Türkiye’nin doğrudan sorunu “FETÖ” değil, AKP’dir

15 Temmuz darbesiyle felç edilmiş TC devleti, hâlâ durumunu gerçekçi bir şekilde değerlendirebilecek bir halde değil. Türk devleti fillen çözüldü.

Fethullah Gülen diyor ki, “Haçlı işgali o kadar da kötü bir şey olmaz”. Emin olun, bu aynı zamanda bütün dinci tayfanın düşüncesidir. Tayyip de, Müslüman Kardeşler de, IŞİD, El Nusra da böyle düşünür.  Bu dinci tayfanın hayran olduğu Osmanlı devleti de işgal koşullarında uyruklarına aynısını telkin ediyordu.

Bu bilinç hali, cemaatler halinde  ayrışmış toplum vizyonundan kaynaklanıyor. İnanç sistemleri halinde din kaçınılmaz olarak bir anakronizmdir. Elbette bu anakronizm dincinin kafasını da kat etmektedir.

Sonra, bunların hepsi aynı şekilde, aynı derecede katildir. Birisi, Berkin’i katleder,  öbürü Antep’teki bebeleri.

Gülen’in bu görüşü, aynı zamanda, işbirlikçi, gün bugündür diyen yağmadan gözü doymaz Türkiye sermayesinin de görüşüdür. Bundan da emin olmak gerekir.

Şimdi bu haldeki TC devleti, ülkenin paspas haline getirilmesiyle sonuçlanabilecek yeni bir hamleye girişti. Zaten uzun zamandır işbirliği yapmakta olduğu cihatçı katillerini Cerablus’a sokarak, orayı ele geçirmeyi planlıyor. Orada da,  darmadağın haldeki kafasını bir kez daha duvara toslayacaktır. Türkiye’nin asıl derdi, Suriye’deki meşru yönetimin Halep’te başarılı olmasına mani olmaktır. IŞİD bahane. Bu bakımdan ABD ile görüş birliği halindedir.   Rusya ile yumuşama da esasen bu amaca hizmet etmektedir. Yumuşama olmasaydı, sınırda helikopter dahi kaldıramayacaktı.

Depoliteze edilmiş TC devleti de, aynı depolitize Kürt siyaseti gibi, başkasının bastonuyla yürümeye çalışıyor. Savaş yapılır elbette, ama çıkar kendi güçlerinle, daha da önemlisi, kendi çıkarlarına göre belirlediğin siyaset adına bunu yaparsın. Bir bumerang yememek için kimle nereye kadar yürüyebileceğini iyi hesaplarsın. Müttefiklerini, mümkün olan en uzun erimli, sürdürülebilir siyasal çıkarlarını hesap ederek belirlersin. Attığın, atacağın her adımda nihai çıkarlarını  gözetirsin.

Türkiye, bir oldubittiyle Suriye’de aklınca mevzi kazanabileceğini sanıyor. Olmayacak iş! Gerçeklikten kopmuş Türkiye hâlâ bu noktaya nasıl gelmiş olduğunun fakında değil. Yanlışta direnmeye devam ediyor. TC devleti, Tayyip Erdoğan liderliğinde adeta bir “Amok Koşucusu”nun ruh halindedir.

Bakınız, eğer Türkiye devleti toparlanmak, bölgesel çıkarlarını korumak istiyorsa, hiç zaman kaybetmeden, Suriye yönetimi, İran, Irak ve Rusya gibi ülkelerle ittifak yapmalıdır. ABD’nin etkisini kırmak için ne gerekiyorsa yapmalıdır yani. Bunu AKP yapamaz. Bunu bu sermaye sınıfına hizmet eden devlet yapamaz. AKP düzeni kaçınılmaz olan sonunu ötelemeye çalışıyor. Zaman kazanma derdindedir. AKP hiç bir vaadinin, hiç bir sözünün, hiç bir antlaşmasının arkasında duramaz. Onun hiç bir ilkesi yoktur. Olamaz.

AKP’nin vizyonu, Fethullah’ın, IŞİD’in, El Nusra’nın, ÖSO’nun, M.Kardeşler’in vizyonudur. AKP sadece kendi dar çıkarlarını, yakayı kaptırmamayı düşünüyor. Paçayı kurtarmayı hesaplıyor. Onu Türkiye, bu ülke halkları, onlarını yaşamı ilgilendirmiyor. Onun en önemli derdi, Batı’daki emperyalist efendileriyle yeni bir uzlaşma sağlamak, yeni bir teslimiyet antlaşması yapmaktır.  Bu sayede, kendisinin deliğe süpürülmesine mani olmaktır. Oysa bu onun kaçınılmaz kaderidir. Emperyalist efendileri bakımından Tayyip Erdoğan ve Bin Ladin, Bağdadi, Mursi, Fethullah gibi uşakları arasında bir nitelik ve işlev farkı yoktur.

Bu koşullarda, Türkiye’nin ilerici, yani anti-emperyalist güçleri bir siyasal odak haline gelmek zorundadırlar. Bir destek noktasına ihtiyaç var. 4 Eylül’de bu çağrıyı yapmak, bunu ilerici Türkiye halklarının talebi haline getirmek gerekir. Bunu bugünkü işbirlikçi Kürt siyasetinin paçalarına tutunmuş olanlar yapamazlar. Türkiye’nin ilerici, devrimci siyasal çıkarlarını, AKP düzeniyle, emperyalistlerle her türlü işbirliğine açık mevcut Kürt siyasetinin görüş açısına uyruklaştırmak ahmaklıktır.

Şunu açık olarak ifade etmek gerekir : Bütün emperyalist, Amerikancı işbirlikçiler alçaktır. Kim bu bölgede Amerikan varlığını ve etkisini attırmayı kendi siyasal çıkarlarına uygun buluyorsa, o alçaktır. Kim ABD’ye sahada maşa olmayı kabulleniyorsa alçaktır.

Peki şimdi bu işbirlikçilerle işbirliği yapanlar da yarın,  “aldatıldık” mı diyecekler?

“Sizin bombacılar”, “bizim bombacılar” olmaz.Kabul edilemez.

AKP hükümeti 7 Haziran seçimlerinden yenilgiyle çıkınca, beslediği, işbirliği yaptığı IŞİD’i de kullanarak ülkede büyük ve kanlı bir terör havası yaratıp, “istikrar” elden gidiyor yaygarası kopartmıştı. Ardından  vakit kaybetmeden, kendi çıkarları adına uysallaştırmış olduğu düzen muhalefetinin de gayretiyle bir seçime gitmişti. Böylece düşüşünü biraz daha ötelemiş oldu.

Tekrar hükümeti kurar kurmaz,  tahminlere göre 7 binden fazla insanın hayatına mal olan, kanlı, kuralsız  bir “Kürt savaşı” başlatmıştı. AKP, dışarıda, içeride sıkıştıkça şiddete, teröre başvuruyordu.

15 Temmuz darbe girişimi bu koşullarda ortaya çıktı. Ülkedeki kanlı terör ortamı bu kez bizatihi devleti içinden vurdu. Devletin içinde ilan edilmemiş halde sürmekte olan örtülü savaş açık bir kanlı savaşa dönüştü. Artık her bir tarafımızda şiddet, terör, kan var. Terörü önleme iddiasındaki güçler bizatihi ve en spektaküler biçimde terörün kaynağı haline dönüştüler.

Devletin kurumları, organları, özneleri arasında had safhaya ulaşan bir güvensizlik hali derinleşerek yayılıyor.  Devlet ve hükümet kıyasıya birbiriyle savaşıyorlar.

Ancak şu da bir gerçek, bugün bu AKP düzeni şiddet olmadan, terör olmadan sürdürülemez. Paradoksal olarak, aynı nedenle de ayakta kalamaz. Yani terör,  bu rejimin sürdürülmesi için gereklidir; ama öte taraftan da,  onun kendisini sürdürme olanaklarını tüketmektedir. AKP’nin terörü, başka terörleri doğurmaktadır.

Emperyalist vesayet altında, içeride, dışarıda,  hep şiddet ekmiş olduğu için şimdi hasadını yapması kaçınılmaz oluyor. Özcesi,  AKP rejimi bu kısır döngüye mahkum durumdadır.

Bu koşullarda, giderek daha çok, “bomba yüklü araçlar”, “canlı bomba” haberlerini duyacağımız kesindir. Bu gidişatın, kitleleri de giderek “sizin bombacılar”, “bizim bombacılar” şeklinde ayrıştırma tehlikesi var. “PKK’nın bomba yüklü araçları”, “IŞİD’in canlı bombaları” na karşı!

Türkiye solunun kalabalık denebilecek kesimini temsil eden kimi gruplar, birinci seçeneği (derin bir sessizlik, sükut olduğuna göre) herhalde sahipleniyorlar. Bazısı, “fakat” lı kayıtlarla eleştiriyor. Gerek duyduklarında, “Deniz’ler, Mahir’ler, Sinan’lar” edebiyatına başvuruyorlar. Siyasal yöntemleri yanlış olsa da, dürüstlükleri, kahramanlıkları tartışılmayacak olan bu devrimcilere haksızlık ediliyor. Böylece devrimci sol siyasetin meşruiyetini yok etmek isteyenlerin değirmenine su taşınıyor.

Kürt siyaseti, PKK’nin şahsında, Çekiç Güç’ün Irak’ın kuzeyine yerleşmesinden sonra bir kez daha, en eski siyasal-tarihsel referanslarına  geri dönmüştür. Yani emperyalizmin bastonuyla yürümeye çalışmaktadır. Kürt ulusal siyaseti, anti-emperyalist damarı, Kürdistan’ın kararlı feodal sosyal-ekonomik yapısı nedeniyle  çok zayıf olduğu için sürekli patinaj yaptı. Bugün de söz konusu siyasal kültürü aşamıyor.

“Sömürgeci” denilince, Türkiye’yi görüyor, emperyalistleri, ABD’yi görmüyor. Dahası, onlarla bölge halkları aleyhine işbirliği olanaklarından istifade etmeye çalışıyor. Bu tavır, “askeri vesayet” lafazanlığı yaparak, onun “emperyalist vesayet” koşullarında mümkün olabildiğini gözden saklamak isteyenlerin tavrını andırıyor.

Kürt ulusal sorunun ilerici çözümü ancak emperyalizme tavır almakla olanaklıdır. Şu halde, anti-emperyalist gelenekleri güçlü olan Türkiye ve Arap solunun öne çıkmasına ihtiyaç vardır.

Kürt siyaseti, 19.yy’da İngilizci Osmanlı karşısında Rusya kartını kullanmıştı. İttihatçılık ve erken Kemalizm devrinde, bu kez İngiliz kartını kullandı. Artık aynı TC devleti gibi, aynı cihatçılar gibi  ABD’nin kucağındadır.

Hegemonik güç olmak, hegemonya da böyle bir şeydir zaten. Bir çok oyuncuyu, çıkarları çatışan bir çok gücü aynı zamanda kullanabilme, onları yönlendirme, eylemleri üzerinde eyleyebilme kapasitesi. Elbette bu yetenek pürüzsüz gerçekleşemiyor. Bu durumda, hegemonik güç adına, bir başka olmazsa olmaz kapasite, hizadan çıkanı tekrar hizaya sokma, olmuyorsa, hiçleme yeteneği devreye girecektir.

Marksist-Leninist siyaset, ittifaklara ihtiyaç duyuyor, duyacaktır. Ancak, bu şartlarda ittifaklara girerken en öncelikli ölçülerinden birisi, bu kör terörün tarafı olmamak, ona açık tavır almak olmalıdır. Bu terörle, sahadaki emperyalist siyaset ve onun vasal devletleri, örgütsel araçları arasındaki bağı iyi okumalıdır.

Bu arada, Kürt siyaseti ve Kürt ulusal sorununu birbirlerine eşitlemek, Kürt ulusal sorununu onun belli bir siyasetine, oportünist PKK siyasetine indirgeyerek tavır almak doğru değildir.

Devrimciler karınlarından konuşmazlar. Sanki zaten mevcut değilmiş gibi, yeni tabelalar altında, “günün anlam ve önemini belirten konuşmalar” mesabesinde tekrarlanan, etnik Kürt siyasetinin mevcut siyasal tımar sistemini ihya etmeye yönelik cepheleşmelerin, bloklaşmaların dışında kalmalıdır. Kendisine  yeni alanlar açmanın mücadelesi içinde olmalıdır. Bu arada, Kürt ulusal sorunu politikasını,  devrimci işçi sınıfı sosyalizminin siyasal çıkarlarına tabi kılmalıdır.

4 Eylül Mitingi öncesinde, kim tarafından yapılırsa yapılsın, her tür terörist saldırının, bombalamaların emperyalist siyasetin, bu arada AKP rejiminin,  bölge ve dünya politikalarına hizmet edeceğini, dönüp dolaşıp, devrimci sol siyasetin meşruiyet alanını ortadan kaldırmaya yöneleceğini açık bir şekilde ilan etmek yararlı olacaktır.

Son olarak, dün Gaziantep’te IŞİD tarafından gerçekleştirilen saldırı, cihatçılarla AKP arasındaki sıkı bağlantıyı bir kez daha açığa çıkarmıştır.  Bir çok kez ziyaret ettiğim, insanlarıyla konuştuğum  Antep’in,  ekonomik ve kültürel olarak halen onun tamamlayıcı bir parçası olan Kilis’in nicedir,  Rakka’dan sonra IŞİD’in kontrolündeki en önemli kentler olduğu gerçeğini görmek gerekiyor. Dahası, Antep ve Kilis, IŞİD Rakka’sının en hayati lojistik merkezleridir.  Türkiye’nin de “Peşaver” idir.

Emperyalizm ve tarikatlar

AKP rejimi, solculara nefes aldırmayan ama toplumun islamcı tarikatlar halinde örgütlenmesini sivil toplumculuğun, dolayısıyla “demokratikleşme” nin gereği olarak sunan, dahası, bu tür bir yapılanmayı kendi sigortası olarak gören “laik” cumhuriyet düzeninin içinden çıktı.

Bu durum,  ülkemizde, cumhuriyet devleti tarafından kollanmış  iki ana tarikat grubu, Nurcu ve Nakşi tarikatları arasında halen en şiddetli şekilde sürmekte olan savaşa rağmen böyledir. Yani bir açıdan bugün devletteki savaş tarikatlar arası bir savaştır.

Bu iki tarikat devletlidir. Devlet ve emperyalistler nazarında itibarlıdır.  Devletin, onun içinde yer aldığı uluslararası bağlamın çıkarlarıyla uyumlu hareket etmeyen hiç bir tarikatın yaşama şansı yoktur. Sadece ülkemizde değil, aralarında ABD gibi hegemonik konumda bulunan bir ülkenin de bulunduğu başka bir çok ülkede de bu iş böyledir.

Daha önce yazmış olmalıyım, ABD’de Mormon tarikatı 1820’lerde Joseph Smith adlı bir meczup tarafından  kuruldu. O zamanın hegemonik gücü Britanya tarafından rakip bir güç olarak görülen ABD’ye karşı desteklenip, kullanılmaya başlandıktan sonra, 1830’lardan itibaren hızla bu ülkedeki etkisini arttırdı.

Yani kolonyal güçlerin, emperyalistlerin dinsel grupları, tarikatları kullanmaları sadece günümüze özgü vak’adan değil. Geçmişi var.

Mesela, Çin’i zayıflatıp, kendisine tabi kılmak isteyen Britanya, Afyon Savaşları’yla sersemlettiği Çin’ e bir darbe daha vurmak adına, yoksul halk sınıflarının, kendisini İsa ile özdeşleştiren bir meczup köylü olan Xiuquan önderliğinde, egemen hanedanlığa karşı demokratik taleplerle başlattıkları ayaklanmayı manipüle ederek, yaklaşık on beş yıl sürecek  (1850-64) ve en az yirmi milyon insanın hayatına mal olacak kanlı bir iç savaşı, Taiping Ayaklanması’nı  teşvik etmişti.

Bizde de mesela, 31 Mart Ayaklanması dinsel boyutuyla Nakşiler’in başını çektiği bir ayaklanmaydı. Nakşilik bir kez ortaya çıktıktan sonra  (Hindistan’dan, Orta Doğu’ya kadar, bir çok vak’ayla tespit edilebildiği gibi) tarihsel olarak ve ihtiyaç duyulduğunda, Britanya devletinin aleti gibi işlev görmüştür.

Nakşilik, Tanzimat’tan imparatorluğun yıkılışına kadar Osmanlı devleti nazarında en itibarlı, en çok kayrılan tarikattır. 31 Mart gerici ayaklanmasında da, dinci gericilikle liberallerin ( Devrin en önde gelen liberal figürü, Ahrar Partisi kurucusu sıkı İngilizci Prens Sabahattin, ayaklanmayı desteklemişti. Sonrasında tutuklanmış, kendisinin serbest bırakılmasını temin eden Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya yapılan suikastın planlayıcısı olarak ölüm cezasına çarptırılınca yurt dışına kaçmıştı) ) ittifakını görüyoruz. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.

Elbette bu tarikatların en palazlanmış olanları emperyalizmle sıkı ilişkilere sahip olanlarıdır. Yani uluslararasılaşmış olanlardır. Bu uluslararasılaşmanın altyapısı, emperyalist finans ağlarına dahil olmakla oluşturuluyor. Yüklendikleri ulusal ve uluslararası işlevlere, görevlere göre bu tarikatların kontrolüne verilen sermaye miktarı da büyüyor.

Bu gerçeği en somut haliyle, Afganistan’a Sovyet müdahalesinden sonra gözlemledik. Bugün de örneklerini görmekte olduğumuz türden “vekalet savaşları”  ilk kez o zaman bu uluslararasılaştırılmış tarikat yapıları tarafından yürütüldü.

Emperyalizmin siyasal çıkarlarına entegre bu tür dinsel hareketler ancak negatif, yıkıcı amaçlara hizmet edebiliyor. Çok geçmeden de, kontrol altında tutulmalarının mümkün olamadığı görülüyor. Hatırlanacağı gibi, Afganistan’da ilerici yönetimin yıkılmasından sonra orada emperyalistler adına vekalet savaşı yürütmüş tarikatlar koalisyonuna bir hükümet kurdurulmak istenmişti.  Çok geçmeden, her tarikat gerçek dini kendisinin temsil ettiğini iddia etmiş, emperyalistlerin “demokratik Afganistan”  senaryosu halen sürmekte olan bir iç savaşla sonuçlanmıştı.

Emperyalistler bir çok tarikatı aynı anda kullanmayı çıkarlarına uygun bulmuş olsalar da, onların çoğulluğunun anlamını tam olarak kavrayamamışlar veyahut bu halin yol açacağı olası sonuçları kestirememişlerdi. Bunların çoğul varlıkları sadece çıkar temin etme gayesiyle izah edilemezdi. Her birinin  tek tek üyeleri nazarında bir meşruiyete de ihtiyaçları  vardı. Bu meşruiyet de “hakiki” lik iddiasına dayandırılıyordu. Yani sadece onlar “hakiki din” i temsil ediyorlardı. Her biri, gerçek dini kendisinin temsil ettiğini iddia ediyordu. Siyasallaşmış bir dinsel tarikatı doğrudan doğruya ve başlı başına bir “din” olarak, liderlerini -en azından- fiilen peygamber gibi görmek gerekiyordu.

Böyle bir algı, aslında, şeklen,  bir iman sistemi olarak genel din kavrayışından (mesela, İslam, Judaizm, Hıristiyanlık gibi) sapma gibi görünse de, onun varoluş, işleyiş mantığına hiç de aykırı değildir. Tanrı vahyi yoruma açıktır. Sorun eğer “şirk” ise bu uygulamada o iman sistemlerinin alameti farikasıdır. Mesela bu üç iman sistemi de, iddialarının hilafına uygulamada, kurucularının şahsında,  “şirk” i fiilen ve sürekli olarak üretmek, yeniden üretmek zorundadırlar. Bu sistemlerin sürdürülebilen toplumsal gücü, dünyevi olanla tanrısal olanı ilişkilendirmeleriyle mümkün oluyor. Yani kutsalı referans olarak gösterip, dünyevi olanın ihtiyaçlarına yanıt vermeleri gerekiyor.  Bu ilişkiden de kaçınılmaz ve paradoksal olarak Şeytan çıkıyor.

Her neyse. Emperyalistler benzer senaryoları Çeçenistan’da, Filistin’de, Irak’ta, Libya’da da denemek istediler tutmadı. Tutması mümkün de değil.

Türkiye’de, Aralık 2013 yılından beri olup bitenleri böyle bir açıdan değerlendirmek de mümkün. Emperyalist düzen siyaseti bizde de, giderek genişleyen şekilde, dinsel alana taşındı. Dinselliğe abandı. “Düzen partisi” kendisini, liberal, “liberten”, “radikal demokrat” çığırtkanlarıyla, mezhepçi, tarikatçı dinselliklerin dilinin içinden konuşarak ya da anlamsal olarak onlarla kendisini bağdaştırarak  ifade etme ihtiyacı duydu. Halen de böyle.

Devlet içindeki savaş, kendisini tarikatlar arasındaki savaş olarak da dışa vuruyor. Bugün için Nurcu FETÖ’cülük terörist ama Nakşilik, Nakşi Menzilcilik, İsmailağacılık vb demokratik “sivil toplum” kuruluşları oluyor. Tayyip Erdoğan ve AKP, FETÖ ile koalisyon ortağıydı, ancak bu ortaklık, aynı zamanda,  iki dinci tarikat arasındaki koalisyondu. Koalisyon bozuldu. Bugün bir tarikat ötekine galebe çaldı. En azından şimdilik durum böyle görünüyor.

Tabii düzen güçleri ve onların her renkten ideolojik sözcüleri hâlâ Tayyip Erdoğan’ın, AKP’nin (kısaca, devlet iktidarına sahip görünen Nakşi kliğin) “demokratik devlet” i, “sivil toplum” u hem de “sıfırdan” tekrar kuracağına olan inançlarını dile getirmekten, iman tazelemekten geri durmuyorlar.  Yani olmayacak duaya, bilmem kaçıncı kez, amin diyorlar. Yağmadan, peşkeşlerden, kayyum marifetiyle sermaye transferlerinden, kısaca büyük birikim olanaklarından başı dönmüş, aç gözlü sermaye sınıfı burnunun ötesini göremiyor.

Bakınız şurası çok açık: Bugün devrimci sol bir program ve solcuların önderliği olmaksızın bu durumdan kurtulmak mümkün değildir. Aksini iddia etmek, havanda su dövmek…

Avrasya konusu

Avrasya, 20 yy’ın başında, devrin hegemonik gücü olan Britanya devleti tarafından  kendi emperyal stratejisi adına, esas politik eksen olarak kuramsallaştırıldıktan sonra salt coğrafi ve kültürel  bir alan olmanın ötesinde, politik  bir anlam kazanmıştır.

O zamana kadar Britanya devletinin jeo-stratejisi, imparatorluğun bir deniz gücü olmasından hareketle, devletin çıkarlarının ancak denizlerdeki hakimiyetle korunabileceği iddiasına dayanıyordu.

Gelgelelim,  esas olarak bir kara gücü olan Rusya’nın, kapitalizmin 1870’lerdeki ilk büyük bunalımıyla birlikte,  inişe geçmiş bir hegemonik güç olarak  Britanya emperyalizminin çıkarları önünde engel ve tehdit oluşturması, İngiliz jeo-stratejisinin gözden geçirilmesini gerektiriyordu. Yeni bir kurama ihtiyaç vardı. Emperyalist jeopolitik bilimi bu ihtiyaçtan doğdu.

Halford Mackinder, 20.yüzyılın başında, “Heartland Theory” çerçevesinde, Avrasya’nın Britanya devletinin çıkarları adına ölümüne önemli  bir coğrafi-politik eksen  olduğunu ilan etti. Britanya’nın esas olarak bir “iç-ülke” olan bu coğrafyayı sadece denizlerden kontrol edemeyeceğini, kendisini bir büyük “kara gücü” haline de getirmesi gerektiğini belirtti. Tabii bunu çıkarları doğrultusunda bölge ülkeleriyle vasallık ilişkileri, ittifaklar kurarak yapabilirdi (İngiltere ve ABD’nin geçmişte ve bugün, başta Çin olmak üzere,  Asya ülkeleriyle ilişkilerine bu açıdan bakmak lazım).

Avrasya’nın tarihi- siyasal-coğrafi eksen olarak sunulmasıyla asıl hedef elbette Rusya idi. Bu politika Rusya’nın düşmanlaştırılmasını, kuşatılarak izolasyonunu öngörüyordu. Esasen, 19 yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da ortaya çıkmış olan sıcak ve soğuk savaşlar, Rusya’nın düşmanlaştırılması teması etrafında tetiklenmiş, sürdürülmüştür. Onun “müttefik” yapıldığı koşullarda dahi yıkımı öngörülmüştü.

Bu yeni anlayış ilk kez Rus-Japon Savaşı (1905) ile test edildi. Sahada başarılı oldu. Bilindiği gibi Japonlara, Rusya’yı düşmanlaştırmaları için önce gaz verildi. Orduları Britanya tarafından donatıldı, desteklendi (Bir benzeri Kırım Savaşı sırasında Osmanlı için söz konusu olmuştu).

Kısacası,  Avrasya coğrafyasını politik olarak anlamlandıran, onu bu çerçevede bir eksen haline getiren,  Britanya emperyalizminin çıkarları ve talepleri olmuştur.

18.yüzyıldan itibaren Rus devletinin kaydettiği gelişmeler, tarihsel coğrafyasının bir çok stratejik noktada kesiştiği Osmanlı devletiyle, bir çok kez savaşlarla sonuçlanan,  gerilimli ilişkilere yol açtı. Osmanlı devleti, Rusya’ya karşı çok duyarlı hale geldi. Adeta sürekli bir teyakkuz hali oluşmuştu.

Rusya’nın gelişmesini, batılı modernleşmesiyle ( Rusya ilk batılılaşma deneyimini temsil eder. Onu Osmanlı devleti ve ondan bir 25-30 yıl sonra da Japonya izleyecektir)  izah eden Osmanlı elitleri Osmanlı devletinin de aynı yolu izlemesi gerektiğini telaffuz etmeye başlamışlardı. Daha sonra Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa sorununun ortaya çıkması, Osmanlı için yeni bir tehdit oluşturması, Tanzimat Programı’nın uygulamaya konulmasında itici güç oluşturdu.

Özetle, “Rusya sorunu” ve üzerine “Mısır sorunu” modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla zirvesine ulaşacak bir süreci tetiklemiş oldu.

Tanzimat, esas olarak, Britanya devletinin jeo-politik çıkarlarına entegre olunduğu halde modernleşerek devletin bekasını temin etmek anlamına geliyordu. Tedricen işbirlikçi bir kapitalizm, işbirlikçi bir burjuva sınıfı yaratmak sonucunu doğurmuştur. Bu içeriğiyle, işbirlikçi defosuna, yöntemsel saplantılarına rağmen ilerici bir rol oynamıştır.

Osmanlı devletinin bekası  bu sayede olanaklı olabilmişti. Yani bugünkü Türk devletinin (çünkü Cumhuriyet Tanzimat programının zirvesidir) en ilksel, varoluşsal referansı bu dış bağlamıdır (“Dış bağlamı” olmayan bir devlet olmaz).  Buradan, “haydi bana eyvallah” diyerek çıkıp gidilemiyor. Çünkü bu bağlamın tarihsel olarak oluşmuş ekonomik temelleri, yapıları, sosyal ilişkileri, öznel taşıyıcıları var. Bu bağlamdan kalıcı olarak çıkabilmek için bütün temelleri yıkmanız, taşıyıcıları etkisizleştirmeniz gerekecektir. Böyle bir ön gereklilik var.

Türkiye’yi analiz ederken bu dış bağlamı ihmal etmememiz lazım. Türkiye’nin Osmanlı devrinde, sonrasında cumhuriyette de, Rusya kartını zaman zaman “kapris” yapmak adına kullanmasını ancak bu bağlamı dikkate aldığımızda kavrayabiliriz. Yine, mesela, önce Britanya’nın, sonra ABD’nin “yeşil kuşak” talebi çerçevesinde, hem 2.Abdülhamid devrinde hem  Cumhuriyet devrinde  teşvik edilen “İslamcılık siyaseti” ni de aynı bağlamdan hareketle anlamaya çalışmak lazım. Bu noktada geçerken, dışsal olanın zaman içinde bir içsel refleks haline dönüşebildiğini hatırlamak isterim.

Türk diplomasisinin yukarıda değindiğim nedenlerden dolayı üzerine oturtulmuş olduğu eksen, emperyalist batı çıkarları adına Rusya önünde “tampon” olmaktır. Bu ayrıcalığını yitirmemek TC devleti için son derece önemlidir.

Bugüne kadar usul, emperyalist taleplerin kontrollü şekilde, (Osmanlı devrinde) İslamcı olmayan siyasal kadrolar, Cumhuriyet devrinde de laik kadrolar tarafından uygulanmasıydı. Ancak 2.Savaş sonrası başlayan soğuk savaşın sona ermesi, emperyalizmin dünyaya hakimiyet stratejisini  hızla uygulamaya koyması, yani acele hareket etmesi, (hem bizim de yer aldığımız çevre ülkelerde, hem  merkez ülkelerde) vasat ya da vasat olarak dahi kabul edilemeyecek kadroların kullanılmasını gerektirdi. Türkiye’de de ciğer kediye teslim edildi. Bugün yaşadıklarımızı bu şekilde okumak da mümkün.

Uzatmayalım, emperyalistlerin şanzımanı Suriye’de  dağıtmaları,  kullandıkları İslamcı kadroların çapsızlıkları, Rusya’nın Doğu Akdeniz’e yerleşmesine yol açmış, böylece “tampon” siyaseti ayrıcalığının, ilk kez bu kadar derinden ve şiddetli,  sarsılması gibi bir sonuç doğurmuştur.

Bu koşullarda, beklendiği gibi Rusya “kaprisi” tekrar sahne almıştır. Buradan Türkiye’nin saf değiştireceği sonucunu çıkarmak saflıktır. Doğu Perinçek ve avenesinin  iddialarının siyaseten,  dünkü NATO’nun ve Amerikancı TC devletinin bekasını öngören “sosyal-emperyalizm” iddiası kadar cirmi vardır.  Rusya adına, karşılığı bir şekilde ödenmiş veya ödenecek,  “lobi faaliyeti” mesabesindedir.

“Yenikapı Hatırası”

Geçtiğimiz Pazar günü çekilen Yenikapı’daki “düzen partisi”  fotoğrafına iyi bakalım. O fotoğrafta yer alanlar arasında FETÖ sayesinde ya da onunla işbirliği halinde bulundukları mevkilere gelmemiş bir tek kişi var mı? Buna genelkurmay başkanı, eski başbakan, eski bakanlar ve eski cumhubaşkanı da dahil (1)

Tabii bir de o fotoğrafta yer almayan işbirlikçiler var. Mesela Baykal. Anlaşılıyor ki, Baykal’ın kaset tuzağından haberi varmış, FETÖ’nün elinde esirmiş. İddialara göre, FETÖ’cüler kendisiyle temas kurup, bazı isteklerde bulunmuşlar, Baykal önce kabul edip, sonra yapamamış falan. O kasette yer alan görüntüler muhtemelen Baykal’a da ait değildi. Doğruysa, benzerini engizisyoncular yaparlardı, işkence edecekleri kişilere önce işkence aletlerini gösterip, işi işkenceye bırakmadan “itiraf” almaya çalışırlardı. Şimdi Baykal’ın davranışlarına bakılınca,  bu işin ortaya çıkartılmasını istiyormuş gibi hareket etmediği izlenimi ediniliyor.

Baykal’ın AKP ile işbirliği, onun yükselişine basamak olması elbette çok daha erken bir evrede başlıyor. Bu “kaset skandalı” tartışmasında bunu unutturmaya çalışıyorlar.

Öte yandan, Yenikapı fotoğrafını eleştiren HDP’nin de asıl derdi, davet edilmemiş olmaktır. Davet edilmiş olsaydı, hiç kuşkusuz, o da o fotoğrafta yerini alacaktı. Hatta davet edilmemiş olmasını, yaratılmak istenen “milli mutabakat” anlayışına uygun bulmadığını daha önce açıklamıştı.

Bütün bunlar olup biterken, “taşeronluk sistemi” nin özel sektörde de uygulanmasına hız verildi. Bir çok iş yerinden haberler geliyor. Mesela, en son Doğan Yayın, Migros zinciri işçilerinden, ya sözleşmeli olmayı kabul etmelerini ya da işi bırakmalarını istediler. Elbette bunun arkası gelecektir. Yine, turizmde işten çıkarmalar bütün hızıyla sürüyor. Mesela en son İstanbul Hilton’un çalışanlarına ücretsiz izin vermiş olduğu söyleniyor. Bunun arkasından taşeronluk çıkabileceği gibi,  Aydın Doğan’a bir “ödül” verilmesi de söz konusu olabilir.

Türkiye’de, devlet eliyle ne yapılıyorsa,  ne olup bitiyorsa, sermaye sınıfının çıkarınadır. Şimdiye kadar en büyük kazanan onlardır. Şimdi düşününüz, Türkiye devletinin, uyruklarının vergileriyle neredeyse 80 yılda yaratmış olduğu en büyük ekonomik kuruluş olan TÜPRAŞ’ı Koç Ailesi’ne peşkeş çekiyorsunuz. İstanbul’un en değerli topraklarını Koç’a, Doğuş’a veriyorsunuz. Bunlar gibi yağmacı daha bir çok aile olduğu malum.

Görüyor musunuz,devlet, ya da ideolojik bir ifadeyle,  “görünmez  el”  sermaye sınıfı için ne kadar önemli, hem de en çok “devlet müdahalesi” ne karşı olduğu zamanlarda. Devlet, anayasal konumu ne olursa olsun, merkezi olarak davrandığında işlevsel olabiliyor. En federal anayasal yapılarda dahi egemen sınıfın çıkarları adına fillen en merkezi davranış biçimlerine başvurulabiliyor. Anayasanın bütün burjuva politika bilimi için “nirvana” işlevi gördüğünü biliyoruz. Sosyalistlerin “anayasa” nın ideolojik işlevini ihmal etmemeleri gerekir.

Marks, bir yerde, Kapital’i yeniden yazabilseydi, devlet konusuna ayrı bir başlık açacağı mealinde bir şey söylemişti. Kapitalin hareketinde, birikiminde,  kapitalizmin ortaya çıkmasında devletin oynadığı rol eşsizdir. Şuradaki, buradaki kapitalist ilişkilerin bir sistem haline gelebilmesi devlet sayesinde olanaklı olabilmiştir (Kapitalizmin ülkemizdeki macerasında da bu gerçeği görmüyor muyuz?)

Öyleyse, işçi sınıfı sosyalistleri “devletin sönmesi” hikayesine öncelikli bir başlık olarak bel bağlamamalıdır. İşçi sınıfı iktidarında da devlet onun iktidarını sürdürebilmesi bakımından çok uzun bir süre en önemli araç olacaktır. Hem de en “merkezi” haliyle. Emperyalizm deplasmanında oyunu onun kurallarıyla oynamak gerekir.

Kültüralist radikal küçük burjuvaların ne anlama geldiğini kendilerinin dahi bilmediği, “özerklik”, “öz-yönetim”, “kantonculuk”  kuruntularına kapıları kapatalım. Bu tür denemeler bütün ciddi devrimci deneyimlerde başarısız olmuşlardır. Sosyalizm söz konusu olunca, ölçeği daima büyük, geniş tutmaya gayret etmek lazım.

“Devletin sönmesi” hikayesini SSCB deneyiminin baş kusuru olarak sunanlar, aslında, Sovyet devletinin sınıf mücadelesini esas alan proletarya diktatörlüğünden fiilen vazgeçmiş olmasının onun çözülmesindeki rolünü kavramayanlardır.

“Devletin sönmesi” söylemini,  esas olarak liberal ve bu yüzden de kaçınılmaz olarak muhafazakâr bloğa dahil olan anarşist etkilerden arındırmak gerekir. Reel SSCB, gerçeklikten koptuğu, kendisi adına  reel olmayan bir dünya resmi çizmiş olduğu için çözüldü.

Dönelim bize. İşbirlikçi sermaye obur bir kene gibi emekçinin, halk sınıflarının  bedenine yapışmış.  Karnı doydukça daha çok acıkıyor. Hep bana, hep bana… “Kültürlü” geçinen figürleri dahi Tayyip gibi biri önünde, ona şirin görünmek için neredeyse amuda kalkacaklar. Aldıkları ödülleri bile vakit kaybetmeden,  huzurda iki kat oldukları halde, Tayyip’e sunuyorlar. Bu kadar büyük bir sefalet, tıpkı büyük cehaletlerin ancak diplomalarla olanaklı olabilmesi gibi, ancak büyük paralara sahip olmakla mümkün olabilirdi.

Yenikapı’da çekilen “hatıra fotoğrafı” gözümüzün önünde gitmemeli. Türkiye’nin geleceği bu fotoğrafta yer alanlarla yapılacak devrimci siyasal mücadeleden çıkacak. Bu fotoğrafın arkasında fon olarak kullandığı taşıma kalabalıklara kafamızı fazla takmayalım (2). O fotoğrafın “hep bana, hep bana” diyen açgözlü küçük bir azınlığın sefaletinin fotoğrafı olduğunu unutmayalım.

NOTLAR:

1) Sadece politika erbabı değil, etraflarındaki karelerde görünmek için çırpınan yandaşlar korosu da, bu işbirliğinden nemalanmış, hatta bir çoğu doğrudan Cemaat tarafından kollanmış, kayrılmıştır. Şimdi Cemaat’ in 15 yıllık AKP rejiminin bütün günahlarının tek sorumlusu haline getirilmek istendiğini görüyoruz. Bu tuzağa düşmemek gerekir. “Yenikapı hatırası” bunun söylendiği gibi olmadığının en sağlam belgesi değil mi?

Bu arada, başbakan Binali Yıldırım’a dikkat ediniz, adeta “akil” bir muhalefet partisi lideri gibi davranıyor. Çok korkuyor  tabii,  ama aynı duygudan mustarip Tayyip Erdoğan gibi, kontrolünü kaybetmiyor.  En başından, adeta bir paratoner işlevi görmeye çalışıyor. Bu hali, ona biçilen rolle izah etmek erken bir değerlendirme olabilir. Şimdiye kadar adeta içgüdüsel hareket ediyor.

2) Bu kalabalıklar şimdilik Mussolini, Hitler kalabalıkları değil. Memurlar, belediyelerde çalışanlar, polisler zorunlu olarak bu toplantılara, “nöbet” lere katılıyorlar. Yoklama dahi yapılıyor. Tabii işveren olarak devletin onlara karşı havuç/sopa aracını kullandığını da biliyoruz. Bundan başka bir de “besleme” gruplar var. Mesela, Taksim’den hiç eksik olmayan malum bir “Tophane grubu” var. Yine aynı çerçevede değerlendirebileceğimiz, harcırahlı  “cami cemaatleri” var.

“FETÖ” cülük nedir?

FETÖ’cülük emperyalist siyonizmin savaş arabasına koşulmuş islamcılıktır. Peki, El Kaidecilik, El Nusracılık, ÖSO’culuk, IŞİD’cilik, İhvancılık, AKP’cilik nedir? Özsel olarak aynı şeylerdir. Emperyalizm ve siyonizmle sıkı bağlantıları, ona uşaklıkları anlamında aralarında fark yoktur.

FETÖ’cülük soğuk savaş şartlarında bu İslamcı emperyalist-siyonist uşakların “yeşil kuşak” stratejisinin askerleri olarak Türkiye’nin gericileştirilmesine hizmet etmeleridir. FETÖ’cü olan 1947’den beri TC devletidir. Ordusuyla, yargısıyla, düzenin siyasal partileriyle, iş dünyasıyla, camileriyle, eğitim kurumlarıyla, medyasıyla.

Sultan 2.Abdülhamid tahta çıktığında, devletin ayakta kalabilmesi için o devrin ABD’si olan Britanya İmparatorluğu’na kayıtsız koşulsuz teslim olması gerektiğini biliyordu. Yoksa Osmanlı İmparatorluğu parça parça edilebilir, mesela Rusya yukarıdan inip “Üçüncü Roma” hayallerini gerçekleştirebilirdi. Nitekim, 1878’de, Yeşilköy’e kadar inmiş, son anda Britanya’nın devreye girmesiyle geri çekilmişti.

2.Hamit de, İngiltere’yle, tıpkı, Cumhuriyet devrinde ABD ile olduğu gibi, devletin bekası adına “olmazsa olmaz” olarak sunulan ilişkisinde, zaman zaman, fazla ileri gitmemek, ya da kendisini gerçekten kaptırmamak şartıyla, Rusya şantajını kullanmış, karşılık olarak, genellikle sopa gösterilerek terbiye edilmişti.

O zaman da Britanya devleti, bugünkü anglo-amerikan emperyalistleri gibi, Avrasya coğrafyasını geleceği adına vazgeçilmez öneme sahip bir yer olarak görüyordu. Hindistan sömürgesiydi. Çin’i ve etrafındaki ülkeleri de kendisine tabi kılmak istiyordu. Rusya en büyük engeldi.

Avrasya coğrafyasında büyük bir müslüman nüfus vardı. Osmanlı İmparatorluğu dışında hepsi gayri müslim yönetimler altında yaşıyorlardı. Öyleyse, bu büyük müslüman nüfusu söz konusu yönetimlere karşı Britanya çıkarları adına kullanmak gerekiyordu. Marjinal bir aydın hareketi olarak “İslamcılık” değil ama İslamcı siyaset bu şekilde ortaya çıktı. Emperyalizm, İslamcılığı yaratmadı ama içine dahil olarak çıkarlarına hizmet edecek surette dönüştürdü. Mesela islamcılık siyasetinin en önemli kurucu figürlerinden birisi olan Afgani ve asistanı Abduh doğrudan Britanya’nın çıkarları adına çalışıyorlardı. Kısacası, o zaman da, Britanya, Avrasya’yı, Büyük Orta Doğu’yu  yeşil kuşakla sarmak istiyordu.

2.Abdülhamid bu siyaset adına harekete geçirildi. ” Halife sultan” olarak islamcılık siyasetinin dünyadaki temsilcisi yapıldı. İsterseniz, o devirdeki “BOP”un “eş başkan”ı   yapılmıştı da diyebiliriz.  Artık “yeni-Osmanlıcılık” a ihtiyaç vardı. Hamit merhum, sürekli pirelenerek de olsa,   kendisine  verilmiş bu görevi,  elinden geldiği kadar, yerine getirmeye çalışmıştı.

Sonrası malum. Kafaları karışık ama inanmış, dürüst İttihatçılar, zaten dağılmış bir devleti devraldılar. Beceriksizlikleriyle tabutuna  son çiviyi çaktılar. Eh,  kuraldır, ellerinde devleti bitirenler, bitirilirler. İttihatçılık’ın sorunlarını oldukça iyi analiz etmiş  Atatürk’ün kararlı “anti-İttihatçılık” ına bu açıdan bakmak gerekir(1)

Kemalistler “kadim devlet” i tekrar ama bu kez laik Cumhuriyet (eski düzenin bütün meşruiyeti dinden geliyordu, Padişah Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesiydi, elbette yeni düzenin meşruiyeti için eskisinin meşruiyet kaynağı referans olarak alınamazdı) formunda kurdular.  Çok geçmeden Hamit’in İngilizciliğini de, yeni şartlarda aldığı formuyla, anglo-amerikancılıkla ikame ettiler.

Gelelim bugüne, şimdi Erdoğan, yine ağlama şovları, “pardon” larıyla işleri çekip çevirebileceğine inanıyor. Bu inancını teşvik eden en önemli etken, hiç kuşkusuz, “sol”, liberal şakşakçılarıyla “düzen partisi” nin coşkulu desteğidir.

“Pardon” demişken, eğer iktidarını sürdürebilirse, Erdoğan yarın da, mesela, “İsmailağa Cemaati” ya da “Menzil Cemaati” için mi özür dileyecek? Bu arada, bu darbe girişimine katılanlar da, “pardon” derlerse, ne olacak?

Gerçekten de, birikmiş tekerrürler ya da “fars” koşullarındayız. Trajedi ağlatır, komedi güldürür. Fars karşısında insan, acı acı ağlamakla, katıla katıla gülmek arasında bikarar halde oluyor.

Bitirmeden önce, bir kaç saptama yapmak istiyorum. Birincisi, bu darbe girişimiyle, onu planlamış olanlar bakımından,  siyasal gaye hasıl olmuştur. Bu girişim, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk sürecinin devamıdır. Son evresidir. Gaye, TC devletini felç etmek, işleyemez hale getirmekti. Operasyonel yeteneklerine ket vurmaktı. Başarılmıştır. Bugün dünyada ve bölgemizde bu hasıl olmuş gayeden şikayetçi olan hiç bir önemli devlet yoktur. Yani hepsinin işine gelmiştir.

İkincisi, TC devletini bu hale tek başına Erdoğan sokmamıştır. Erdoğan bu devletin son 70 yıllık tarihinde bir kopuşu değil, sürekliliği temsil etmektedir. Restorasyon ve karşı-devrimcilik arasında süreklilik olur. Yalnız bu ikisinin aynı siyasal özneler önderliğinde gerçekleştirildiği, bildiğim kadarıyla, vaki değildir. Bugün de, burjuvazinin olası bir restorasyon programını Tayyip’le gerçekleştirmesi kabil değildir. Tayyip bugün burjuva düzeni için dahi yüktür, risktir. İç bağlantılarıyla emperyalist “üst akıl”, sorunun Tayyip Erdoğan olduğunu kavrayamamış, ya da bu gerçeği geç kavramış olduğundan son hamlelere ihtiyaç duymuştur.

Buna bir şey daha ilave edeyim, emperyalistlerin fiili operasyonların hız kazanmış olduğu uğraklarda, askeri ya da sivil darbeler, saray darbeleri, fiziksel tasfiyeler, siyasal komplolar da hız kazanabiliyor. Sonuçta bunların iktidar teknikleri olduklarını ihmal etmemek gerekiyor.

Son olarak, daha önce değinmiş olduğum gibi, “kaos” ve “kriz” aynı şey değildir. Kaos, bir çok krizin kesiştiği şartlarda zuhur eder. Krizden farklı olarak parametlerinin okunması, kestirim yapılabilmesi çok zordur. Oradan ne çıkacağını kestiremezsiniz. Kendisini dallanıp budaklanmalar halinde dışa vurur. Bu bakımdan,  bugün Türkiye’de bir kaos hali hüküm sürmektedir.

Bu koşullarda, devrimcilere yakışmayan, “yandık, bittik, mahvolduk” edebiyatına sarılmaları olacaktır. Mesela, en önemli karşı-devrimci kurum olarak, özellikle solun ezilmesinin en etkili aracı olarak ordunun, saikleri ne olursa olsun,  kendisinin de her türlü katkıyı yapmış olduğu, kendisinin tasfiyesiyle sonuçlanan bir süreçte bulunmasından devrimcilerin şikayetçi olmasını anlayamıyorum.

Devrimi istiyorsak, kendi göbeğimizi kendimiz kesmeliyiz. Bunu göze almadan devrimci olunamaz. Yangınlara bakmaktan korkmamak gerekir. Devrimler yangınlardan çıkar. Devrimcilik yıkarak kurmak demektir. Hatırlama ihtiyacı duyuyorum.

NOTLAR:

1) İttihatçılar arasında en etkili grubu temsil eden askerler yeteneklerine aşırı güveniyorlardı. Ancak siyasal aklın, akılcılığın kılavuzluk etmediği askeri yeteneğin bir bumeranga dönüşebileceğinin farkında değillerdi. Akıl, hesap yapmak demektir. Bu arada, sınırlarını hesap etmek demektir. Global perspektifi olmayan siyasal akıl aksaktır. Siyasal aklın onay vermeyeceği bir maksimalizm her zaman felaket getirir.

İttihat ve Terakki, askerlerin etkisine rağmen siyasal bir oluşum olarak iktidarı almış, parti öncülüğünde devrim yapmak istemiş ama savaş koşullarının da bastırmasıyla giderek askerileşmişti. Sivil “merkezi umumi”, esas olarak askeri olan troykanın etkisine girmişti. Yani askeri kanat siyasete hakim olmuştu. Emperyalist işgal şartlarında oluşmuş Kemalist deneyimdeyse, tersine, öncü olarak  askeri örgütlenmeden siyasal partiye gelinmişti. Kemalist devrim, partinin değil, askerin öncülüğünde başarılmıştı. Bir “merkezi umumi” hareketi değildi.

Darbeyi yaptıranlar ve gerçekleşmesini engelleyenler aynı düzen güçleridir

Darbe girişimiyle ilgili yazılardan birinde, darbeyi yaptıranlardan çok onun gerçekleşmesini engelleyenler üzerinde düşünmenin, bundan sonrasında, uluslararası bağlantılarıyla düzen güçleri tarafından Türkiye’nin sokulmak isteneceği rotayı anlamak bakımından daha verimli sonuçlarının olabileceğini yazmıştım.

Bir kere şundan kuşku duymamak gerekir: Bu darbe girişimini planlayanlar ve engelleyenler,  aynı şekilde,  emperyalizme vasallık düzeninin sürmesinden yana olan güçlerdir. Tıpkı darbede kullanılan örgütlü yapı ve darbeye maruz kalan hükümet gibi, darbeyi planlayanlar ve engelleyenler de NATO’cudurlar. NATO’nun hizmetindedirler. Muhtemelen de aynı güçlerdir.

Fethullahçılara kafayı fazla takmamak gerekir. Onların TC devletinde, belki başka yerlerde de örgütlenmesine bir gün bu tür gayeler, planlar adına kullanılabilmeleri için olanak tanınmıştır. Yani bu Fethullahçı özneler oyun kurucu değil,  maşadırlar. Hatta muhtemelen hepsi Fethullahçı bile değildir. Ya da “Fethullahçılık” tan anladıkları, beklentileri farklı şeylerdir. Sadece maşalardan hareketle bu işin anlaşılması, gerçek bağlantılarıyla açığa çıkartılması mümkün olmayacaktır.

Ben bu darbe girişiminin ve engellenmesinin Erdoğan’ı, genel olarak hükümeti aşan bir olay olduğunu düşünüyorum. Yani ne cumhurbaşkanının ne de başbakanın bu girişim ve onu önleme planlarından ta başından haberlerinin olabileceğini sanmıyorum. Bu bakımdan bir “tiyatro”dan söz edilmesinin doğru olmayacağını düşünüyorum. Sadece girişimin belli bir uğrağında plan gereği haberdar edilmiş olabilirler.

Erdoğan’ın yazıp, yönettiği, oynadığı bir tiyatro değildir, ama Erdoğan’a karşı yazılıp, sahneye konmuş bir tiyatro olabilir. Bu ikincisine itiraz etmem. Erdoğan burada, en çok, aldatıldığından en son haberi olan koca rolündedir.

Dış bağlantılarıyla birlikte işbirlikçi İstanbul büyük sermayesi içindeki belli güçlerin devlet içindeki araçları (Fethullahçı örgüt de bu araçlara dahildir ama bu araçlar sadece ondan ibaret değildir. Bundan da kuşku duymuyorum) sayesinde bu plana dahil olduklarına inanıyorum.

Şimdi bakınız, bu girişim ve sonrasında yaşananlara bakıldığında, kim ne derse desin, bu girişimi nasıl istismar etmek isterse istesin, Erdoğan yönetiminin süngüsü düşmüştür. Yeni ittifaklara mecbur kılınmış, yani iktidarını eskisi kadar serbest hareket edemeyeceği ölçüde paylaşmak zorunda bırakılmıştır. Gelecekte bu paylaşım konusundaki tavrı onun yazgısının belirlenmesi açısından stratejik bir öneme sahiptir.

Erdoğan’a ve TC devletine her iki etabıyla bu işi organize eden iç ve dış NATO’cu düzen güçleri tarafından bir ayar verilmek istenmiştir.

Öte yandan, TC devleti paralize edilmiştir. Hayli bir süre toparlanması olanaklı görünmemektedir. Dahası, bu çok kırılganlaşmış haliyle, çok daha sert çalkantılara, çatışmalara gebedir. Bu açıdan bakıldığında da, Erdoğan’ın iktidar tekeli adına yapacağı her hamle risk taşıyacaktır (Böyle hamleler yapmayacak bir Erdoğan tasavvuru mümkün mü? ). Bu girişimi yapan ve engelleyen güçlerin kısa erimli ve esas gayesi böyle bir sonuç olmalıdır. Erdoğan’dan, kendileriyle olan ilişkilerini, angajmanlarını yeniden gözden geçirerek hizaya gelmesini talep ediyorlar.

Tekrar olsun, Erdoğan planlayanlar arasında değildir. Ancak  halen onun etrafında, yakınında bulunan, arkasında olduklarını iddia eden bir çok kurumun, kişinin bu plana, eğer ta baştan değilse,  belli aşamalarında dahil olduklarından kuşku duymamak gerekir. Bu bakımdan da, esas olarak düzenin efendileri olan “üst akıl” ın ortaya çıkartılmasının, bu koşullarda, mümkün olamayacağını düşünüyorum. Erdoğan yönetimin bu konuda çok istekli davranabileceğine de (en azından şu sıralarda) inanmıyorum.

Global Weimar Cumhuriyeti çökerken…

Neo-liberal emperyalizm, kayıtsız koşulsuz dünya hakimiyeti ya da “tarihin sonu” nu getirmek adına gözü kara bir şekilde sondan bir önceki hamlesini başlattığında, sadece ülkemizde değil, diğer bağlaşıklarında da “düzen partileri” oluşturdu. Türkiye’nin de dahil olduğu bütün vasal ve müttefiklerini aynı hizaya getirdi. Adeta tek bir “emperyalist cumhuriyet düzeni” kurdu.

Henüz etkileri tam olarak kavranamayan Suriye direnişi, sosyalist değil ama dar siyasal anlamında anti-emperyalist karakteriyle, 20’lerdeki Türk kurtuluş savaşınınkiyle kıyaslanabilir bir işlev görmektedir. Emperyalizmin dünya hakimiyeti hamlesi esas olarak Suriye sorunu etrafında darbe yemiş, şanzıman Suriye coğrafyasında dağıtılmıştır. Emperyalist yapının geometrisinde bakışımsız oluşumların ortaya çıkması tetiklenmiştir.

Bu koşullarda barışçıl restorasyon olanakları da sürekli tüketilmektedir. Nereye el atılsa, elde kalmaktadır. 1870’lerdeki ilk büyük kapitalist krizi izleyen hegemonya bunalımı yıllarında da benzer bir durum oluşmuş, merkez üssü Avrupa olmakla beraber tüm dünyada istikrarsız, güvenliksiz, katastrofik şartlar oluşmuştu. Bugünkü gibi, ekonomik skandallar, terör saldırıları, suikastler, kitlesel cinayetler, kitlesel mülteci hareketleri, darbeler vs görülmüştü. Durumu emperyalizm lehine düzeltmek için iki dünya savaşının bile yeterli olmadığı görülüyor.

İkincisinden sonra nispi barış halinin önceki devirlere göre uzun sürmüş olmasının en önemli nedeni, SSCB ve sosyalist bloğun sağlamış olduğu denge durumuydu. SSCB’nin tasfiyesiyle emperyalizm zincirlerinden boşandı. Bugün ABD hegemonyası altında gerileyen emperyalizmin zamanı yok. Çabuk ve gözü kara hareket etmesi, rakiplerin, olası rakiplerin yeni ittifaklar içinde toparlanmasına izin vermemesi gerekiyor.

Hegemonik gücün rakipleri sistemin kendi içinden çıkıyorsa, savaş olasılığı artıyor. Bu iddianın dayanağı sistem dışı rakip güç olarak SSCB’nin yaratmış olduğu denge şartlarında büyük bir kapışmanın ortaya çıkmamış olmasıdır (İkinci Savaş öncesinde SSCB inisiyatif almamış, olası bir savaştan emperyalizmin işbirlikçileri tarafından “hain” ilan edilmek pahasına sonuna kadar kaçınma gayreti içinde olmuştu).  Bunu sadece nükleer dengelerle açıklamak yeterli olmayacaktır. Zira söz konusu denge bugün de var. Üstelik ABD tarafından tek yanlı olarak bozulmak isteniyor. Bunu görüyoruz.

Emperyalist sistem içinde bugün en önemli ayar verici, hizaya getirici güç ABD’dir (1920’li yıllara kadar Britanya idi). Dolayısıyla ekonomik, enformatik boyutlarıyla bir çok siyasal olayı, bu arada, terör faaliyetlerini, darbeleri, karşı-darbeleri söz konusu hegemonya krizi etrafında değerlendirmek (her zaman isabetli olmasa da) meşru oluyor.

Mesela, son zamanlarda Almanya’da görülmeye başlayan terörist saldırıları, Almanya’ya yönelik ekonomik operasyonları Almanya’nın Orta Doğu ve Ukrayna’da daha aktif ve özerk roller üstlenme eğiliminde olmasıyla açıklamak yanlış olmayacaktır.

Hiç kuşkusuz son günlerin en flaş hamlesi, İngiltere’nin Çin ile yapmış olduğu tarihi antlaşmadır. Bu çapta bir antlaşmanın Brexit hamlesinin epey öncesinde ama onun olası sonucuyla bağlantılı bir şekilde hazırlanmış olduğundan kuşku duymamak gerekir. Çok önceden planlanmış olmalıdır. Londra’daki City of London, New York’taki Wall Street’le birlikte emperyalist dünyanın en büyük iki finansal merkezinden bir tanesidir. AB’nin kurallarına tabi olarak elinin kolunun bağlanmasına razı olamazdı. Ancak güçlü bir dayanağa da ihtiyacı vardı. Bu dayanağı Çin’de buldu. Bu çok önemli konuya başka bir yazıda daha  ayrıntılı olarak değineceğim. Şimdilik Brexit vakasını bu Çin hamlesinden soyutlayarak ele almanın yanlış olacağını belirtmek isterim.

İngiltere’nin Çin hamlesi, hem Clinton hem de Trump’ın seçimi kazanmaları halinde Çin’i düşmanlaştırmayı sürdüreceklerinin anlaşılmasına rağmen gerçekleştirilmiştir. Geçerken, bunun siyasal elitler arasında bir değişikle mümkün olabildiğini, yeni işlerin yeni figürlerle yapıldığının altını çizmek isterim.

İngiltere’nin bu hamlesi, tıpkı 70’lerin başındaki global kriz esnasında olduğu gibi, bu kez İngiltere inisiyatifiyle Rusya ve Çin’in düşmanlaştırılması doğrultusunda bir seyir izleyebilir. O kriz esnasında, dünya petrol ticaretinin yaklaşık yüzde 17’sini elinde tutan, biraz daha sonra gaz ticaretinin yaklaşık yüzde 30’unu kontrol edecek SSCB’ye ağır bir ekonomik darbe vurulmuş, Kültür Devrimi kaosunda debelenen Çin’in himmetiyle, sosyalist kamptaki yarılma derinleştirilerek konsolide edilmişti. Tabii bu işin olası boyutlarından sadece birisidir.

Hiç şüphesiz, öncekiler gibi ( 7 Yıl Savaşları, Napolyon Savaşları, Kırım Savaşı, iki dünya savaşı vb) önümüzdeki olası savaşın da merkez coğrafyası  Avrupa olacak, özellikle de Rusya ana hedeflerden birisi haline getirilecektir.  Tabii o zaman kadar siyasal birliğini sürdürebilirse.

Bu konuyu bir hatırlatmayla kapatayım.  Emperyalizmin SSCB’ye karşı soğuk savaşının belli başlı üç evresi vardı. Kuşatma gayesine hizmet edecek “etki alanları oluşturma” ilk evresiydi. “Barış içinde bir arada yaşama” anlayışı da bu evrelerden ikincisiydi. Hemen hemen 70’lerin sonlarına kadar devam etti. SSCB’nin Afganistan’a müdahalesiyle birlikte, SSCB’nin tasfiyesini öngören “neo-liberal yıkım”  evresi başlatıldı. Şimdiki soğuk savaşta emperyalistler, hegemonik gücün sönme sürecinin hızlanmasıyla birlikte aynı önceki soğuk savaşın son evresinde olduğu gibi, Rusya’nın tasfiyesini hedefleyen stratejik önceliği uygulamaya koydular. Bunun altını çiziyorum.

Şimdi Türkiye’ye  dönersek, içeride işlerin, özellikle son beş-altı yıldan beri bir “düzen partisi” tarafından çekip çevrildiğine daha önceki yazılarda değinmiştim. Bu “FETÖ darbesi” denilerek gerçek emperyalist  karakteri, düzen güçleriyle bağlantısı gizlenmek istenen son girişim dolayısıyla sadece Erdoğan’ın AKP’sini sorumlu görmek eksik olur. Düzenin bütün bileşenleri şu ya da bu ölçüde veya düzeyde sürece entegre idiler. Bugün de böyle. Buna göre, Fethullah’la işbirliği bakımından, MHP ve  CHP hiç de  masum değiller. Hatırlarsak, Fethullah’a selam durmuş  Baykal CHP’si istenen entegrasyon adına yalpaladığı veya beceriksiz davrandığı için tasfiye edildi. Yerine seçilenler değil, atananlar, ya da  başka bir ifadeyle, (darbeye katılan bir çok kariyerist subay gibi) el verilenler,   normal koşullarda, CHP’de vekil olmaktan öte bir kariyer olanağı bulamazlardı. Öyle değil mi?

Aklıma gelmişken, Cemaat’in (ve tabii ABD’nin) telkiniyle MHP ve CHP tarafından cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya sunulan Ekmeleddin İhsanoğlu’nu,  adaylığını duyar duymaz reddeden, muhtemelen derin devlet içindeki kliklerden birinin hizmetindeki Perinçek, seçimlerden biraz önce onun desteklenmesini istemiş, ona oy vermemeyi neredeyse vatana ihanet gibi değerlendirmişti.

Darbe girişimi sonrasında aynı düzen güçleri düzeni,   birliklerini (belki yeniden de tanımlayarak) daha da pekiştirip, aynı “düzen partisi” yle tekrar kurmaya çalışıyorlar. Bozulmasından sorumlu olanların şimdi  işleri düzeltmeleri isteniyor. Başaramayacaklar. Mevcut çerçevesi içinde düzenin dikiş tutar tarafı kalmamıştır. Çöken, Tayyip’in hurmasıyla Fethullah’ın ananası arasında salınıp durmuş düzen güçleridir.

Darbe girişimi kimlere yaradı?

En erken sonuçları, getirileri itibarıyla darbe hangi güçlerin işine yaradı?

1) ABD : TC ve devleti ve onun TSK’sı çöküp, işlemez hale gelince, Türkiye’nin bölgesinde operasyonel kabiliyeti de dumura uğradı. Suriye ve Irak’ta Amerikan çıkarlarını tehdit etme,  şantaj yapma olanakları tümden ortadan kalktı. Türkiye’nin ABD’nin bölgesel hamlelerinde  ayak bağı olması önlendi. Esasen, bölgesel hamleleri esnasında bütün pis işlerinde  Türkiye’yi tepe tepe kullanmış olan ABD, hep yaptığı gibi, kullandı, tüketti, ilerideki planlarında , çıkarları doğrultusunda, yeniden kurgulayıp, kullanmak üzere şimdilik bir yana attı.

2)  AB: Cihatçılara lojistik ve askeri destek vermeyi sürdüren Türkiye, AB ülkelerinde artan islamcı terör tehditine çanak tutan bir ülke görünümündeydi. Mültecilere karşı izlenecek politikalar için güvenilmez, tutarsız, şantajcı bir ülke konumundaydı. Darbe girişimi sonrası Türkiye’nin cihatçılara yönelik destek, işbirliği politikasını sürdürme kapasitesi kalmadı. Dış ticaretinde çok büyük ölçüde AB’ye bağımlı olan Türkiye’nin son girişim sonrası düştüğü durum, ekonomisini bekleyen büyük tehdit, AB ülkeleriyle ilişkilerinde elini iyice zayıflattı. Bu ülkelerin çıkarlarıyla uyumlu hareket etme olasılığı güçlendi.

3)  RUSYA: Rusya darbe girişimine ilk kararlı karşı tepki gösteren ülke olsa da, bu girişim sonrası Türkiye’nin, özellikle de askeri olarak çok zayıflamış olması işine gelmiştir. Rusya’nın bölgesel çıkarları önünde şimdilik bir engel olmaktan çıkmıştır. Zaten darbe girişimi öncesi Rusya’ya teslim olmuş olan Türkiye’nin önünde artık bu teslim koşullarını yerine getirmekten başka bir yol kalmamıştır. Türkiye tarafından darbenin hemen öncesinde başlatılan  Rusya politikası, darbe girişimi sonrası konsolide edilmiştir. Türkiye’nin Rusya önünde emperyalistlerin tampon ülkesi olma olanağı kalmamıştır.

4) SURİYE: Hiç kuşkusuz, bu girişim en dolaysız şekilde Suriye hükümetinin işine yaramıştır. Suriye’de, NATO’nun işgalci cihatçılarına en önemli desteği veren ülke Türkiye idi. Türk hükümetinin işbirliği sayesinde, Suriye’nin kuzeyi, cihatçılar için lojistik olanakları itibarıyla,  en önemli, vazgeçilmez bir tutunma, direnme noktasıydı. Suriye’nin temizlik yapmasını güçleştiren bir konuma sahipti. Şimdi TC devletinin düşmüş olması, cihatçı katiller adına tam bir yıkım anlamına gelmiştir. Türkiye’nin devre dışı kalmasıyla, Şam yönetiminin askeri ve siyasal hareket kabiliyeti artmıştır. Üstelik bu düşük haliyle Türkiye’nin belli tarihsel korkuları nedeniyle Şam yönetimine işbirliği önermesi de olasıdır. Suriye yönetimi, aynı zamanda, hem Rusya, hem ABD, AB ülkeleri ve hem de Türkiye’ye kendisini kabul ettirme olanaklarına kavuşmuştur.

5)  İRAN:  Türkiye, içine düşmüş olduğu olumsuz durum dolayısıyla bölgesel çıkarlarını İran’la işbirliği yaparak koruma eğiliminde olacaktır. Bugün Orta Doğu’nun en güçlü, en güvenli, en itibarlı ülkesi hiç tartışmasız İran’dır. Zayıf düşmüş TC devleti İran’a mecburdur. İki ülkenin  tarihsel ilişkilerine bakıldığı zaman, Türkiye, İran’ı ne zaman düşmanlaştırmışsa, zarar görmüştür. Bu haliyle Türkiye, Suriye ve Irak gibi sorun başlıklarında İran’ın görüş açısına daha fazla yaklaşma ihtiyacı duyacaktır.

6) İŞBİRLİKÇİ BURJUVAZİ: Emperyalizmin bölgemizdeki operasyonları, bu operasyonlarda kullanılmak için yaratılmış  bir proje olarak AKP-CEMAAT koalisyonunu, sınıf olarak  işbirlikçi burjuvazi karşısında, göreli de olsa,  özerk hale getirmiş, bu sınıfın söz konusu proje-koalisyonun hamlelerine, oldu-bittilerine sorgusuz onay vermesini temin etmişti. Yani hükümetin eli, burjuva sınıfı karşısında, emperyalizmin talepleri doğrultusunda racon kesen bir otorite olarak nispeten güçlenmişti.  Sınıfın emperyalizme ekonomi-politik olarak yeni koşullarda entegrasyonunu, eleyerek, tasfiye ederek, dönüşmeye zorlayarak, ama bununla beraber çevre sermayesini de merkeze entegre ederek, genel olarak sınıfı söz konusu emperyalist çıkarlar etrafında birleştirerek hızlandırmak gibi bir rol oynamış, bu rol dolayısıyla sınıf karşısında özerk hareket edebilme kapasitesine sahip olmuştu. Burada, kolaylaştırıcı bir işlev görmesi açısından, Erdoğan’ın sahip olduğu karizmatik politik kişiliğin rolünü de ihmal etmemek gerekir.

AKP, emperyalist bölgesel politikaların, önceliklerin tadil ya da revize edildiğini kavrayamayarak gerçeklikten kopunca, misyonunu tamamlamış oldu. Artık yeni bölgesel-stratejik emperyalist talepler karşısında engeller çıkarmaya, en azından ayak diremeye başlamıştı. Aynı zamanda, toplumun en üretken, en dinamik, yüzü Batı’ya dönük kesimlerinin iradesinde ifadesini bulan toplumsal meşruiyet tabanı da sürekli erozyona uğramaktaydı.  Zaten darbe girişimini, darbenin NATO ile olan ilişkisini de buradan hareketle izah etmek doğru olur. Darbe girişimi daha önceden bir ayağından mahrum kalmış hükümetin ayakta kalmasını, eskiden olduğu gibi “racon kesen” özerk otorite olarak yoluna devam etmesini olanaksız hale getirdi.  Muhtemelen kendisine bağlı  askeri kanadı devreye sokarak darbenin engellenmesinde önemli bir işlev görmüş olan tekelci sermayenin  hükümetin eylemleri üzerinde etki ve yönlendirmede bulunma kapasitesi artmıştır. Hükümetin darbe öncesine kadar (genellikle) sürdürebildiği özerklik kapasitesi, son girişim sonrasında ağır bir darbe almıştır.

7)  TAYYİP ERDOĞAN: Her ne kadar darbenin hedefi ise de Erdoğan, darbenin tamamlanmamış  olmasıyla sokak ve cami kalabalığını arkasına alıp arzuladığı diktatoryal gücü anayasal bir çerçeveye oturtma olanağı yakalamıştır (1). Yani bir karşı-darbe yapma olanağına sahip olmuştur. OHAL bu yolda önemli bir adımdır.

Bununla beraber, zaten darbe öncesi hayli daraltmış olduğu demokratik alanda böyle bir darbe girişimi, aksak da olsa üzerinde durmaya çalıştığı zemini tamamen daraltmak gibi bir sonuç doğuracak, siyasal esneklik kabiliyeti sıfırlanacak, muhalefeti, yeni ittifaklar içinde genişleyerek sindirme olanağı bulamayacaktır. Kırılma olasılığı güçlenecektir. Bu bakımdan öncelikle uzlaşma, (özellikle de, CHP ve Türk ulusalcı kesimlerle) ittifak arayışları içinde olması anlaşılabilir bir haldir. Ancak sürdürebilir değildir. Erdoğan bir politik figür olarak, kitlesel desteği ne olursa olsun, kendisini tüketmiştir. Uluslararası ve ulusal ekonomi-politik dayanakları bakımından inandırıcılığını, güvenilirliğini kaybetmiştir. Burjuva düzeninin yeniden sürdürülebilir bir şekilde Erdoğan’la tesis edilmesi söz konusu iç ve dış düzen oyuncuları adına çok risklidir.

Yukarıda madde madde yapılan kurgu,  kısa erimde gözlemlenen veya gözlemlenebilecek olanaklar ve olası sonuçlara dayanıyor.  Dünyada büyük bir kapışmayla sonuçlanması olası bir hegemonya krizi var. 16 yy’dan beri hiç bir kapitalist hegemonik  güç barış içinde bu konumundan feragat etmemiş. Daha önceki yazılarda bundan söz etmiştim. Türkiye de ne olursa olsun, çok geçmeden,   yeniden emperyalist çıkarlara hizmet edecek şekilde, “yeni” yapı, söylem ve figürler etrafında tadil edilecektir. Böyle bir dünya konjonktüründe Türkiye’nin bu düşmüş hali herhalde pek uzun sürmeyecektir.

Türkiye’yi kavramak, analiz ederek doğru politikalar üretmek bakımından sadece Türkiye’ye odaklanmak, ya da sadece Türkiye’den etrafa, dünyaya bakmak bizim için aldatıcı olur. Eş zamanlı olarak etrafımızdan, dünyadan da Türkiye’ye bakabilme yeteneğine sahip olmamız gerekiyor.

NOTLAR:

1) Türkiye’de siyasal elitler hatta onların dışında kalan sol ve sağ güçler her zaman şu ya bu ölçüde, siyasal ve sosyal değişimlerin devlet ya da siyasal elitler aracılığyla yapılmasına gerektiğini vaz’ eden  Tanzimat metoduna bağlı kaldılar. Haziran 2013’te halk sınıfları kitlesel olarak kendiliğinden sokaklara çıkarak siyaseten gidişata müdahil olmuşlardı. Son darbe girişimi sonrasında ülkemizde belki de ilk kez bir hükümet kendi kitlesinden sokaklara çıkarak darbeyi önlemesini istemişti. Tabii bu ikincisi ifadesini, sağ iktidarların belli bir davranış modeline uygun olarak “hazır kıtalar”, “taşıma kalabalıklar” da buluyor.

Ne olursa olsun bu tür çağrılar, halk kitlelerinin sokaklara çıkması, sokaklara alışması, sorunların çözümünün sokaklarda olduğu bilincine ermesine katkı yapar. Siyaset esnafını sahne dışına itebilir.  Bu bakımdan sağdan da gelse olumludur. Olumludur çünkü, solu da çok geçmeden sokağa çekecektir. Zaten sağ da, düzen adına kaçınılmaz olarak risk oluşturacak çağrının arkasında uzun boylu duramaz.

Sonra politikleşmiş halk sınıflarının sokakları mesken tutması, Türkiye sol hareketinde hasara yol açmış Tanzimat metodunun aşılması, itibarsızlaştırılması bakımından devrimcilerin lehinedir. Kendi göbeğini kendi kesmesi yeteneğini kazanma olanağıdır.

Bir şey daha, AKP’nin taşıma bir kalabalığı Taksim’de toplarken Gezi’yi taklit ettiği açıktır. Hatta sanki Gezi’nin rövanşıymış bir izlenim yaratmak istemektedir. Ama Gezi’de devlete, dikta girişimlerine, kendi olanaklarıyla, dayanışmasıyla  kafa tutan bir halk vardı. Şimdiyse, itaatkâr, taşıma, besleme bir güruh var. Yalnız bu bile AKP’nin önünün açık olmadığına karine teşkil etmiyor mu?

Darbe girişimini tartışanlar için bir kaç küçük uyarı

Medyada ve AKP kurmayları arasında son günlerde darbe girişimiyle ilgili olarak ABD’ye yönelik suçlamalar, manipülatif iddialar sık işitilmeye başlandı. Zaman geçtikçe, resmin biraz daha netleşmesiyle, bu suçlamaların, iddiaların da dozunun artacağını öngörebiliriz.

Bu darbe girişimi de öncekiler gibi, ABD, NATO ( Burada, AB ülkeleri, Israil, S.Arabistan gibi müttefiklerin de rollerinin, en azından onayının olduğu ihmal edilmemelidir) yönlendirmesi ya da yönetimi altında gerçekleştirilmiştir.

Bu saatten sonra girişimin arkasında olan güçler etrafında sürdürülecek bir tartışmanın AKP diktatörlüğü tarafından diktatörlüğün konsolidasyonu için istismar edilmek isteneceğinden kuşku duymamak gerekir. Malumu tekrar tekrar ilan etmek, AKP’nin değirmenine su taşımak anlamına gelecek bir kısır tartışmadan sol güçlerin kaçınması gerekir.

Bugün itibarıyla sol için verimli olacak tartışma,  bu darbe girişimini kimlerin önlemiş olduğu veya başarılı olmamasında kimlerin, hangi güçlerin rol almış olduklarıdır. Önleyici işlevleriyle, hangi iç ve dış güçler, hangi amaçla son anda devreye girmiştir? Darbelerin gerçekleştirilmesinde nasıl -artık pek “dış” sayılamayacak- güçlerin devrede olması gereklilikse, önlenmesinde de farklı çıkarlara ve/veya önceliklere sahip güçlerin devreye girmiş olması gerekir. Tıpkı terör gibi, suikastlar gibi, darbeler de jeo-ekonomi-politik bilek güreşinin görünümleridir.

Bu ikinci tartışma konusunun, Türkiye’nin ve AKP diktatörlüğünün bundan sonra evrileceği doğrultuyu tahmin etmek, buna göre siyasal tavır veya önlemler almak, olası devrimci direniş hattının taktiklerini öngörmek bakımdan  verimli sonuçları olacaktır. Böyle bir sorgulamanın AKP rejiminin olası hamleleriyle bağlantılı olarak yürütülmesi zarurettir.

Evet,  bu girişim (belki “şimdilik” dememiz gerekir) başarısız olmuştur. Ancak bu iş daha epey su kaldıracaktır. Taşların yerine oturması için farklı görünümler ve boyutlar içinde keskin siyasal hamleler, hatta yeni darbeler, karşı darbeler görülebilecektir. Yani ülke durulmayacaktır. Devrimci durumlar dalgası öngörülmelidir.

AKP ve diğer düzen güçlerinin gündemi belirleme kapasitesine teslim olmamak gerekir. Mutlaka bu güçlerin karşısına bir ağırlık koymak gerekir. Yani onların karşısına sağlam öngörülerle donanmış siyasetle çıkmak, olmuşa fazla takılmak yerine olmuşun etkileri altında olacağa dikkat kesilmek lazım. Bu da, uçukluk anlamında ideolojik değil, somut, gerçekçi bir konumlanışı ön gerektirir..