15 Temmuz’dan 31 Mart’a

Erdoğan ve AKP’si Gezi ayaklanması sırasında fiilen ömrünü tamamlamıştı. Son kullanma tarihi dolmuştu. Ancak bölgemizde bir yandan,  ABD ve müttefikleri ile Rusya ve müttefikleri  arasında cereyan eden çekişmelerin (henüz çok ısınmamış olması nedeniyle)  yarattığı yeni manevra alanları; diğer yandan, Gezi halkının örgütsüzlüğü, içeride iktidara talip bir muhalif  siyasal heyetin ortaya çıkmaması, başka bir ifadeyle, AKP iktidarına payanda olmayı, ona alternatif olmaya tercih eden düzen partilerinin mevcudiyeti dolayısıyla konumunu devam ettirebildi.

15 Temmuz’daki neo-con destekli askeri kalkışma, bilindik bir darbe girişimi olmaktan çok, Erdoğan’a  gözdağı verme girişimi olarak görülebilir. Böylece Erdoğan’ın Cemaat aracılığıyla emperyalist neo-con  siyasetine tam olarak biat etmesi temin edilmek istenmişti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Beyaz Saray  muhtemelen kendisine danışılmadan yapılmış bu girişimi onaylamak istemedi.

Bu gözdağı girişimi, gerek ABD ve gerekse Türkiye’de iktidar bloğunu oluşturan yönetici sınıf fraksiyonları içindeki/ arasındaki kapışmaları bir kez daha da açığa çıkarmıştır.

2013 öncesinde, çeşitli şekillerde kenara itilmiş, dışlanmış ya da sinmek zorunda kalmış, ağırlıklı olarak askeriyede yer alan ve NATO’ya kuşkuyla bakan güçler Erdoğan’a kucak açtılar. Bir anlamda onu kurtardılar. Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye’yi kendi emelleri doğrultusunda yanına çekmek, olmuyorsa, en azından iki arada bir derede bırakmak adına, Rusya  devreye girerek  dış desteği sağladı. Erdoğan da muhtaç olduğu acil desteği bu iki kaynaktan temin etmiş oldu.

Bu  iç ve dış olmak üzere iki destek güç giderek Erdoğan’ı çember içine aldılar. Bu arada, söz konusu kalkışmanın yarattığı toplumsal infial, Erdoğan’ın bunu fırsata çevirme becerisi, AKP rejiminin, diğer düzen partilerini de kendisine eklemlediği,  tek bir düzen partisi haline gelmesini kolaylaştırdı.

Erdoğan’ın yeni iç müttefiklerini birleştiren temel Kürt sorunuydu.  Erdoğan’dan üniter devlet yapısını bozmaktan şiddetle kaçınmasını, düne kadar kucak açtığı ve sahada mevzi kazanmalarına göz yumduğu  Kürt siyasetiyle ilişkisini derhal kesmesini, Kürt siyasetinin kazanımlarını sahada da ortadan kaldıracak cebri önlemlerin alınmasını onaylamasını;  dışarıda da, Suriye sorununda Rusya ve İran gibi ülkelerin safında yer almasını talep ediyorlardı. Astana’da Türkiye bu son şartı, fazla direnemeyeceğini bile bile bir takım kayıtlarla da olsa kabul etmişti.

“Kürt savaşı”yla geniş bir coğrafyada, üstelik de kent merkezlerinde, katliamlar gerçekleştirildi ve arkasından Kürt siyasetinin bütün akımlarına karşı anti-demokratik bir saldırı düzenlendi. Aydınları susturuldu. Böylece birinci grupta yer alan iç güçlerin beklentisi gerçekleşmiş oldu.  Ancak bu “barış hali” nin (!) sürdürülmesi için bu şartlara razı olmuş Erdoğan’ın iktidarda kalması gerekiyordu.

Tabii ona kendilerine dayanmadan duramayacağı kadar bir iktidar vermek istiyorlardı. Erdoğan’a, o zamana kadar unutmuş ya da ümidini çoktan kesmiş olduğu başkanlık  teklif edildi. Bir sivil darbeyle burjuva demokrasinin son kırıntılarını da silip süpürmesine destek verildi. Biraz ondan biraz bundan derme çatma, faşizan, otokratik bir idare şekli tesis edildi. Bu “güçlü yürütme” krizdeki sermaye sınıfının da çok işine geliyordu.

Dış politikada, bu doğrultuda, Rusya ve İran ile imzalanan Astana süreci devam ettirildi. Silahlı kuvvetlerin talebi, Rusya ve İran’ın onayıyla, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölümlerinde Türkiye’nin, esas olarak Kürt güçlerini hedef alan, ağza bir parmak bal çalma babında,  işgal ve operasyonlarına izin verildi.

Doğu Akdeniz’e tamamen yerleşmiş olan Rusya, Türkiye ile askeri ilişkilerini ileride (Türkiye için) bir bağımlılık  ilişkisine dönüşecek şekilde ve kendi güvenliğine hizmet edecek surette, geliştirmek için hamleler yaptı. S 400 bu hamleler arasında şu ana kadar en önemli olanıdır. Rusya’nın rakiplerini en çok bu hamlenin rahatsız etmiş olduğu görülmektedir. Çünkü bu Rusya’nın NATO’ya sızma girişimi olarak okunmaktadır.

Aralarında bir tür fiili işbirliği durumu söz konusu olan bu iç ve dış güçler için en önemli mesele Erdoğan’ın kontrollerinden çıkmadan iktidarını sürdürmesidir. Kuşkusuz bu anti-demokratik blok Türkiye burjuvazisi içinde kısmi bir desteğe sahiptir.

Gelgelelim, özellikle TÜSİAD’da örgütlenmiş ve en önemli özelliği Batı emperyalist sermayesiyle bütünleşmiş sermaye çevrelerinin, Erdoğan yönetiminin başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerini rahatsız eden bu 15 Temmuz sonrası açılımlarından, açık olarak dile getirmeseler de,  kaygu duydukları anlaşılabilmektedir.

Ancak genel olarak sermaye sınıfının, özellikle de onun en büyüklerinin, dünya kapitalist sisteminin neredeyse yüz elli yıldan beri içine girmiş olduğu durgunluk- finansallaşma-resesyon  döngüsünün son on yıldan beri giderek derinleşmesiyle, içine girdikleri borç batağı, hatta bir çoğunun fiilen batmış ya batmak üzere olması nedeniyle, devlete ve Erdoğan’a ihtiyaçları vardır. Bu yüzden aktif bir şekilde rahatsızlıklarını, kaygularını dile getirmekten sakınmaktadırlar.

Ekonomik olarak kırılganlaşmış Türkiye sermaye sınıfının Erdoğan ve onu kontrolleri altında tutan güçler karşısında hareket kabiliyeti iyice zayıflamıştır. Göbekten bağlı olduğu Batı sermayesiyle, Erdoğan ve çevresi arasında sıkışmış haldedir. Bu arada geçerken, “alt emperyalizm” hikayesine itibar etmemek gerekir.

Bu koşullar altında, Erdoğan ve ona hükmedenler bir kez daha sermaye sınıfından görece özerkleşme olanağı bulmuşlardır. Bir kez daha, çünkü gerileyen hegemonik gücün dünyada yarattığı çatışma ortamı, yer yer meydanın boş kalması, yeni manevra alanlarının yaratılması gibi, kalıcı olmayan sonuçlara yol açabiliyor. Bu bakımdan  bu hal de sürdürülebilir değildir. Nitekim, 31 Mart’ta ilk spektaküler işaret gelmiştir.

Emperyalizm çağında, özellikle içinde bulunduğumuz bu geç emperyalizm çağında, emperyalizme, NATO’ya dayanmayan bir faşizm tesisi, daha da önemlisi, bunun sürdürülebilmesi mümkün değildir. Bunu faşizmin klasik iki deneyiminde, İtalya’da ve Nazi Almanyası’nda da, sonraki deneyimlerde de açık bir şekilde görebiliyoruz. Türkiye’deki otoriter rejim, emperyalist hegemonya krizinin yaratmış olduğu paralel bir “güvenlik devleti” tarafından takviye edilen arkaik bir otokrasidir.

Faşist devlet, modern bir devlet biçimidir. Faşist siyaset, faşist ideoloji irrasyoneldir ancak faşizmin hemen hemen bütün devlet kurumlarının işleyişinde bir rasyonalite vardır. Faşizm irrasyoneldir, ancak onun “devlet aklı” için aynısını söylemek, önceki iki klasik örneği dikkate alındığında, isabetli olmayacaktır.  Rejimin  rasyonel işleyişi olan kurumları vardır. Bunu mesela Nazi Almanyası’nda en yetkin şekliyle tespit edebiliyoruz.

Türkiye’de tek bir adamın yukarıda değinmiş olduğum güçler tarafından ipotek altına alınmış  iradesi görünürdeki devlet içinde rasyonel kurumsal bir işleyişi  olanaksız kılmaktadır. Erdoğan’a önerilmiş ve kabul ettirilmiş başkanlık sitemi içinde bilindik burjuva devletinin gerek demokratik gerekse olağanüstü hal şartlarına özgü  olan  kurumsal yapılanması tasfiye edilmiştir. Bu bakımdan,Erdoğan’a bırakılmış kısmıyla devlet kurumları görünüşü kurtarmaktan öte bir işlevselliğe sahip değildir.

Bugün ülkemizde kurumsal bir devlet rasyonalitesinden söz edilecekse, bunu, en kritik kısmını askeriyenin oluşturduğu bir tür “paralel devlet” yapısına atfetmek gerekir. Erdoğan’ı kontrol altında tutmaya çalışan ondan görece özerk olan bu yapıdır. Erdoğan’ın onu kontrolü mümkün görünmemektedir. Tersi doğrudur.

Erdoğan “tam yetkili, partili başkan” olunca gerçek iktidara erişeceğini düşünmüş, ancak kendi konumunu zayıflatmış, partisi de dahil olamak üzere, kendisini devletin kurumsal dayanaklarından mahrum bırakmıştır. Adeta bir başına kalakalmış, kırılganlığı artmıştır. Bugün 2013 öncesindeki gücünün epey uzağındadır.

Öte yandan, Erdoğan’ın halk içinde, yine de ihmal edilmemesi gereken  karizmasını (Kof, erkini yitirmiş bir karizmadır artık.Tekrar kendisi için bir karizma haline gelmesi kabil değildir ) kendi politik amaçları için kullanan söz konusu paralel yapı,  ya da isterseniz,   “fiili devlet”  Rusya’ya dayanarak, müttefik ABD’den tavizler koparmaya çalışmaktadır.  Bu yapı için olası bir iktidar değişikliği  Ergenekon ve Balyoz davalarıyla başlatılan döneme geri dönüş olasılığını güçlendireceği için  kabul edilemezdir. Türkiye bugün el altından çıplak bir “güvenlik devleti” tarafından idare edilmeye çalışılmaktadır.

Bu bakımdan belediye seçimlerinin kaybedilmesine olan reaksiyonu sadece dar bir “arpalık” edebiyatı bağlamında değerlendirmek isabetli olmamaktadır. Süreci sadece buradan nemalanan bir takım “yandaş” kişi ve vakıfların kayıplarına indirgemek doğru olmaz. Halen Erdoğan’ı kontrolleri altında tutmaya çalışan söz konusu iki güç, Erdoğan’ın tam da şu sıralarda iktidarını yitirme olasılığından rahatsızlık duyuyor olabilirler.

Yaklaşan felaket

Kapitalizmin her krizi, zaman aralıkları giderek kısalan,  daha büyük  krizlerin habercisi oluyor. Kapitalizmin 2008’de ilan edilen  krizi global çapta yeniden finansal genişlemeyle aşılmaya çalışıldı. Çok geçmeden bunun da sürdürülebilir olmadığı ve üstelik global çapta sistemik bir çöküşü hızlandırıcı  işlevinin olduğu görüldü.

Trump tam bu sıralarda başkan oldu. Çok geçmeden seçim öncesinde vaat edilen korumacı ekonomik politikaların uygulanamayacağı anlaşıldı. Zaten onun dile getirdiği  vaatler ABD’nin hegemonik siyasetiyle çelişmekteydi. Bu koşullarda milliyetçi bir hamasetle desteklenen uluslararası çapta  “ceza kesme” ve ambargo uygulamalarıyla çöküşü öteleme siyaseti devreye sokuldu.

Bu palyatif önlemler, paradoksal olarak,  çöküşü, global zeminini iyice genişleterek,  daha da yakına çekmek gibi bir işlev görmektedir. Biraz sonrasında emperyalistlerin cebri yollara başvurma eğilimlerinin daha da güçleneceğine tanık olacağız. İzlenen hegemonya siyaseti ekonomik krizlerin derinleşmesine; ekonomik krizler, artık olağan araçlarla çözülmesi kabil olmayan, büyük siyasal krizlerin dal budak salmasına yol açacaktr.

Geçmişteki tarihsel örneklere baktığımızda, bu şartlardan doğrudan sosyalist devrim  çıkma olasılığının zayıf olduğunu, buna karşın, söz konusu şartların faşizmler veya faşizan rejimler yaratma potansiyelinin yüksek olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda, bu tür devirlerin anlamlı bir karakteristiğinin, birincisini olanaklı kılacak şekilde, sol sınıf siyasetinin dağıtılması, sol güçlerin dağınık hale getirilerek etkisizleştirilmesi olduğunu da saptayabiliyoruz. Elbette buradan her zaman böyle olacağı sonucu çıkartılmamalıdır. Gelgelelim, içinde bulunduğumuz duruma bakınca bir benzeşmeden söz etmek yersiz olmuyor.

İşçi sınıfı siyaseti ekonomi ve politika arasındaki sıkı bağlantıyı, hem kendi içinden hem de dışından kaynaklanan saiklerle,  kavramayacak veya böyle bir siyasal sınıf bilincinin uygulamasını yapamayacak hale sokulmuştur.

Kapitalizmin, artık kendi oyun kurucuları, en önemli kurumları tarafından da kabul edilen, çok yaklaşmış büyük sistemik krizi, muhtemelen global ölçekli savaşlar halinde tezahür eden bir dünya durumu yaratacaktır. Geçmişte yaşanmış benzer durumlara baktığımızda, devrimci sosyalist eğilimlerin ancak bu şartlarda güç ve mevzi kazandığını tespit ediyoruz.

Mekanik bir tekrardan söz etmiyorum.  Neden-sonuç ilişkisi bağlamında fikir yürütüyorum. Yani büyük ekonomik krizler doğrudan sosyalist sonuçlara yol açmıyor. Kapitalizmin demokratik kabuğundan kurtulmasını, özündeki kural tanımaz otoriterliğin bütün çıplaklığıyla sahne almasını sağlıyor. Bu aynı zamanda, olası iç ve dış savaş koşullarına uygun politik yapıların oluşturulması anlamına geliyor.

Büyük devrimler, kitlelerin kendilerine öğretilmiş, kuşaklar boyu devredilmiş doğruların, anlamların, adalet duygusunun çöktüğü büyük yıkım koşullarında meşruiyet kazanabiliyorlar. Büyük devrimlerin büyük teröre ihtiyaç duymalarının gerekçelerini de burada aramak gerekir. Terörsüz devrim, ya da Robespierre’in tabiriyle, “devrimsiz devrim” olmaz. Çağlar kapanırken de, açılırken de terör ebesine ihtiyaç duyarlar.

Bu bakımdan, “özgürlükçü” ya da “demokratik sosyalizm” devrimden korkan ama solculuğu da çizdirmek istemeyen iki yüzlü küçük burjuva konformizmine referans verir. İçinde bulunduğumuz durum, devrimi ve kamusalcı bir toplumu öngörmeyen  solculuğun boş laf olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.

Kuralsızlık, diplomasinin önemini yitirmesi ( ya da aynı anlama gelmek üzere, havanda su dövme işlevini üstlenmesi) terör, “faili meçhul” suikastler bu tür devirlerin adeta alameti farikası haline geliyor. Geçmişte bunun en çarpıcı örneklerini 1.Dünya Savaşı’nın hazırlandığı süreçte, 1870’lerden 1915’e giden dönemde görüyoruz.

Mesela, şu son Suudi elçiliğindeki cinayet… S.Arabistan, BOP projesinin uygulanmasında özellikle sağladığı parasal kaynakla önemli bir rol oynadı. BOP’un çökmesiyle S.Arabistan da fiilen çöktü. Tekrar ayağa kalkmak için yaptıklarını, Saray’da cereyan eden olayları hatırlıyoruz. Bütün o olup bitenler ABD’nin (ve tabii İsrail’in) kontrolü, yönlendirmesi, desteği altında gerçekleşebildi. Ancak gayet iyi biliyoruz ki, emperyalistler, maşalarının maşa olarak kalabilmesi için onların ayakları üzerinde durmalarına izin vermezler. Kırılgan olmaları gerekiyor.

Ekonomik sorunlarıyla boğuşan S.Arabistan, ABD başta olmak üzere emperyalistlerin azalmak bilmeyen sponsorluk talepleri karşısında mırın kırın etmeye başlamış, petrol fiyatlarını arttırarak bu taleplere yanıt vermeye çalışmıştı.

S.Arabistan’ın bu davranışı, kendisiyle birlikte en önemli petrol tedarikçisi olan “düşman” Rusya’nın ekmeğine yağ sürmekteydi. Emperyalistlerin ambargolarıyla ekonomik kıskaç içine almaya çalıştıkları Rusya bu sayede nefes almaya başladı. Üstelik Kasım’da başlayacak İran’a yönelik ambargo, pek yakında  Suriye’de yeniden kızışacak ortam öncesinde  S.Arabistan’dan ilave fedakarlıklar bekleniyordu.

İşte bu sıralarda Trump’ın arka arkaya S.Arabistan’ı hedef alan “şantaj tweetleri” devreye sokuldu. Arkasından da elçilik cinayeti tezgahlandı. Suudiler tuzağa düşürüldü. Bu cinayet, hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde, bir ABD-İsrail senaryosunun gerçekleştirilmesi olarak görülmelidir. Olayda zaten (tıpkı MİT gibi)  CIA ve MOSSAD’la iç içe geçmiş Suudi istihbarat örgütü “icra heyeti” olarak kullanılmıştır. Böylece Suudi devleti iyice avuca alınmıştır. Senaryonun devamı, Suudi devletinin tavrına bağlı olarak sette yazılacaktır. Eh tabii,  başka bir  BOP kurbanı ülke olarak “yetmiş sente muhtaç” hali perişanı herkesin malumu olan Türkiye de bu cinayetten maddi olarak sebeplenmek isteyecektir.

 

Siyasal istikrar değil, siyasal kriz

Bu sonuçların Erdoğan’ın arkasında duran iç ve dış sermaye çevrelerine bir yararı olmayacak. Dahası, Türkiye’nin en dinamik, en üretken, en iyi eğitilmiş kesimlerinin bu düzenden kopuşlarına katkı yapacaktır. Artık demokrasicilik oyununun arabasına koşulmayı kabullenerek gidişata müdahale edilemeyeceğine ikna olmalarını sağlayacaktır.

“Aman falanca parti seçime katılabilsin, şu diğeri barajın altında kalmasın” hesaplarıyla, oy matematiğiyle, irrasyonel ittifak formülleriyle çıkış sağlanamayacağını idrak edecektir. Asıl değerli olan, sahte, kırılgan bir seçim zaferi değil, böyle bir idrake ulaşmaktır. Türkiye’nin dönüşümü için böyle bir idrak ön koşuldur.

Türkiye solunu CHP’nin, HDP’nin kuyruğuna bağlayıp sandık sandık dolaştıran anlayış kendi kendisini bitirmiştir. Uzakta değil, bugün İstanbul’un varoşlarında, çoğu emekçi, yoksul geniş bir kitle nazarında, sol demek, sosyalist demek, büyük ölçüde PKK-HDP taraftarı anlamına gelmektedir. Sosyalist kimlikleriyle, “Bugün Türkiye’nin en önemli sorunu Kürt sorunudur” diyenler, Türkiye’den dışlanmak üzereler. Bu çevreler,  solu etnik bir politikayla özdeşleştirdiler. Bu durum sağ seçmeni konsolide etmekle kalmadı, saflarının genişlemesine de katkı yaptı. MHP’ye sahip çıkılmış olmasını, İyi Parti’ye oy kaymasını nasıl izah edeceğiz? Sen aman HDP barajın altında kalmasın, oraya yönelelim dersen, öbürleri de çökmüş MHP’yi ayağa kaldırırlar.

Bugün Diyarbakır’daki HDP’li bayram yapıyor. Pekiy ya Batı’daki,  HDP’ye oy vermiş Kürt olmayan yurttaş, o da bayram yapıyor mu? Biri neden memnun, öteki neden memnun değil? Çünkü ikisinin gündemi, siyasal beklentileri farklı. Onların her ikisinin kahir ekseriyeti için bu seçimin anlamı, aynı önceki seçimlerin anlamı gibi farklıdır.

Bu seçimlerden istikrar değil, siyasal kriz çıkmıştır. En önemlisi, AKP’nin parlamento çoğunluğunu kaybetmiş olmasıdır. AKP öncelikle MHP’ye, olmadı İYİ Parti veya HDP’ye muhtaçtır. Ancak özellikle MHP ve sonra HDP de (hangi kılıf içinde olursa olsun)  iktidar istiyorlarsa, AKP’ye muhtaçtırlar. Seçimlerin asıl galibi olan bu iki milliyetçi parti kilit işlevlerini yerine getirmek için AKP’ye ihtiyaç duyacaklar, AKP de iktidarını sürdürmek için özellikle bu ikisinden birisini yanında tutmak isteyecektir. AKP, Cumhur İttifakı içinde MHP tarafından sıkıştırıldığında, HDP’ye yeşil yakacaktır. İYİ Parti herhalde, gelecek hesaplarıyla, merkeze tutunmayı düşünecektir. AKP ile ortaklığa yanaşmayacaktır. Akşener’in böyle bir ortaklığı, diğer iki partiye nazaran kendi seçmenine izahı çok zordur. Bir erken seçim talebini de, öncelikle MHP ve HDP kabul etmeyeceklerdir.

Tekrar olsun, milletvekili seçimlerinin asıl galipleri olan biri Türk diğeri Kürt  iki milliyetçi parti, siyaset belirlemek bakımından kilit bir rol oynayacak konuma ulaşmışlardır.Bu seçimlerin en çarpıcı sonucu budur. Bu sonucun ortaya çıkmasında sol seçmene HDP için yapılan telkinin baş rol oynamış olduğu açıktır. HDP Kürdistan’da beklentilerinin gerisinde kalırken, Türk coğrafyasında bu yüzden kazanmıştır. HDP için yapılan çağrıyı duyan sağ seçmen adeta can havliyle MHP’yi ihya etmiştir.

Soru, HDP’nin bu kazanımının Türkiye sol siyasetine ne kazandıracağıdır. Kazanç mı, bugüne kadar ne kazandırmışsa, yine onu kazandıracaktır. Kürt siyaseti Türkiye solunu tüketmektedir. Kürt siyasetini sosyalist Türkiye siyasetinin çıkarlarına tabi kılmayı öngörmeyen siyaset bu gidişatıtan sorumludur.

Bir yandan, Erdoğan’ın OHAL koşullarında, hileli bir referandumla iktidarını yenilemiş olduğunu, gayri meşru olduğunu iddia edip, sonrasında onun iktidarını pekiştirmesini temin edecek başka bir seçime, hem de yine yakınılan OHAL şartlarında razı olmak siyasal bir sefalettir. Türkiye’nin başta emekçiler olmak üzere en dinamik güçleri CHP ve HDP’li düzenbazlar, bu kılavuz kargalar tarafından sürekli olarak siyaseten iğfal edilmektedirler.

Devrim korkusuyla çözümü düzen siyasetinde, onun parlamentosunda arayan küçük burjuva solu, HDP’yi parlamentoya sokarak muradına ermiştir. Bir kez daha olası bir sokak kalkışmasında Kürt siyasetinin devrimci siyasetten uzaklaşma olasılığını güçlendirmiştir.

Yeniden seçime gidilirken

Yeni bir seçim dayatmasına maruz kaldığımız koşullarda, dünyaya ve bölgemize baktığımızda, emperyalizmin krizinin derinleşmekte olduğunu, epeydir irtifa kaybetmekte olan ABD ve diğer emperyalist güçler arasındaki çatlakların büyümekte olduğunu; öte yandan, emperyalist sistem içindeki konumlarını daha avantajlı hale getirmek derdindeki yeni yükselen kapitalist güçlerin, sistem içinde kağıtların kendi lehlerine yeniden karılması taleplerinin yükseldiği bir didişme ortamını tespit ediyoruz.

1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren giderek derinleşen krizine neo-liberal önlemlerle yanıt veren dünya kapitalist sistemi, 80’li yılların sonunda dünya sosyalist sistemini önüne katıp sahnenin dışına atarak yeniden global çapta birikim ve genişleme olanaklarına kavuşmuş, bir süre bu şartların kredisini kullanarak idare etmişti.

Emperyalist sistem 2.D.Savaşı sonrasında açıkça ilan edilmiş olan  iki dünya sistemi arasındaki çatışma ve mücadele koşulları içinde evrim geçirmiş, enerjisini, kapasitesini buna göre ayarlamıştı. Daha doğrusu, bu çatışma ortamı,  aynı zamanda, onun yaşamsal enerjisini temin ettiği ortamdı. Sosyalist sistemin çökmesiyle “tarihin sonu”nu getirecek golü atacağını hesaplarken, boşa çıkmış kaleci konumuna düştü.

Uzatmayalım, günümüze gelelim. Karşılıklı olarak ekonomik ceza kesmeler, kısıtlamalar, ambargolar, “ticaret savaşları”, şimdilik dolaylı da olsa, askeri  müdahaleler, el ense çekmeler günlük vak’a haline geldi. Bunlara daha önce defalarca değinmiştim.  Özcesi, emperyalist sistemin 2.D.Savaşı sonrasındaki genişlemesini izleyen, 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren belirgin hale gelen krizi, 90’ların sonunda ve özellikle 2008’de yediği ağır darbelerle birlikte  artık olağan ekonomi-politik araçlar kullanılarak içinden çıkılması çok zor olan bir durum yaratmıştır.

Bölgemize baktığımızda, bütün dolayımlarıyla birlikte Suriye ve Ukrayna sorunları, yarattıkları inişli çıkışlı gerilimlerle gündem oluşturmayı sürdürmektedirler. Türkiye’nin ta başından beri daha çok lojistik roller üstlenerek dahil olduğu Suriye sorununda, ABD ve Rusya arasında, Suriye’nin kuzeyini, Fırat’ın doğusu ve batısı olarak  iki bölgeye bölen, ABD’nin Fırat’ın doğusundaki işgalini şimdilik onaylayan zımni bir antlaşmadan söz edilebilir.

Bu koşullarda, Türkiye, ABD ve Rusya arasında, bu iki ülkenin talepleri doğrultusunda  işler görmeye, bu iki ülke için bu durum sürdürülebilir olmaktan çıkıncaya kadar, devam edebilir. Türkiye,Suriye’de hiç bir şekilde siyaset belirleyici olmamıştır. Olamaz da. Her zaman bu ikisi tarafından kendisine verilmiş lojistik anlam taşıyan görevler üstlenmiştir. Bundan sonra da farklı bir işlevi olmayacaktır. Bu geçici şartlar sürdüğü müddetçe, kendisine izin verilen verilen alanda, yine izne tabi işler görecektir.

Türkiye, Afrin kırsalına Rusya’nın; Menbiç kırsalına da ABD’nin izniyle, onların kendi ihtiyaçlarına yanıt verecek surette gidebilmiştir. ABD, sadece müttefik Kürt oyuncularla bölgede tutunmasının kolay olmayacağını görmektedir. Rusya, cihatçıları kendi lehine kontrol edip, yönlendirebilmek için Türkiye’yi kullanmaktadır. Elbette bu şartlar değişecek, sonuç olarak, Türkiye tablonun dışına çıkartılacaktır. Esad’ın kesin zaferinden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bugün AKP rejiminin zayıflamış olmasında Esad’ın zafere ilerleyişinin de önemli bir payı vardır.

Bu arada, Rus füzeleri, F-35 jetleri konusuna kafayı fazla takmamak gerekir. Burası bir NATO ülkesidir. Kanat ülkesidir. Türkiye bu uluslararası bağlamından öyle elini kolunu sallayarak, bir adamın keyfi öyle istiyor diye çıkamaz. Dediğim gibi, koşulların geçiciliğini her zaman dikkate almak gerekir. Türkiye’nin şu an NATO ve ABD ile çok ciddi sorunları yoktur. Bölgesel çıkarları bakımından da uzlaşmaz karşıtlıklardan söz edilemez. Ancak Rusya, Suriye ve İran’la ilişkileri bakımından aynısını söyleyemeyiz.

Türkiye’nin AB ile de çok ciddi sorunları yoktur. AB zaten Türkiye’yi içine almayı düşünmemekte, isteklerini bir bir dikte ederek “bekleme odası” nda, kontrolü altında tutmayı istemektedir. İçinde bulunduğumuz uğrakta, artık AB kriterleri ısrarını bir yana bırakmış, Avrupa bölgesine doğru kontrolsüz göçü önlemek kaygusundadır. Bunun için Türkiye’ye roller veriyor, uygulatıyor. Bu işlevi yerine getirdiği sürece Türkiye’deki “demokratik” duruma kafasını takmamaktadır. Bu bakımdan AB’nin çıkarları Türkiye’deki yönetimle zıtlaşmaktan kaçınmayı gerektiriyor.

Bütün bu koşullar bugün için böyle ancak AKP rejimi tarafından bu koşulların daha uzun süre taşınamayacağı açıktır. İçeride yaşanan, derinleşen ekonomik ve toplumsal eşitsizlikler, adaletsizlikler, baskılar rejimin toplumsal tabanını her geçen gün daraltmaktadır. Toplumun en dinamik kesimleri artık taşma noktasına geldiği hissedilen bir basınç altında sandıklara gidecektir. Hatta Tayyip yandaşları için de durum radikal olarak farklı değildir. O tarafta da heyecan kalmamıştır. Heyecan kaybedilmiştir. Siyasal olarak  bu olguyu da muhalif basınca dahil edebilirsiniz.

Bence bu toplumsal basınç hükümeti, rejimi olası sandık marifetiyle göndermekten çok Tayyip ve ekibinin beklenen yeni bir “seçim zaferi” sonrası için önemlidir, anlamlıdır. Artık bu söz konusu geniş, dinamik kesimlerde, önüne set çekilemeyecek, sandıklarla engellenemeyecek bir değişim arzusu ve kararlılığı ortaya çıkmıştır. Bu kararlılığın Haziran 2013’ü gölgede bırakacak sonuçları olacaktır. Yağma, rant, kâr sarhoşluğu içindeki Türkiye sermaye sınıfı bu hali okuyamamaktadır.

Emperyalist bir planın gereği olarak olağanüstü bir rejim olarak dizayn edilip sahaya sürülmüş, 16 yıldan beri büyük pisliklere gırtlağa kadar batmış olduğu halde  iktidarda bulunan AKP yönetiminin bir seçim sonucunda gitmesini beklemek pek gerçekçi görünmemektir.

Doğru, BOP çöktü, onun bileşenlerinden olan Türkiye’deki rejimin hesapları da alt üst oldu. Ancak emperyalizm bölgesel emellerinden vazgeçmiş değil, bölgede tutunmaya çalışıyor. Yeni ittifaklar peşinde, rakiplerine tavizler vermekten, geri adımlar atmaktan da kaçınmıyor. Aynısı AKP rejimi için de geçerli. AKP kurallarını tek yanlı olarak kendisi belirlediği, OHAL şartlarında empoze etmiş olduğu bu seçimlerle daha fazla idare edemez.

Seçimleri alır ama idare edemez. Zaten baskın bir seçim ihtiyacı duymuş olması dayandığı çoğunluğa, konumunu güçlendirmek için yapmış olduğu anayasal düzenlemelere rağmen idare edemediğinin açık bir göstergesidir. Türkiye’nin kabına sığmayan dinamik güçleri nezdinde epeydir AKP yönetiminin hiç bir meşruiyeti kalmamıştır. Artık seçimle, sandıkla, “milli iradecilik” oyunuyla, OHAL’le,  son olarak da, kapıya dayanmış resesyonla işleri çevirmek kabil değildir. Bugün en kitlesel haliyle açığa çıkmış bu değişim isteği sandıklara bastırılamaz. Emperyalistlerin ve onların ülkemizdeki acenteleri olan sermaye sınıfının bugün öngöremediği budur.

Afrin’den sonra Menbiç

Türk devletinin cihatçıların Rusya, İran ve Suriye hükümetinin talebi üzerine İdlib’e sürülmesinde önemli bir rol oynamış olmasının stratejik nedeni, ileriki bir zamanda, Suriye’nin kuzeyinde,  Fırat’ın batısında yer alan sınır bölgesini tamamen kontrolü altına almaktı. Suriye devletinin Fırat’ın batısından itibaren Hatay’a kadar olan alanda kontrol kurmalarına engel olmak, bu arada,oluşabilecek olası bir boşluğun askeri bir güç haline gelmeleri için çok katkı verdiği Kürtler tarafından doldurulmasına mani olarak  sahadaki etkisini, emperyalizm için “önemli oyuncu” rolünü kaybetmemekti.

Bu kontrol alanına İdlib de dahildi. Türkiye, cihatçıların oraya sürülmesini, onlar üzerinden İdlib’in de kontrolü için kabul edilebilir buluyordu. Böylece işbirliği içinde olduğu cihatçılar  sayesinde, bir yandan, Fırat’ın batısında yer alan ve Kürtlerin hakim olmaya çalıştığı alanın bir bütün olarak kontrolü daha da kolaylaşacak; diğer yandan da, Suriye devletinin komşu Halep kentindeki hakimiyetini tehdit altında tutabilecekti.

Türk devleti açısından evdeki hesap bu şekildeydi.

Bu stratejinin uygulamaya konulmasına, Fırat Kalkanı operasyonuyla başlayan Türkiye, El Bab’a yerleşti. Böylece en batıda, Hatay’la da sınırı olan  ve Kürt nüfusu ve nüfuzu sürekli artan Afrin ve Fırat nehrinin hemen batısında bulunan, ABD destekli Kürt güçlerinin kontrolleri altına almak istedikleri  Menbiç arasındaki bağlantıyı kesmeyi düşündü.

Bundan sonra diplomasinin devreye gireceği günlere yakın, Suriye devletinin İdlib’te; ABD’nin Fırat’ın doğusundaki havzada gerçekleştirmek istedikleri hamlelere yanıt olarak El-Bab’ın hemen batısındaki, İdlib’in güneyindeki Afrin’e Zeytin Dalı adı verilen operasyonla müdahale etti. Kenti işgal etmek için muhtemelen Rus ve Suriye yönetimlerinin koydukları kayıtlar ve sınırlamalarla operasyon başlattı.

Soçi’deki gelişmelere göre, muhtemelen Türk devleti bu kez El-Bab’ın doğusunda, Fırat nehri sınırındaki Menbiç’e de girmek isteyecektir. Böylece planlandığı gibi, Fırat nehrinin batısından Hatay’a kadar olan kuzey Suriye sınır bölgesi kontrol altına alınacaktır. Menbiç olmadan Türkiye’nin hesapları tutmayacaktır. Bu yüzden bir sonraki hedefin Menbiç olacağı açıktır.

Tabii bunu gerçekleştirmesi, öncelikle Afrin’deki performansına bağlıdır.  Sonrasında da,  Rusya ve Suriye devletine ve tabii ABD’ye de bir takım tavizler vermesiyle mümkün olabilir. Rusya ve Suriye devletine verilecek en önemli tavizin İdlib konusunda olacağını düşünüyorum. Ancak bu tavizin Türkiye açısından çok önemli, bir o kadar zor sonuçları olabilecektir. Halen İdlib’te en az 40 bin cihatçı bulunduğu belirtilmektedir. Kesin rakamı bilemiyoruz, ancak orada birden fazla cihatçı hükümetlerinin var olduğunu medyadan öğreniyoruz. Onlarla beraber çalışan en az iki yüz kişilik bir Türk devlet görevlisinin de orada bulunduğunu okuyoruz.

Sorun, İdlib’in Suriye devleti tarafından kurtarıldığı durumda bu cihatçılardan canını kurtaranların ne olacağıdır. Nereye gidecekleridir. İdlib’in altında Türkiye’nin vilayeti Hatay ve Türk ordusunun ÖSO ile birlikte girdiği Afrin var. Doğusundaki Halep, güneyindeki Hama ve batısındaki Lazkiye Suriye devletinin denetimindedir.

Menbiç konusunda da ABD ile önemli bir sorun çıkabileceğini sanmıyorum. Türkiye Suriye’nin kuzeyindeki sınır bölgesinin ABD ve Türkiye arasında paylaşılmasını öngörmektedir. ABD, Fırat’ın doğusunu; Türkiye, batısını kontrol edecektir. ABD burada daha önce 30 bin kişilik bir Kürt ordusu kuracağını ( bu noktada, ABD hiç bir zaman tek kartla oyun açmaz. Cihatçıları sahada elinde tutmaktan tamamen vazgeçmeyeceğini ısrarla belirtmek isterim) açıklamıştı. Türkiye buna mukabil biraz homurdanmış, bunu Afrin’e müdahale gerekçesi olarak telaffuz etmiş, ama beklendiği gibi ABD’nin girişimine zımnen rıza göstermiştir.

Şunu açık olarak belirtmek lazım : Türkiye’nin, Suriye’de ABD ile uzlaşmaz bir çelişkisi yoktur. Bir takım pürüzler vardır tabii. Bunların da Afrin ve Menbiç operasyonlarıyla nispeten giderileceğini öngörmek gerekir. Türkiye’nin asıl stratejik sorunu, Suriye, İran ve Rusya iledir. Bunlarla uzlaşması zordur. Şimdiki hale bakıp aldanmamak gerekir. TC devleti bir NATO devletidir. Bunu her zaman dikkate almak gerekir.  Türkiye sermaye sınıfı NATO şemsiyesi dışına çıkılmasına izin vermez. Türkiye’nin işgallerinin altta yatan gayesi,  yeniden ABD’nin savaş bölgesindeki “baş müttefik” i muamelesi görmektir.

ABD açısından bu noktada Türkiye’den beklenen, Kürtlerin varlığının ve ABD stratejisi içindeki rollerinin sorun haline getirilmemesidir.

Özcesi Türkiye ve ABD, Suriye’nin en azından kuzeyinin iki kontrol bölgesi halinde Suriye’den -şimdilik fiilen-  kopartılmasında hemfikirdirler. Her şeyin değişmeden, işgalin erken zamanlarında öngörüldüğü gibi sürdürülebilmesi için ABD ve Türkiye’nin işbirliği kaçınılmaz görünmektedir. ABD de elbette sadece Kürtlere dayanarak Suriye’deki konumunu sürdürmesinin zor olduğunun farkındadır.

Bazı ilericilerin, Türk ve Kürt ulusalcılarının anaforuna kapılıp, “Kürt koridoru” veya “bağımsız Kürdistan” palavlarına alet olmaması gerekir. Türkiye’nin bölgesinde siyasal olarak olduğu her yerde emperyalizm ve dolayısıyla  ABD de vardır. Bunu unutmamak gerekir. İkincisi, ABD, tarihinde “devlet ve demokrasi” kurduran bir ülke hiç olmamış, bunun tam tersini yapmak, kurulu yapıları, demokratik oluşumları yıkmaksa,  onun emperyalist çıkarları bakımından varoluşsal olmuştur. Bugün de durum farklı değildir.

“Kürt koridoru” hikayesi, aslında Suriye’nin fiilen bölünmesini haklı göstermeye yarayan bir yalandır. Tıpkı, ABD’nin “demokrasi, özgürlükler, insan hakları” gibi ideolojik palavralarıyla bölgede işgallere girişmiş olması gibi.

Eğer Türk devleti gerçekten Suriye’nin bölünmesini istemiyorsa, onun meşru yönetimiyle işbirliği yapar. Onun yanında yer alır. Durum bu kadar açıktır.

Eğer Afrin ve olası Menbiç operasyonları sorunsuz gerçekleşirse, yani Türk devletine tanınan çerçeve ihlal edilmezse (Menbiç’in nispeten daha fazla zorlukları var. ABD bölgesine sınır teşkil ediyor. Arada Fırat var. Kürtlerle çatışma riski daha çok), Türkiye ve ABD’nin yeniden birbirleriyle iman tazelemelerini beklemek gerekir.

Hiç şüphesiz, Suriye yönetimi İdlib’i kurtardıktan sonra artık dikkatini büyük ölçüde kuzeyine, iki kadim müttefik ABD ve Türkiye’nin işgali altındaki bölgeye çevirecektir. Çünkü bu işgallere son verilmeden Suriye üzerindeki tehdit sona ermeyecektir.

Bölgesel hesapları ve varoluşsal kayguları dolayısıyla ortak çıkaralara sahip Rusya ve İran da Türkiye’yi ABD’den uzaklaştırma girişimlerinin belli bir noktadan sonra işe yaramayacağını öngörüyorlardır. Onlar da bu fiili işgale seyirci kalmak istemeyeceklerdir.

Kısacası, Suriye’de büyük final, savaştaki ülkenin kuzey cephesinde sahnelenecektir.

Emperyalist kapitalizm ve AKP savaşsız yapamazlar 3

15 Temmuz darbe girişimi ABD’deki iktidar bloğunun neo-con kanadının ve onlarla beraber hareket eden müttefiklerinin Suriye’de ayak bağı haline geldiğini düşündükleri Erdoğan’ı gözden çıkardıkları anlamına geliyordu.

Trump yönetimi Rusya konusunda henüz tam olarak ikna olamamış görünse de, neo-con siyasetle uzlaşmış görünüyor. Suriye’de artık cihatçılar marifetiyle iş görmenin zor olduğu, risklerinin fazla olduğu anlaşılmış olmalıdır. Buradan onlardan tamamen vazgeçileceği sonucu çıkartılmamalıdır. Emperyalizmin yeni stratejisinde bu lejyoner savaşçılar önemli bir yer tutuyor.

Bu araçlar başka ülkeler tarafından da kullanıyor. Mesela, Türkiye tarafından Suriye’de; S.Arabistan tarafından Yemen’de. Sanıyorum gelecekteki bölgesel savaşlarda bu savaşçı tipinin sıklıkla kullanılacağına tanık olacağız. Bunun anlaşılır ekonomik ve siyasal nedenleri var tabii.

ABD, artık işgal ve müdahalelerine gerekçe olarak sunduğu “özgürlük ve demokratik haklar” palavrasını daha inandırıcı kılacak oyunculara, savaşçılara ihtiyaç duyuyor. Kürtleri kullanıyor, daha fazla ve daha geniş bir coğrafyada kullanmak istediği de açıktır.

Dikkat ediniz, emperyalistler stratejilerini, onun aşamalarını  kısa, orta ve uzun erimli olarak oluşturuyorlar. Tek bir planları yok. İşler her zaman yolunda gitmeyebiliyor. Strateji ve taktiklerde tadilatlar, bazen panik halinde hamleler, doğaçlamalar da olabiliyor. Ancak en başından genel olarak bir plan yapılıyor. Planın araçları, aksaklıklar halinde olası başka araçları tespit ediliyor. Nasıl tek bir plan yoksa, tek bir oyuncu, tek bir araç da öngörülmüyor.

Bu bağlamda, mesela, ABD’nin hegemonyasını sürdürdüğü her yerde solcu hareketleri, gerilla mücadelelerini tasfiye ederken, ilk Körfez Savaşı sırasında işgal ettiği bölgede, tasfiyesi hiç de zor olmamasına rağmen Kürt gerilla varlığına neden izin vermiş olduğu, yine aniden Öcalan’ın Suriye’den çıkartılıp, öldürülmeme şartıyla Türkiye’ye neden verilmiş olduğu da iyi anlaşılıyor.

Ancak, o zaman ve sonrasında da Türkiye’deki Kürt siyaseti bu durumu kavrayamamış, ya da aynı anlama gelmek üzere, kendi siyasal çıkarları doğrultusunda kullanabileceğini sanmıştı. Halen de sanmaktadır. Kendisini ABD’nin hoşuna gidecek şekilde siyasal olarak yenileme gayreti içinde olmuştur. ABD’nin bölge  siyasetiyle aynı hizaya gelmeye çaba göstermiş, sonuç olarak,  siyaseten sol devrimci kulvardan ayrılmıştır.

Özetle, emperyalistler kullanabileceklerini düşündükleri hiç bir aracı zamanı gelmeden feda etmiyorlar, deliğe süpürmüyorlar.

Şimdi, yukarıda değindiğim gibi, ABD artık Kürtleri kullanarak Suriye ve Irak’taki varlığını meşrulaştırmak, Kürtler üzerinden süreklileştirmek istiyor. Bunu da gayet açık bir şekilde yapıyor. Bu yeni yolda Türkiye’yi ayak bağı olabilecek bir ülke olarak görüyor. Açık bir şekilde, Türkiye’yi Suriye’den ve Irak’tan  dışlamak istiyor. Onun sadık, uysal bir  müttefik olarak geri hizmetleri yerine getirmesini bekliyor. Kürtleri kullanıyor,  artık bölgesel hakimiyet hesaplarını Kürtler üzerinden yapıyor.Buna göre, Türklerin engel olacağını hesaplıyor.

Devam etmeden, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra düşünsel cevvaliyeti  iyice artan, gayet yetkin  Rus diplomatik hamlelerine ya da salvolarına tanık olduğumuzu vurgulamak isterim. Rus siyaseti bir yandan sahada askeri başarılar elde ederken, diğer yandan emperyalistler ve müttefikleri arasındaki sürtüşmeleri, kararsızlıkları zekice kendi lehine istismar eden bir rol oynamaktadır. İleride bugüne dönüp bakıldığında bölge halklarının emperyalist işgale kahramanca direnmeleriyle birlikte Rus diplomasisinin bu performansına ve kalitesine de dikkat çekileceğini düşünüyorum.

Evet, ABD Türkiye’yi özellikle Suriye’de aktif bir rol oynarken görmek istemiyor. Sahadan çekilmesini talep ediyor. Ona vaktiyle verdiği fırsatı iyi değerlendirmediğini düşünüyor. Sadece sahada değil, Cenevre’de kurulacak ve Kürtlerin yer alacağı diplomasi masasında da Türkiye’nin yeri olmadığına inanıyor.  Özcesi, Suriye sorununda Türkiye’nin kendisinin attığı bütün adımları kayıtsız koşulsuz onaylamasını istiyor.

Buna mukabil, Rusya Türkiye’nin baş müttefiki tarafından dışlanmış halini görüyor, sürekli olarak ona önem verdiğinin işareti olan siyasal davranışlarda bulunuyor. Bunu yaparken Türkiye devletinin yönetiminde bulunan mevcut heyete hiç güvenilemeyeceğini de iyi biliyor. Rusya, Suriye’de askeri uçağının düşürülmesinden ve büyükelçisinin suikaste uğramasından itibaren gayet soğukkanlı, Türkiye’ye ülkenin kaygularını iyi anladığı izlenimi veren ama kendi siyasal çıkarlarını, bölge politikasını da kabul ettiren bir ülke konumundadır. Türkiye’ye ABD’nin gideremediği kaygularını anlama eğiliminde olduğunu hissettiriyor. Dışlayıcı değil, kapsayıcı davranıyor.Tabii bunları bölgesel çıkarlarını gerçekleştirmek için yapıyor.

Mesela Suriye’de Türkiye’nin sahada kalmasını ama bunu Rusya, İran ve Suriye devletinin ortak siyasetleriyle mümkün olduğu kadar aynı çizgiye gelerek yapmasını talep ediyor. Onun  askeri hareketlerini kontrol ediyor, olası askeri operasyonları için belli kayıtlar ve sınırlamalar dahilinde onay verebiliyor. Cenevre’den dışlanmış Türkiye’ye Soçi masasında yer açacağını vaat ediyor. Rusya’nın kafasında hep “kaz ve tavuk” hesabı olduğu açıktır.

Şimdi daha öncesine dönelim. Halep’in kurtarılması sırasında Türkiye’nin cihatçılar arasındaki etkisini bilen Rusya, ABD’nin hoşuna gitmemesine rağmen Halep ve havalisindeki cihatçıların İdlib’te toplanmasında  Türk devletinin aktif desteğini görmüştü. Elbette cihatçıları İdlib’e toplama Suriye ve Rusya için geçici bir önlemdi. Zamanı gelince Halep ve Akdenize çıkış bakımından önemli bir coğrafi konumda bulunan ve Türkiye’ye mesafesi bir buçuk saat kadar  olan bu kent cihatçıların elinden alınacaktı. Kent cihatçılardan temizlenecekti.

Soçi ve Cenevre öncesi, benzerini daha önceki diplomatik görüşmeler arefesinde de gördüğümüz gibi, masaya eli kuvvetli oturmak adına sahada mevzi kazanma gayretleri arttı. Suriye birlikleri İdlib’e müdahale ettiler. Halen stratejik noktalara doğru ilerlemektedir. Rusya da bilindiği gibi havadan destek veriyor. ABD de boş durmuyor. Kontrolü altındaki bölgede otuz bin kişilik bir Kürt ordusu kuracağını açıklıyor.

Sahadan dışlandığını gören Türkiye, tam bu sırada Rusya’nın kontrol alanında bulunan Afrin konusunu gündeme getiriyor. Bilindiği gibi, Rusya da Kürt kartını kaybetmek istemiyor. Hatta Soçi’ de onların da bulunması gerektiğini ifade ediyor. Böylece  bir yandanTürkiye’nin kaygularına hak verdiği izlenimini yaratırken, diğer taraftan da, Kürtlere el uzatıyor. Türk devleti, İdlib’e yönelik Rus-Suriye operasyonu karşısında mızmızlanıyor, bu sayede Afrin ödününü koparacağını hesaplıyor. Kendisi için asıl büyük sorun olması muhtemel İdlib konusunda diretmesinin yankı yapmayacağını görüyor.

Afrin’e müdahale için Rusya’nın izni gerekiyordu. Bu izin çıktı. Pekiy Rusya bu izni neden verdi?

Bu soruya yanıt vermeden önce Türkiye’nin ektiklerini biçmekte olduğunu belirtelim. Biçmeye de devam edecektir. Bir çıkmazda debelenip duruyor. Yarasa misali kendisini çevreleyen,örülmesine katkı yaptığı duvarlara çarpıp çarpıp düşüyor. Bu Suriye meselesi ta başından Türkiye’nin bir iç sorunu olmuştur. Türkiye bu yönetimden, bu emperyalist burjuva siyasetinden  kurtulmadan bu çıkmazdan kurtulamaz. Bu gerçeği kabul edelim.

Rusya, Kürtlerin hamisi rolüne soyunmuş ABD’nin kendisinden beklenen bu işlevi yerine getiremeyeceğini Kürtlere göstermek istiyor. Rusya ve Esad gerçeğini kabul etmelerinin gerekli olduğunu anlatmak istiyor. Kürtlerin ABD çıkarlarının aracı haline gelmesini kabul etmeyeceğinin altını çiziyor.

Afrin Rusya’nın kontrolünde olan bir yer ama nüfusun büyük bölümü Kürt, ve bunların  çoğu ABD’nin hamiliğine inanıyor ya da inanmak istiyor.  Yine de, çoğunluğun Suriye’den ayrılmak gibi bir gündemi yok. Rusya,Suriye ve İran Kürtlerin ABD şemsiyesi altında Suriye’nin kuzey doğusunda bir “Kuzey Irak” bölgesi yaratmasını kabullenmiyorlar. Hatırlanacağı gibi, vaktiyle Türkiye bizzat bu emperyalist emelin değirmenine “kardeş Müslim” le birlikte epeyce su taşımıştı.

Rusya, Türkiye’ye hassas olduğu Kürt sorununda ABD’ye güvenilemeyeceğini, kendisinin bu duyarlılığı anladığını göstermek istiyor. Suriye ile ilgili bütün kesimleri Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve Esad yönetiminin meşruiyetini tanımadan duyarlı oldukları konulara çözüm bulamayacaklarına ikna etmeye çalışıyor. Kürt sorunu üzerinden Türkiye’nin ABD ile arasını daha fazla bozmak, aralarındaki mesafeyi açmak istiyor.Böylece Türkiye’nin kendi etkisi altına daha fazla gireceğini umut ediyor.

Sivilleri hedef almadıkça ve doğuya Fırat havzasına doğru yönelmedikçe ABD’nin bu Afrin operasyonundan pek rahatsız olmayacağı açıktır. Görülen o ki, ABD Kürtlerden vazgeçmeye niyetli değildir. Suriye’de sahada tutunabileceği tek dal onlardır. Ancak, Afrin operasyonunun uzun sürmesi halinde kontrolden çıkma olasılığı da vardır. Bunu ne ABD ne de Rusya arzu eder. Türkiye’ye operasyon öncesi gereken uyarılar yapılmış olmalıdır.

Bu arada, demin İdlib demiştim. İdlib’teki gelişmeler, oradaki cihatçıların geleceği Türkiye’yi yakın bir gelecekte sıkıştıran en yakıcı konulardan biri olacaktır. Türk devleti orayı terk etmeleri istenecek cihatçıları Afrin’e ve civarındaki diğer yerleşim bölgelerine konuşlandırmak isteyebilir.

Gelgelelim, kuralları her zaman galipler koyarlar. Türkiye bu Suriye savaşının kaybeden tarafıdır. Şimdi zararlarını en aza indirmeye çalışıyor. Bu haliyle bunu başaramayacak. Bağımsız bir Kürt devletinin değil, ama ileride “Hatay sorunu”nun tekrar gündeme getirilmesi söz konusu olabilecektir. Bunu bir yere not edelim.

Türkiye dış siyaseti Afrin’den beklediği sonucu alamayacak. Tersine daha da dışlanacak. Suriye’de Esad’la, Rusya’yla, İran’la anlaşmayan (ABD dahil ) güçlerin kalıcı başarılar elde etmesi zordur. Suriye ile ilgili ilk yazılarımda bunu belirtmiştim. Şimdi tekrar ediyorum. Türkiye devleti Esad’ı kabullenmiyor. Esad’ın varlığı, Erdoğan’ın her baktığında yenilmiş adamı gördüğü bir ayna işlevi görmektedir. Bu şartlarda dışlanma kaçınılmazdır.

Türkiye Suriye’de en başında kaybetti. Şimdi Rusya nihai hesapları gereği, onun eline Afrin oyuncağını veriyor. Özellikle olağanüstü halin devamı için iç politikada kullanılacaktır. Sermayenin ve onun AKP’sinin (daha doğrusu bütün bir “düzen partisi”nin) savaş ve terör çığırtkanlığı yapmadan, bunu en ilkel dinci ve milliyetçi meşrulaştırma söylemleriyle desteklemeden olağanüstü hali sürdürmesi; olağanüstü hal olmadan da yönetmesi zor olur.

Türkiye’nin buradan somut, kalıcı bir sonuç alması kabil değildir. Yine Rusya kazançlı çıkacaktır. Türkiye’nin ABD’ye açıktan kafa tutması söz konusu olamayacağı için  Rusya’ya ihtiyacı daha da artacak, bu sayede Rusya’nın Türkiye’yi Suriye meselesinde eğip bükmesi kolaylaşacaktır. Kürtlere de Rusya’nın etkisini zayıflatıp, ABD’nin etkisini arttıracak Suriye karşıtı bir siyasetle  sonuç alamayacaklarının mesajı verilmiştir.

Son olarak, Orta Doğu’nun doğusu  ABD’nin yaşam alanı değildir. Kaldı ki artık Rusya buraya iyice yerleşmiştir. İran’ın buradaki etkisi iyice artmıştır. ABD yaklaşan büyük savaşın habercisi olan ön cephelerden birinde kaybetmiştir.  Ona tutunanlar bunun için bedel ödüyorlar. Ödemeye devam edecekler.

 

Emperyalist kapitalizm ve AKP savaşsız yapamazlar 2

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu açmaz, Türkiye devletinin kuruluşundan itibaren sahip olduğu burjuva karakter ihmal edilerek anlaşılamaz. Türkiye Cumhuriyeti en başından kapitalizmi öngörür, ve  burjuva toplumunu oluşturarak kendisine dayanak yapmak ister. Bir burjuva cumhuriyeti olarak kurulmuştur. Bugün de böyledir.

Devletin sınıfsal özü onun belli şartlarda, düzenini sürdürebilmek için  izlediği iç ya da dış politikalara indirgenerek anlaşılamaz. Bu yaklaşımdan ancak bir oportünizm çıkar. Bununla birlikte, burjuva karakteri değişmeyen kapitalist devletin farklı koşullarda farklı biçimlere büründüğü vak’adır. Yani içinden çıktığı toplum gibi dinamik bir olgudur.

Türkiye soğuk savaştan sonra yeni emperyalist entegrasyon koşullarında aynı devlet anlayışıyla hareket edemezdi. İşbirlikçi, emperyalist vasalı TC devleti, bağlı olduğu bu uluslararası bağlamın yeni taleplerine yanıt vermeliydi. Vasallık bağı emperyalistlerin yeni çıkarları için gözden geçirilmeliydi. AKP olmasaydı, düzenin başka bir partisi ya da lider figürü bunu yapacaktı. Bu bakımdan bugüne kadar AKP’nin izlediği siyasetin kendisinden öncekilerin izlediği siyasetten sınıfsal olarak (emperyalizmin de global çapta sınıf mücadelelerine referans verdiğini unutmayalım) farklı olmadığını tespit etmek gerekir. Elbette, amiyane tabirle, yoğurt yiyişleri arasında farklılar olabiliyor.Ama neticede aynı yoğurt yeniyor.

Türkiye’de sol camiada yaygın şekilde yapılan bir yanlış, her olağanüstü halin faşizm olarak damgalanmasıdır. “Faşizan” la  “faşizm” i birbirlerine karıştırmamak gerekir. Faşizm olmadan da faşizanlık olabilir. Ama faşizanlık her zaman faşizme delalet etmez. Sonra tek kötü, baskıcı, katil devlet biçimi de faşizm değildir. Faşizm olarak adlandırılamayacak daha zalim idareler görülmüştür. Bu noktada özellikle Orta Doğu’daki otokratik rejimleri ve Latin Amerika’ daki askeri cunta rejimlerini düşünelim. Bu yapıların Batı’da görülen klasik faşizm örneklerine göre farklı sınıfsal (mesela arkaik sınıflar, kapitalizm öncesi biçimler hala etkindir), hatta kültürel dinamikleri (mesela sekülerleşememişlerdir) vardır. Ama pekala faşizan önlemlere başvurdukları  görülmüştür. Bugün de bir çok örnekte görülebileceği gibi bu durum farklı değildir. Bence sonuçları itibarıyla bu farklılıkların pek bir önemi olmasa da, doğru kavramlarla tartışabilmek için bu uyarı gereklidir.

AKP iktidarı emperyalizm ve dolayısıyla burjuvazinin talebi üzerine oluşturulmuştur. Onun çıkarlarının siyasal temsilcisidir. Tıpkı kendisinden öncekiler gibi. AKP’nin farkı, soğuk savaş sonrasında, farklı bir dünya konjonktüründe, düşüşteki hegemonik gücün bu halini tekrar yükselişe doğru çevirmek için gözü kara hamleler yapmaya soyunduğu şartlarda iş başına getirilmiş olmasıdır.

Öncesinde, tarımsal teşvikleri, sanayide iç pazarı öngören güçlü sosyal boyutları olan politikalar emperyalist burjuvazinin talebiyle terk edilmiş, göçlerin teşvik edilmesiyle birlikte kentlerde kaçınılmaz bir  varoşlaşmaya yol açılmıştır. Varoşlaşma hakim bir kültür haline gelmiştir.

Yaratılan ekonomik ve sosyal çöküntü ortamında, solun, sınıf örgütlenmesinin yasaklanmış ya da, bastırılmış olduğu koşullarda, dinsel ve milliyetçi ideolojik söylemlere maruz bırakılmış, emperyalist finans ağlarına dahil edilmiş güçlü parasal olanaklarıyla dinsel  örgütlerin etkilerine açık çoğu yoksul kitlelerin kolayca sahipleneceği sahte bir sınıflarüstülüğe referans veren bir “kurtarıcı” beklentisi sürekli teşvik edilmiştir.

Böyle bir toplumsal-siyasal dekor içinde gerçekleşen Haziran, emekçi halk sınıfları aleyhine  politikalarını, emperyalistlerin gerici bölgesel işgal veya rejim değiştirme girişimlerini desteklemek için giderek otoriterleşen  AKP iktidarına başkaldırıydı. Bu başkaldırı halk sınıfları adına yenilgiyle sonuçlanmışsa da, burjuva iktidar bloğunu sarsan sonuçları olmuştur.

Senatör John McCain’in lideri olduğu neo-con oligarşik grupların kontrolündeki Gülen Cemaati AKP ile ortaklığına son vermiş, daha sonra yine söz konusu oligarşik yapının talimatıyla gerçekleştirilen başarısız bir darbe girişimiyle ABD, AB ve Türkiye ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiştir.

Bu dönemin bir başka özelliği,  ABD ve müttefiklerinin,  Suriye’de önce durdurulup, sonra geriletilmesidir. Bu direniş emperyalist ittifak içinde  paniğe ve çatlaklara yol açmış, bileşenlerin aralarındaki mesafenin açılmasını temin etmiştir. Rusya, İran ve Çin gibi rakip kapitalist güçlerin mevzilerini güçlendirmelerine neden olmuştur.

15 Temmuz darbe girişimi, arkasından Kürt Savaşı, Erdoğan yönetiminin emekçi halk sınıflarıyla olan mesafesinin iyice açıldığı koşullarda gerçekleşmiş, uluslararası sermayenin has adamı Erdoğan bu şartları otokratik bir rejim kurmak için fırsata çevirmiştir. Darbesini gerçekleştirmiştir. Burjuvazi adına karizmatik bir liderin yönetiminde açık otokratik bir dikta rejimi kaçınılmaz olmuştur. Süreç henüz tamamlanmamıştır. Ancak ileri aşamalara ulaşmıştır. Erdoğan’ın attığı her siyasal adımın varmaya çalıştığı nokta,  “olağanüstü hal” sözde hukukuyla üstü örtülmeye çalışılan, burjuvazi adına otokrasidir.

Buraya kadar,  AKP iktidarının da emperyalist bağlaşıkları gibi terör, şiddet, korku salma, açık savaş,  (soğuk savaş devri burjuva söylemiyle) “totaliter baskı” araçlarını kullanmakta olduğunu, sürekli bir olağanüstü hal rejimiyle işlerini çekip çevirmeye çalıştığını belirtmek isterim.

Erdoğan, merkezinde mezhepsel-dinsel ve ırkçı-milliyetçi vurguların ağırlığını taşıyan geleneğin yer aldığı hayli eklektik, tutarsız, birbirleriyle bağdaşmaz öğelere referans veren  ideolojik söylemiyle emekçi halk sınıflarının siyasal bilincinde şoklar yaratıp, gedikler açmaya gayret etmektedir. Burjuvazi ve AKP’si bütün bunları yapmazlarsa iktidarda kalamayacaklarını, yönetemeyeceklerini gayet iyi biliyorlar. Che’nin çok bilinen bir benzetmesindeki “bisiklet” ve “devrimcilik”  ilişkisi, burada, AKP iktidarı ve savaş, terör arasında kurulabilir.

İşte bu son -ama sonuncusu olmayacak- savaş kararı bu şartlarda alınmıştır.

 

Emperyalist kapitalizm ve AKP savaşsız yapamazlar 1

Daha önce bir kaç kez, en gelişmişlerinden başlayarak, kapitalist devlette soğuk savaş sonrası değişen dünya  koşullarının ihtiyaçlarına yanıt veren yapısal değişimlerin gerçekleştiğini belirtmiştim.

Elbette toplum ve devlet birbirlerinden kopuk gerçeklikler değildir. Devlet toplumun içinden çıkar. Onun bütün çatışmalarını bağrında taşır. Emperyalist hegemonya mücadelesinin şiddetlendiği “olağanüstü şartlar” da kapitalist devletin yapısal değişimleri kapitalist toplumların bu şartlara göre yeniden dizayn edilmesi gayesini öncelikli olarak öne çıkartıyor.

Kapitalist dünyanın geniş bir kesiminde reel ekonomik yapıların finansallaşma lehine erozyona uğratılması, kronik işsizlik ve düşük ücretli  işgücü sorununun yol açtığı yaygın toplumsal rahatsızlıkların kapitalist sistemin temellerini sarsabilecek bir tehdit haline gelmesini önlemek için devletin önlemler alması gerekiyor.

Bir yandan emperyalist siyasetin uluslararası işgalci, müdahaleci hamleleri ve bunların uluslararası alanda yol açtığı sonuçlar; öte yandan, bu hamlelerin gerçekleştirilebilmesi için emperyalist ve kapitalist devletlerin kendi içlerinde geçirdikleri dönüşümler bir bütün olarak görülmek, bu şekilde analiz edilmek zorundadır.

Bunun için, mesela, kapitalist devletlerin kendi ülkelerinde emek güçleri üzerindeki baskıyı arttırmak için, zaten büyük ekonomik eşitsizlikler içinde bulunan ülkelere yönelik işgal ve müdahalelerin sonucunda buralardan sürülen ve ekonomik olarak daha gelişmiş bölgelere doğru kitlesel olarak göç eden insanların oynadıkları role bakmak yeterlidir.

2.Savaş sonrası soğuk savaş döneminde, kapitalist ideolojik söylemlerin sosyalist ülkelere karşı kullandıkları merkezi bir tema olarak “totalitaryanizm”  kavramı etrafındaki argümanlarının, bu söyleme destek olması için organik aydınlarına sipariş ettikleri sosyolojik çalışmalarda  işlenen iddiaların,”sanat yapıtları” nda örülen totalitaryanizm epizotlarının bugün bizatihi söz konusu kapitalist devletlerin gerçekleri olduğunu tespit ediyoruz.

Bugün herkes, her yerde, en mahrem alanlarında dahi gözleniyor, izleniyor (hatta insanlar cep telefonları, diğer sosyal medya araçları sayesinde bunu gönüllü olarak yapıyorlar) ve tabii daha en başından yönlendirilip, engellenebiliyor. Hayatı kolaylaştırması, üretim güçlerini geliştirmesi  gereken, beklenen yeni teknolojiler insanları düzenin isterleri doğrultusunda yönlendiren, izole eden, baskılayan araçlar haline dönüşüyor. Modern burjuva iktidar ve bilgi sisteminin yarattığı “gözetleme” ağı bugün son teknolojik buluşlar sayesinde yeni radikal bir evreye ulaşmıştır.

Son kırk yılda gerçekleşmiş, sokaktaki insan tarafından ucuz ve kolay erişilebilir enformatik- teknolojik buluşların burada oynadığı role dikkat çekmek isterim. Bu tür teknolojik yeniliklerin egemen burjuva diktatörlüğü bakımından ana gayesi maddi anlamda mecali, toplumsal anlamda meşruiyeti, inandırıcılığı kalmamış kapitalizmin  maruz kalabileceği toplumsal kalkışmaların önünü alabilmektir.

Kapitalizm 1960’ların son yıllarından itibaren içinde girdiği durağanlaşma sorununa karşı verdiği uluslararası düzeyde finansallaşarak genişleme tepkisini sürdürebilmek için bu tür teknolojik buluşlara ihtiyaç duymuş, onları teşvik etmiştir.  Finansal olanaklarını sadece buna yönelik üretimleri değil, bunların yaygın olarak tüketilebilmesi için de  kullanmıştır.Kullanmaktadır.

Bu koşullarda, kapitalizmin bütün demokratik iddiaları öncelenmemiş ölçüde boşa çıkmış, son teknolojiyle, total olarak gözetim altında tutulan toplumlarda, demokrasi bir “show business” faaliyeti haline getirilmiştir. Yukarıdaki tespitler dikkate alınmadan bu değişimin ekonomi-politiği kavranamaz.

Çıkmazdaki kapitalizmin ana stratejisi, dün olduğu gibi bugün de, sosyalist devrimci alternatifin önünü kesmektir. Yani esas mücadele ekseni halen kapitalizm ve sosyalizm, ya da emek ve sermaye arasındadır.

Kapitalist sistem sahip olduğu teknolojik imkanları, ideolojik manada, sadece geniş kitleleri avutmak amacıyla kullanmıyor. Aynı zamanda onları düzeni sorgulama araçlarından da mahrum kılmaya çalışıyor. Bu bakımdan, sosyalist dünyanın çökertilmesinden sonra dünyayı sürekli olarak “olağanüstü hal” içinde yönetmek istiyor.  Öncelenmemiş ölçüde gelişmiş bir gözetleme ya da gözetim sistemi bu bakımdan gerekli oluyor. Bu da devlet şeklinde, yapısında, “totaliter” toplumsal hedefleri gerçekleştirebilmek için değişimleri zorunlu kılıyor.

Terör gerekçe gösterilerek dışarıda yapılan sürekli askeri işgal ve  müdahaleler, zaman zaman “güçlü ve en güvenilir Batı” nın kalbi sayılabilecek yerlerde imal edilen çok kanlı, spektaküler “terörist saldırılar” hep bu olağanüstü hali sürdürebilmek için alınan tedbirler (Mesela bireysel özgürlükleri sınırlayan, özünde bir palavra olan, burjuva liberal “özel ve kamusal alan” kavramlaştırmaları hilafına yapılan yasal düzenlemeler) arasında görülmelidir. Sistemin beyin merkezi sürekli olarak söz konusu dehşet tiyatrosunu sahneleyerek bu emeline ulaşabileceğini düşünüyor.

Geçerken, Wikileaks ve Snowden ifşaatların bu söylenenleri desteklemek açısından çok değerli belgeler sunduklarını belirtmek isterim.

Kapitalist dünya tarihinde, hatta daha öncesindeki, köleci ve feodal hegemonya devirlerinde de, düşüşte olan ve eski şaşalı günlerine geri dönmesi mümkün olmayan hegemonik güçlerin bu konumları sönerken çeşitli ideolojik dekorlar,kılıklar içinde, savaş, terör, cadı avları, kitlesel kıyımlar, kitlesel sürgünler gibi  temaların öne çıktığı dehşet sahneleri hazırlamış oldukları vak’adır.

Bugün iyice nettir, kapitalizm bu söz konusu dehşet tiyatrolarını global çapta sahnelemeden, buradan hareketle meşrulaştırmaya çalıştığı  sürekli olağanüstü hal uygulamaları olmaksızın kendisini sürdüremiyor.

Kapitalizm sadece yeni olarak sahip olduğu enformatik-teknolojik olanaklarla, dolayısıyla yeni ideolojik araçlara, yeni toplumsal gözetim araçlarına dayanarak değil, yeni toplumsal mücadele biçimlerini de devreye sokarak sınıf mücadelesini bertaraf etmeye çalışıyor. Bu amaçla,  “toplumsal hareketler” sosyolojisi, yapılabilirliği olmayan, kendiliğindenliğe imtiyaz atfeden,  esas olarak kültüralist bir içeriğe sahip, “birbirlerine eklemlenmiş özerk radikal toplumsal hareketler stratejisi” palavrasını parlatmak işlevi görüyor. Veyahut bir örneğini “Occupy” hareketinde gördüğümüz türden hiç bir siyasal talebi olmayan (dolayısıyla özsel olarak apolitik) medyatik “gaz alma” faaliyetlerini idealize ediyor.

Elbette bu anlayış kapitalizmin, toplumsal-sınıfsal varlık olan bireyleri izole etme, en çok küçük apolitik gruplar veya “sanal cemaatler” içine iterek mahkum etme, bilinçlerini bölme büyük stratejisine uygundur.

Buna marksist-leninistlerin vermesi gereken yanıt, kapitalist toplumun ana eksenini oluşturan sınıf mücadelesini, ulusal, cinsel, çevresel vb boyutları da ihtiva eder şekilde yeniden kavramlaştırmak olmalıdır. Esasen  Marks ve Engels’in en erken yazılarından itibaren sınıf mücadelesi kavramının (özellikle ulusal sorun ve kadın sorunu etrafında) böyle bir çerçevesinin olduğunu da biliyoruz.

Bu kısmı bitirmeden önce, son olarak,  bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Kapitalizm halen ihtiyaç duyduğu bir çok aracı yaratmak kapasitesine sahiptir. Sistem sönmektedir ama henüz çökmemiştir.Bunu görelim.  Kapitalizmin söz konusu kapasitelerini gerçekleştirememesi, onların giderek köreltilmesi  ancak sınıf mücadelesinin yükseltilmesiyle mümkün olabilir. Bu koşullarda sınıf mücadelesinin özünü oluşturan emek-sermaye çatışmasının içeriğini, onun  modern kapitalist toplumda aldığı farklı görünümlerle zenginleştiren bir söylem zarurettir.

Adalet Yürüyüşü

1-Haziran Ayaklanması ve Adalet Yürüyüşü arasında doğrudan bir süreklilik yoktur. Bu yürüyüş bir CHP organizasyonudur. Haziran, sadece AKP’yi değil, CHP de dahil, bütün siyasal düzen güçlerini hedef almış kendiliğinden bir kalkışmaydı. Bununla beraber Adalet Yürüyüşü’ne katılan veya destek veren kitleler arasında Haziran Ayaklanması’na katılmış veya destek vermiş olanların ağırlıklı bir yerinin olduğu açıktır. İki olayın yükselttiği talepler yer yer örtüşmektedir. Her iki olayda da iktidarı alma talebi yoktur. İkincisinde iktidar düşürme hedefi dahi yoktur. “Hükümet istifa” talebi CHP tarafından engellenmiş olmalıdır. Haziran’da da hem CHP hem de HDP bu talebin dile getirilmesini önlemişlerdi.

2- Haziran kalkışmasının yer yer de olsa düzen karşıtı taleplere referans vermediği iddiası doğru değildir. Özellikle sol devrimci güçlerin müdahalesi sonrasında düzen karşıtı, hatta sosyalizme referans veren talepler alanlarda meşruiyet bulmuştu. Modern zamanlarda  bir halk ayaklanmasında, kitlesel devrimci kalkışmalarda katılımcılar “sosyalist devrim” ya da somut olarak şu ya da bu devrim talebiyle harekete geçmezler. Bu kalkışmalarda, devrimlerde ön alan siyasal güçler, dayandıkları sınıfın çıkarları doğrultusunda, devrimin niteliğini belirlerler. Buna göre, sosyalist devrimciler, sosyalist devrim siyasetiyle, oluşturulmasına katkı yaptıkları kitlelerin talepleri arasında bağ kurarak devrimi sosyalist bir içeriğe kavuşturabilirler. Kitle doğrudan “sosyalizm” talebiyle ayaklanmaz. Öncü taleplerinin ancak sosyalizmle elde edilebileceğine kitleyi ikna ederse sosyalist devrim başlar.

3- Bu bakımdan, her somut siyasal sorun ya da olay karşısında, sürekli ve otomatik olarak “çözüm sosyalist devrim” demenin çıkış arayan kitleler nazarında somut olarak bir anlamı olmayacaktır. Kitlelerin bu çağrıyı yaşamlarında somutlaştırmaları, ikna olmaları talepleriyle bağlantısını kurmalarıyla mümkün olabilir. Öncü bu taleplerin sosyalist devrim hedefiyle bağlantısının kurulmasını temin eder. Yani kitlenin taleplerini devrimci siyasetin diline tercüme eder. Bu çerçevede hemen her vesileyle kitlelerin karşısına geçip,   ” Tayyip karşıtlığı ya da AKP karşıtılığıyla olmaz, düzeni hedeflemek lazım” demek stratejik olarak doğru olsa da,  taktik olarak yanlıştır.  Neticede, Tayyip ya da AKP gitmeden düzenin değişmesi kabil değildir. Bu ikisini adeta – ya o ya bu şeklinde-  karşı karşıya koyan bir imadan kaçınmak gerekir. Sonra, bugün kitleler nazarında düzenin Tayyip figürüyle özdeşleşmiş olduğunu da dikkate almak gerekir. Böyle bir kollektif özdeşleştirmenin sosyalistler için kitleyle iletişim kurmak açısından  avantajlarının olduğunu  düşünüyorum.

4- Adalet Yürüyüşü’ne karşı çıkmak, karşı çıkanlar için ahmaklıktı. Elbette bu yürüyüş kararının sermaye sınıfının onayıyla, hatta belki de telkiniyle alınmış olabileceğini düşünmek meşrudur. Zaten sermaye sınıfından gelen işaretler de buna delalet ediyor. Yine CHP’nin AKP yönetimine son verilmesi, iktidarın alınması gibi bir hedefi de yoktur. Bu halde bile yürüyüş eylemine  karşı çıkmak yanlıştı. En azından akıllıca değildi. Kitlelerin CHP’nin kimliğinden bağımsız olarak oluşmuş kollektif vicdanına saygısızlıktı. Buradaki doğru siyaset, bu eylemin  CHP tarafından daraltılmış, siyaseten hadım edilmiş bağlamıyla kitlelerin çıkış beklentisine yanıt vermesinin mümkün olamayacağının vurgulanmasıydı. Bir çok sol grup bunu yaptı zaten. CHP’nin bir düzen partisi olarak emekçi kitlelerin çıkarları bakımından AKP’den  özsel olarak farklı bir programının olmadığına, dolayısıyla samimiyetsizliğine dikkat çekilmeliydi. Böyle yapanlar da oldu. Şimdi, CHP’nin siyasal sınırları dolayısıyla kitlelerin demokratik taleplerinin arkasında duramayacağı, bu yürüyüşten sonra daha ileri, hatta tutarlı adımlar atamayacağı, mesela, 15 Temmuz’da bir kez daha “Yenikapı Hatırası” fotoğrafına dahil olacağı kitlelere söylenmelidir.  Adalet talebi haklıdır, ama CHP’nin bunun arkasını getirmesi kabil değildir.  Talep meşrudur.  Ancak CHP’nin öncülüğünde yürüyüş ilerledikçe genişletilen çerçevesiyle  gerçekleştirilmesinde partinin tereddütleri olacaktır.

5-Devrimci sosyalistler CHP’nin başını çektiği bu yürüyüşe kurumsal kimlikleriyle katılmadan destek olmalıydılar. Bunu yapanlar doğru yaptılar (Bir de, devrimciler olarak elleriyle sağa sola “bozkurt” işareti veren bir liderin arkasından yürüdüğünüzü gözünüzde bir canlandırınız. Bunu yapan, siyasi hesapları için yarın pekala” rabia” işareti de yapabilir.). Bu yürüyüşün bence en olumlu tarafı, onun “adalet” için yapıldığının vurgulanması olmuştur. Uzun yıllardan beri Türkiye sağının mottosu haline getirilmiş, doğrudan vicdanlarda yankı bulan  güçlü bir kavramla, sağın kendisini vurmak gayet isabetli olmuştur. CHP’nin bunu sözünü ettiğim bağlamda bilinçli olarak yapmış olabileceğine ihtimal vermediğimi de belirtmek isterim. “Adalet” talebiyle iktidar olanların adaletsizlikleri spektaküler olarak  ifşa edilmiştir.

6- CHP’ye teorik olarak soldan karşı çıkmanın, eğer pratiği yoksa, siyaseten bir  manası yoktur. Siz soldan inisiyatif alamıyorsanız, hamle yapamıyorsanız, meydan CHP’ye kalır. CHP’nin karşısına somut pratik bir programla, kitleleri hareketlendirecek  doğru talep ve eylemlerle  çıkmak gerekir. Zaten hayat her eyleminde CHP’nin iki yüzlülüğünü, emekçi düşmanlığını ifşa ediyor. Etmeye devam edecek. Bunu avantaja çevirecek politikalara, eylemlere ihtiyaç var.

7-Bakınız devrim olmuş ülkelerde, mesela Rusya’da, mesela Çin’de, etkili bir reformist hareket ya da reformist parti olmadığı için devrim talebi kitlesel meşruiyeti pek zorlanmadan elde etmişti. Rusya örneğinde, sadece Bolşevikler değil, Menşevikler, SR’lar ve başka küçük gruplar, farklı sınıfsal içerikle de olsa, devrim talebini yükseltmişlerdi. Oysa, mesela Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da, güçlü, etkili reformist partiler ya da gruplar vardı. Buralardaki devrimci girişimlerin başarısız olmasında bu gerçeğin çok önemli bir payı oldu. Bugün bile sol  belagatiyle Syriza’nın iktidar olması PASOK’un çöküşüyle mümkün olabilmiştir. Fransa’da son seçimlerde Mélenchon’un liderliğini yaptığı sol ittifakın başarısı, Sosyalist Parti’nin çöküşüyle mümkün olabilmiştir. Türkiye’de de, sosyalistler CHP’nin çöküşüyle siyasal bir güç haline gelebilirler. 70’lerde devrimin gerçekleşmemesinde CHP faktörünün ayrıcalıklı bir yeri vardı. Bu bakımdan CHP’ye hizmet eden politikalar (onun eylemlerini körü körüne destelemek kadar, onlara körü körüne karşı çıkmak da) sosyalistlerin kendilerini ayaklarından vurmaları anlamına gelir.

8- Devrimci sosyalistler olarak CHP bizim rakibimizdir. Onun kampımıza dahil olması mümkün değildir. Onun kulvarında yürümek sermaye düzeninin kampına dahil olmak demektir. Son olarak, bizim açımızdan CHP ve HDP, sınıf içerikleriyle aynı kampta yer alırlar. İkisi de emperyalizm icazetiyle hareket eden burjuva milliyetçisi partilerdir. Ancak ikincisinin sol timarlarıyla beraber sıkışmış olduğu dar, bölgesel etnikçi alanda devrimci sosyalist harekete, özellikle de uzun erimde,  CHP kadar zarar vermeye gücü yetmez.

Kılıç dansı

ABD’de başkanlık seçimlerine gidilirken, Orta Doğu’da, bir yandan, meşru Esad yönetimi Suriye’nin geneline hakim olmak yolunda önemli mevziler kazanıyor; diğer yandan, müttefikleri Rusya ve İran bölge siyasetine müdahale etme kapasitelerini sürekli geliştiren ülkeler haline geliyorlar, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, bir çok bölge ülkesi tarafından işbirliği yapılması gereken güçler olarak görülüyorlardı.

Bu gelişmeler yaşanırken, emperyalizmin bölgesel vasalları arasında bulunan ve cihatçı terörünün finansmanını sağlayan arkaik petrol monarşileri arasındaki farklı ekonomi-politik çıkarların, dolayısıyla farklı siyasal önceliklerin neden oldukları sürtüşmeler, çatışmalar da su yüzüne çıkıyordu.

Kim ne derse desin, Amerikan müesses nizamını oluşturan güçler arasında başkanlık kampanyası esnasındaki söylemiyle Trump’ın,  ABD ve müttefiklerinin Orta Doğu ve Avrasya’daki emperyalist ihtiyaçlarına, beklentilerine yanıt veremeyeceğine dair bir tereddüt vardı. Bu güçler işi sıkı tutup, en başından Trump’ın olası aykırılıklarının önünü almak istediler. Onun kabinesini, en üst düzeydeki bürokrasisini dizayn etmek için hamleler yaptılar. Bunun için ikna, tehdit, şantaj gibi bir çok aracı kullandılar. Geniş Trump karşıtı kesimlerin, bu arada, “anti-Trump” sol-liberal aydınların da desteğini aldılar.

Malum, bu sonuncular her yerde, kendi başlarına belli bir programa sahip bir siyaset olarak değil,  düzenin, emperyalist burjuvazinin ihtiyaçlarına göre salınan, salınımlarını sürekli olarak “yetmez ama evet” belagatiyle meşrulaştırmaya çalışan, salt ideolojik işlev yüklenmiş bir tür “entelektüel” cemaattir.

Trump daha kampanyasının en erken zamanlarından itibaren  İran’ı başlıca hedef ülke olarak tanımlamış, düşmanlaştırmıştı. Öncelikli düşman İran olmalıydı. Düşmanlar arasında, Brzezinski doktrini çerçevesinde, İran yerine  Rusya ve Çin’e öncelik tanıyan Obama yönetimini bu açıdan sert bir şekilde eleştiriyordu.

Trump başkan olur olmaz, Suriye’nin teritoryal bütünlüğü adına sürekli ilerlemeler kaydeden Şam yönetimine karşı doğrudan saldırılar başlattı. Açık provokasyonlara girişti. İsrail ve S.Arabistan gibi, adeta İran korkusuyla yatıp kalkan ülkelerle ittifakını konsolide etti. Trump’ı kontrol eden neo-con güçler ellerini çabuk tutmak istiyorlar. İran’daki son terör saldırıları buna işaret ediyor. ABD-S.Arabistan ve İsrail’in başını çektiği güçler İran’ı, hem Suriye üzerinden hem de doğrudan  tahrik ederek bir an önce sonuca gidebileceklerini düşünüyorlar.

Bilindiği gibi, başlangıçta Trump Rusya’yı da yanına çekerek İran’ı iyice yalnızlaştırmayı planlıyordu. Neo-conlar ve Demokratlar, ortak olarak, bunun artık bölgeye yerleşmiş bulunan Rusya’nın çıkarları bakımından gerçekleşmesinin çok zor olduğunu söyleyerek ona karşı çıkıyorlardı. Şimdilik Trump, Rusya’yla ilgili bu düşüncesini -en azından- askıya almış görünüyor. Rusya’nın ekonomik izolasyonu ve NATO çemberiyle kuşatılması politikası sürdürülüyor.

Bu tekrar ivedilik ve hız kazanan süreçte, iki taraf için de, müttefiklerin karşılıklı olarak daha net, daha kararlı davranışlar sergilemesi beklenmelidir. Son “Katar krizi” vesilesiyle tanık olduğumuz gibi, taraflar arasında esnemelerin, salınmaların, kaprislerin tolere edilmeyeceğine dair kuvvetli işaretler geliyor. Katar’ın  bileşeni olduğu bölgesel emperyalist ittifak yapısının hiyerarşisi dışına çıkarak kendi başına, İran’ın ekonomi-politik çıkarlarını da gözeten özerk siyasal davranışlarda bulunmasının kabul edilemeyeceği ilan ediliyor.

Emperyalist savaşlar, emperyalist ilhaklara karşı direnişler tarihine baktığımızda, son zamanlarda bölgemizde yaşanmakta olanların hiç de beklenmeyen gelişmeler olmadıklarını görüyoruz. Emperyalizme karşı direniş, emperyalist saflarda çatlaklara, yarılmalara, çatışmalara yol açıyor. Elbette tek başına farklı çıkara sahip olmak, direniş olmadan siyasal bir anlam kazanamıyor.

İran’daki son terör saldırıları, jeo-ekonomi-politik bir olgu olarak terör aracının giderek daha geniş bir coğrafyada daha sık olarak kullanılacağına dair işaretler de veriyor. Rusya’da, İran’da, eğer direnmeye devam ederse Katar’da, bu haliyle Katar’la işbirliğinde ısrar eden ülkelerde, yine mesela, bölgede kendi başına bir güç haline gelmek için ısrarını sürdürürse, Almanya’da bu terör ve olası suikast eylemlerine sık rastlayabiliriz(1)

Buna karşın, özellikle İran’ın benzer şekilde mukabele edileceğine dair açıklamalarını da dikkate almak gerekir. Kısacası, bu gelişmeler sonucunda, ilk etapta bütün bölgeyi kapsayacak doğrudan savaş olasılığı güçlenecektir. Geçerken, emperyalist savaşların iç savaş boyutları olduğunu da tekrar hatırlatmak isterim.

Son gelişmeler çerçevesinde Türkiye’ye gelince, ülkenin Suriye ve Irak’taki son emperyalist müdahalelere, çok arzulu olmasına rağmen dahil edilmek istenmediği anlaşılmıştır. Şimdilik operasyonlardan dışlanmıştır. Bunun bir nedeni, emperyalistlerin yine şimdilik Kürt maşasını kullanmaya ihtiyaç duymalarıysa; diğer bir nedeni de, Türkiye’nin bölgedeki kökleri ta Osmanlı devrine kadar uzanan işgalci, ilhakçı ve soğuk savaş yıllarındaki amerikancı tarihsel geçmişidir. Bu hatırasıyla Türkiye adı bölge halklarının kollektif bilincinde, devlet yönetimlerinde  bir irkilmeye, rahatsızlığa yol açmaktadır.

Türkiye şimdilik Trump yönetiminden beklediklerini elde edememiştir. ABD için Suudi Arabistan ve İsrail en öncelikli bölgesel müttefiklerdir. Bu şartlarda,  Türkiye ve Katar aralarındaki ittifakı tahkim etmiş,  Rusya ve İran’la da flört etmektedirler. Katar sadece Türkiye’de ekonomik yatırımlar yapmıyor, daha geçen aylarda, Rusya’nın en büyük enerji kuruluşunun dörtte bir hisselerini satın alarak, dardaki Rus ekonomisine katkı yapmıştı. İran’la da Kuzey Gaz Sahası’nda ortak ekonomik çıkarları var. Katar’ın Rusya ve İran’la ekonomik olarak yakınlaşması, bölge genelinde kendi kontrolünde, kendi hesabına çalışacak cihatçı terör grupları oluşturması, ABD-S.Arabistan-İsrail bloğunu rahatsız etmektedir.

Katar’da yeni bir Saray darbesi olasılığı var. Türkiye’nin böyle bir durumda Katar’ın arkasında duramayacağı açıktır. Türkiye’nin ABD-Israil-S.Arabistan ittifak dairesi dışında, hatta karşısında konumlanma girişimleri sürdürülebilir değildir. Türkiye’nin bu söz konusu Troyka tarafından pek ciddiye alınmadığı, dahası, Troyka’nın kontrolünden çıkmayı göze alamayacağı da gayet iyi bilinmektedir.

Katar’da olası bir saray darbesi, Suriye, İran ve Yemen’in direnişlerinin sürdüğü koşullarda Körfez monarşileri arasındaki, bu ülkelerin kendi içlerindeki çatışmaları ancak bir süreliğine erteleyebilir. Ortadan kaldıramaz. Tersine, krizleri derinleştirir.

Son olarak, bu bölgesel koşullar devrimci durumlar tarafından kat edilmektedir. Devrimci durumlar statik yapısal konstelasyonlar değildir. Sürekli bir hareketlilik halidir. Özsel olarak sınıf mücadeleleri dinamizmine referans verirler. Belli şartlarda gerileyip, gelişebilirler. Uzun ya da kısa sürebilirler.  Bilindiği gibi, her devrimci durumdan da devrim çıkmayabilir.

Bugün Türkiye’de sürekli gelişmekte olan devrimci durumdan devrim çıkartabilmek için eksik olan, iktidarı almaya kararlı bir öznenin ortaya çıkmamış olmasıdır. Yine biliyoruz ki, böyle bir öznenin ortaya çıkması devrimci durumun ulusal bunalıma dönüşmesini temin eder. Ulusal bunalım, nesnel koşullara referans veren devrimci durumun iktidarı almak için harekete geçmiş öznel faktörle  birliği anlamına gelir. Devrimler ancak bu birliktelik oluştuğunda gerçekleşirler.

Bugün emperyalizmin genel saldırısının ve buna karşı küresel çaptaki direnişlerin yükselttiği devrimci durumlar, emperyalizmin her yeni saldırısıyla birlikte halen farklı ülkelerde farklı derecelerde ivme kazanıyorlar.

NOTLAR:

1) Bu arada dehşet yaratma gayesiyle kitleleri hedefleyen spektaküler terör eylemlerinin bir sonucu da bunların cereyan ettiği ülkelerde uygulamaya konan veya konulması planlanan olağanüstü hal önlemlerini, yanı sıra,  deniz-aşırı emperyalist operasyonları, militarizmi meşrulaştırmak oluyor. Yeri gelmişken, İngiltere’de yaşanan son terör olayları, seleflerine göre daha sol söylemle kampanyasını yürüten Corbyn karşısında muhafazkar May’e olan kamuoyu desteğini arttırmıştır. Hatırlarsak ülkemizde de, 7 Haziran seçimleri sırasında bunun bir  benzeri yaşanmıştı.