’yi ikinci bir Kırım haline getireceğini bas bas bağırıp dursalar da, bu neo-con histeri şu ana kadar ciddiye alınabilecek bir tepkiye yol açmamıştır. Elbette, hava sahaları Rusya’ya kapatılıyor. Diplomatik nezaket kurallarını ihlal etmeyen uyarılar yapılıyor ama bu emperyalist diplomasinin fıtratında vardır.

Rusya’yı Suriye konusunda bu kadar duyarlı hale getiren çok önemli bir olgu var. Rusya, ABD’nin çok sayıda Çeçen cihatçıyı ileride Rusya’da da kullanmak üzere Suriye’ye sevk etmiş olduğunu biliyor. Hatta son bir iki yılda bunlardan bazıları lider kadrolara dahil oldular.  Suriye ve Irak’taki cihatçıların toplam sayısının yüz binden az olmadığı tahmin ediliyor. Cihatçılar arasında Arapça ve Türkçe’den sonra en yaygın kullanılan dil Rusça’dır. Rusya, Suriye’de muhtemelen bir imha savaşı başlatacaktır. Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Ermenistan, İran gibi ülkeler Rusya’ya destek vereceklerini açıkladılar.

Rusya ve İran defalarca Suriye ordusunun başarılı olmasını engelleyen en önemli faktörün Türkiye’nin askeri ve lojistik desteği olduğunu açıklamışlardı. Yani sorunun merkezi, Kuzey Suriye’dir. Bu teşhis doğrudur. Öyleyse, olası bir Rus operasyonu Suriye’nin kuzeyine doğru ilerleme eğilimi içerisinde olacaktır. Rusya ve Türkiye’nin Kuzey Suriye’de karşı karşıya gelme ihtimali yabana atılmamalıdır. Muhtemelen cihatçıların olası imhadan kurtulanları büyük ölçüde Suriye’ye  girdikleri yer olan Türkiye’ye doğru kaçacaklardır. Böyle bir gelişmenin Türkiye için ağır sonuçlarının olabileceğini öngörmek gerekir.

NATO genel kurmay başkanları toplantısı sonrasında Türk genel kurmay başkanı, Suriye, Irak ve İran’ı ana tehdit ülkeleri olarak saydı. Ukrayna sorununa dolaylı olarak değindi. Yani malum neo-con önceliklerin Türk genelkurmayının da öncelikleri olduğunu belirtmiş oldu. Tabii buna fazla takılmamak lazım. ABD yönetimi nereye giderse, NATO ve Türk genelkurmayı da o tarafa gider. Bugünkü “paşa hazretleri” de ancak 19 yy’ın “paşa hazretleri” kadar kendi erkine sahiptir. Onun için bu şartlarda esas olarak  ABD’nin hamlelerine bakmak lazım. Devleti de bu şartlarda analiz etmek gerekir.

Beşinci bir gelişme, ABD’nin Esad yönetimiyle ilk kez bu antlaşma sonrasında gerçek bir işbirliği içine girmiş olmasıdır. Suriye ordusunun IŞİD’e karşı Haseke’deki operasyonlarına ABD savaş uçakları da destek vermişti. Bunun hayli etkili bir destek olduğunu medyadan öğrendik. Böylece Esad yönetiminin meşruiyeti dolaylı olarak da olsa kabul edilmiş oldu(3)

Son bir gelişme, bugün okuyoruz, İsrail başbakanı Netanyahu’nun ABD’den umudunu keserek Rusya’ya, Suriye meselesini konuşmak için gitme kararı almış olmasıdır. İsrail’de de kaygular artmıştır.

Bütün bu gelişmelerin olası sonuçları ve onlara bağlı olarak olası yeni gelişmeler, Türkiye’de önemli siyasal sonuçlar doğuracaktır. AKP hükümetinin sürmesi artık olanaklı görünmemektedir. Bu öngörüler gerçekleşirse, önümüzdeki seçim (eğer yapılabilirse) Tayyip’in müdahil olduğu ya da katıldığı son seçim olacaktır. Bu arada, Reel Türkiye ekonomisinin şu haliyle 3 TL üzerine çıkmış bir dolar kurunu kaldırması da mümkün görünmemektedir. Türkiye’deki siyasal tablo, parti yapıları, bu arada Kürt siyaseti ve sosyalist sol içinde önemli değişimlerin yaşanması kaçınılmaz görünmektedir (4)

Son ABD-İran antlaşmasını ve devamındaki gelişmeleri Türkiye medyası ve Türk ve Kürt solu henüz okuyamadı. Hatta belki farkında dahi değiller. Ancak şahsen önemli değişimlerin gerçekleşeceği bir periyoda girdiğimiz kanaatindeyim (5)

NOTLAR:

1) Hilary Clinton Demokarat Parti’deki neo-con hizbin başında bulunuyor ve başkan adayı. Obama’nın ilk kez başkan seçildiği seçimlerden önce de partide adaylığını açıklamış ancak ABD yönetimin ihtiyaç duyduğu başkanın Bush’un dişisi olmadığı kararı hakim gelmiş, Obama ile uzlaşma yoluna gidilmişti. Obama’nın ilk devresinde neo-con’larla bir koalisyon hükümeti kurulmuş olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hatta neo-con telkinler doğrultusunda Obama’nın ilk dış ziyaretlerinden birisini yapmış olduğu Türkiye’de neo-con kliğin buradaki has adamlarından Davutoğlu dış bakan yapılmıştı. Clinton’dan rahatsız Avrasyacı Brzezinski hizbi, ondan kurtulmak için beklediği fırsatı Libya’da ABD büyük elçisinin öldürülmesiyle buldu. Bence bu son İran antlaşmasını engelleme girişiminin başarılı olamaması, Clinton’ın tekrar başarısız olacağının işareti olarak da görülebilir. Hatta gelecek başkanlık seçimlerini Cumhuriyetçilerinin kazanamayacaklarının işareti olarak bile görülebilir.

2) Elbette ABD Orta Doğu’dan vazgeçmez. Gerileyen bir emperyalist hegemonik güç olarak ABD, Obama devrinde,  saldırı stratejisinden savunma stratejisine geçmiştir. “Kontrollü kaos”  gerileyen bütün tarihsel imparatorlukların başvurduğu stratejidir. ABD ileri ve geri adımlarla bunu uygulamayı sürdürmek isteyecektir. Gelgelelim, müttefikleri var, vasalları var. Onların kaygu ve önceliklerine de duyarlı olma ihtiyacı duyabilmektedir. Tabii rakiplerinin hamlelerini de hesaplamak zorundadır. Yani sürgit, kör kör gözüm parmağına  anlamında belli bir stratejiyi uygulamak mümkün değildir.

3)  Esad bugün emperyalist saldırı başlamadan, ya da başladığı sırada olduğundan daha güçlü. Meşruiyet tabanı çok daha geniş. Bugün Suriye halkının yaklaşık yüzde 75’i Esad’ın kontrolündeki coğrafyada yaşıyor. Nüfusun yaklaşık yüzde 20’si mülteci konumda. Sadece yüzde 5’lik bir nüfus IŞİD’in ve El Nusra’nın kontrolündeki alanlarda yaşıyor.

Amerikalılar, aynı selefleri İngiliz kolonyalistleri gibi toptancı, önyargılı ve saplantılı değerlendirmeler yapıyorlar. Bütün Arapları Suudi ya da Katar Arapları gibi görüyorlar. Arap halkları arasında belli bir düzeyde aydınlanmış, modern yaşam tarzlarından taviz vermeyi kabul edemeyecek geniş kesimlerin bulunduğunu görmüyorlar. “Arap baharı” projesi bu saplantılı hesaplamalar nedeniyle başarılı olamadı. Bugün bu ülkelerin halkları arasında, internet forumlarına girip okuyunuz, eskiden revaçta olan kültürel bir “anti-Batı” tavrın yerini, siyasal bir “anti-emperyalist” tavrın aldığını tespit etmek mümkündür.

“Arap baharı” yla yapılmak istenen hedef ülkelerde Türkiye’deki AKP rejimi gibi emperyalizme sadık Müslüman Kardeşler rejimleri kurmaktı. Mısır, Türkiye ve Tunus gibi ülkelerde göreli demokratik şartlar dolayısıyla M.Kardeşler kitle içinde örgütlüydü. Siyasal bir ağırlıkları vardı. Bugün de var. Ancak Libya ve Suriye gibi ülkelerde ne Müslüman Kardeşler ne de İslamcı bir siyasal gelenek mevcuttu. Daha doğrusu, zamanında bastırılmış, ezilmişti. Bu yüzden bu iki ülkede işler kolay olmadı. Tutmadı.

M.Kardeşler örgütü 2.Dünya Savaşı sonrasında tamamen emperyalistlerin kontrolüne girdi. Zaten bu örgüt esas olarak 1928’de Atatürk’ün kültür devrimine tepki olarak doğduğunu açıklamıştı. Emperyalistlerin kendisinden istedikleri her görevi yerine getirdi. O kadar öyle ki, IŞİD’in kritik  tepe noktalarına dahi iki tane Müslüman Kardeş kökenli militan yerleştirildi ( daha önce Afganistan’da ve Yugoslavya’da ABD tarafında cihatçı güçler arasında savaşmış Ayman El Zevahiri ve Zahran Allouche).Geçerken şunu hatırlatmak isterim, Bin Ladin ve ekibine ilk siyasal eğitimleri M.Kardeşler kurucusu Seyit Kutb’un kardeşi tarafından verilmiştir. Yani El Kaide ve Müslüman Kardeşler birbirleriyle bağlantılı örgütlerdir. Her ikisi de CIA ve MI6 ortak  projesidir.

Bundan bir buçuk ay kadar önce bir Lübnan düğününe katıldım. Davetlilerin çoğu Avrupa ve Amerika’da yaşayan Sünni ve Hristiyan Araplardı. Aralarında Ürdünlü, Bahreynli, Mısırlı davetliler de vardı. Hemen hemen tamamı burjuva veya üst orta sınıftan insanlardı. Bir çoğuyla söyleşme olanağı buldum. Aralarında Esad’a karşı, ABD’yi destekleyen birine dahi rastlamadım. Ancak çoğu daha önce Esad’a karşı olduklarını hatta ondan nefret ettiklerini söylediler. Şimdi “en azından onun için dua ediyoruz” diyorlar.

4) Türk solcularının seçimler öncesi görüş alışverişleri başladı. İki parti seçime katılmayacağını ilan etti. Bu şartlarda seçim olamayacağı gerekçesiyle değil, elbette HDP ardında hizaya girmek, “Oylar HDP” ye demek için. Aynı bu şimdiki görüş alışverişlerinden çıkacak sonuç gibi. Seçimlerde HDP önemli oranda oy alsa ne olacak? AKP ile hükümet olmayacağını iddia edebilecek durumda mısınız? HDP nedir? HDP’nin ne olduğunu şöyle de açıklamak mümkündür: Bu kadar terörün ortasında, HDP eşbakanı haklı olarak “nerede bu hükümet, bu ülkede hükümet yok mu” diye feryat ediyor. Gelgelelim, hükümetle koalisyon halinde olduklarını, bakan vermiş olduklarını, hatta bu koalisyon hükümetinde bakan olmayı kabul etmeyen bir arkadaşlarını da fırçalamış olduklarını hatırlamıyor.

Önceki yazıda söyledim, bu seçimlerde alınacak doğru tavır protestodur. Seçim sonuçları bunalımı, kaosu daha da arttıracak. Sokakta anlamlı miktarda insan, bu siyasal format içinde,  artık seçimlere inancını yitirmiş vaziyette.

Mısır’da vaktiyle Müslüman Kardeşler’in yükseldiği seçimlere ve onun referandumuna katılım hayli düşük olmuş, bir meşruiyet sorunu ortaya çıkmıştı. Bu sorunun kitlelerin kollektif vicdanında yanıt bulmasıyla Mısır tarihinin en geniş katılımlı halk ayaklanması gerçekleşmişti. Ayaklanma bir siyasal önderlikten mahrum olduğu için düzenin ordusu devreye girip düzeni sağlamıştı. Böylece çok önemli olanak heba edilmişti. Düzeni meşruiyet sorunuyla karşı karşıya bırakacak hamleler yapmak lazım.

5) Önemli değişimler sadece Türkiye’de değil, Orta Doğu ve Avrupa coğrafyasında da gerçekleşecek. Demokratik yapılar “Arap baharı” ndan çıkamazdı. Çıkmadı. Anti-emperyalist direnişin olduğu Suriye gibi ülkelerden çıkabilir, çıkacaktır. Suriye direnişi sadece Suriye’nin değil, civarındaki ülkelerin de demokratikleşmesi adına büyük katkılar yapmıştır. yapmaktadır. Suriye direnişi bu bakımdan da okunmalıdır.  Kürt siyaseti anti-emperyalist bir damarı bulunmadığı için Suriye direnişini okuyamamış, ona karşı emperyalist cephede sözde “tarafsızlık” adına yer almıştır. Kürt hareketi asıl o zaman yenilmiştir. Kürt hareketinin sorunu, ta baştan emperyalistlerle halvet olmuşluğudur. Bu yüzden anti-emperyalist bir tavır alamıyor. Bu bakımdan emperyalizmin liberal gönlünden ne koparsa ona razı olmak durumunda. Bu haliyle “demokratik emperyalizm” e mahkum. Bugün Suriye’deki Kürtler Esad direnişine katılarak ayakta kalabileceklerini anlamış gibi görünüyorlar. Ne kadar öyle, göreceğiz.

Avrupa ülkelerinde giderek müslüman nüfus artıyor. Bu ülkelerin Orta Doğu sorununa, Almanya liderliğinde, daha aktif olarak dahil olacaklarını tahmin ediyorum. Öte yandan, bu artan müslüman nüfus bu ülkelerin Filistin sorunu ve tabii İsrail’e bakışlarını da radikal bir şekilde değiştirecektir. Bu göç eden nüfusun bir süre sonra seçmen olacağını görmek lazım. Ağırlıklı olarak en alt düzeyde işçi sınıfının üyeleri olacak bu göçmen kitle işçi sınıfı sosyalizminin Avrupa’da güçlenmesine katkı yapabilir.

Tweetle

Seçimler ve Komünistler

Önümüzdeki seçimler bu şiddet, devlet terörü, anti-demokratik baskı koşullarında, bu kan gölü içinde  nasıl yapılacak? Bir oldu-bitti seçimi tezgahlanıyor. Bu kabul edilemez. Komünistlerin bu koşullarda seçimlerin yapılamayacağını görüp, seçimleri protesto etmeleri beklenir. AKP’nin “milli irade” yalanı üzerine kurduğu oyuna alet olmamak,onu yalnızlaştırmak lazım. Böyle bir tavır, komünistlerin seçimlerde elde etmesi muhtemel 10-15 bin oydan çok daha anlamlıdır. Bu şartlarda parlamentarist beklentiler içinde olmak doğru değildir.

Halkı seçimle hiç bir şeyin çözülemeyeceğine ikna etmek lazım. Her seçim öncekinden daha kanlı bir ortamın yaratılmasına yol açacak. Çözümü  halk sokakta üretir. Seçimlerden CHP ya da başka bir düzen partisi zaferle çıksa ne değişecek? Emekçi halkın hangi sorunu çözülecek?

Öte yandan, asker darbe yaparsa, bunu AKP rejimini sürdürmek ve Tayyip’i kurtarmak için yapacaktır. TSK dün olduğu gibi bugün de emperyalist NATO’nun, işbirlikçi Türkiye burjuvazisinin, onun devletinin ordusudur. Halk sınıflarının, bölgemizdeki bütün ezilen halkların  düşmanıdır.

Solculuk adına, 19yy’daki Tanzimat aydınlarının yaptığı gibi, “iyi paşa hazretleri”, “kötü paşa hazretleri” muhabbeti yapan kerameti kendinden menkul “orducu sosyalist” lere itibar etmemek lazım. 7 Haziran seçim sonuçları sonrasında “3.Meşrutiyet”i ilan eden “Yalçın hoca ekolü” Tanzimat devrinde kalmıştır (Hatırlanacağı gibi, daha önce de Genelkurmayın en mahrem odalarının ve tabii Ergenekon tezgahının önünü açan bir “paşa hazretleri” nin masum bir Tayyip ziyaretini “Babıali baskını” olarak ilan etmişti. Tayyip bu iddiayı ciddiye almış olsa gerekir ki, zavallı paşa hazretleri ziyaretten bir süre sonra kodesi boylamıştı) . Onun komünizmle uzaktan yakından bir alakası yoktur. Anlaşılmayan, hâlâ bu tipin “makalelerin sadece yazarını bağladığı” komünist portallar tarafından parlatılıyor olmasıdır.

Türkiye’de komünist partilerin sayısının artacağı anlaşılmaktır. Parti sayıları, tabelaları artıyor. Ancak mevcut partilerin süreklilik gösteren, komünist camiada ağırlığı olan  bir tane dahi yayını yok. Hatta yayın yok. Zaman zaman olduğu vakit de, sadece parti bürolarından ya da Kadıköy iskele meydanındaki bir kaç bayiden temin edilebilen yayınlardan söz edilebiliyor.

Ülkemizde bir komünist parti ve sürelilik arz eden etkili  komünist yayınların olmaması biz bütün komünistlerin ayıbıdır. Bunu şartlarla ya da başka mazeretlerle izah etmek sorumluluğumuzu inkar etmek anlamına gelir. İllegalite şartlarında dahi komünistler daha etkiliydi. Kimseyi suçlamıyorum. Hepimiz sorumluyuz.

Bir kere bu portallarla bu işler olmaz. Mevcut partilerin internet sayfaları muhtemelen bu portallara verilen ağırlık yüzünden ihmal edilmiştir. Yabancı ülkelerdeki komünist parti siteleriyle kıyaslarsanız, durum açıkça görülür. Bu portalların hepsi aşağı yukarı aynı haber içerik ve vurgularına sahip. Sadece köşe yazıları farklı. Onların önemli bir kısmının da komünist kalemlerden çıkmamış olduğu izlenimi ediniliyor. Tabii bir de, “portallardaki makaleler yazarı bağlar” kaydı var. Bu sayede ideolojik sınırlar gevşetilebiliyor. Kafalar daha da karıştırılıyor.

Komünist eğitimin verileceği, komünist yaklaşımların ve tartışmaların yer aldığı, parti tavır ve politikalarının tespit edildiği parti siteleri komünist hareketin gelişmesi bakımından bu mevcut portallardan çok daha önemli bir işlev görecektir.  Şimdi örgütlenme çağrıları yapılıyor. Ancak bu çağrıların bir dil pelesengi olduğu açıktır. “Adet yerini bulsun” açıklamalarıdır. Mazeret üretme gayesi taşıdığı izlenimi veriyor. Örgütlenme ve eğitim arasında bir etkileşim vardır. Birbirlerini karşılıklı  olarak besleme eğilimi taşırlar (1)

Niceliğe kafayı fazla takmayalım. Bütün enerjimizi sarf ederek çelik bir komünist çekirdek yaratmamız  gerekir. Bu çekirdek yoksa milyonlara ulaşsanız dahi hedefiniz açısından bir faydası olmayacaktır. Tekrar pahasına, Bolşevikler devrim öncesi Rusya’sında nispeten en dar örgüte sahip siyasetti. Ancak en disiplinli, çelik çekirdeğe (ya da komünist siyasal akla) sahip örgüt oydu. Sırasıyla, SR’lar ve Menşevikler nicel olarak en geniş örgütlerdi. Ancak devrimi Bolşevikler yapabildiler (2)

Yine  70’li yıllarda Avrupa’da, mesela Fransa’da, İtalya’da, İspanya ve Yunanistan’da komünistlerin kitle içinde çok ciddi bir örgütlülüğü söz konusuydu. O da yetmedi cepheler oluşturdular veya oluşturmaya çalıştılar. . Sonra da hep birlikte revizyonist oldular. İktidarı almak gibi bir derdiniz olmazsa, parlamentarist gerekçelerin arkasına sığınırsanız( veyahut meşruiyeti burjuva sınırları içinde kavrarsanız), kısacası iktidardan kaçarsanız, kaçınılmaz olarak revizyonist oluyorsunuz. Dahası, reaksiyoner rejimlerin zuhur etmesine, veyahut burjuva demokratik yapıların gericileşmesine katkı yapıyorsunuz. SSCB’nin çöküşünü o taraftan da tartışmak lazım.

Bugün komünist siyasal aklın temsil edildiği, gelişmeleri global ölçekte öngören, doğru talepleri, doğru politikaları tespit etme yeteneğiyle donatılmış, çelik disipline sahip bir komünist partisine ihtiyacımız var. Yoksa 95 yıllık geleneği kimin temsil ettiğine dair idrar yarışının bir manası yok. Hiç bir manası yok. Zaten bu bir hukuk, teori konusu değil, pratik bir sorundur.

NOTLAR:

1) Örgütlenme, özellikle işçi sınıfı içinde örgütlenme kolay bir iş değildir. Ülkemizde de zorlukları var. Diyelim, ayda 1500  lira maaşlı bir iş bulabilmiş bir işçi kendisini asgari ücrete talim eden bir işçiye göre bir nevi “işçi aristokratı” olarak görebilir. Özellikle de Anadolu’da. Şimdi mesela, Bursa’da Renault da, Tofaş’ta çalışan işçilerin önemli bir kısmı “komünizm” lafını dahi duymak istemezler. Bir kısmı gericidir. Tamam. Ancak daha önemli bir kısmı orta sınıf ekonomik standartlarına sahip olduğu için böyledir. Mesela Renault’da, patron tarafından aylık olarak işçilere dağıtılan gayet kaliteli havlu, sabun vesair gereçleri temin etmek için başka bir yerde çalışan asgari ücretli bir işçinin maaşının neredeyse üçte birisini harcaması gerekir.

Fabrikaların sağladığı kolaylıklar sayesinde araba sahibi olan, onları yenisiyle sık denebilecek aralıklarla değiştirebilen işçiler var. Bir kaç yılda bir sahibi oldukları evlerinin mobilyasını değiştiren işçiler olduğunu en son o işçilere gıpta eden, kendileri daha düşük ücretli işlerde çalışan,  iki işçi yakınından dinledim.

Bursa’da Türk Metal’e öfke tamamen ekonomik kaygulardan kaynaklanıyordu. İşçiler sahip oldukları ekonomik standartlardan taviz vermek istemiyorlardı. Özcesi, işçi sınıfı dediğimizde yekpare bir bütünü ifade etmediğimizi, edemeyeceğimizi bilelim. Onun için örgütlenme söz konusu olduğunda sınıfın en alt katmanlarına inmemiz gerekir. Önceliği ona vermek daha gerçekçi bir yaklaşım olur.

2) Şimdi Haziran 2013’te  önemli bir rol oynamış örgütlere o günlerde katılımın arttığını biliyoruz Yani öyle parti ilçe bürolarında kayıt için gelecek üyeler beklemek doğru değildir. Ortam devrimcileştikçe nicel olarak da güçlenirsiniz. Hareket her şey değildir ama bereket getirebilir. Önce örgütlülüğüm, üye sayım artsın sonra harekete geçerim anlayışı yanlıştır. Devrim talebi değil ama belli bir devrimci örgüt kolay kolay çok geniş kitlelere dayanamaz. Ya da bazı istisnai hallerde (daha çok nispeten küçük kırsal toplumlarda veya ulusal kurtuluş savaşı şartlarında ) böyle bir dayanak bulabilir. Asıl geniş kitle tabanı, büyük kitle desteği devrimden sonra iktidarın alındığı andan itibaren gereklidir. Yoksa iktidarı tutmanız güç olur.

Bir de, bazı arkadaşlar “bir daha Haziran olmasın, kendiliğinden hareketle iş olmuyor” mealinde laflar ediyorlar.Çok yanlış! Bütün devrimler kendiliğinden patlamalarla başlar. Ancak salt kendiliğinden hareketle de devrim olmaz. Bu farkı görmek lazım. Yok, Haziran’lar olsun, olmalıdır. Oradan devrim çıkarmak öncünün işidir. Hiç bir örgüt baştan sona bir devrimi planlayamaz. Kitleleri makine gibi devindiremez.  İktidarı almak bir moment sorunudur. Öncünün (“çelik çekirdek” in ) kabiliyeti bu bakımdan önemlidir.

Özcesi,kitleler kendi sorunlarını kendileri için en can yakıcı momentlerde ayaklanmalar halinde dışavurabilirler. Ancak devrim yapamazlar. Devrim için öncü bir organize aklın devreye girmesi gerekir. Devrim süreci  kitle ayaklanması (ayaklanmaları)  süreciyle tetiklenebilir. Ancak bu ikisi tek ve aynı şey değildir. Tekrar olsun, kitle ayaklanmaları sürecini devrim süreci haline getirmek öncünün kabiliyetine referans verir.

Tabii Haziran tipi kitlesel ayaklanmaları hakir gören bir anlayışla, “önce örgütlenme” diye tutturan zihniyet arasında bir tutarlılık olduğunu söylemeye bile gerek yok.

ÖNCEKİ YAZIM İÇİN NOT:

Bir önceki yazıda ABD ve İran arasında varılan antlaşmayla ilgili ABD Kongresi’nde yapılacak oylamanın (Yanılmıyorsam,  11 Eylül tertibinin yıldönümü olan yarın oylanacak. Tarihin tesadüf olmadığı açık) öneminden söz etmiştim. Antlaşmanın reddedilme olasılığı var tabii. Bu olasılık çok zayıf değil. Gerçi başkanın veto yetkisi var ama yine de sonucu şimdiden kestirmek mümkün değil. Bunu öngören Rusya’nın Suriye’ye yığınak yaptığı haberleri yayılıyor. Özellikle Lübnan menşeli haber kaynakları Rus gemilerinin Suriye’ye tank sevkiyatını tanıklara dayandırarak haber veriyorlar. Ne kadar doğrudur bilinmez. Tam bu sıralarda arka arkaya bir çok ülkenin Rusya’nın Suriye yönüne uçacak uçakları için hava sahalarını kapattıklarını duyuyoruz. Bu hafta başındaydı galiba, John Kerry, Lavrov’a, Rusya’nın Suriye sorununa doğrudan müdahil olmaya yönelik çabaları nedeniyle hükümetinin kaygularını iletiyordu. İran antlaşmasıyla ilgili karar ve Rusya’nın Suriye’de daha aktif bir rol üstlenmesi Türkiye’de şartların değişmesine neden olabilir.

Tweetle

“İran sorunu”

Obama yönetiminin İran’la, bu ülkenin  nükleer çalışmalarıyla ilgili olarak varmış olduğu antlaşmanın bu ay içinde ABD’nin ilgili yönetim organlarında onaylanması gerekiyor. Aksi halde, antlaşma geçersiz olacak. Bugün bölgemizde ve ülkemizde artan şiddet, siyasal gerilim, ABD ve İran arasında varılmış olan antlaşmayla yakından alakalıdır. Bunu tespit etmek gerekir.

ABD’de kısaca “neo-con” olarak tabir edilen orta doğucu şahinler, bu antlaşmanın ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu’daki etkisini hayli azaltacağını, bölgeyi, İran, Rusya gibi ülkelerin rahatça at oynatacağı bir alan haline getireceğini iddia ediyorlar. Bu antlaşmanın S.Arabistan, Katar, BAE, İsrail gibi ülkelerin güvenliğini tehdit ettiğini söylüyorlar. Sürekli savaş çağrıları yapıyorlar. İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin aktif bir savaş siyaseti izlemesini talep ediyorlar.

Arka arkaya İngiliz ve Fransız, Türk parlamentolarından, hükümetlerinden neo-con talepleri doğrultusunda savaş çağrıları yapıldığını duyuyoruz. Bir yandan da provokasyonlar arttırılıyor. Şiddet, göç hareketleri teşvik ediliyor. Göz yumuluyor. Bu antlaşmanın ABD’de görüşüleceği güne kadar da artarak devam etmesi beklenmelidir. Sorunun Esad gitmeden, destekçileri etkisizleştirilmeden çözülemeyeceği algısı dünya kamuoyunda yaratılmak isteniyor. Bu çizgiye yakın emperyalist medya araçları bu amaçla en gözü kara şekillerde kullanılıyor.

Obama sayısal olarak azınlıkta, Cumhuriyetçilerden en az 4-5 oy alması gerekiyor. Aksi halde neo-conların zafer sarhoşluğu bölgeyi ve belki dünyayı  uzun ve çok şiddetli bir savaşın içine sokacak. Rusya bunu öngörerek Suriye’deki tahkimatını, askeri uzman sayısını arttırıyor. Hatta yabancı medyada çıkan haberlere bakılırsa, Suriye ordusunun bazı bölgelerdeki başarısında, ona komuta eden Rus askerlerinin katkısı var.

Şimdi bakınız, S.Arabistan, İsrail, Katar,Türkiye  gibi ülkeler söz konusu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle son 7-8 yılda elde etmiş oldukları siyasal konumları yitireceklerini haklı olarak düşünüyorlar. Esasen iktidarları pamuk ipliğine bağlı petrol monarşileri kendilerine garantiler verilmemiş olduğu için bu antlaşmadan hayli kaygu duyuyorlar. Yoksa, mesela, S.Arabistan gidişattan rahatsız. Rahatsız ki, Rusya ve İran’la diyalog arayışları içerisine giriyor. Yeterli garantiler verilmediği sürece mevcut ortamın sürdürülmesine katkı yapacağını eylemleriyle anlatıyor. Neo-con siyasetini destekliyor. Bugün Türkiye’deki yönetim de en büyük parasal desteği muhtemelen Katar ve S.Arabistan’dan alıyor. Tayyip’in çıkıp, “tehdit IŞİD değil, PKK’dir” demesi bundandır. Yani iktidarlarını yitirme telaşında olanların işbirliği halinde olduklarını tespit edebiliyoruz. Anlaşılır bir şey tabii.

Bu bakımdan bu ay İran’la varılmış antlaşmanın onaylanıp onaylanmaması büyük önem taşımaktadır. Hatta Türkiye’de seçimlerin yapılıp yapılamayacağı da o zaman belli olacaktır dersek, abartmış olmayız. Yani şartlar bir anda değişebilir. Elbette neo-conlar, onların adamı Tayyip sonuna kadar savaş isteyecektir. Vazgeçmeyeceklerdir. Ancak yine de onay halinde, ağır bir darbe almış olacaklardır.

Türkiye’de bugünkü şiddeti emperyalist blok içindeki bu güncel çekişmeyi dikkate almadan analiz edemeyiz. Daha önce defalarca söylemiştim, emperyalizm, emperyalist blok, onun bileşenleri, iktidar blokları, devletleri yekpare bir bütünsellik arz etmiyorlar. Kendi içlerinde, aralarında farklı çıkar önceliklerine referans veren çelişkileri, çatışmaları, en hafif tabirle, görüş ayrılıkları var. Özellikle emperyalizmin saldırılarını arttırmış olduğu momentlerde devlet olgusunu emperyalist sisteminin bütününü göz ardı ederek analiz edemeyiz. Onun içindeki görüş ayrılıkları bütün egemenlik yapılarını,parçalarını kat edecektir. Bunu öngörmek lazımdır. Bu koşullarda, dış dinamik/iç dinamik arasındaki ayrım çizgileri flulaşır, hatta kaybolabilir (1)

Lenin zamanında bu durum henüz rüşeym halindeydi. 2.Savaş’tan sonra ABD hegemonyasının konsolidasyonuyla emperyalist siyasal yapı değişim geçirdi. Mesela İngiliz tipi doğrudan sömürgecilik yerini ABD’nin, “ulusların kaderlerini tayin hakkı” emperyalist mottosuyla dile getirilen yeni-sömürgecilik siyasetine bıraktı. Esasen bu siyaset, ABD emperyalizminin kurucu ilkeleri arasında ta baştan mevcuttu. Britanya İmparatorluğu’yla arasındaki kavganın temel meşrulaştırıcı argümanıydı. Zaten bugünkü “demokrasi, insan hakları” emperyalist ideolojisi de temellerini bu anlayışta bulur(2)

Tweetle

NOTLAR:

1) ABD yönetimi içinde öteden beri var olan “neo-con” ve “Demokrat ” çekişmesi son İran antlaşmasıyla şiddetlenmiştir. Hatta Obama’nın tehdit edildiğine dair haberlere ABD medyasında rastlamaya başladık. Obama’nın Antalya’da savaş gemisinde kalacağını açıklamış olmasını bu gerilimin ışığında düşünmek gerekir.

Bir başka güncel vak’a, bir süre önce John Allen’ın sözde Anti-IŞİD koalisyonun baş koordinatörü yapılmış olmasıdır. Herhalde bu atama Obama yönetimi adına bir taviz olarak görülmek gerekir. General Allen, neo-con kliğin en gözü kara kanadının, yani McCain-Petraeus kanadının has adamıdır. O bu sözde koalisyonun başına geçtikten sonra Suriye, Irak, Türkiye ve Yemen’de şiddet tırmanmış, Batı’ya ya da Kuzey’e doğru insan göçü hız kazanmıştır.

Bu arada, bu göç meselesinin Türk ve Batı medyası tarafından savaş kışkırtıcılığı adına nasıl  istismar edildiğine dair çarpıcı bir örnek,  cesedinin karaya vurduğu iddia edilen küçük yavrucağın -muhtemelen mizansen olan- resminin kullanılma biçimleridir. Benzer şekilde uyuyan  küçük bir çocuk resmini ihtiva eden popüler bir posteri hatırlıyorum. Bu olay vesilesiyle, bir kez daha, kapitalist-emperyalist çürümenin en özsel insani değerleri, duyguları, insani bağları nasıl itibarsızlaştırdığına, pazar metası haline getirdiğine, insanı maddi menfaatler, kariyerist saplantılar adına nasıl insanlıktan çıkardığına  dikkat çekmek isterim.

İnsan göçü yeni bir vak’a değil. Sadece savaştaki ülkelerden de kaynaklanmıyor. Son 4-5 yıl içinde Avrupa’ya doğru arttığı iddia edilen  göçlerin küçük bir bölümünün nedeni savaşlar. Mesela 2011-2014 (dahil) AB ülkelerine göç edenlerin sadece yaklaşık olarak yüzde 20’si Suriyeli. Yaklaşık yüzde 10’u Afganistanlı ve Iraklı. Aslında 1990’ların başından itibaren sosyalist cumhuriyetlerin çözülmesinden sonra AB ülkelerine göç sürekli artmaktadır. Mesela Bulgaristan’ın genç nüfusunun büyük bir kısmı AB ülkelerinde göçmen olarak yaşamaktadır. Göçün asıl nedeni yoksulluktur. AB ülkeleri ve etrafındaki coğrafya arasındaki ekonomik-sosyal eşitsizliklerdir. Bu gerçeği saklamak istiyorlar.Bununla birlikte, geçenlerde internette okudum, bir Alman iş adamının (Ulrich Grillo) açıklamasından bu göçlerden Alman sermaye sınıfının  pek de rahatsız olmadığı anlaşılıyordu. Almanya için ucuz işgücü kaynağı ve talep pazarı olduğunu ima ediliyordu.

Bugün göçler esnasındaki trajik çocuk ölümlerine, bir kaç yıl önce Suriye’de Guta’da islamcı canilerin kimyasal silahlar kullanarak katlettikleri çocukların ölümlerine yüklenmek istenen işlev yüklenmek isteniyor. O zaman da o olay Esad yönetiminin üzerine atılmak istenmiş, böylece Suriye’ye doğrudan askeri müdahalenin meşruiyeti için zemin hazırlanmaya çalışılmıştı. Oysa o olayın planlayıcısı Suudi istihbarat şefi Bender Bush, lojistik desteği temin eden Tayyip Erdoğan’ın başbakan olduğu TC hükümetiydi. Olay ABD yönetiminin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş, beş yüz civarında çoğu Alevi olmak üzere hıristiyan ve Kürt çocukları katledilmişti.

Son Hakkari vak’ası hazırlanmış bir senaryonun uygulaması olarak görülebilir. O mıntıkada kara yoluyla asker sevkiyatı bana göre bir nevi intihardır. Daha önce de bir kaç kez tecrübe edilmişti sonuçlarını biliyoruz.  GKurmay’ın bunu bilmemesine olanak yoktur. Şiddet planlı bir şekilde teşvik ediliyor. Asker ve sivil kayıpları artıyor. Sokağa çıkma yasakları yayılıyor. Kürt halkı üzerindeki baskılar, terör ağırlaşıyor. Emperyalist güçler bunun için elbette ellerinin altındaki Türk ve Kürt malum siyasal-askeri araçlarını kullanıyorlar.

“Barış süreci”  başlatıldığında bunun PKK liderliğindeki Kürt siyaseti adına harakiri olacağını ifade etmiştim. Bir daha silahlı mücadeleye dönemeyeceklerini, Kürt halkı nazarında meşruiyet bulamayacaklarını ilave etmiştim. Aynı Tayyip Erdoğan ve AKP’si gibi, PKK de kendisini dev aynasında görmüş, sadece kendi ikballerini gözeten iktidarsız Türkiye liberal ve solcularının da katkısıyla gücünü, kapasitesini abartmıştır. Bugün bunu yaşıyoruz. Emperyalizm ve AKP ile dans, “kör kör gözüm parmağına” anlayışı PKK’yi bu noktaya getirmiştir. Emperyalistlerle işbirliğine girdiniz mi, kaçınılmaz olarak sizi depolitize eder. Politikasızlaştırır.  O varken, politika yapmak size düşmez. Bu bakımdan TC devleti de, Kürt siyaseti de aynı dertten muzdariptir.

Öte yandan, bazı komünist arkadaşların önceki seçim kampanyasından beri yükselen şiddetle AKP yönetimi arasında bir çıkar bağı olmadığını düşünmeleri tam bir gaflet durumudur. Hem AKP’nin şiddetten medet umduğunu söyleyip, hem de yükselen şiddetle onun arasında bir çıkar bağı kurmamak büyük bir çelişkidir.

2) Devrimci solcular olarak önemli bir eksiğimiz, ekonomi-politiği tarihsel “politik-ekonomik coğrafya” çerçevesine yerleştirememektir. Bu yanlışın kökleri Karl Marks’a kadar gider. Onun tarih bilgisi kifayetsizdir. Mesela “Şark” hakkındaki bilgileri önemli ölçüde kolonyalist Britanya İmparatorluğu’nun İstanbul büyükelçisi de olan David Urquhart’ın verdiği bilgilere dayanır. Bu zat aşırı bir Rusya aleyhtarıydı. Osmanlı devletini İngiliz çıkarları doğrultusunda Rusya’ya karşı kışkırtmakla meşguldü. Gayet gerici bir adamdı. Parasal sıkıntılarının arttığı bir sırada Marks bir süre onun gazetesinde Şark sorunu hakkında makaleler yazmıştır. Urquhardt’ı öven yazılarını hatırlıyoruz.

AKP rejiminin payandaları

Türkiye bir seçimden bir başkasına doğru koşuyor. Türkiye’nin son yaptığı seçimlerden hemen önce ve seçim kampanyaları esnasında  TC devletinin kontrolünde olduğu izlenimi verecek şekilde  ülkede şiddet tırmandırıldı. Seçimden siyasal istikrar çıkmadı. Bundan sonra da çıkması mümkün değil.

7 Haziran seçimlerinden sonra rejimin bir koalisyon olasılığını geçersiz kılmak ve yeni bir seçim empoze etmek planı doğrultusunda şiddet yeniden, ağırlıklı olarak Türkiye Kürdistan’ı bölgesinde (Ekonominin, mesela, turizmin kalbi olarak görülebilecek batı bölgesinin büyük kentlerinde değil)  arttırıldı. Bu şiddet Kürt siyasetinin katkısı olmaksızın yükseltilemezdi. Seçimlerde AKP’nin istediği sonucun çıkmasıyla terörün bıçakla kesilmiş gibi kesileceği hesapları yapılıyor olmalıdır (Aynen 12 Eylül ve 13 Eylül 1980’de olduğu gibi. Bir gün içinde siyasal şiddet ortamı bakımından “milad” anlamına gelebilecek iki farklı ülke gerçeği görülmüştü).

Daha önce bir çok kez işaret etmiş olduğum gibi, 2013 Haziran’ının öngünlerinde Erdoğan-Öcalan gerici bağlaşması tesis edildi. Bu bağlaşmayı es geçen bir yaklaşım bugünkü siyasal ortamı izah etmekte yetersiz kalır. Bu bağlaşma sürmektedir. Bağlaşmalar her zaman her durumda çatışmasız değildir. Siyasetin, yani çıkar ve hedef  farklılıklarının, siyasal bağlaşmanın olduğu her yerde inişler, çıkışlar, gerilimler öngörülmelidir. Bununla birlikte gerçek olan şudur : AKP rejimi ve Kürt siyaseti arasında bir bağlaşma vardır. Bu bağlaşma olmaksızın her ikisinin de bugünkü var olma koşulları büyük bir darbe alır. Mesela, AKP rejimi yoksa bugünkü Kürt siyaseti de olmayacaktır. Yeni bir formata, içeriğe ihtiyaç olacaktır. Siyasal (nesnel ve öznel) konumlar, mevziler yitirilecektir.

Tabii burada rejim ve Kürt siyaseti arasındaki bağlaşmanın uluslararası emperyalist siyasetin manevraları dışında değerlendirilmesinin mümkün olmadığını söylemeye bile gerek duymuyorum. Bu bağlaşma esas olarak emperyalist siyasetle aynı hizaya gelme adına, emperyalist siyasetin ihtiyaçlardan doğmuştu. Bugün de bu ihtiyaçlar doğrultusunda hareket etmesi beklenmelidir. Şu ana kadar da öyle gidiyor. Bu arada, AKP ve TSK’nın birlikte “vatan savaşı” vermekte olduğunu öne süren emperyalizmin siyasal maşaları da, beklenildiği ve her devirde olduğu gibi,  kendilerine verilen görevi ifa ediyorlar.

Şimdi bir seçim hükümeti kurulmak isteniyor. Bu hükümetin ağırlıklı olarak HDP’nin desteğine dayanacağı anlaşılmaktadır. HDP de zaten dünden heveslidir. Bugün şu artık açık olarak görülmelidir: Kürt ulusal demokratik davasına değil, bugünkü işbirlikçi Kürt siyasetine muhalif bir konum almadan AKP rejimiyle mücadele edilemez. Ona destek vermek AKP rejimine payanda olmak anlamına gelir.

Bugün Kürt ve Türk versiyonlarıyla ulusalcılık, liberalizm, sosyalizm yerine kakalanmak istenen liberteryenizm (1) hep birlikte AKP rejimini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar. Burjuva siyaseti bir çok vak’ada kendisini paradokslar halinde dışa vurur.Paralaks algılar, illüzyonlar yaratır. İdeoloji toplumsal-ekonomik formasyonlar üzeri bir kavram değildir. Burjuva ideolojisinin bu kadar etkili olması, kolay ikna etmesi bizatihi kapitalizm olgusundan, onun maddi işleyişinden ayrı düşünülemez.

Bu hal bizi aldatmamalıdır. Siyasal oyuncuların sadece çıkış noktalarına değil, olası veya “reel” varış noktalarına, dillerine, ortak paydalarına, metotlarına, en önemlisi iç ve dış sınıfsal dayanaklarına bakmak gerekir. Yoksa, elbette birinin “vatan savunması” olarak ilan ettiğini, ötekisi, “ulusal kurtuluş mücadelesi” olarak yüceltecektir. Ancak böyle demelerine rağmen  her ikisi de AKP rejimine payanda olmaktan öte bir iş yapmış olmuyorlar. Öyle değil mi?

“Seçim, seçim” deniliyor, ama bu şiddet şartlarında bir seçimin nasıl yapılabileceği tartışılmıyor. Neden? Kürt ve Türk ulusalcıları, AKP bu şartları kendi lehlerine sömürebileceklerini düşündükleri için şiddetin gerekli olduğuna inanıyorlar. Timsah gözyaşları döküyorlar. Bu siyaset ortamında yer alan öznelerin tek tek tavır ve kanaatlerine, duygularına bakmak (hep söylüyorum) yeterli olmaz. O öznelerin de içinde yer aldıkları siyasetin pratiğine bakmak gerekir(2) Tek kelimeyle, siyasete bakmak lazımdır. Tabii bir de, seçim sonrasında (elbette açıkça söylemeleri beklenemez)  “istikrar” gökten indiğinde, şiddetin bir günde kesileceğine iman ediyorlar. Şimdi rejimin iç ve dış bağlantılarına bakıp, bu şekilde bir akıl yürütmemin meşru olmadığını iddia edebilir misiniz?

 NOTLAR:

1) Kapitalist sistem tarihsel olarak belli kriz dönemlerinde belli tepkiler, sonuçlar doğuruyor.. Bu bakımdan modern tarihin bir çok  farklı dönemi arasında benzerlikler kurmak mümkün olabiliyor. Mesela, 60’lı yıllarda da ekonomik ve politik bir dünya krizi vardı. SSCB ekonomik olarak gönencini arttırmaktaydı. Bölgesel savaşlar, özellikle L.Amerika, Asya ve Orta Doğu’da iki dünya sistemi arasında yüksek gerilimli ilişkiler söz konusuydu. Batı ekonomilerinde durgunluk baş göstermekteydi. Buna kapitalist sistemin yanıtı global ölçeğini genişleterek parasalcı önlemler almak olmuştu.

Proleter devrimci sosyalizm emperyalizm karşısında mevzi kazanıyordu. Tam bu sırada Batı’da liberteryenizm (“bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışının sol ambalajlı ifadesidir) veya isterseniz “kültürel radikalizm” devrimci proletarya sosyalizmine alternatif, “özgürlükçü demokratik” sosyalizm olarak devreye sokuldu. Marksizm-leninizmin üzerine salındı. Sol liberalizm marksist-leninist hareketi özellikle Batı’da etkisi altına aldı. Hatta yer yer proleterya sosyalizmine dair söylemsel iddialarından soyutlanmış olarak Çin’deki kültür devrimi bu saldırının aracı olarak kullanıldı. Çekoslavakya’da bir renkli devrim gerçekleştirilmek istendi. Yakın geçmişteki “Arap baharı” gibi,  bir “Prag baharı” tasarlandı. Demek ki, emperyalistler bir ülkeye esaret, sefalet kakalayacakları zaman projelerini,   o zamandan beri, “bahar” ambalajı içinde sunuyorlar.

Buna rağmen o zaman estirilen liberal rüzgarlar Avrupa’daki geleneksel marksist-leninist partileri ve tabii bu arada SSCB’yi de etkisi altına almış, Helsinki Nihai Senedi’nin imzalanmasıyla bu hal  konsolide edilmişti.

2) HDP’nin siyaseten sefil hali yeni hükümetin kuruluş çalışmaları sırasında bir kez daha ortaya çıktı. Davutoğlu, partiyle görüşmeyeceğini söylüyor, o partiden canı kimi istiyorsa onu bakan atayacağını belirtiyor. Kürt siyaseti yine de “pekiy” diyor. “Barış süreci” nin ne olup olmadığını buradan hareketle de anlamak mümkündür. Kürt siyaseti “barış süreci” nin tarafı olarak zaten ta baştan bu haldeydi. Bugünkü Kürt siyasetinin, onun temel bir bileşeni olan HDP’nin durumunda yani. Bu hükümet kurma çalışmaları bunu bir kez daha ortaya çıkarmıştır.

Nasıl bir birey fizik ve moral olarak düşkün duruma geldiğinde en başından kendisinde, vücudunda, ruhunda taşıdığı aksaklıklar, hastalıklar kendilerini dışa vurursa, benzer şekilde, bir siyaset, bir parti, hatta bir toplum da krize, bunalıma girdiğinde en başından taşıyıcısı olduğu ama belli şartlarda zuhur etmeyen aksaklıklarını, hastalıklarını, zayıflıklarını gözler önüne serer.

Şimdi bazı HDP’liler zevahiri kurtarmak adına bakanlık kabul etmeyeceklerini ilan ettiler. Bu da bir aldatmacıdır. Kendi (“sol”) fonksiyonlarının Kürt siyaseti içinde devam edebilmesi için en azından -ne kadar dar ve nominal olursa olsun- bir “sol” tabanın bulunması gerekiyor. Fazla bir şey söylemeye gerek yok, duvarlara yapıştırılmış, büyük puntolu bir EMEP, hemen bir alt satırına da “oylar HDP’ye” yazılı afiş her şeyi anlatmaya yetiyor. Durum budur. Gerisi görüntüyü kurtarmaya yönelik teferruattır. Bu yeni hükümet güvenoyu alırsa, bir AKP-HDP hükümeti olacaktır. Önemli olan bakanlık sayısı değil, parlamento da onay verenlerin sayısıdır. Evet “barış süreci” devam ediyor. Taşıyıcıları bakımından da emperyalistlerin “devam etsin” dediği noktaya kadar da devam etmesi gerekiyor.

Son olarak, yine bu hükümet kurulması süreci bir şeyi daha bir kez daha doğrulamıştır: Proletarya sosyalizmi etnik ve dinsel farklılıkları ne es geçen ne de öne çıkartan bir anlayışla bağdaşamaz.

Tweetle

Akdeniz’den Karadeniz’e

Sınıflı toplumlarda  siyasal iktidar sınıflar ve/veya sınıf fraksiyonları arasında gerçekleştirilen koalisyonlara referans verir. Bu durum, en gelişmişinden az gelişmişine kadar bugünkü modern toplumların gerçeğidir. Bu halin yansımalarını, etkilerini söz konusu toplumların hükümet veya devlet politikalarında, iç ve dış politik tercihlerinde saptamak mümkündür(1)

Mesela ABD’nin son on beş, yirmi yılına baktığımız vakit resmi düzeyde, farklı fraksiyonel çıkarlara referans veren  iki farklı siyasal stratejik tercihin rekabet halinde olduğunu görebiliyoruz. Birincisi, kabaca, petrol-dolar denkliğini stratejik (büyük rezervlerin Orta Doğu coğrafyasında bulunduğu) petrol malından hareketle ya da önceliği ona vererek korumaya çalışan “neo-con” yaklaşımıdır. Bu anlayışın temsilcileri arasında enerji sektörü ve onunla bağlantılı finans kesimleri nispeten ağırlıklı bir yer tutar, çıkarları daha çok Cumhuriyetçi Parti tarafından seslendirilir. İkincisi, zamanımızın koşullarına uyarlanmış tarihsel Britanya jeo-politiği çerçevesi içinde konumlanmış, “Avrasyacı” diyebileceğimiz bir anlayıştır.

Buna göre,  Avrasya coğrafyası, “batı dünyası” nın gerçek tarihsel rakipleri olan güçleri içeren bir bölgedir. Son on yıllarda bu bölgenin ekonomik önemi daha da artmıştır (basit güncel bir örnek olsun, Çin’in küçük sayılabilecek bir devalüasyon ayarı dahi dünya ekonomisi üzerinde kayda değer etkiler yaratmıştır). Dünya ekonomisinin motor üretim, tüketim, finans pazarları bu bölgede palazlanmayı sürdürmektedirler(2).

Bölge sadece ihtiva ettiği stratejik ham madde ve emek-gücü kaynaklarıyla değil, büyüyen ekonomileri dolayısıyla tükettikleri ham madde kaynaklarıyla da Batılı emperyalist ülkeleri tedirgin etmektedir. Söz konusu emperyalist güçlerin dünya ekonomisi ve siyaseti üzerindeki kontrolünü tehdit etmektedir.

Bu ikinci anlayışa göre, bu hale ve halin cereyan ettiği Avrasya’ya müdahale elzemdir. Dolar/petrol denkliği de dahil, ABD’nin ve müttefik emperyalist güçlerin “pax-Americana”sının sürdürebilirliğini olanaklı kılan koşulların korunması bakımından öncelik bu “Avrasyacı” anlayışa verilmelidir. Bu anlayışın temsilcileri de daha çok transnasyonal finans oligarşisi içinde yer alan kesimlerdir. Demokrat Parti’de belli bir ağırlıkları vardır. Örnekse, Rockefeller ailesiyle ilişkili  George Soros’un özellikle 90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Demokrat Parti’ye doğrudan müdahaleleridir.(Bkz. Horowitz&Poe: The Shadow Party: How G.Soros, Hillary Clinton, and Sixties Radicals Seized Control Of The Democratic Party, New York: Thomas Nelson,2007) .

Bu anlayışı dile getiren en önemli entellektüel figür Z.Brzezinski ve çevresidir. Bu çevre özellikle uluslararası finans oligarşileriyle yakın temas içerisindedir. Brzezinski, SSCB’nin Afganistan’a müdahalesinden sonra emperyalistlerin izledikleri dış politikanın baş mimarları arasında yer almaktaydı. İlk kez Avrasya’yı emperyalist çıkarların bakış açısından sorunsallaştırarak jeo-politik biliminin  kurucusu olmuş Halford MacKinder (1861-1947), “kuşatma stratejisi” nin gerçek mucidi Nicholas J.Spykman (1893-1943), uzun denebilecek bir süre Türkiye’de ABD’nin büyükelçisi olarak da çalışmış olan ve ilk kez açık şekilde ulus devletlere yeni dünya düzeninde yer olmaması gerektiğini vaz etmiş Robert Strausz-Hupe (1903-2002), ve  son yıllarda yıldızı yeniden parlatılan Henry Kissinger’ın (1923-) konumlandıkları ana stratejik çizgisinin şu ya da bu nüanslar ve itirazlarla da olsa  sürdürücüsü olan bir anlayıştır bu.

Tabii bu iki anlayış arasında çatışan noktalar olduğu gibi çakışan noktaların da olduğunu belirtmek isterim. Ben burada bu iki tipi daha netleştirmek adına farklılıkları üzerinde odaklanıyorum. Bu iki görüş ve taşıyıcıları arasında geçişkenlik söz konusu olabiliyor. Hiç şüphesiz her iki anlayış aynı ölçüde emperyalist çıkarların kararlı sözcüsüdür. Bununla beraber, Obama yönetiminin transnasyonal finans sermayenin kaygularını yansıtan adımlar attığı, atmaya çalıştığı açıktır.

Neo-conların önemli bağlaşığı olan petrol monarşilerinin dahi Orta Doğu’da süregiden gelişmelerden memnun olmadıkları, özellikle S.Arabistan’ın Rusya, İran ve hatta dolaylı olarak Suriye ile yaptığı temaslardan anlaşılıyor.

Şimdi Brzezinski’nin kitaplarını okuduğumuz zaman onun ABD yönetimlerine kabaca şöyle seslendiğini görüyoruz:  Doğrudan Orta Doğu’ya kafayı takma, ona öncelik verme, niye İran’la düşman oluyorsun, niye Hindistan’a sırtını dönüyorsun, bu İran’ın Rusya’yla, Hindistan’ın Çin’le olan tarihsel düşmanlıklarını kullan, aralarındaki tarihsel düşmanlığı yeniden alevlendir. İran’ı müttefik yaparsan, onun İsrail’den  daha önemli ve verimli bir müttefik olduğunu anlayacaksın (Yahudi asıllı Kissinger da son yıllarda İsrail’in ABD’ye pahalıya mal olduğunu, onun İran lehine feda edilmesi gerektiğini zaman zaman dile getirmektedir. Yine Kissinger, halen Suriye’de izlediği yanlış politika yüzünden ABD’nin SSCB’nin çökmesiyle Rusya’da kazanmış olduğu mevzileri kaybedebileceği öngörüsünde bulunmuştu ). İran’la Hindistan’ı kazanarak hem Orta Doğu’da hem Avrasya’da mevziler kazanmak mümkündür. Yine ona göre, Orta Doğu’da işlerin yanlış gitmesinin önemli bir nedeni, İran Devrimi sonrasında ABD’nin izlediği İran politikasının başarısızlığıdır.

Bilindiği gibi bu anlayışın daha erken bir sözcüsü başkan Nixon’ın onunla bir çok kez çatışan dış bakanı Kissinger’dı. Nitekim, bu çatışmalar Nixon’ın alaşağı edildiği Watergate darbesinin etkenleri arasında görülmektedir (3) Mesela, dar kafalı bir anti-komünist olan Nixon, Çin’e şiddetle karşıydı. Müttefik Pakistan ve Hindistan arasındaki savaşta Pakistan’ı destekledi. Oysa dış bakanı Kissinger, Çin’e karşı olunacaksa, asıl Hindistan’ın desteklenmesi gerektiğini iddia etmiş, aksi halde Hindistan’ın komünist bloğa yakınlaşacağını belirtmişti. Kissinger haklı çıkmıştı.

Obama da, önceki demokrat partili başkan Bill Clinton gibi, kendisini Brzezinski’nin öğrencisi olarak gördüğünü ilan etmişti. Orta Doğu politikasında hocasının izleri açıkça görülebiliyor. Nitekim ikinci başkanlık dönemine başlarken eveleyip, gevelemeden yönetimi için bundan böyle Avrasya’nın başlıca odaklanılacak coğrafya olacağını ilan etmişti. Tabii daha önceki yazılarda da belirtmiş olduğum gibi, söz konusu fraksiyonel oligarşik devlet yapısı içinde öncelikler ve kullanılacak araçlar konusunda görüş ayrılıkları olmaması olanaklı değil. Zaten devlet de bizatihi sınıf ve sınıf fraksiyonlarının çatışma alanıdır. Yani sınıflarüstü, statik bir yapı değil, dinamik, çatışmalı bir toplumsal ilişkiler alanıdır. Öte yandan sınıf kavramı da tanımı itibariyle çatışmaya referans verir.

ABD yönetimlerinin öznel kompozisyonu da kimi zaman  çatışma halindeki fikir ve figürleri birlikte ihtiva edebiliyor.

Uzatmayalım. Obama yönetimi altında ABD, Irak’tan askerlerini çekti. Suriye’de Irak’takine benzer bir yanlışın içine düşmemek için direndi. Direniyor. Direniyor, çünkü ABD’deki iktidar bloğu içinde ABD’nin daha aktif ve daha dolaysız şekillerde müdahil olmasını isteyen gruplar var. Zaman zaman baskın çıkıyorlar sonra geriletiliyorlar. Ama gerilim sürüyor.  “Vekalet savaşı” seçeneği bu iktidar bileşenleri arasında bir uzlaşma olarak da görülebilir. Belki bir tür “modus vivendi”. Bilindiği gibi, “vekalet savaşı” ilk kez etkili bir şekilde SSCB müdahalesi sonrası Afganistan’da uygulanmıştı. Brzezinski de fikrin en önemli  mimarlarındandı.

Suriye sorunu etrafında, özellikle de Libya deneyimi sonrasında (Hillary Clinton’ın pozisyonunu yitirmesinin bence en önemli gerekçesi bu deneyimin iyi hesaplanmamış sonuçlarıdır) ABD yönetiminde bir kararsızlık ve hatta kafa karışıklığı olduğu aşikardır. Bu hali yönetimin dayandığı (ulusal ve uluslararası) güçler içindeki ve arasındaki (belli momentlerde artan) çatışmayla izah etme eğilimindeyim.

Şimdi bu çatışmalı durumu dışa vurması itibarıyla, iki gelişmeye dikkatinizi çekmek istiyorum. Bir tanesi IŞİD’e karşı oluşturulan sözde koalisyon; diğeriyse, İran’la varılan antlaşma. Birincisinde, neo-conların bastırmalarıyla general John Allen gibi bir “orta-doğucu” şahin figür söz konusu koalisyon güçlerin kumandanlığına ya da koordinatörlüğüne getirilmiştir. Pentagon ve neo-con akıl hocaları Obama yönetimi üzerinde bunun için baskı kurmuşlardı. İstediklerini aldılar. General Allen, tam bir İran karşıtıdır. İran’a müdahaleyi savunmaktadır. Tayyip Erdoğan yönetimiyle de yakın teması vardır. İncirlik Antlaşması da onun eseri olmalıdır. Geçerken, Erdoğan’ın ABD’deki neo-con klikle sıkı bağlantısı olduğunu hatırlatmak isterim.

Gaye, Suriye’de doğrudan bir NATO müdahalesi için “güvenli alanlar” açmaktır. Bundan şüphe etmemek gerekir. Hizbullah ve İran’ın etkisizleştirilmesi için Suriye’deki Esad yönetiminin düşmesi öncelikli olarak görülmektedir. Dikkat edilirse, Suriye, Irak ve Türkiye etrafında gerçekleşmekte olan son olayların ateşlenmesi, Obama’nın Afrika ziyaretine denk getirilmiştir. Bir tür oldu bittidir. Ondan önce cereyan etmiş ikinci gelişmeyle, yani İran’la yapılan antlaşmayla alakalıdır. İsterseniz, Obama yönetimin o hamlesine karşı bir hamledir.

Bu karşılıklı gerilimleri, hamleleri izlemeye devam edeceğiz. Sadece ABD yönetimi içinde değil, onunla müttefikleri ve rakip ülkeler arasında da (Mesela bu yazıyı yazdıktan sonra Bazı NATO ülkelerinin, esas olarak IŞİD’i Suriye’nin olası hava saldırılarından koruma işlevi gören patriot füze sistemlerini   Türkiye’den sökecekleri açıklandı. Aynı sıralarda Rusya’nın Suriye’ye gelişmiş MIG-31 savaş uçakları verdiğini okuduk. Bu iki haberin birlikte analiz edilmesi gerekiyor).

İran’la varılan antlaşma, Suriye’de bir çıkmaza saplanılmış olduğu, yaygınlaşan kaosun bütün Orta Doğu’yu ve Avrupa’yı olumsuz olarak etkileyecek, ABD’yi doğrudan bir savaşın içine çekecek, ABD’nin müttefikleri nazarında güvenilirliğini, önderliğini sorgulanabilir hale getirecek bir hal aldığı tespitinden kaynaklanıyor(4).

Bu tespit, Avrasya kaygusundan ayrı değerlendirilemez. Bir an önce “asıl gündem” e dönmek için bir fırsat ve aynı zamanda bir araç olarak görülmüştür. Esad yönetimiyle kabul edilebilir bir antlaşmanın şartları yaratılmak istenmektedir. Obama yönetiminin ta başından inanmadığı anlaşılan Allen’ın “eğit-donat” ve “ÖSO” gibi fantezileri sahada iflas etmiştir.

ABD yönetimi dikkat merkezini artık çok büyük ölçüde başta Ukrayna olmak üzere Avrasya sorununa çevirmek istemektedir. Suriye’ye ilk başlarda büyük ölçüde Libya’dan taşımış olduğu cihatçıları bu kez Avrasya coğrafyasına taşımayı planlamaktadır. Bu çerçevede Türkiye’ye bu sorun etrafında yeni roller biçilmek isteneceği açıktır.

Eğer Eylül ayında İran antlaşması ABD’de ilgili kurullarda onaylanırsa, bu yeni odaklanmanın önü açılmış olacaktır. Hatta söz konusu onayın gerçekleşmesi, gelecek başkanlık seçimlerini de demokratların kazanacağının işareti olacaktır.

Avrasya’yı öne koyan bir stratejide Türkiye’nin emperyalist müttefikleri bakımından önemi daha da artar. Türkiye’nin dikkatini Akdeniz’den çok Karadeniz’e çevirmesi istenebilir (5). Bugün Kürt halklarına karşı girişilen saldırıları değerlendirirken bu olası stratejik değişiklik ve etrafında talep edilecek rolleri de hesaba katmak gerekir.

Kürt kartı emperyalistler bakımından gerçekleşmesi olası bir stratejik değişiklik durumunda önemini nispeten yitirebilir. Emperyalistlere bel bağlamış, feodal artıkların, köksüz, fırsatçı yeni Kürt burjuvazisinin, aydınlanma hamlesi yarıda kalmış maraba çocuklarının hep birlikte sosyalist devrimci öğeleri etkisizleştirmiş olduğu Kürt siyasetinin bu olasılığı hesaba katmasını beklemiyorum tabii. (6)

NOTLAR

1-Bir devletin iç ve dış siyasetleri birbirlerinden soyutlanamaz, aralarında koşutluk ya da bağlantı vardır. Bunun en somut güncel örnekleri mesela ABD ve Türkiye’de görülebiliyor. Her ikisi de başka ülkere müdahale ederek oralarda şiddet uygulayan, uygulanmasına katkı yapan bu ülkeler kendi içlerinde de şiddeti politikaları haline getirdiler.

2- Bakınız geçmişte,  özellikle de  soğuk savaş yıllarında, Batı ve Doğu arasındaki, esas olarak Avrasya odaklı kavga sadece “ideolojik”  olarak izah ediliyordu. İki farklı sistemin kavgası, “demokrasi” ve “totalitaryanizm” arasındaki kavga olarak sunuluyor, birincisinin ikincisine galebe çalmasıyla dünyaya huzur geleceği vaz’ ediliyordu. Özellikle “yeni sol”, Trotkist referanslara da başvurarak, bu emperyalist propagandanın sözcülüğünü yapıyordu.

Epey bir zaman önce sosyalist sistem çöktü. Ancak dikkat edilirse, aynı çevreler tarafından Rusya ve Çin’e karşı aynı argümanlar, eski malum ideolojik içeriği bir yana bırakılarak, “barbar” imalı bir Asyalılık temi etrafında sürdürülüyor (19yy’da ve 1.D.Savaşı öncesinde ve esnasında yapıldığı gibi) . Sosyalist kabuktan sıyrılınca Rus düşmanlığı açığa çıkıyor. Trotkizmin bu “Rus ve Rusya düşmanlığı” boyutu hep ihmal edilmiştir. SSCB çöktükten sonra Trotkizmin tarihini de yeniden yazmak lazım.

Öte yandan, Brzezinski 90’lı yılların sonlarında bir mülakatında Rusya’da kendisini asıl ilgilendiren meselenin komünizm olmadığını, Rusya’nın tarihsel jeopolitik konumu olduğunu açıkça belirtmişti. Bilindiği gibi Churchill de, aynı minvalde,  2.Savaş’tan sonra yaptığı konuşmalardan birisinde (Yanlış hatırlamıyorsam  The Sinew of Peace ,1949 adlı kitabında yer alıyor), Nazi ideolojisiyle, fikriyle bir sorunu olmadığını, sorunun Almanya’nın, Britanya’nın jeopolitik çıkarları için tehdit oluşturması olduğunu söylemişti.

Tarihi yeniden yazmak derken  bir şey daha,  bize hemen hemen cumhuriyet döneminin başlarından beri SSCB’nin, TC ve onun coğrafyası olan “misakı milli” hudutları bakımından başlıca tehdidi oluşturduğu anlatılırdı. Cumhuriyet devrinin resmi tarihsel anlatısı açık ya da örtük bir şekilde bunu dile getirirdi. Hatta SSCB ile iyi ilişkiler sürdürülürken bile bu kaygu ifade edilirdi (Tanzimat’la birlikte Batı’ya yönelmekte Rusya korkusu önemli bir etken olmuştu. Aynı şekilde, 2.D.Savaşı sonrasında  “yayılmacı komünist Rusya” söylemi etrafında yaratılan korku Batı’ya entegrasyonun -açıkça söylenmese de- esas gerekçesi olmuştu. Sonucu itibarıyla, her iki “batılılaşma” hamlesi de aynı metodu izleyerek Türkiye’yi emperyalizmin yarı-sömürgesi haline getirmiş ya da bu hali konsolide etmek gibi bir işlev görmüştü. Eğer 1929 dünya bunalımı olmasaydı, muhtemelen Türkiye ikinci entegrasyon girişimini 1930’dan önce gerçekleştirecekti).

Biraz daha sonra “batılı dostlarımız” ın ve tabii NATO’nun “misakı milli” nin teminatı olduğu söylenmeye başlandı. Karşı çıkanlar “vatan haini” ilan edildi. Bu sava destek olması için “Stalin topraklarımızı istedi” yalanı sirküle edildi. Bugün SSCB yok, NATO ve “batılı dostlar” hâlâ orta yerdeler, ancak “misaki milli” vidalarından kurtulmuş vaziyette. Şimdi “misaki milli” cumhuriyetinin tarihinin yeniden yazılması lazım değil mi?

Buna göre şu açıktır: Eğer SSCB olmasaydı, TC o zaman olamayacaktı. Veyahut daha sınırlı, dar bir bölgede varlığını sürdürmesine izin verilecekti. Ekonomik olarak da yaşayamayacaktı. Sonra, mesela Hatay, Türkiye’ye dahil edilemeyecekti. TC kendisini uluslararası çapta  meşrulaştıran en temel hukuksal metin olan Lozan’ı kabul etmiş, daha öncesinde Türkiye’yle yapmış olduğu ikili antlaşmalarla Lozan’ın önünü açmış SSCB’yi düşman, Lozan’ı tanımayan ABD’yi başlıca dost haline getirince bugünkü sonucu hazırlamış oldu.

Bu faturayı sadece Tayyip’e çıkarmak hakaniyetle bağdaşmıyor. Tayyip de sonuç unutmayalım.  Nedenlerin sonuç; sonuçların neden haline gelebildiği diyalektiği ihmal etmeyelim. Başka bir yazıda Tanzimat’tan itibaren bugüne varışımızın nasıl gayet tutarlı bir gelişme seyri izlemiş olduğunu anlatacağım. Atatürk başta olmak üzere, siyasal figürleri iç ve dış sınıfsal bağlantılarından kopartarak ele aldığımız için çuvallıyoruz.

Sonra, “Türkiye neden feda edildi”, “burjuvazi neden cumhuriyetine ihanet etti”, “liberal aydınlar neden Türkiye’ye ihanet etti”, “TSK neden ihanet etti” , “TSK onurunu bu Şura’da kurtarmalıdır”, “Türkiye nasıl iç savaşın eşiğine getirildi” (Devrimci durum da zaten bir iç savaş halidir, iç savaş olmadan devrim olmaz, basit bir hükümet değişikliğiyle düzen değişmiyor. Devrimcinin görevi  iktidarı alabilmesine yol açacak surette bu şartları yaratmaktır ) gibi, proleter devrimci sol adına söylendiği ölçüde manasız, hatta absürd lakırdıların, bu konuda cilt cilt birbirlerini tekrar eden kitaplar neşretmenin bir nevi acılı arabesk muhabbeti mesabesinde değerlendirilmesi gerektiğini söylemek isterim. Vaktiyle YÖN ve MDD etrafında  burjuva devrimci demokratlardaan duyardık.  O ihanet ettiklerini söyledikleriniz kendi işlerini yapıyorlar. Hem de tutarlı olarak. Kendinizi devrimci sosyalist olarak görüyorsanız, siz de kendi işinizi yapacaksınız. Bu arada, ilk önce kariyerizmden vageçmeniz gerekecek. Dönüp dolaşıp aynı burjuva kürkçü dükkanından ulvi “sol” emeller adına ekmek çıkarmaya çalışarak  inandırıcı olamıyorsunuz.

Sorun olan “liberal aydın” değil (o düzenin aydını olarak işini yapıyor zaten), sorun, sol içinde nüfusuna oranla mebzul miktarda bulunan bu tür “şark kurnazı” , oportünist aydınlar.

Sovyetler zamanında “ilerici (burjuva) demokrat” diye bir kavram kullanılır, sosyalist solcu olmayan ama mevcut kapitalist düzen içinde burjuva devriminin en ilerici yanlarının uygulanmasından yana düzen aydınları bu sıfatla kategorize edilirdi. İyi de yapılırdı. Böylece sınırlar tanımlanmış olur, herkes yerini ve haddini bilirdi. Kiminle nereye kadar yürünebileceği kestirebilirdi. Şimdi bu tanımlama ortadan kalkınca “sosyalist solcu” sıfatı, tanım olarak onun dışında kalması gereken figürleri de ihtiva eder şekilde, daha kapsayıcı bir çerçeveye kavuşturuldu. Bunun sosyalist sol adına tahrip edici ideolojik sonuçları görülmektedir. Devrimci solun politik bir oyuncu olarak ağırlığını hissettirmesi, öncelikle kendi kavramları, tanımlamalarıyla konuşmasını öğrenmesiyle mümkün olabilir.

Bu son nokta çok önemli, sap ve saman birbirine karışmıştır. Bu hale son vermek gerekiyor. Sosyalist devrim şiarıyla yola çıkmış “halkın komünistleri”, “özgürlük,eşitlik,kardeşlik” çağrısı yapabiliyorlar. Herkesin ait olduğu sınıfsal kulvara gönderilmesi bakımından ideolojik  mücadele büyük bir önem kazanmıştır.

Neyse devam edelim. Biz biliyoruz ki emperyalist tarihçilik itibarsızlaştırma, “yeniden ihya” ve yanlışlama üzerine inşa edilir. Siyasi tarihçilik, özel olarak, sol tarih yazıcılığı da böyledir. Şimdilerde, cilt cilt eski Britanya İmparatorluğunu “yeniden ihya” etmeye yönelik çabalarıyla Niall Ferguson, Paul Kennedy tarihlerinin sirkülasyonunun dünya çapında hız kazanmış olmasını, Trotkizmin yeni “akademik” zırvalarını anlıyoruz. Özellikle bizde, Trotskiy’ nin adını anmadan “sürekli devrim” kavramıyla solda yeniden yer bulmaya çalışanları tanıyoruz. İyi bir siyasal sicile sahip olmadıklarını biliyoruz.

Yeni bir soğuk savaş başladı. Yine biliyoruz ki bu savaş sadece siyasal araçlarla değil, kültürel araçlarla da yürütülüyor. Farkındayız.

3- Watergate darbesinin belli başlı 4-5 nedeni sayılabilir. Birincisi, bir hegemonik güç haline gelmiş olan ABD için dünya para sistemi, Bretton Woods altında, çok başlılık anlamına geliyor. ABD’nin ekonomik manevra alanını daraltıyor. Onu kısıtlıyordu. özellikle Vietnam Savaşı mali olarak ABD’yi zorluyor. Dolar/altın denkliğini sık sık ihlal etmesine neden oluyordu. Başta Fransa olamak üzere Avrupa’daki diğer emperyalist ülkeler rahatsızlık duyuyorlardı. Yeni bir sisteme ihtiyaç vardı. İkincisi, Bretton Woods’un ani denebilecek şekilde ilgasından sonra süreç iyi yönetilemedi. Üçüncü bir neden, Vietnam Savaşı’nın kaybedilmesi, Paris Antlaşması’yla ABD’nin Kore ve Küba’dan sonra yeni bir yenilgi almış olmasıdır. Dördüncü bir neden, “petrol krizi” tabir edilen 20.yy’da, 1929’dan sonraki ikinci büyük krizin ortaya çıkmış olmasıdır. Petrol fiyatları yüzde 400 artmış idi. Bir başka neden Nixon’ın paranoyak eğilimlerinin ortaya çıkması, yeni bir anti-komünist McCarthyizm dalgasının devreye sokulmasıdır. Son olarak yukarıda da değindiğim gibi, Hindistan-Pakistan savaşında Hindistan’ın feda edilmiş olmasıdır.

4- ABD’nin BOP coğrafyasındaki operasyonları, rakip gördüğü ülkelerin ekonomik çıkarlarına saldırı boyutu da içeriyor tabii. Ancak rakip ülkeler kadar hatta bazı vak’alarda onlarınkinden daha fazla olarak dost ülkelerin ekonomi-politiği olumsuz olarak etkilendi. Mesela ham petrol fiyatlarının düşürülmesi, İran ve Rusya gibi tedarikçi ülkelerin ekonomisini olumsuz etkiledi. Bu arada, en çok Çin gibi büyük tüketicilerin işine yaradı. Çin de ABD için iki büyük stratejik hedef ülkeden birisi. Yalnız, ham petrol fiyatlarındaki düşüş, ABD operasyonlarının en önemli bölgesel destekçisi, finansörü olan petrol monarşilerinin ekonomisini de olumsuz olarak etkiliyor. Vekalet savaşının cihatçı “paralı askerleri”, kullandıkları silahlar bu monarşilerden gelen parayla temin ediliyor. Büyük meblağlar gerekiyor. Ancak bu monarşilerin gelirleri sürekli azalıyor. Savaş da uzadıkça uzuyor. Sonra Yemen’de olduğu gibi rakip güçler harekete geçiyor. Zaten rejimleri pamuk ipliğine bağlı bu ülkelerdeki tedirginlik artıyor. Savaşın kazanılmama olasılığı güçlenince cihatçı sürüleriyle ilgili kaygular bu ülkelerde ve Avrupa’daki ülkeler arasında artıyor. Tabii Avrupa’ya doğru önüne geçilemeyen göç, oradaki müttefikler arasında huzursuzluğu arttırıyor. Yalnız bir ay içinde yüz binden fazla insan yasadışı yollardan Avrupa’ya göç etmiş. Arkası da var. Devam ediyor. Cihatçıların bir kısmının halen Avrupa’da bulunan ülkelerine dönmüş ya da dönmekte olduğu söyleniyor.

5- Rusya’nın tarihsel jeo-politik öncelikleri 2.D.Savaşı sonrasında yeniden şekillendi. Kesin biçimini aldı. Bugün de Rusya yönetimi hemen hemen aynı öncelikleri kararlılıkla savunuyor. Kırım olayı da bunun en son açık işaretidir. Rusya’nın iki tane yaşamsal önem atfettiği önceliği var.  Birincisi, Karadeniz, kıtasına hapsolmamak emperyal iddiasını sürdürebilmek için sıcak denizlere çıkması lazım. Sivastopol ve Odessa Rusya için büyük önem taşıyor. Ancak Sivastopol’u kontrol eden Odessa’yı da kontrol eder. Bugün Sivastopol Rusya’ya geri dönmüştür. İkincisi, tarihte Rusya bir çok kez, karadan Polonya,İsveç,Fransa,Almanya tarafından kuşatılmıştır. Büyük yıkımlar olmuştur. Bunun tekrarını önlemek adına Rusya karasal olarak etrafında bir “güvenlik kordonu” (“cordon sanitaire”) teşkil etmek ister. NATO’nun kara hudutları etrafında konuşlanması Rusya’nın kaygularını ve dolayısıyla hassasiyetini arttırıyor.

Somut durumun somut analizi tarihsel bir analizdir. Geçmişi ve bugünü, geçmişten bugüne, bugünden geçmişe bakarak kat eder.  Geçmiş ve bugün arasındaki bağlantıyı yeniden kurar.  Mesela Almanya ne zaman birliğini kursa, belini doğrultsa, bedelini Rusya öder. Almanya’nın birliği, Rusya’nın birliğinin bozulması pahasına olur. Bunu bugün bir kez daha net olarak tespit edebiliyoruz. Bugün bir şeyi daha somut olarak tespit edebiliyoruz: Rusya’nın saldırıya maruz kalması, “misakı milli”nin de saldırıya uğraması anlamına gelmektedir.

Öte yandan, Türkiye’nin şimdiki soğuk savaşta da öncekinde olduğu gibi davranacağı anlaşılmaktadır. Zaten TC devletinin iç ve dış politikasındaki süreklilik Tayyip döneminde kırılmamıştır. Günümüzün şartlarından kaynaklanan bir takım değişikliklerle ve yer yer üslup farkıyla devam etmektedir. Öncekilerin “komünist Rus” düşmanlığının yerini salt “Rus” düşmanlığı almıştır. Türkiye, 2.Savaş öncesinde hâlâ SSCB ile iyi ilişkilere sahipti. Daha Hitler  SSCB’ye saldırmadan İnönü yönetimi SSCB’ye karşı aynı sonradan dahil olacağı Batı bloku ülkeleri gibi, Nazi Almanya’sı yanında saf tutmuş, hatta Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa’nın da dahil olduğu bir plan hazırlayarak Nazi yönetimine sunmuştu. Buna göre, Türkiye, (muhtemelen Doğu Trakya’da Türkiye’ye verilecek topraklar karşılığında) Kırım Tatarlarını Sovyet yönetimine karşı, Naziler lehine ayartacaktı. Kırım Tatarlarının sonradan bir önlem olarak Kırım’dan tahliye edilmelerinde Türkiye’nin dahli vardır. Von Papen’le  iki kez görüşen Türk askeri heyetinde, emekli Nuri Paşa (Killigil), General Hüsnü Emir Erkilet ve emekli General Ali Fuat Erden vardı. Heyet Hitler’le de özel karargahında 1941 ve 1942’de görüşmeler yapmıştı. O günkü şartların Tayyibi olan İnönü bu görüşmelerin resmi bir hüviyetinin olmadığını ancak savaşın seyri Almanya aleyhine döndüğünde, 1944’de açıklayacaktı. “Turancılık davası” da rüzgarın SSCB lehine dönmesiyle başlamıştı. Biraz daha sonra SSCB’nin Türkiye’den toprak talep ettiği yalanı uydurularak “yavuz hırsız” rolü üstlenilecekti.

6- Türkiye’de devrimci sosyalist güçlerin bugün zayıf konumda olduğu söylenirken buna Kürt devrimcilerini de dahil etmek gerekir. Kürt siyaseti içinde onlar da hayli zayıflar. Yine, sol liberalizm eleştirilirken Kürt siyasetinin onun en önemli taşıyıcısı olduğu gerçeği ihmal edilmemelidir. Aynı AKP’nin liberalleri, yetmez ama evetçi “solcular” ı kullanmış olması gibi, Kürt siyaseti de  onları kullanmıştır.  AKP’den farklı olarak, halen de kullanmaya devam etmektedir. Yine Kürt siyaseti, aynı AKP gibi, islamcıları, Alevileri de etki alanına dahil etme çabası içerisindedir. Yani bu bakımdan AKP’nin metotlarını izlemektedir. Tabii diğer düzen partilerinin durumu da üç aşağı beş yukarı farklı değil. Kılıçdaroğlu, Bahçeli, Demirtaş, Öcalan, Perinçek, Tayyip’in düşme ihtimalinden dahi ürküyorlar. İzledikleri siyasetle adamı düzenin çimentosu haline getirdiler.

Sonra da “Tayyip neden düşmüyor ki” diye soruluyor. Bıraksalar adam düşecek ama muhalif geçinenler ona tutunmaktan vazgeçmedikleri için adam da ayakta duruyor. Düşmüyor.  Ayakta kalabilmeleri için Tayyip’in ayakta kalması gerektiğini biliyorlar. Ona tutunma ihtiyacı duyuyorlar. Düşmesini de istemiyorlar. Hepsinin birlikte dayandıkları iç ve dış emperyalist sınıf da buna rıza göstermiyor (ABD’de neo-con klik Tayyip’i çok kullanışlı buluyor. Bu açıktır. Bu klik için Orta Doğu ABD çıkarları bakımından en stratejik bölgedir. Bölgedeki petrol monarşileri, İsrail ve Türkiye bu kliğin en önemli dayanaklarıdır ) Biz burjuva partileri derken genel eğilim olarak sadece AKP’yi gördüğümüz için kavrayışımız eksik kalıyor.

Tweetle

Bir kez daha IŞİD hakkında

Ne zaman Rusya Suriye sorunuyla ilgili olarak diplomatik hamleler yapsa, emperyalistler Suriye’de ve onunla  ilişkili bölgede şiddeti tırmandırıyorlar. ABD’nin zamanı yok. Reel korkular, kaygular devreye girmedikçe (mesela İran’la nükleer konusunda olduğu gibi) diplomasi lafını dahi duymak istemiyor. Bugün Suriye’de artan cihatçı şiddetini,  onu kollamaya yönelik Türk ve ABD müdahalelerini bu bakımdan değerlendirmek gerekir. “Güvenli bölge” palavrası, IŞİD ve benzeri cihatçılar için güvenli bölgeler yaratmak anlamına geliyor. Bunu görmek lazım. Suriye ordusunun ve Suriye barış güçlerinin şartları lehlerine çevirmelerine izin verilmek istenmiyor.

Eğer emperyalistler için sorun IŞİD olsaydı, bir iki haftada kolları kanatları derhal kırılırdı. Tersine, ABD ve müttefikleri IŞİD (ya da El Kaide) konseptini daha da geliştirmeyi ve ona Avrasya coğrafyasında görev vermeyi planlıyorlar.

Bazı stratejistler IŞİD’i Timurlenk’in yüksek hareket kabiliyetiyle bir dönem Asya’yı, Avrupa’yı tehdit eden bir güç haline gelmiş ordularıyla kıyaslıyorlar.  IŞİD’i kullananlar sahip olduğu mekanize  hareket kabiliyetini arttırarak onu doğrudan Rusya coğrafyasına salmayı planlıyorlar. Rusya’nın bunun farkında olduğu açıktır. Hatta Rusya’yı son günlerde harekete geçiren en önemli saik bence budur.

Rusya, Türkiye’nin IŞİD’e verdiği destekten şikayetçidir. Nitekim, geçen hafta Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “sınır” operasyonları başlatıldığında, Rusya’daki Türk büyükelçi Rus hükümeti tarafından sert bir şekilde uyarıldı. Türkiye’ye yönelik üstü örtülü tehditler içeren uyarılar Erdoğan’a iletilmek üzere elçiye sunuldu(1)

Öte yandan, Suruç katliamı sonrasında Türkiye’nin, Suriye’ye karşı tek başına “oldu bitti” lere girmemesi konusunda bizzat Afrika’da bulunan Obama tarafından telefonla sıkı bir şekilde uyarıldığı biliniyor. Nitekim,  İncirlik Antlaşması bu sıkı uyarılar sonrasında imzalanmıştır. Kimi kaynaklar Obama’nın telefon görüşmesi sırasında Erdoğan’ı Türkiye’nin NATO’dan çıkartılmasına kadar gidebilecek gelişmeleri tetiklememesi için uyardığını belirtiyorlar. Bu arada, yeni genel kurmay başkanın da  NATO’nun vereceği her emre amade olacağı bilinmelidir. Bundan kuşku duymamak gerekir.

Bu noktada geçerken, Suruç katliamının emperyalistler ve Türkiye için yaratmış olduğu işlevsel siyasal sonuçlara dikkat çekmek isterim.  Bunu “iç güçler” in mi yoksa “dış güçler”in mi yapmış olduğuna dair tartışmanın bu şartlarda bir anlamı yoktur. Bu her iki gücün epeydir  iç içe geçmiş olduklarını bir kez daha belirtmek isterim. Elde edilmek istenen siyasal sonuçlara odaklanmanın daha anlamlı bir iş olacağını düşünüyorum.

Şimdi konuya ilgi duyan herkes IŞİD’in ABD, İngiltere, Fransa, Türkiye, S.Arabistan, Israil, Katar demek olduğunu biliyor. Ancak sanki böyle değilmiş gibi davranılıyor, akıl yürütülüyor. Önce bu tespitin konulması gerekir. Aksi halde konuyla ilgili hiç bir analizin, önerinin manası olmayacaktır. Sözde IŞİD karşıtı koalisyonun ABD tarafından kurulmasından sonra IŞİD daha organize bir hale gelmiş, sahasını hem genişletmiş hem emperyalist isterler doğrultusunda sınırlar belirlemiş, şiddetinin dozunu arttırmıştır.

Bu arada, Erdoğan ailesinin IŞİD sayesinde temin ettiği ekonomik çıkarlara ve onunla olan ekonomik ilişkisine dikkat çekmeyen bir analiz de Türkiye IŞİD ilişkilerini kavramak bakımından eksik kalacaktır. Erdoğan, ailesinin ekonomik çıkarlarıyla emperyalist çıkarlar arasında tutarlı bir ilişkinin olması gerektiğinin farkındadır.

Bu sözde IŞİD karşıtı koalisyonun başına ABD adına atanan kişi önde gelen bir neocon olan general John Allen’dir. IŞİD’in bütün organize faaliyetleri onun tarafından yönlendirilmektedir. Türkiye’yi “güvenli bölgeler” konusunda teşvik eden de Allen’dır.

Esasen Obama, Allen’ı bu göreve Pentagon’un büyük baskısına karşı koyamayarak atamıştı. Suriye ve Irak’taki bir çok gelişmede bu generalin dayandığı iktidar kliklerinin (dış bakan Kerry de bu kliklere dahildir) Obama’yı bypass etmeleri söz konusudur. Mesela son gelişmeler Obama’nın Afrika gezisine rast getirilmiştir. Bu Iran’la varılan nükleer antlaşmaya karşı bir hamle olarak da görülebilir.

Yani hep söylediğim gibi ABD yönetimi yekpare bir yapı değildir. Ancak farklı içerikleriyle, öncelikleriyle  bu yapının tümü emperyalisttir, saldırgandır. Bunda hiç bir tereddüdün olmaması gerekir.

Rusya’nın son hamlesi, öncekilerine göre daha geniş bir Esad’lı koalisyonu öngörmektedir. Bunun gerçekleşmesi durumunda Suriye sorunu etrafında kağıtların bir kez daha yeniden karılması söz konusu olacaktır. Böyle bir karılma oyuncular arasında ve içinde de yeni kopuşları, saflaşmaları getirebilecektir. Mesela Suriye Kürt hareketi Esad’a yakınlaşarak anti-Amerikan bir çizgide konumlanabilir. Böyle bir olasılığın gerçekleşmesinin Türkiye’deki de dahil, genel olarak Kürt hareketi için önemli sonuçları olur. Anlamlı ayrışmalar gündeme gelebilir. Sonuçta Kürt siyasetine tutunmuş Türk sol siyasetleri bir kez daha hiza alırlar. Zaten şimdiden bunun işaretlerini tespit edebiliyoruz.

Kürt siyaseti, PKK izlediği çizgiyle adeta kendi kendisini içine hapsettiği bir labirent örmüştür. Gerilla savaşı tehditiyle desteklenen “barış süreci” nin bugün geldiği noktada PKK’nin (daha önce bir çok kez belirtmiş olduğum gibi) askeri hareket kabiliyeti gayet sınırlıdır. Teröre başvurması kendi coğrafyasında dahi meşruiyet alanını daraltacak sonuçlar doğuracak, legal Kürt siyasetinin kazanmış olduğu mevzilerin yitirilmesine veya zayıflamasına neden olabilecektir. Karşılıklı olarak milliyetçiliklerin yükselmesine katkı yapacaktır.

Artık “barış süreci” nden sonra silahlı mücadele başlatmak kolay olmayacaktır. PKK, ama en çok da Kandil kanadı, bu sürece dahil olarak, zaten ta baştan beri var olan siyasetsizlik, programsızlık sorununu daha da takviye etmiş, hareket üzerinde ilerici bir vizyonu bulunmayan işbirlikçi burjuva siyasal etkilerin ağırlığının artmasına neden olmuştur. “Esir önderlik” şartlarında Kürt siyaseti zaten arızalı olan siyasal cevvaliyetini tamamen yitirmiştir. Oyun kuruculuğu, beyin görevini emperyalistlere vererek kendi kendisini depolitize etmiştir. Bunun askeri kanat üzerinde de olumsuz etkilerinin olmaması mümkün değildir.  Bugün Kürt siyasetinden yükselerek Türk sol çevrelerini de etkisi altına alan (son örneği HTKP’dir) oportünizmi bu açıdan da okumak meşrudur.

NOTLAR:

(1) Yazıyı yazdıktan bir gün sonra bazı medya organlarında Rusya’nın Türkiye’ye karşı sert bir tepki vermemiş olduğuna dair Rus hükümeti kaynaklı açıklamalar yer aldı. Ancak aynı gün aynı kaynaklarda gerek Rusya başbakanının ve gerekse Rus dış bakanlığı çevrelerinin Türkiye’nin IŞİD ve Suriye konusundaki davranışlarıyla ilgili olarak dile getirdikleri sert eleştiriler de yer buldu.

Tweetle

“Ayar bombaları”

Emperyalizm çağında siyasal terör jeo-ekonomi-politik bir vak’adır. Suruç katliamını da bu açıdan görmek lazım. IŞİD,EL NUSRA, EL KAİDE,ÖSO ve benzerleri emperyalizmin BOP coğrafyasında stratejik ve taktik gayelerini hasıl etmek adına kullandığı savaş aletleridir.

Bu aletler sayesinde emperyalistler gerek düşman gerek dost siyasal oyuncuları kendi siyasetlerinin isterleri doğrultusunda “terbiye etmek” için kullanırlar. Bunlar biliniyor. Suruç olayı da emperyalist siyasetin Türkiye’deki işbirlikçilerini, TC devletini, AKP rejimini bu rejimin “muhalif” rolü üstlenmiş bileşenlerini , Kürt siyasetini, emperyalist politika adına belli gayelerin hasıl edilmesi adına “ikna” etmeye yönelik bir ayar girişimiydi. Sonrasında sınır boyunda ve kentsel alanlarda  IŞİD ve YPG ( PKK)  etrafında gelişen olaylar bu tespiti destekliyor(1)

Bütün işaretler bu olayın TC devletinin (şu ya da bu düzeylerde) bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş olduğu kuşkusunu güçlendiriyor. Bakınız, TC devleti isterse en çok bir iki hafta içinde IŞİD’in kolunu kanadını kırar. IŞİD, TC devletinin lojistik ve askeri destekleri olmadan etkisini sürdüremez. Bu açık. Ancak TC devleti bunu kendi iradesiyle yapamaz. Bunun altını çiziyorum.

TC devleti derken vasal bir devleten söz ediyoruz. Vasal devletin en temel karakteristiği kendi erkine sahip olamama halidir. Buna göre onun için “içsel” ve “dışsal” olanın nerede başlayıp, bittiğini kestirmek, sadece dışarıdan bakanlar açısından değil, onun işleyişi içinde yer alan yapı ve kurumlar tarafından dahi kestirilemiyor. Kendi içinde, bütünsellik kaygusu hilafına kendi başına hareket edebilme kapasitesine sahip yapıları barındırıyor. Bölgesel emperyalist operasyonlar yoğunlaştığı ölçüde bu görünüm netleşiyor.

Öte yandan, ABD yönetimi içinde ve bu yönetimle  Avrupalı müttefikleri arasında Suriye’de bir “tampon bölge” oluşturulması konusunda bir tereddüt olduğu biliniyordu. Ukrayna’da yaratılan durum ve İran’la varılan antlaşmanın, şimdiye kadar, söz konusu tampon bölge oluşturma seçeneğinin  önünü ABD beklentileri doğrultusunda açmamış olduğu görülüyor. Vasal TC devletinde de, özellikle Kürt oyuncuların mevcut emperyalist plan içindeki konumlarından kaynaklanan bir tereddüdünün olduğu anlaşılıyor.

Bu arada, şu tespiti de tekrarlamak gerekiyor: Rojava’da bir devrim falan olmadı. Devrim söz konusu edilecekse, onun Esad etrafında birleşmiş Suriye halkının anti-emperyalist direnişinden çıkabileceğini bir kez daha belirtmek isterim. Emperyalizmle işbirliği yaparak devrim ancak engellenir. Onun karşısına çıkmadan, onunla boğuşmadan devrim gerçekleşemez. “Rojava devrimi” hikayesinin namuslu, samimi solcu inananları var. Suruç’taki kurbanlar onlar arasından seçildi (Hep böyle olmaz mı? Mesela sağ cenahta, bu bakımdan benzerlik arz eden örnek bir olay olarak “Mavi Marmara” vak’asını gösterebiliriz). Burada, dürüst, temiz inancın yaygın olarak varlığının, inanılan şeyin nesnel varlığı anlamına gelmediğini görüyoruz. İnanç ve nesnellik örtüşmüyor. Bu inancın oluşmasında siyasal-ideolojik manipülasyon mekanizmaları önemli bir işlev görüyor. Sol hareket içinde oportünizmin yüksek küçük-burjuva kompozisyonla buluştuğu koşullarda bu tür yanlış algısal eğilimler öne çıkıyor. Böylece, Suruç olayında görüldüğü gibi, kurbanlar yaratmak kolaylaşıyor.

Suruç’taki bu devrimci solcu kanı sadece işbirlikçi TC devletinin değil, işbirlikçi Kürt siyasetinin de eline yüzüne bulaşmıştır. Rojava konusu işbirlikçi Kürt siyaseti tarafından Suriye’ye yönelik emperyalist saldırının bu içeriğini gözlerden gizlemek  adına manipülatif bir amaçla kullanılmıştır. Bugün Kürt siyasetinin halinin de vasal TC devletinin yapısal halinden pek farklı olmadığını geçerken belirtmek isterim. Bu hal, emperyalizme yakayı kaptırmanın kaçınılmaz sonucu olarak görülmek gerekir tabii. Elbette Rojava’da cihatçı haydutlara karşı verilen bir direniş vardır. Ancak işbirlikçi Kürt siyaseti bu direnişi ve Rojava konusunu emperyalist saldırı altındaki Suriye sorunundan yalıtarak, emperyalist boyutunu yok sayarak emperyalist politikalar hesabına istismar etmektedir.

İşbirlikçi Kürt siyasetinin söylemine dikkat edelim(2) Rojava’da devrim kime karşı gerçekleşmiştir? Bu devrimin toplumsal-siyasal içeriği nedir? “Biji Obama” nidalarıyla devrim olabilir mi? Bugün Rojava’nın ellerinden kurtarıldığı cihatçılarla dün birlikte, aynı saflarda savaşılmıyor muydu? Yarın da bu birlikteliğin aynı ya da farklı tabelalar altında devam etmeyeceğini kesin olarak söylemek mümkün müdür? Kürt siyaseti Suriye meselesini nasıl görüyor? Oportünizm gibi, siyasal işbirlikçiliğin değişik biçimleri de tartışılan siyasetin gayesinden, elde etmek istediği sonuçlardan, bunun için kullandığı araçlardan hareketle tespit edilebilir.

Kürt siyaseti halen bir AKP-CHP koalisyonuna sıcak bakacağını ilan ediyor. Emperyalistler ve işbirlikçi burjuvazi de aynısını telkin ediyor. Gelgelelim, Türkiye uzun sürecek, ağır sonuçları olabilecek siyasal-ekonomik bir istikrarsızlık dönemine girmiştir. Haziran 2013 bu aşamanın spektaküler dışavurumu olarak da okunabilir. Bu süreç sürdükçe Türkiye siyasetinde  otoriter eğilimler askeriyenin artan rolüyle daha da güçlenecektir. Askeri darbeler emperyalist siyasetin, burjuva siyasetinin araçları arasındadır. Kriz şartlarında güncellenir.

Geçerken, Türkiye’deki bütün askeri darbeler emperyalist siyasetin isterleri doğrultusunda islamcı gericiliği takviye etmiştir. TSK’dan ilerici bir rol üstlenmesini beklemek dün olduğu gibi, bugün de ahmaklıktır. Bundan sonraki olası askeri müdahale ancak AKP rejimini sürdürmek adına bir işlev görebilir. Komünizmle Mücadele Dernekleri, Rabıta, Müslüman Kardeşler, Hizbullah, IŞİD (dikkat edilirse GKurmay da Tayyip gibi, “IŞİD” değil de, “DAEŞ” diyor, sözümona, “IŞİD”in açılımında yer alan “islam” sözcüğünü telaffuz etmek istemiyorlar. Oysa, “DAES”, Ararpça “Da’ish” in- ad-Dawlah al-Islāmiyah fī ‘l-ʿIrāq wa-sh-Shām- Türkçe telaffuzu oluyor, ve “islam” ibaresi burada da yer alıyor. ) gibi islamcı örgütlerle işbirliği deneyimleri hatta gelenekleri olan bir ordudan söz ediyoruz. Bizdeki bütün askeri darbelerin esas siyasal sonucu, ulusal egemen devletin ve onun olmazsa olmazı olan  laiklik prensibinin altının oyulması olmuştur. 27 Mayıs da dahil, her askeri darbe bu doğrultuda tutarlı bir şekilde ilerleme kaydetmiştir. Emperyalizm ve  düzen siyaseti adına, sonuçları itibarıyla,  27 Mayıs ve 12 Eylül  arasında bir süreklilik vardır. Bu süreç devam etmektedir. TSK bugün de bu sürecin teminatıdır. 

Bakınız bir yanlışı sürekli olarak yineliyoruz. Bir parti, bir devlet kurumu (diyelim, TSK) içinde ilerici, hatta devrimci solcu insanlar bulunabilir. Bu mevcudiyetin nedenleri ne olursa olsun (pekala toplumsal sınıfsal nedenleri de olabilir)  o parti ve kurumu “ilerici”, “devrimci” ilan etmek için yeterli bir neden değildir. Hatta bir çok durumda bu olgunun bilinçli manipülatif bir işlev yerine getirdiği görülür. Düzen adına kullanışlı olduğu gözlemlenir.

Tabii oportünistler açısından da bu hal gayet kullanışlı olanaklar sunabilmektedir. Biz, diyelim, “CHP,HDP sol partiler değil, en basit şekliyle bir kapitalizm eleştirisi dahi yapmıyorlar ” dediğimizde, bu iddianın bir “saçmalık” olduğunu öne sürmeleri bundandır.

Özcesi, emperyalist burjuvazinin, onun vasal devletinin bir aygıtı olarak TSK, yaratmak istediği siyasal sonuçlar itibarıyla 27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de gericiydi. Bugün de gericidir (3). Bu süreç içinde hep daha gericidir. Her etapta gericiliği bakımından rejim gibi, kendisini de daha fazla geliştirip, takviye etmiştir.

NOTLAR:

1) Bu yazıyı yazdıktan sonra dün akşam yaşanan gelişmeler IŞİD’in ABD ve Türkiye için stratejik gayeler hasıl etmek bakımından ne kadar işlevsel olduğunu herhalde bir kez daha göstermiştir. Türkiye’nin başlatmak istediği savaş öncelikle Esad yönetimine ve sonra Kürtlere karşıdır. IŞİD bahane. PKK bu noktaya izlediği kaypak, işbirlikçi siyaset nedeniyle gelmiştir. “Kürt sorunu” emperyalistler açısından sadece satranç tahtasında kendisiyle hamle yapılmasını bekleyen bir taş anlamına gelmektedir. Kürt siyaseti hem Türkiye’de AKP ile işbirliği yaparak, hem de emperyalistlerin Suriye ve Irak’a saldırmalarına destek vererek bir kez daha kendisi için çok önemli tarihsel fırsatları heba etmiştir. Gerici siyasal tarihsel referanslarını yinelemiştir. “Kurnaz köylü” yü oynamak şu ana kadar olumlu bir sonuç vermemiştir. Vermeyecektir. Tabii şimdi hep olduğu gibi suya katılmış zeytinyağının su içindeki davranışıyla kıyaslanabilecek tavırlar sergilenecektir. Syriza deneyiminde olduğu gibi.

Bu arada, TC devleti emperyalizmle yatak arkadaşlığının kendisine nelere mal olduğunu her geçen gün daha yakıcı bir şekilde teninde hissediyor. Krizi daha da ağırlaşacak. Bu şekilde, bombalarla Kürt sorununu aşabileceğini hesaplıyor. Esad’ın direnişi, bu kez bölgesel düzeyde daha geniş bir Haziran’ın (Haziran’ların) patlamasına yol açacak. Anti-emperyalizmde direnenlerin kazanacağı bir periyota girdik. Bu şartlarda, devrimci sol adına, “dün dündür” ya da bu anlayışın başka bir şekilde ifadesi olarak, “geçmişe takılıp kalmayalım” sakızını çiğneyen oportünist kaşarlarla mücadele büyük bir önem taşıyor.

2) PKK’nin bugünkü sonuca ulaşmasına yol açan hatalar zinciri öncelikle ABD’nin “soğuk savaş”ın sona ermesi sonrasında “dünyanın fethi” seferini “Birinci Körfez Savaşı” ile Irak’tan başlatmaya karar vermesinden itibaren  gelişmeleri okuyamaması olmuştur. Özelikle “çekiç güç” ün ABD’nin tek taraflı ilan ettiği uçuşa yasak bölgeye yerleşmesiyle birlikte PKK, oradan kendisine de ekmek çıkacağı sanısıyla ABD emperyalizmine teslim olmuştur. Nasıl halen “esir önderlik” aracılığıyla adil bir barış antlaşması yapabileceğine inanıyorsa, o vakit de,  ABD’nin Kürtlere adil davranacağını umuyorlardı. Oysa bütün “adil barış” lar eşitler arasında  gerçekleşmiştir. Başka türlü olamaz.

Öcalan’ın ABD’nin girişimleri, MİT, MOSSAD ve CIA’nin bir planıyla bulunduğu yerden çıkartılıp, Türkiye’ye teslimi dahi Kürt siyaseti adına girdiği yanlış yoldan çıkması için uyarıcı olamamıştır. Derhal yeni bir devrimci siyasal önderlik devreye sokulamamıştır. Kürt siyasetinin ABD’nin  “BOP” stratejisi doğrultusundaki izleyen operasyonları karşısında emperyalist siyasete tutunma eğilimi daha da güçlenmiştir. Netice olarak, emperyalist siyasetin, aynı IŞİD ve benzerleri gibi, farklı hamleleri için kullanışlı piyonu haline gelmiştir. Bugün bu Orta Doğu sorunu daha çok su kaldırır. Nereye doğru evrileceğini kestirmek zordur. Ancak toplumsal mücadeleler tarihinin mantığı, bu mantığın üzerinde yükseldiği nesnel dinamizm, emperyalistlerin  sürecin şu ya da bu evresinde kaybedeceklerini öngörüyor.

Bu süreç, ona dahil olan oyuncular bakımından da istikrarsız gelişmeleri öngörmektedir. Yeni saflaşmalar kaçınılmazdır. Şu an Kürt siyaseti bakımından gerçek olan bir şey varsa, o da, işbirlikçi önderliğin hesaplarının (bilmem kaçıncı kez) tutmamış olduğudur. Son olarak, bu süreç burjuva unsurun Kürt siyasetindeki etkisini ve dolayısıyla ideolojik manipülasyonunu arttırmış, oportünizmi ve siyasal kirlenmeyi yükseltmiştir.  Anti-emperyalist Kürt devrimcileri, Türk, Arap ve diğer bölgesel devrimci öğelerle birlikte hareket etmeden kurtuluşun gelemeyeceğini görmek zorundadırlar. Bunun için ise işbirlikçi önderliğin aşılması zarurettir.

3) 27 Mayıs sonrasında cumhurbaşkanı yapılan Cemal Gürsel  dindar sünni bir generaldi. Onun yerine seçilen Cevdet Sunay ilk “tam teşekküllü” sünni dinci cumhurbaşkanıydı. 27 Mayıs döneminde dinsel gericilik tahkim edilmiş, altmışlı yıllarda,  öncelenmemiş finansal olanaklara kavuşturulmuştu. Bu arada, geçenlerde Oktay Akbal’ın anılarına göz gezdiriyordum, orada,  1965 yılında, yayınlandıktan 34 yıl sonra Ercüment Behzad’ın S.O.S adlı şiir kitabının “dinsel duyguları rencide ettiği” gerekçesiyle yasaklandığını söylüyordu. 965 yılında Milli Birlik Komitesi hâlâ iktidar bloğu içinde güçlü bir konuma sahipti.

Tweetle

“Reel sosyalist” Syriza

Galeri

İçeride ve dışarıda Syriza tartışmaları sürüyor. Görebildiğim kadarıyla, Yunanistan dışında, özellikle ABD ve B.Avrupa’da bu tartışmayı yürüten solcuların önemli bir kısmı, gerçeklikten kopmuş durumdalar. Hatta bazısı halen Yunanistan’da Ekim Devrimi’yle kıyaslanabilir bir devrim olduğunu sanıyor. Kimileri, Syriza’nın Troyka karşısındaki durumunu, … Okumaya devam et

Syriza referandumunun sonucu : Evet gücünde “hayır”

Syriza’nın referandum kurnazlığının ne anlama geldiği bugün herhalde daha iyi anlaşılıyordur. Syriza, referandum sonucu olan “hayır” a evet işlevi vermeye çalışıyor. Zaten referandumla hedeflediği de buydu. Sahtekârca davrandı. Oportünist bir siyaset için böyle davranmamak aykırı olurdu.

Konuyla ilgili önceki bir yazıda, “sonuç hayır çıkarsa Syriza ne yapacak” diye sormuştum. Syriza’nın bir sol siyasetinin olmadığını, derdinin, Yunanistan’ın borçlarını ötelemek olduğunu belirtmiştim. Ötelemek de malum, bedava olmuyor. Ötelemenin bir bedeli var. Şimdi “hayır” da zafer bulanlar, ısrarla bu gerçeği görmezden gelmeye, saklamaya çalışıyorlar. Yani özcesi, “evet”  ve “hayır” arasında, Syriza’nın gayesi bakımından bir fark yoktu. Oysa, referandum sonucunu sanki Yunanistan’da devrim olmuş gibi sunanlar oldu

Syriza oportünizminin bizdeki izdüşümlerinin davranışları da aykırı değil tabii. Bakınız, oportünistler kendi içlerinde gayet tutarlıdırlar.Devrimci proletarya siyaseti içinde zigzaglar, tasfiye, çark edişler, yalan, sinizm, riya anlamına gelen oportünizm, kendi içinde, metodu, akıl yürütme biçimi, siyasal konumlanışı itibarıyla gayet tutarlıdır.

Mesela Gezi ayaklanması başladığında, “abartmayalım, buradan çıksa çıksa en çok sol oyların yüzde 35’e yükselmesi sonucu çıkar” diyenlerin, son genel seçimlerde HDP adına “sıfır nokta bilmem kaç” hesaplarıyla meşgul olmaları hep bu tutarlılığa işaret eder. Oportünizm hesapçıdır, parmak hesabı, bakkal hesabı fark etmez, ama hep hesapla meşguldur, sayılar, nicelik onun için çok önemlidir. İstatistikler verir, bu sayede ne kadar rasyonel olduğunu kanıtlamaya çalışır.  Oportünizm mantıkçıdır. Kağıt üzerinde kartondan kaleler kadar sağlam biçimsel mantıklar kurar.

Kabına sığmaz, Syriza ekonomisi üzerine denemeler kaleme almaya cür’et  eder. Yazının bir  yerinde, “ama tabii başarılı olamama ihtimali de var” kaydını düşer, öyle olsa da, menzile ulaşamadan o yolda şehit düşen aziz mertebesine layık görüleceği ilan edilir. Zaten bu başarısızlığın asıl müsebbibi de onun dışında, “kendi içine kapalı” olmaktan vazgeçmeyen ( “oportünizme taviz vermeyen” olarak okunmalıdır) onu sürekli çelmeleyen KKE’dir.  Mesela bu parti referandumda,  en azından (oportünizm ya minimalisttir ya da maksimalist),  “yetmez ama hayır” dememiş olduğu için kınanır. Yani başarının Syriza’nın (oportünizm olarak okunmalı); başarısızlığın KKE’nin (devrimci proletarya siyaseti) hanesine yazılacağı ilan edilir. Bu anlamında, bütün oportünistler “kendi içlerine kapalı” olanı hiç bir şekilde affetmezler. Baş düşman olarak görürler.

Oportünizm, her zaman en devrimci lafları  eder. “Acil devrim” ister. Ötekileri devrimci olmamakla, içine kapanmakla suçlar. Bu argümanı çok sever. Anlaşılır bir şey tabii. Düzen siyasetinin kuyruğuna takıldığını başka türlü nasıl saklayacak? Dedim ya, oportünist yalancıdır. Yalanın siyasetini yapar.

Pazarlamacılık işinde mahirdir. Düzen siyasetini proletarya siyaseti olarak, halkın “hayır” ını, halkın düşmanlarına  “evet” olarak pazarlar.

Oportünizm yanlışlardan öğrenmez çünkü kendisini yanlış üzerinde kurar. Yanlışın siyasetidir. Yanlıştan beslenir. Şimdi işbirlikçi HDP’nin, CHP’nin, Syriza’nın işbilikçiliklerinin defalarca kanıtlanması onlar açısından fark etmez, HDP’siz, Syriza’sız, CHP’siz  yapamaz. Bulunmadıkları yerde, onları yaratır. Onun için tarih sadece bugünden ibarettir.”Dün dündür bugün bugün”.

Dedim ya, oportünizm kendi içinde gayet tutarlıdır. Yalpalamaz. Devrimci mücadele içindeyse tam tersi. Bu ikincisini gerçekleştirebilmesi için birincisi gereklidir. Veyahut birincisi olmadan ikincisini ve dolayısıyla kendisini gerçekleştiremez.

Örnekse, Rus Devrimi tarihine bakalım. Ne diyoruz, tarih sadece geçmişten geleceğe bakmak değil, gelecekten de geçmişe bakabilmektir. Şimdi Trotsky’i, Moskova Mahkemeleri’nin sanıklarını şöyle bir düşünün, aralarında devrimci siyasal kariyeri boyunca oportünist zigzaglar yapmamış, aykırı konumlara savrulmamış olan var mı?

Tweetle

“Yeni” nin zaferi

Galeri

Yunanistan’da eski “yeni” yeniden kazandı. Hatırlarsak, Syriza kendisine iktidarı getiren seçimleri kazandığında lideri çıkıp, Yunanistan’da “yeni bir devir” in başlamış olduğunu ilan etmişti. Dünkü referandum sonrasında aynı lider, bu kez, gayet tutarlı bir şekilde, Yunanistan’ın yeni bir sayfa açtığını duyurdu. … Okumaya devam et