Erdoğan ve AKP’si Gezi ayaklanması sırasında fiilen ömrünü tamamlamıştı. Son kullanma tarihi dolmuştu. Ancak bölgemizde bir yandan, ABD ve müttefikleri ile Rusya ve müttefikleri arasında cereyan eden çekişmelerin (henüz çok ısınmamış olması nedeniyle) yarattığı yeni manevra alanları; diğer yandan, Gezi halkının örgütsüzlüğü, içeride iktidara talip bir muhalif siyasal heyetin ortaya çıkmaması, başka bir ifadeyle, AKP iktidarına payanda olmayı, ona alternatif olmaya tercih eden düzen partilerinin mevcudiyeti dolayısıyla konumunu devam ettirebildi.
15 Temmuz’daki neo-con destekli askeri kalkışma, bilindik bir darbe girişimi olmaktan çok, Erdoğan’a gözdağı verme girişimi olarak görülebilir. Böylece Erdoğan’ın Cemaat aracılığıyla emperyalist neo-con siyasetine tam olarak biat etmesi temin edilmek istenmişti. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Beyaz Saray muhtemelen kendisine danışılmadan yapılmış bu girişimi onaylamak istemedi.
Bu gözdağı girişimi, gerek ABD ve gerekse Türkiye’de iktidar bloğunu oluşturan yönetici sınıf fraksiyonları içindeki/ arasındaki kapışmaları bir kez daha da açığa çıkarmıştır.
2013 öncesinde, çeşitli şekillerde kenara itilmiş, dışlanmış ya da sinmek zorunda kalmış, ağırlıklı olarak askeriyede yer alan ve NATO’ya kuşkuyla bakan güçler Erdoğan’a kucak açtılar. Bir anlamda onu kurtardılar. Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de Türkiye’yi kendi emelleri doğrultusunda yanına çekmek, olmuyorsa, en azından iki arada bir derede bırakmak adına, Rusya devreye girerek dış desteği sağladı. Erdoğan da muhtaç olduğu acil desteği bu iki kaynaktan temin etmiş oldu.
Bu iç ve dış olmak üzere iki destek güç giderek Erdoğan’ı çember içine aldılar. Bu arada, söz konusu kalkışmanın yarattığı toplumsal infial, Erdoğan’ın bunu fırsata çevirme becerisi, AKP rejiminin, diğer düzen partilerini de kendisine eklemlediği, tek bir düzen partisi haline gelmesini kolaylaştırdı.
Erdoğan’ın yeni iç müttefiklerini birleştiren temel Kürt sorunuydu. Erdoğan’dan üniter devlet yapısını bozmaktan şiddetle kaçınmasını, düne kadar kucak açtığı ve sahada mevzi kazanmalarına göz yumduğu Kürt siyasetiyle ilişkisini derhal kesmesini, Kürt siyasetinin kazanımlarını sahada da ortadan kaldıracak cebri önlemlerin alınmasını onaylamasını; dışarıda da, Suriye sorununda Rusya ve İran gibi ülkelerin safında yer almasını talep ediyorlardı. Astana’da Türkiye bu son şartı, fazla direnemeyeceğini bile bile bir takım kayıtlarla da olsa kabul etmişti.
“Kürt savaşı”yla geniş bir coğrafyada, üstelik de kent merkezlerinde, katliamlar gerçekleştirildi ve arkasından Kürt siyasetinin bütün akımlarına karşı anti-demokratik bir saldırı düzenlendi. Aydınları susturuldu. Böylece birinci grupta yer alan iç güçlerin beklentisi gerçekleşmiş oldu. Ancak bu “barış hali” nin (!) sürdürülmesi için bu şartlara razı olmuş Erdoğan’ın iktidarda kalması gerekiyordu.
Tabii ona kendilerine dayanmadan duramayacağı kadar bir iktidar vermek istiyorlardı. Erdoğan’a, o zamana kadar unutmuş ya da ümidini çoktan kesmiş olduğu başkanlık teklif edildi. Bir sivil darbeyle burjuva demokrasinin son kırıntılarını da silip süpürmesine destek verildi. Biraz ondan biraz bundan derme çatma, faşizan, otokratik bir idare şekli tesis edildi. Bu “güçlü yürütme” krizdeki sermaye sınıfının da çok işine geliyordu.
Dış politikada, bu doğrultuda, Rusya ve İran ile imzalanan Astana süreci devam ettirildi. Silahlı kuvvetlerin talebi, Rusya ve İran’ın onayıyla, Suriye’nin Türkiye sınırına yakın bölümlerinde Türkiye’nin, esas olarak Kürt güçlerini hedef alan, ağza bir parmak bal çalma babında, işgal ve operasyonlarına izin verildi.
Doğu Akdeniz’e tamamen yerleşmiş olan Rusya, Türkiye ile askeri ilişkilerini ileride (Türkiye için) bir bağımlılık ilişkisine dönüşecek şekilde ve kendi güvenliğine hizmet edecek surette, geliştirmek için hamleler yaptı. S 400 bu hamleler arasında şu ana kadar en önemli olanıdır. Rusya’nın rakiplerini en çok bu hamlenin rahatsız etmiş olduğu görülmektedir. Çünkü bu Rusya’nın NATO’ya sızma girişimi olarak okunmaktadır.
Aralarında bir tür fiili işbirliği durumu söz konusu olan bu iç ve dış güçler için en önemli mesele Erdoğan’ın kontrollerinden çıkmadan iktidarını sürdürmesidir. Kuşkusuz bu anti-demokratik blok Türkiye burjuvazisi içinde kısmi bir desteğe sahiptir.
Gelgelelim, özellikle TÜSİAD’da örgütlenmiş ve en önemli özelliği Batı emperyalist sermayesiyle bütünleşmiş sermaye çevrelerinin, Erdoğan yönetiminin başta ABD olmak üzere batılı müttefiklerini rahatsız eden bu 15 Temmuz sonrası açılımlarından, açık olarak dile getirmeseler de, kaygu duydukları anlaşılabilmektedir.
Ancak genel olarak sermaye sınıfının, özellikle de onun en büyüklerinin, dünya kapitalist sisteminin neredeyse yüz elli yıldan beri içine girmiş olduğu durgunluk- finansallaşma-resesyon döngüsünün son on yıldan beri giderek derinleşmesiyle, içine girdikleri borç batağı, hatta bir çoğunun fiilen batmış ya batmak üzere olması nedeniyle, devlete ve Erdoğan’a ihtiyaçları vardır. Bu yüzden aktif bir şekilde rahatsızlıklarını, kaygularını dile getirmekten sakınmaktadırlar.
Ekonomik olarak kırılganlaşmış Türkiye sermaye sınıfının Erdoğan ve onu kontrolleri altında tutan güçler karşısında hareket kabiliyeti iyice zayıflamıştır. Göbekten bağlı olduğu Batı sermayesiyle, Erdoğan ve çevresi arasında sıkışmış haldedir. Bu arada geçerken, “alt emperyalizm” hikayesine itibar etmemek gerekir.
Bu koşullar altında, Erdoğan ve ona hükmedenler bir kez daha sermaye sınıfından görece özerkleşme olanağı bulmuşlardır. Bir kez daha, çünkü gerileyen hegemonik gücün dünyada yarattığı çatışma ortamı, yer yer meydanın boş kalması, yeni manevra alanlarının yaratılması gibi, kalıcı olmayan sonuçlara yol açabiliyor. Bu bakımdan bu hal de sürdürülebilir değildir. Nitekim, 31 Mart’ta ilk spektaküler işaret gelmiştir.
Emperyalizm çağında, özellikle içinde bulunduğumuz bu geç emperyalizm çağında, emperyalizme, NATO’ya dayanmayan bir faşizm tesisi, daha da önemlisi, bunun sürdürülebilmesi mümkün değildir. Bunu faşizmin klasik iki deneyiminde, İtalya’da ve Nazi Almanyası’nda da, sonraki deneyimlerde de açık bir şekilde görebiliyoruz. Türkiye’deki otoriter rejim, emperyalist hegemonya krizinin yaratmış olduğu paralel bir “güvenlik devleti” tarafından takviye edilen arkaik bir otokrasidir.
Faşist devlet, modern bir devlet biçimidir. Faşist siyaset, faşist ideoloji irrasyoneldir ancak faşizmin hemen hemen bütün devlet kurumlarının işleyişinde bir rasyonalite vardır. Faşizm irrasyoneldir, ancak onun “devlet aklı” için aynısını söylemek, önceki iki klasik örneği dikkate alındığında, isabetli olmayacaktır. Rejimin rasyonel işleyişi olan kurumları vardır. Bunu mesela Nazi Almanyası’nda en yetkin şekliyle tespit edebiliyoruz.
Türkiye’de tek bir adamın yukarıda değinmiş olduğum güçler tarafından ipotek altına alınmış iradesi görünürdeki devlet içinde rasyonel kurumsal bir işleyişi olanaksız kılmaktadır. Erdoğan’a önerilmiş ve kabul ettirilmiş başkanlık sitemi içinde bilindik burjuva devletinin gerek demokratik gerekse olağanüstü hal şartlarına özgü olan kurumsal yapılanması tasfiye edilmiştir. Bu bakımdan,Erdoğan’a bırakılmış kısmıyla devlet kurumları görünüşü kurtarmaktan öte bir işlevselliğe sahip değildir.
Bugün ülkemizde kurumsal bir devlet rasyonalitesinden söz edilecekse, bunu, en kritik kısmını askeriyenin oluşturduğu bir tür “paralel devlet” yapısına atfetmek gerekir. Erdoğan’ı kontrol altında tutmaya çalışan ondan görece özerk olan bu yapıdır. Erdoğan’ın onu kontrolü mümkün görünmemektedir. Tersi doğrudur.
Erdoğan “tam yetkili, partili başkan” olunca gerçek iktidara erişeceğini düşünmüş, ancak kendi konumunu zayıflatmış, partisi de dahil olamak üzere, kendisini devletin kurumsal dayanaklarından mahrum bırakmıştır. Adeta bir başına kalakalmış, kırılganlığı artmıştır. Bugün 2013 öncesindeki gücünün epey uzağındadır.
Öte yandan, Erdoğan’ın halk içinde, yine de ihmal edilmemesi gereken karizmasını (Kof, erkini yitirmiş bir karizmadır artık.Tekrar kendisi için bir karizma haline gelmesi kabil değildir ) kendi politik amaçları için kullanan söz konusu paralel yapı, ya da isterseniz, “fiili devlet” Rusya’ya dayanarak, müttefik ABD’den tavizler koparmaya çalışmaktadır. Bu yapı için olası bir iktidar değişikliği Ergenekon ve Balyoz davalarıyla başlatılan döneme geri dönüş olasılığını güçlendireceği için kabul edilemezdir. Türkiye bugün el altından çıplak bir “güvenlik devleti” tarafından idare edilmeye çalışılmaktadır.
Bu bakımdan belediye seçimlerinin kaybedilmesine olan reaksiyonu sadece dar bir “arpalık” edebiyatı bağlamında değerlendirmek isabetli olmamaktadır. Süreci sadece buradan nemalanan bir takım “yandaş” kişi ve vakıfların kayıplarına indirgemek doğru olmaz. Halen Erdoğan’ı kontrolleri altında tutmaya çalışan söz konusu iki güç, Erdoğan’ın tam da şu sıralarda iktidarını yitirme olasılığından rahatsızlık duyuyor olabilirler.