Bazı medya organları birtakım Amerikalı yorumcuların iddialarına dayanarak Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirilebileceğini gündeme taşıyorlar. Pekiy Türkiye’de, içinde bulunduğumuz uğrakta, böyle bir olasılık gerçekleşebilir mi?
Öncelikle bir kez daha altını çizerek belirtmek isterim, cumhuriyet dönemindeki bütün askeri darbeler, askeri muhtıralar Türkiye’nin emperyalist Batı ittifakıyla bütünleşmesinden, düzenin ordusunun söz konusu ittifakın askeri organizasyonu olan NATO’ya dahil olmasından sonra gerçekleştirilmiştir.
NATO, emperyalist ittifak içindeki tek tek ülke ordularının emir ve komutasına dahil ve tabi oldukları bir üst organizasyondur. NATO, emperyalist siyasetin çıkarlarını kollayan, koruyan bir örgüt. Emperyalist hegemonyayı sürdürme siyasetinin arkasındaki zor, terör aygıtı, bu aygıt olmadan emperyalist siyasetin kendisini empoze ettirmesi kabil değildir. Tıpkı, hukuk ve arkasındaki (zabıta veya kolluk, gözetleme, yargılama ve cezalandırma, kapatma sistemi gibi) terör organizasyonu arasındaki ilişkide olduğu şekilde. Söz konusu terör aygıtını ortadan kaldırırsanız, hukuk yazılı ve örfi, yaptırım gücü olmayan kurallar bütününden ibaret hale gelir.
Buna göre, cumhuriyet Türkiye’sindeki bütün başarılı askeri darbeler ve muhtıralar NATO’nun emir ve komutası içinde, onun çıkarlarının gereği olarak, veyahut onun çıkarlarına zarar vermeyecek şekilde gerçekleştirilmiştir. Yani bu darbeler NATO darbeleridir. Bugün emperyalizme biat etmiş liberaller, İslamcılar, Türk ve Kürt ulusalcıları, yani burjuva milliyetçilikleri darbelere karşı olduklarını ya da desteklediklerini ifade ederlerken bu gerçeği görmezden geliyorlar.
Türkiye’de, metropol ülkeleri de dahil emperyalist zincirin halkalarını oluşturan diğer ülkelerde, emperyalistlerin çıkarlarını tehdit eden bir gelişme ortaya çıktığında, askeri darbeler bu tehdidi aşmak adına bir araç halinde gelebiliyorlar. Askeri darbenin olup olmayacağı, kapitalist-emperyalist siyasetin çıkarlarından hareketle, onun en üst organizasyonlarının dahil oldukları karar süreçleri içinde belirlenir, veyahut o düzeyde onaylanması gerekir.
Ulusal ve uluslararası çerçevede sınıf mücadeleleri söz konusu olduğunda, elbette merkezin olduğu yerde merkez-kaç güçler de vardır. Bunlar arasındaki çelişki ve gerilim, her ulusal yapıya belli bir özerklik alanı tanıyabilir. Gelgelelim, sisteme dahil darbe süreci ve yönetimi sistemin siyasetiyle, sürecin şu ya da bu momentinde, aynı hizaya gelmezse, sistem içinde sürdürülmesi olanaksızlaşır.
Halen içinde bulunduğumuz koşullarda, yani emperyalizmin soğuk savaş sonrasında mutlak hegemonyasını kurmak adına başlatmış olduğu genel saldırı, işgal, deniz aşırı militer, para-militer operasyonlarının emperyalist siyasetin ivedi gündemini oluşturduğu koşullarda, sistemin bütün ulusal ve uluslararası organizasyonları bu koşulların ihtiyacına yanıt verecek şekilde bir değişim geçirirler. Elbette bu pürüzsüz işleyen bir süreç değildir. Ayak diremeler, direnişler olacaktır. Böyle bir durumda, mesela, kendi ulusal gerçekliğimiz dolayısıyla bu aksaklıkların nasıl aşılmış olduğuna dair anıları halen canlı zengin örneklere sahibiz.
Sistemin bugünkü ihtiyacı, ulusal bileşenlerin özerklik alanını daraltmak, hegemonik merkezin veya üst organizasyonların manevra ve kontrol alanını genişletmektir. Normal koşullarda, ulusal egemen yapıların egemenlik alanlarına giren karar alma inisiyatif ve süreçlerinin sözü edilen üst örgütlenmelere aktarılması (Aktarma derken, içsel ve dışsalın sınırlarının tespit edilmesinin güçleştiği bir durumu ihmal etmiyorum. Yani bu fiille zorunlu olarak bir dışsallaştırmayı, dışa doğru hareketi kast etmiyorum) ve karar alma kapasitesi de dahil olmak üzere siyasal gücün bu ikinciler lehine tekelleşmesini takviye etmektir. Mesela Türkiye’de bu, bariz, ama pürüzsüz olduğu iddia edilemeyecek bir biçimde gerçekleştirilmiştir. Kitlesel direnişler, devlet aygıtları içindeki direnişler vak’adır.
Elbette bu durum sistemin metropollerinde de, ülkelerin sistem içindeki ekonomi-politik ağırlıklarına göre cereyan etmektedir. Buna göre, oralarda, çıkar çatışmalarına referans veren direnmeler de daha etkili olabilmektedir. Mesela bu noktada, oğul Bush devrindeki Körfez savşına Almanya ve Fransa’nın birlikte vermiş oldukları reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye devleti ekonomi-politik manada kırılganlık düzeyi (özellikle AKP rejimi altında emperyalist siyasetin bölgedeki hamleleri ve bu çerçevede TC devletine biçilen roller nedeniyle bu kırılganlık daha da arttırmıştır) yüksek bir vasal devlettir. Zincirin zayıf halkalarından biridir.
Darbeye maruz kalan Mısır da öyleydi, bugün de öyle. Mısır’da, yani henüz AKP rejimi altındaki Türkiye’nin geçirdiği dönüşümleri geçirmemiş bir ülkede, o zaman, ABD’nin siyasal ihtiyaçları adına erken harekete geçmesinin yanlış olduğu, büyük bir yığınsal direnişin ardından gelen askeri darbeyle ilan edilmiş oldu.
Zaten NATO’nun darbeden haberi, bilgisi olmasına rağmen karşı harekete geçmemiş olması, darbenin hemen ardından ona onay vermesi, bu girişimin tek başına Mısır ordusunun bir tasarrufu olamayacağına karine teşkil eder. Sonra, Mısır gibi bir ülkede ulusal birliğin, ve ulusal devletin büyük ölçüde orduyla anlam kazandığı gerçeğini de unutmayalım. Orduyu çözerseniz, ulusal birliği ve devleti de çözersiniz. ABD bu riski, Türkiye’nin AKP altında geçirmiş olduğu dönüşümleri geçirmemiş bir ülkede göze almanın yanlış olduğunu anlamış olmalıdır. Yine unutmayalım, darbe öncesi, Mısır halkının en nitelikli kesimlerini ihtiva eden, aşağı yukarı 26-27 milyon iktidar karşıtı protestocu insan adeta sokakları kendisine mesken etmişti. Geçerken, Mısır’da da, bizde olduğu gibi, Suriye krizi, bu ayaklanmaları tetikleyen önemli bir etken olmuştu.
Yalnız bu noktada, özellikle Obama’nın ikinci döneminde, ulusal ve ulus-ötesi boyutlarıyla, ABD yönetimini teşkil eden oligarşik sermaye korporasyonları içindeki farklı maddi çıkarlara, buna göre farklı önceliklere referans veren bölünmelerin, fikir ayrılıklarının, kararsızlıkların şiddetlenmiş olduğunu tespit etmeliyiz. Böyle bir uğrakta anlaşılabilir durum tabii. Mısır deneyimini irdelerken bu olguyu da ihmal etmemek gerekir. Nitekim, sonrasında ve halen ABD yönetimindeki bu hali dışa vuran politikalara tanık oluyoruz. Bu hal genel hatlarıyla her zaman oradaydı tabii, ancak dediğim gibi emperyalist siyasetin soğuk savaş sonrasındaki teyakkuz hali çelişkileri şiddetlendiriyor, onların farklı, hesapta olmayan boyutlar almasına neden olabiliyor. Yeni yapılanma ve örgütlenme biçimlerini ihtiyaç haline getirebiliyor.
Buraya kadar bir sorun yoksa, devam edebiliriz. Başarılı darbeler, adeta kural olarak, ulusal ekonomilerde ağır krizlerin yaşandığı, genel olarak halk sınıflarının iç ve dış politik gidişattan memnun olmadıkları, sistem karşıtı değişim talep ve beklentilerinin düzeninin sürdürebilirliğini tehdit eden boyutlara ulaştığı, geniş mağdur kitlelerin bu hoşnutsuzlukların spektaküler bir ifadesi olarak sokaklara çıktıkları, siyasal otoritenin, mevcut siyasal çerçeve içinde sorunları aşmada acze düştüğü koşullarda cereyan ediyor. Darbeler öncesinde, “sıkıyönetim” veya “OHAL” ler ilan ediliyor. Yani bir bakıma, devrimci durumdan söz edilebilecek bir ortamda gerçekleştiriliyor. Tabii kaçınılmaz olarak, her zaman anında olamazsa da, süreç içinde, bu huzursuzluktan devrimci, en azından demokratik sonuçlar elde etmeye çalışan ilerici güçleri, onların toplumsal dayanaklarını hedef alıyor.
Darbeler her zaman ilerici hükümetler devrinde olmuyor. Türkiye söz konusu edildiğinde, ilerici yönetimlere yolun kapatılmış olduğu şartlarda, hep gerici hükümetlerin iktidar olduğu uğraklarda, ama kesinlikle gerici düzeni, hemen olmasa da, başlangıçta bir takım ilerici tavizler vermek pahasına da olsa, daha geriden restore veya takviye etmek adına yapılıyor.
Darbeye maruz kalan hükümetlerin emperyalist siyasal talepleri yerine getirmekte ayak diremeleri ya da beceriksiz davranmaları darbe kararlarının alınmasında hızlandırıcı, teşvikçi bir rol oynuyor. Bizde, Demokrat Parti devrindeki darbenin böyle bir boyutunun da olduğunu düşünüyorum. Yine, 12 Eylül öncesinde, ekonomik sorunlar, halk sınıflarının etkin sistem karşıtı protestosu, burjuva siyasetinin kilitlenmesi gibi etkenlerin yanı sıra, NATO’nun güneydoğu kanadının Kıbrıs sorunu yüzünden çökmüş olmasını, SSCB’nin Afganistan’a müdahalesini ve İran’daki devrimi dikkate almamız gerekir. Sonra, bütün bu olguların kapitalizmin 60’lı yılların sonlarından itibaren derinleşen, yetmişlerin ortasına doğru ivme kazanan krizinin, ancak sermayenin parasalcı birikim modelinin doğrudan ve global ölçekte uygulamaya konulmasıyla aşılabileceği inancının uluslararası tekelci finans sermayesi nezdinde güçlendiği koşullarda cereyan etmiş olduğunu unutmayalım. Zaten darbeden sonra cuntanın aldığı kararlara bakarsanız, bunların esas olarak emperyalistler ve işbirlikçileri açısından darbenin gerekliliğini haklı çıkartan koşullara yönelik politik önlemler, uygulamalar olduğunu görürsünüz. Emperyalizmin yeni ihtiyaçlarının dayattığı, 2.Savaş sonrasındaki en gerici, yeni bir sistemsel entegrasyonu sağlamaya yönelik büyük adımlar atıldı.
Pekiy bugün darbe olabilir mi? Türkiye gibi ülkeler, emperyalist zincirin en kırılgan halkalarını teşkil ederler. Son yıllarda emperyalist siyasetin talepleri doğrultusunda Türkiye’de yaşanmakta olan yapısal manada ekonomik, politik gerici dönüşümler, halk sınıflarının direnişini tetikleyerek ülkenin kırılganlığını arttırmıştır. Bu bakımdan, başkanlık sistemi talebi, daha doğrusu, sunulan şekliyle otokrasi, işbirlikçi burjuvazi tarafından bu kırılganlığın giderilmesine yönelik bir araç olarak görülmektedir.
AKP hükümeti (ama rejimi değil, dikkat edilsin), emperyalistlerin bölgesel çıkarlarına aykırı, dahası onların bölgedeki varlığını riske sokacak adımlar atarsa, bu adımları atmakta ısrar ederse, bir şekilde etkisiz hale getirilir, hatta düşürülür. Bunun askeri araçlarla yapılması gerekmeyebilir. Nitekim, bugünkü neo-liberal globalleşme bunun için gayet etkili ekonomik araçları sağlamaktadır. Askeri darbelerde bugüne kadar tanık olduğumuz bir olgu, öncesinde, sokakların sistem karşıtı veyahut böyle bir karşıtlığa dönüşme potansiyeli olan hareketlenmesidir. Üç darbe öncesinde, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül’de bu koşul en şiddetli biçimiyle devrede olmuştur. Son Mısır darbesinde de öyle. Bütün bu darbelerde sokağın önünü alma, sokağa siyasal inisitayif tanımama kaygusu vardı.
Bugün bu durum potansiyel olarak var, ancak henüz bir gerçeklik haline gelmemiştir. Umalım ki, bu vesileyle Kürt siyaseti içinde giderek nicel ve nitel değerini yitirmekte olan devrimci sol akla sahip kesimler “Türkiyelileşme” nin önemini kavramış olsunlar. Her şeyden önce “Kürt realitesi”, gerçek ve olası toplumsal dayanakları itibarıyla salt dar bölgesel bir realite değildir. Reel olarak, fiilen, isterseniz sosyolojik anlamda, Türkiyelileşmiştir. Hatta bölgesel olanın, siyasal kapasite ve dinamizm anlamında, diğerine göre öneminin azalmış olduğunu söyleyebiliriz. Dinamizmden dar alanda sürekli patinaj yapmayı, havanda su dövmeyi anlamıyorsak tabii. Kürt siyaseti ve onun teorisi, bu ampirik veriyi, gerçekliği kavrayamamıştır.
Bugün emperyalistlerin bölgesel hamlelerinin, Kürt siyaseti tarafından avantajlı görülen gelişmelere yol açmış olduğu iddiası temelsizdir. Bir süre sonra bunların nasıl Kürt ulusal davası adına tuzaklar, “siyasal seraplar” olduğu görülecektir. Sadece dışarıdaki durumu veri alıp, “komşuda pişer bize de düşer” anlayışıyla hareket eden siyasetler hayal kırıklığına uğrarlar. Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan da olurlar. Bu kafayla, vasal TC devleti ve oportünist PKK siyasetleri bu yazgıdan kaçamayacaklar.
Aktif bir devrimci siyaset zorunlu olarak silahlı mücadeleye referans vermez, ama zorunlu olarak siyasal karar alma ve siyasal inisiyatif kullanma, öngörülerde bulunma kapasitesine tekabül eder. Siyaset belirleme, öngörü ve müdahale kapasitesi elinden alınmış, yani depolitize edilmiş güçlerin sahadaki mücadelelerinin sürekli bir patinaj görünümünde olması kaçınılmazdır. Bu dediğim TC devleti için de geçerlidir.
Türkiye’de askeri darbeler, ülke emperyalist zincirin kırılgan bir halkası olarak kaldığı sürece her zaman başvurulabilecek bir araçtır. Emperyalist düzen siyaseti için reddedilemez bir olanaktır. Ancak ne getirip ne götüreceği hesaplanmadan kalkışılmaz. Bugünkü görünüme göre, emperyalist siyaset açısından askeri darbeyi gerektirecek şartlar tam olarak yoktur.
AKP’nin şantajcı hamlelerinin arkasının boş olduğu anlaşılmıştır. Türkiye’nin Suriye’de bir başına ya da gölgesinden dahi korkan, Türkiye’ye nazaran çok daha kırılgan (düşününüz ki sadece S.Arabistan’ın kraliyet ailesi dahilinde hemen hepsi birbirleriyle iktidar rekabeti içinde olan iki bin civarında prens var) Arap petrol monarşileriyle bir müdahalede bulunamayacağı anlaşılmıştır. Zaten ABD’nin onayı olmadan buna kalkışmaları, iktidardakiler için ölüm fermanlarını imzalamak anlamına gelirdi. Şimdi bütün yapacakları, zaman zaman dostlar alışverişte görsün mesabesindeki top atışları eşliğinde, ateşkesi, barış sürecini sabote etmek olacaktır. Obama yönetiminin sonuna kadar bu çabalarına destek bulmaları kabil olamayacaktır. Sonrasını bilemeyiz. Sonrasına giden sürenin de bu şartlarda hayli belirsizliklerle dolu olduğunu söylemeye bile gerek yok(1)
Yalnız bu noktada şunu da söylemek isterim, eğer bölgesel Kürt ayaklanması, Türkiye’nin protestosuyla, “Türkiyeliler” in ayaklanmasıyla buluşabilseydi, ya devrim ya da darbe (veyahut her ikisi birden) gerçekleşebilirdi. Kürt siyaseti ve onun timarı haline gelmiş Türk solu bu olanağı şu ana kadar kavrayamadılar. Konumlanmış oldukları emperyalist burjuva siyasetinin görüş açısından da görmeleri mümkün değildir. Bir kez emperyalizmin arabasına at olarak koşulmayı kabullendiniz mi, at gözlüklerini de kuşanmak zorunda kalırsınız.
NOTLAR
1) Bugün ABD ve Rusya arasında, Suriye sorunu etrafında varılmış olan antlaşma elbette kırılgandır. Aynı ABD’nin İran’la olan antlaşması gibi. Bu hal, bu ülkelerin Suriye’de rıza göstermiş oldukları ateşkesi de kırılganlaştırıyor tabii. Gelgelelim, bu ülkelerin, özellikle ABD ve Rusya’nın olası yeni bir dünya düzeni adına birbirlerini yoklamakta oldukları da vak’adır. Yani bu Suriye deneyiminde, geleceğe değgin olası müttefiklik veya düşmanlık olanakları da sınanmaktadır. Hatırlayalım, ABD aşağı yukarı 1930’a kadar SSCB’yi tanımamıştı. Dahası, iç savaş sırasında, Britanya önderliğindeki emperyalist işgale asker vermişti. Bu arada 1924’ten itibaren, aynı 2.Savaş’tan sonra Marshall Planı’yla yapmış olduğu gibi, bu defa Dawes Planı’yla Almanya’yı ekonomik olarak ayağa kaldırmış, Nazi savaş makinesinin yaratılmasını finanse etmişti. Bilindiği gibi, bu planın devreye girmesiyle, Fransa ve Belçika, Almanya’nın ödeyemediği savaş tazminatları nedeniyle işgal etmiş oldukları Alman endüstrisinin kalbini teşkil eden Ruhr bölgesinden çekilmişlerdi (Bu en az yüzde yetmişi ABD merkezli finans sermayesi tarafından temin edilmiş “yardım” ın, 1924-29 yılları arasında, 63 milyar altın marka ulaşmış olduğunu hatırlatmak isterim. Bu sayede 1929’da Almanya tekrar dünyanın en büyük ikinci sanayi ülkesi haline gelebilmişti. Tabii bu “yardım” karşılığında en büyük Alman endüstri kuruluşları ABD finans-sermayesinin kontrolüne girmişti. Örnekse, kimya devi IG Farben, Rockefeller’ın; AEG ve Siemens, General Electrics’in, yani J.P.Morgan’ın; Alman telefon şirketi, ITT’nin ; Opel, General Motors’un, yani Du Pont Ailesi’nin; Volkswagen ise Ford’un kontrolüne giriyordu. Başkan Wilson devrinde izolasyonist dış politikasını terk eden ABD’nin bunu yapmasının en önemli nedeni belki de Britanya ile arasındaki rekabetti. Nitekim, Britanya merkez bankası da 1929 Bunalımı’nı ABD’yi en zarar görecek ülke olarak manipüle etmiştir. Bunda başarılı da olmuştur).
Naziler iktidar olduklarında, başkan F.Roosevelt, eğer SSCB, Nazi Almanya’sına saldırırsa, Almanya’nın yanında yer alırız demişti. Ancak savaş patladığında önce kerhen, savaşın sonlarına doğru Sovyet zaferi kesinleşince, aktif olarak Sovyetler’le müttefik olmuştu.
Almanya’nın henüz ne yapacağı bilinmiyor. Siyasal, askeri faktörlerin yanı sıra, kapitalizmin üçüncü büyük bunalımının evrileceği olası yeni aşamalar, bu kararsızlığın giderilmesinde belirleyici bir rol oynayacaktır. Bu bakımdan ABD ve İngiltere’nin Rusya ile erken bir kapışmadan kaçınması beklenmelidir. Yani Anglo-Amerikanlar, hem Rusya’yı hem de Almanya’yı karşılarına alarak olası bir savaşı kazanamazlar. Bu bakımdan 1.D.Savaşı ve 2.D.Savaşı öncesindeki ve sırasındaki gelişmeleri, bu iki deneyimi tekrar hatırlamakta yarar var. Muhtemel bir dünya savaşı önceki ikisinin devamı olacak. Yani emperyalizm bıraktığı yerden devam edecektir.