İhale Türkiye’ye kalacak

Trump’ın Suriye’deki son gelişmelerle ilgili olarak, olup bitenin sorumluluğunu Erdoğan’a yükleyen açıklaması, Suriye’de yakın gelecekte gerçekleşmesi kaçınılmaz olumsuz gelişmelerle ilgili olarak ABD yönetiminin, faturayı Türkiye’ye çıkaracağının daha şimdiden ilanı olarak görülmelidir. Erdoğan’ın “kurnaz” olduğunu ima eden bu açıklama, aslında Trump’ın erken, zekice bir hamlesidir bence (Bu yazı yazıldığı sırada, Trump, bir gazetecinin sorusu üzerine, Suriye’deki durumun belirsiz olduğunu, bu belirsizliği gidermekte Türkiye’ye anahtar bir rol verilebileceğini söylüyor)

İşin doğrusu, bu Suriye işi ABD ve İsrail tarafından (İsrail, Gazze ve Güney Lübnan savaşlarını kazanamayınca) zorunlu olarak planlanmış olmalıdır. Türk devleti, muhtemelen gerçekleştirilmesi reel olarak olanaklı olmayan, bir takım vaatlerle İdlip’te kontrolünden sorumlu olduğu cihatçıları sahada yönlendirmesi, daha doğrusu, onların önünü açması için kullanılmıştır.

Cihatçı savaşçıların gereksindikleri lojistik desteğin çok büyük bir bölümünü, ayrıca bu güçlerin sahadaki eşgüdümünü de Türkiye sağlamıştır. Tabii, ABD ve İsrail’in hedef ve beklentilerine uygun olacak bir şekilde.

Türk devleti bir takım vaatlerle kullanılmıştır. Bu vaatlerin bir bölümü Kürt sorunuyla ilgilidir. Zaten NATO aparatı Bahçeli’nin bu operasyon öncesindeki girişimlerinden yapılan pazarlıkların içeriğini tahmin etmek zor değil.

Daha önce de yazmıştım. MHP, 2015’deki neo-con destekli İslamcı darbe girişiminden sonra yönetimin dolaylı bir ortağı olmaktan çıkıp, doğrudan ortak haline gelmişti. MHP, darbe esnasında Erdoğan’ın yanında yer alan, Kürt sorunu etrafında “milli” duyarlılıkları görece yüksek NATOcu Türk subayları ve güvenlik bürokrasisinin parlamentodaki temsilcisi rolünü oynamaktadır.

Hiç kuşkusuz, koalisyonun her iki ortağı da NATO’cudur. MHP kanadı, ABD’nin bölgesel Kürt grupları yerine Türk devletini muhatap almasını, Kürt çıkarları yerine Türk devletinin çıkarlarını gözetmesini talep etmektedir.

Belli ki, ABD ile bunun pazarlığı yapılmış, muhtemelen ABD, Türkiye’nin de Kürt sorunun “demokratik çözümü”nde gayretli olmasında ısrar etmiştir. Öcalan hamlesi hem böyle bir görüntü vermek adına; hem de, veya daha çok, Türk devletinin, ABD’nin verdiği sözlere güvenilmeyeceğini öngörüp, “ne olur ne olmaz” diyerek, Öcalan’la bölgesel Kürt güçleri üzerinde etkili olma, olmadı, onları bölme hesabıyla yapılmıştır.

Hem bu NATOcu Türk devletinin hem de ABD’nin Kürt ulusal sorununu çözmesi olanaklı değildir. Tıpkı, Suriye’nin yeniden işgali gibi, bu konu da, işgalcilerin taktik hedeflerine ulaşmak için kullandıkları bir araçtır.

Daha önce bir çok kez yineledim. Bu uzun bir mücadeledir. SSCB’nin tarih sahnesinden çekilmesinden sonra ivmelenerek, zaman zaman dengelenerek olgunlaşan bir süreçtir. Mücadele emperyalist, anti-emperyalist ve emperyalizmle değil ama onun mevcut hegemonik siyasetiyle çıkarları uyuşmayan kapitalist güçler arasındadır. Birinci ve sonuncu kategoride yer alan güçler, bu mücadelenin esas cephe güçleridir. İkinciler, bu sonunculara tutunarak mücadelelerini sürdürmek eğilimindeler.

Kimi solcu arkadaşların duygusallığını, karamsarlığını anlıyorum ve fakat kabul etmiyorum. Bu reel bir kavga sürecidir. Başka türlü yapılamaz. ABD de, “demokrasi”, “demokratik ulus inşası” vaatleriyle işgal ettiği Afganistan’ı savaştığı cihatçılara bırakarak kaçtı.

Evet, Suriye’de gerilememiz önemli bir olaydır. Emperyalistler şimdilik taktik bir başarı elde ettiler. Ancak, Suriye’yi kaybettiğimizi düşünmüyorum. Elbette, Suriye’de Suriye halkları kaybettiler. Sıkıntıları, acıları katmerlenerek devam edecek. Bunu öngörmek lazım.

Şimdi bakınız, Rusya, İran ve Çin, Suriye’de laik-demokratik Esad yönetimine, anti-emperyalist ve anti-siyonist Hizbullah’a ve dolaylı olarak onunla bağlantılı Hamas, Husiler gibi varoluş mücadelesi veren güçlere dayanıyorlardı. Bunu Şii ekseni olarak değerlendirmek, emperyalist propagandanın aleti olmak anlamına gelir. Suriye nüfusunun yarısından biraz fazlası Sünni, Hamas ve Filistin halkının kahir ekseriyeti Sünni.

Şimdi bir de, emperyalist-siyonist güçlerin dayanaklarına bakalım: Oradan buradan toplanmış Selefi cihatçılar.

Yani “demokratik Suriye”yi bunlar mı kuracaklar? Halep’te, Şam’da, Hama’da hapishaneleri boşaltıllar. Peki, kimse bu cihatçılar yıllarca yönettikleri İdlip ne yaptılar diye sormuyor. Hapishaneleri tıka basa doldurdular. Kadınları “zina” yaptıkları için taşlattılar. İdlip en fazla beyin göçü veren kent oldu. İstanbul’da karşılaştığım sıkı İhvan sempatizanı iki mühendis cihatçıların yönetimindeki İdlip’ten kaçmışlar, Almanya’ya gitmeye çalışıyorlardı.

Cihatçılar İdlip’de ne yaptılarsa, daha fazlasını şimdi Suriye’nin her yerinde yapmak isteyeceklerdir. Onların kontrol edilmesi olanaklı değildir. Onun için “ihale Türkiye’ye kalacak” dedim. Trump olacakları gördüğü için şimdiden gerekçeyi hazırlamış.

NATO, ABD ve İsrail bugün için Suriye, Filistin ve Güney Lübnan’da taktik bir başarı kazanıp, mevziler elde ettiler. Doğru. Ama önemli olan bu mevzileri tutabilmektir. Tutabilecekler mi? Kesinlikle olanaklı değil. Ne Suriye halkını, ne Hamas’ı, ne Hizbullah’ı yenemeyecekler.

Her şeyi bir yana bırakınız, şu emperyalistlerin düştükleri sefil hale bakınız. Üstelik de ilk kez bu duruma düşmüyorlar. İşte Afganistan, işte Irak, işte Libya! Başlarına ödül koydukları “katil” ilan ettikleri, terörist ilan ettikleri paralı savaşçılara bel bağlamış, onların demokrasi getirecekleri yalanına herkesi inandırmak istiyorlar (Hatırlayalım, WikiLeaks belgeleri arasında Hilary Clinton ile halen Biden’ın Ulusal Güvenlik danışmanı olan John Sullivan arasındaki elektronik postalar yayınlanmıştı. Sullivan, daha o zaman, Clinton’a, “EQ” (yani El Kaide) Suriye’de bizim tarafımızda” diye yazmıştı).

Şimdi aynı Taliban gibi, dönüp bir süre sonra kendilerini vuracak güçlerin sırtlarını sıvazlıyorlar. Bunu yaparken Türk devletini bir maşa gibi kullanıyorlar.

Önceki yazılarda, hatta Suriye’ye ilk saldırıldığı sırada, 2011’de, Pakistan’ın ve darbeci İslamcı Ziya Ül Hakk’ın öyküsüne değinmiştim. Kabul ediyorum, tarihte olaylar arasında benzerlikler saptanabilir, ama buradan hareketle, her zaman aynı şekilde sonuçlanacakları iddia edilemez.

Yine de tekrar etmekte bir sakınca görmüyorum.

Aklıma gelmişken, emperyalistler Suriye’ye 2011’de saldıracakları vakit, 80’lerde Afganistan için Pakistan’da yaptıklarının hemen hemen aynısını, bu kez, Suriye için Türkiye’de de yaptılar. Hatta oradaki “deneyimli” kadrolarını da ülkemize taşıdılar.

Trump gelirken

London Review of Books’un 26 Aralık 2024 tarihli, 24 numaralı bu yılın son sayısında, Eliot Weinberg imzalı bir yazı yayınlandı.

Yazıda, Trump’ın bakan ve diğer üst yönetim mevkileri için aday olarak gösterdiği kişilerin çoğunun Trump gibi Florida’da yaşadıkları, sadece gerici Fox News’ü izledikleri (zaten bir bölümü bu kanalda çalışıyor) ve hemen hemen hiçbirisinin devlet deneyiminin olmadığı belirtiliyor.

Öncelikle adaylardan, Ticaret, İçişleri, Maliye, Ulusal Eğitim bakanlarının, yanı sıra NASA’nın başına atanacak kişi ile başkanın Ortadoğu temsilcisinin milyarder oldukları kaydediliyor (Bu arada hatırlatayım, seçim kampanyası sırasında verdiği bir mülakatta Biden, “Amerika ekonomik sorunlarını nasıl aşabilir” şeklindeki bir soruya, ” ülkede en az bin milyarder var, bunların ödedikleri verginin toplam toplanan vergi içindeki payı yüzde 8,2’dir” , dedikten sonra “oysa, her biri bunun bir kaç kat üzerinde katkıda bulunsa, Amerika’nın bütün borçları ödenir” demişti).

Şimdi, Trump’ın Ticaret bakanlığına aday gösterdiği kişi, sadece her türlü sosyal harcamaya değil, sermayeden alınan gelir vergisine de karşı olduğunu bir çok kez açıklamış birisi. Yanı sıra, yüksek gümrük vergilerinden yana. Trump’la birlikte, federal bütçede (bu bütçe üzellikle ülke genelinde eyaletlerarası ekonomik dengesizlikleri gidermek bakımından önemli) 2 trilyon dolarlık kesinti yapacaklarını ilan etmişlerdi. Bunun ilk sonucu da, federal memurlarının belki de çoğunun işini kaybetmesi olacak.

Weinberg, Trump’ın birlikte çalışmak istediği kişilerin ilginç özelliklere sahip olduklarını yazıyor. Örnekse, Trump’ın savunma bakanı adayının, vücudunda Kudüs Haçı dövmesi taşıyan, Haçlılık hayranı, sosyal medya sayfasında ABD bayrağı yanında AR-15 saldırı tüfeğiyle poz vermiş olduğu fotoğrafları yer alıyormuş. Bu aynı bakan adayınının, daha önce de, Amerika’yı ancak bir kutsal medeniyetler savaşının kurtarabileceği yolundaki beyanlarını okumuştuk. Bu savunma bakanı olması beklenen kişinin, kampanya sırasında, “ülke içindeki solun, marksistlerin (bilindiği gibi, bu yeni-muhafazakârlar için Demokratlar da marksisttir) işlerini kesin olarak bitirmek gerekir” demişti. Öte yandan, o da Trump gibi, NATO’ya ve BM’ye karşıdır. Bu iki kuruluşun ABD’yi engellediğini düşünüyor.

Weinberg’den devam edelim. İçişleri bakanlığına aday gösterilmiş kişi, av meraklısıymış. Bir av sırasında, av köpeğini görevini layıkıyla yerine getirmediği için öldürerek cezalandırmış. Evinde beslediği keçisini de artık “yaşlanıp, çirkinleştiği” için öldürmüş.

Sağlık bakanı adayı da ilginç(!) bir tip. Bir keresinde, evinin yakınlarındaki bir plajda karaya vurmuş canlı bir balinanın başını elektrikli testereyle kestikten sonra arabasının tavanına asarak evine getirmiş. Bunu yaparken de, bu sahnelere tanık olanlara övünerek evindeki dondurucunun bu tür “hatıra objeler” le tıkabasa dolu olduğunu söylemiş.

Aynı kişi, “otizme yol açtığı” için her türlü aşıya karşı olduğunu defalarca dile getirmiş. Weinberg, bu kişinin ve diğer adayların bir çoğunun sosyal medya üzerinden, hiç de sağlıklı olmadıkları uzmanlarca belirtilen bazı sağlık ve kozmetik ürünlerinin tanıtımını yapmakta olduklarının altını çiziyor.

Ayrıca yine bunların çoğu belli ülke ve şirketlerin lobicileri. Ha ürün satışı demişken, bilindiği gibi, Trump halen online “hediyelik eşya” satışlarını sürdürüyor. Binlerce dolarlık imzalı golfçu kasketlerinden, imzalı gitarlardan, yüzbin dolarlık kol saatlerine kadar geniş bir ürün yelpazesini kapsayan bir kolleksiyonu olduğu anlaşılıyor. Parayı veren alıyor. Herhalde başkan seçildikten sonra şimdilerde bu koleksiyon -eğer hâlâ tükenmemişse- tükenmek üzeredir. İşadamı! Kampanya giderlerini karşıladığı gibi, muhtemelen an itibariyle, kâra da geçmiştir.

LRB’deki yazıdan aktarmayı sürdürüyorum. Eğitim bakanı adayı, böyle bir bakanlığa gerek olmadığını, “ulusal eğitim” diye bir anlayışın yanlış olduğuna inanıyor. Ayrıca, kendisi dolaylı olarak çocuk tacizcisi olmakla suçlanıyor. Üstelik de, ilk kez değil. Annesi bile onun “iflah olmaz bir ahlaksız” olduğunu söylemiş.

Dış işlerine aday gösterilen kişinin faşist, neo-faşist düşüncelerini sergilediği bir kaç kitabı olduğu zaten biliniyor. Yine bilindiği gibi, bu zat müslümanlara, özellikle İranlılara, bu arada, Çinlilere ve Ruslara karşı da nefret hisleriyle dolu olduğunu saklamıyor. Daha önce de yazmıştım. Ailesi Meksika üzerinden yapılan kokain ticaretiyle de alakalı.

Bu bakan etrafında yürütülen tartışmanın en eğlenceli yanı, Trump’ın ilk döneminde onu ağır sözlerle eleştirmiş olmasıdır. O zaman Trump için ” ABD tarihinin en kaba başkan adayı”, muhtemelen kendisi de online kozmetik ürün pazarlayıcısı olduğundan, “en ucuz makyaj malzemelerini, en kalitesiz bronzlaştırıcı spreyleri tercih eden hıyar”, “hiçbir konuda fikri olmayan bir cahil”, “Üçüncü dünyanın güçlü adamı” , “altına kaçıran herif” gibi, bizim Soylu, Bahçeli, Kurtulmuş gibi devlet büyüklerimizin dahi ağızlarına almaktan kaçınacakları şeyler söylemiş.

Tabii, Amerika’nın “demokrat” medyası (ister istemez aklımıza hemen Fox’un “liberal emperyalist” rakibi CNN geliyor) adamı karşılarında bulunca hemen sormuşlar: ” Yav sen değil miydin daha kısa bir süre öncesine kadar bu lafları eden, şimdi ne oldu da Trump’ı yere göğe sığdıramıyorsun?”

Adam, bizim kimi müteveffa kaşar politikacılarımızın veciz söz söyleme derinliğine ve pişkinliğine henüz erişememiş olduğundan herhalde, “dün dündür, bugün bugündür” diyememiş, “valla o zaman Trump’ı kişisel olarak tanıma onuruna henüz nail olmamıştım” mealinde bir yanıt vermiş.

Bunların dışında, Federal İletişim Dairesi’ne (Bizdeki Cbaşkanlığı Dezenformasyon Dairesi Başkanlığı’na mı tekabül ediyor?) aday gösterilen kişi, yönetime geldiğinde Trump karşıtı bütün medya ağlarını cezalandıracağını; FBI başkanlığına aday gösterilen zat, Trump’ın canını çok sıkmış FBIcılardan intikam alacağını ilan etmişler. Çevre Koruma Ajansı’nın başına atanması beklenen kişi, çevreciliğe hiçbir zaman inanmamış olduğunu, çevre ve iklimle ilgili iddiaların palavra olduğunu bir çok defa dile getirmiş.

Adalet bakanlığı için adı geçen kişi, zaten Florida Başsavcısı olarak (o mevkiye Trump’ın desteğiyle gelmiş olduğu için) Trump’ın kişisel savcısı olarak görülüyor. Aynı zamanda, Katar’ın Amerika’da, Trump nezdindeki en önemli lobicisiymiş.

Az kalsın unutuyordum, Donanma’nın başında düşünülen kişinin de hayatında askerlikle hiç işi olmamış. Dahası, askerlik bile yapmamış. Kampanya sırasında, Trump’a hitaben, “başkanım eğer bu seçimi kaybedersek, bu ülkemizin son seçimi olacaktır, çünkü radikal-solcu sapıklar iktidarı ele geçirmiş olacaklar” demesiyle öne çıkmıştı.

Öte yandan, “diktatör Esad”ın, “K.Kore diktatörü” nün nepotizminden (en hafif bir ifadeyle) “yakınan” bizdeki “Foxçu”lara ve “Türk-İslamcı” CNNcilere nazire yaparcasına, Trump, bir çok göreve aile yakınlarını, akrabalarını, hatta çocuklarının “eski” arkadaşlarını getireceğini açıkladı. Örnekse, Yunanistan büyükelçisi olacağı açıklanan kadın, Trump’ın oğlunun babasının başkan seçilmesinden hemen sonra başka bir kadın arkadaş bularak ayrıldığını açıkladığı, “eski” kadın arkadaşı. Bir tür gönül alma olsa gerek. Yunanistan’a reva görülen muamele bu!

Büyükelçiliklerin bir çoğu için eş-dost ve akrabanın adları geçiyor zaten. Başkanın Ortadoğu özel temsilcisi dünürü. İsrail büyükelçiliğine aday gösterilen eski Fox sunucusu baptist fanatik bir papaz, öteden beri, “Filistinli diye bir şey yoktur” deyip duruyor.

Bu kadroların neredeyse tamamına yakını İslam karşıtı (o kadar ki, bazısı, müslümanları İsa’nın mesajını kabul etmeyip, Muhammed’e bağlandıkları için “sapkın, dinsizler” olarak yaftalıyor), Çin’e, İran’a düşman. Liberal demokratları bile “radikal sol” veya “komünist” olarak görenlerden oluşuyor.

Yukarıda yazılanlar, Weinberg’in işaret ettiklerinin sadece bir bölümü.

Suriye’yi sadece kapitalist Rusya ve İran değil, dünya işçi sınıfı hareketi, biz de feda ettik

Yalancı “Arap Baharı” sahnelenip, Kaddafi düşürülürken, Suriye’ye saldırılırken, Mısır İhvan’a teslim edilirken, devrim oluyor, “devrimci komünler”, “devrimci konseyler” kuruluyor, “yaşasın devrim, yaşasın özgürlük savaşçıları”, “kahrolsun dikta rejimleri” naraları atanlar, Suriye cihatçılara teslim edilirken yine aynı nidalarla sahneye çıktılar.

“Diktatör Esad”, “Kahrolsun Baas Rejimi”…

Oysa Esad, 13 yıl boyunca dünyanın bütün ilericileri, bu arada, proletarya için de emperyalizme, siyonizme direniyordu. Bizler, devrimciler onu yalnız bıraktığımız için sadece ABD hegemonyasına direnen kapitalist Rusya ve İran’a daha fazla dayanmak ihtiyacı duydu.

Öncesinde, Kaddafi’nin düşürülmesini de öylece izlemiştik. O zaman da, şimdi olduğu gibi, aramızda sevinenler, devrim olduğunu düşünenler oldu.

Şimdi Esad düşerken dejavu olduk. Esad yiğitçe direndi. Biz onu yalnız bıraktık. Esad’ın bu direnişi dolayıyla utanacak birşeyi yok. O gücü yettiği kadar onuruyla mücadele etti. Biz ona omuz veremedik. Utanmalıyız!

Obamaları, Clintonları, Merkelleri, Sarkozyleri, Berlusconileri, Melonileri, Trumpları, Netanyahuları, Erdoğanları, Öcalanları, Kılıçdaroğluları, Özelleri, Kaddafi’ye, Esad’a tercih ettik.

Lenin, Avrupalı Marksistlerden bir şey çıkmayacağını anlamış, Baku’da Doğu’nun bir çoğu feodal ya da yarı-feodal olan anti-kolonyalistlerini, anti-emperyalistlerini bir araya toplamış onlarla dayanışmıştı. Bu dayanışma sadece emperyalizme karşı değil, onların hizmetine girmiş, Batı’nın “demokratik sosyalist” revizyonist ve oportünistlerine de karşıydı. O sayededir ki, “Doğu” da marksizm-leninizm geniş bir alan, geniş bir kitlesel taban bulabilmişti.

Leninizm, Suphilerin Ankara tarafından öldürülmesine rağmen Ankara’daki yönetimin arkasında durmuştu. Aslolan, enternasyonalist proletarya siyasetinin emperyalizmi geriletmesi, kendisine alan açmasıydı. Bu bakımdan, emperyalizme direnen Ankara’nın marksist-leninist olmaması önem taşımıyordu. Lenin ormanı kurtarmaya çalışıyordu.

Emperyalistler, işçi sınıfı hareketi içindeki, son 30 yılda iyice palazlanmış, revizyonizm ve oportünizm sayesinde, emperyalist medyayı da kullanarak dünya solunun, işçi sınıfı hareketinin büyük kesimini Kaddafi’nin ve Esad’ın “demokrasi ve insan hakları düşmanı” diktatörler olduğuna ikna ettiler. “Devrimci iç savaşlar” yalanını servis ettiler, “halkların kurtuluşu” gerçekleşiyor dediler. İkna ettiler. Şimdilik başardılar.

Unuttukları, mücadelenin, savaşın sürdüğü, süreceği. Bir muharebe kaybetmek, çoğu zaman bütün savaşın kaybedildiği anlamına gelmez. Bugün de bu anlamı taşımıyor.

Şimdi muharebeyi Esad kaybetti. Biz de onunla birlikte kaybettik. Yok, biz biraz daha önce kaybetmiştik. O bize rağmen direndi, bizim için de direndi. Biz başından beri sadece izlediğimiz için, çoğumuz “yalancı bahar” larla kendimizi aldatırken, aslında ondan çok daha önce kaybetmiştik. Halen bu gerçekle yüzleşmekten kaçınıyoruz.

Emperyalizm, bölgemizden başlattığı “fetih savaşı” nı, ülkemizde de yaptığı gibi, İslamcı-mezhepçi ve etnik proksilerini devreye sokarak yürüttü. Bugün de aynısını yapmaya devam ediyor.

İslamcı-mezhepçilerin, Türkçü-İslamcıların, NATOcu Kürtçülerin “komünarlar”, “özgürlük ve demokrasi savaşçıları” olarak pazarlanmalarını öylece izledik. İzlemeye de devam ediyoruz. Oysa onlar hep birlikte, ittifak halinde, bize karşı bir muhabereyi kazandılar.

Revizyonizmle, oportünizmle mücadeleyi bıraktık. “Aman kimseyi incitmeyelim!”, neme lazım, sonra orta sınıfı ürkütür, bir daha onlara kendimizi beğendiremeyiz.

Kavgayı bıraktık, bizi büyük kentlerin bir iki semtine itip, oralara tıkıştırmalarını kabullendik.

Nasıl olsa, Kürt siyaseti ve CHP bizim adımıza gerekenleri yapıyor.

Onların Truva Atları olduklarını hâlâ bir çoğumuz göremiyor. Çok yazık!

Bizi içten de yıktılar. Bizi içten yıkmakta kullandıkları proksileri bu ikisi. Artık bu gerçeği net olarak görelim.

Afganistan ve Suriye

Suriye’ye yönelik işgalci emperyalist-siyonist saldırının yeni bir aşamaya evrildiği günlerde yazdığım yazıların birinde, 70’lerin sonlarından itibaren Afganistan’da ve hemen etrafındaki coğrafyada sahnelenen emperyalist oyunla, BOP devrinde, Suriye ve etrafındaki coğrafyada yaşanan gelişmeler arasındaki koşutluklara, yer yer benzerliklere işaret etmiştim.

Bilindiği gibi, Vietnam Savaşı emperyalistler adına kaybedildikten sonra çok önemli enerji kaynaklarının ve ulaşım yollarının bulunduğu Batı Asya ile ve tabii rakip Sovyet coğrafyasıyla doğrudan bağlantılı güneybatı Asya’nın emperyalistler için önemi hayli artmıştı.

İran, Afganistan ve Pakistan iç savaş ya da ona yakın olaylarla istikrarsızlık içinde kaynıyordu. İran’da ve Afganistan’da bir devrim; Pakistan’da iç savaş olasılığı güçlenmekteydi. ABD için en kolay, yani fazla riske girmeden müdahale edebileceği ülke, müttefiki Pakistan’dı. 1977 yılında bir askeri darbeyle, Pakistan tarihinin belki de en demokrat, en sol hükümeti yıkılmıştı. Başbakan Zülfikâr Ali Butto idam edildi.

Pakistan’daki bu darbe, dolaylı olarak, Afgan ve İran devrimlerini hızlandırdı. Pakistan’daki askeri darbeyi, her iki olası devrim girişimi karşısında emperyalistlerin ön alma çabası olarak değerlenirmek gerekir.

Vietnam ve Kamboçya yenilgilerinden sonra Emperyalistlerin SSCB’yi de çökertecek biçimde planladıkları büyük birleşik saldırı girişimini 1977’deki Pakistan darbesiyle başlatmak meşrudur.

Bilindiği gibi, biraz daha sonra gerçekleşecek Afgan ve İran devrimlerine gecikmeksizin ABD ve NATO’su müdahil olmuş, her iki ülkede de İslamcı cihatçılarını devreye sokmuştu. Daha doğrusu, İran’da zaten devrimin içinde yer alan İslamcıları, ehveni şer anlamında, komünistlere karşı desteklemişti.

Afganistan’a, NATO ve Pakistan tarafından taşınan cihatçıların karşı-devrim kalkışmalarını bastırmak için SSCB bu ülkeye askerlerini göndermiş, Sovyet ordusu orada on yıl kalarak emperyalizmin hizmetindeki cihatçı proksileri engellemeye çalışmıştı. Sonuçta başarısız oldu.

Tabii bu arada, NATO’nun güney kanadında, Kıbrıs olaylarıyla başlayan istikrarsızlık da halen devam etmekteydi. Batı Asya’nın kontrolü bakımından önem taşıyan Türkiye’deki istikrarsızlık, 1980’de, “Şili tarzı” bir başka askeri darbeyle emperyalizm adına giderildi.

Sovyet bloğunun çökertilmesiyle birlikte, emperyalizmin birleşik saldırı, kesintisiz “dünya hakimiyeti” stratejisi daha ileri bir aşamaya götürüldü. Bilindiği gibi, BOP stratejisi bunun ifadesidir. Bu stratejinin başarıyla uygulanabilmesi için müttefik ülkelerden başlanarak zemin hazırlanacaktı.

Bu çerçevede, Türkiye’de, Ecevit hükümeti düşürüldü. Klasik tarihsel faşist deneyimlerden biçimsel olarak farklı, yani şeklen “liberal demokratik”, içerik olarak faşist olan popülist AKP rejimi projesi devreye sokuldu.

ABD ve uydularının başını çektikleri bu büyük saldırı hamlesi çok geçmeden başını Çin ve Rusya’nın çektiği ülkelerin direnişiyle karşılaştı. Karşılıklı olarak jeo-ekonomi-politik anlamda alan açmalar, alan daraltmalar, mevzi kazanmalar, mevzi kaybetmeler, bütün bu tür mücadelelerde görüldüğü gibi, gündem oldular.

BOP planı uygulamaya konulurken, öncelikli olarak 7 ülke hedeflenmişti (bu operasyonlara komuta etmiş NATO generali Wesley Clark’ın bu konudaki itirafları hâlâ youtube videosu olarak izlenebiliyor), bu ülkeler, öncelik sırasına göre, Irak, Suriye, Somali, Sudan, Libya,Lübnan, İran idi. Yani aslında Suriye’nin sırası Irak’tan sonraydı. Bu listeye baktığımızda, İran dışında hepsine müdahale edildiğini görüyoruz. Müdahale edilenlerin hepsinde, öngörülmüş olduğu gibi, beş yılda olmasa da, yirmi yılda, emperyalizmin hedeflediği “yık, yağmala, kaos içinde bırak” sonucuna ulaşıldı.

Tabii, jeopolitik senaryolar öyle yazıldıkları gibi uygulanamıyor. Başka etkenlerin yanı sıra, direnişlerle karşılaşılıyor.

ABD 2001 sonlarında Afganistan’ı işgal etti. Elbette, ABD bu müdahale ve işgallerini “liberalizm”, “demokrasi”, “insan hakları” adına yaptığını iddia ediyordu. Halen de ediyor. Buna göre, Afganistan işgalini orada “demokratik devlet” kurmak, hatta öncesinde bir “demokratik bir millet inşası” vaadiyle yürütmekteydi.

Bunun için vaktiyle, sosyalist yönelimli Afgan demokratik devrimini bastırmak amacıyla kendisinin yarattığı ama artık kendisine meydan okuyan cihatçıları saf dışı etmesi gerekiyordu.

Önce, Afganistan’da kendisine hizmet edecek, devlet yapıları oluşturuldu. Ordu, meclis, adliye vb. Kendisine bağlı bir hükümet kurdu. Ancak kendisine karşı olan direnişi bir türlü kıramıyordu. Rusya, Çin, Pakistan gibi ülkeler, kendi egemenlik hesapları nedeniyle, direnişi açık ya da örtük olarak destekliyorlardı.

Pakistan, zaten 1978’deki Afgan devriminden sonra emperyalizmin karşı-devrim planı adına bir lojistik cephe ülkesi haline getirilmişti. Büyük bir Afganlı sığınmacı göçüne maruz kalan, Afganistan sınırı belirsizleşen Pakistan için Afganistan artık sürekli istikrarsızlık üreten bir iç mesele halinde gelmişti. O kadar öyle ki, Afganistan’da kendi başına, ABD’nin arzusu hilafına “fatih” rolü oynamak, amiyane tabirle, racon kesmek isteyen Pakistan’ın “küçük napolyon”u cunta lideri general Ziya ABD tarafından havada patlatıldı.

ABD, Afganistan’ı işgal etmişti ama ülkenin tamamını bir türlü kontrol altına alamıyordu. Kurduğu devlet, onun hükümeti de etkili olamıyor, olamadığı gibi ABD’nin verdiği bütçeyi de siyasal elitler iç ediyorlardı.

Obama başkan seçildiğinde, Pentagon kaşarları, onun toyluğundan ve acemiliğinden yararlanarak, Afganistan, Irak söz konusu olduğunda, daha çok para ve daha fazla asker talep ediyorlardı. Pentagon Obama’ya “acilen Afganistan’a 30 bin asker daha göndermemiz gerekiyor, yoksa Afganistan’ı kaybederiz” diye baskı yapıyor, başkan yardımcısı deneyimli Biden bunun yol açacağı güvenlik ve ekonomik sorunları dikkate alarak başkana ters yönde telkinde bulunuyordu.

Yani Biden daha başkan yardımcısı seçildiği dönemde, Afganistan işgalininin ülkesi için beklendiği gibi yürümediğini fark etmişti. Hatta Oabama’nın ilk döneminde başkan yardımcısı olarak Pentagon generalleriyle bu konuda tartışırken, mealen, “size 3 bin asker versem, bir kaç ay sonra 5 bin daha istersiniz, bu iş böyle yürümez” dediği medyaya yansıtılmıştı.

Biden, başkan seçildiğinde, medyaya sızdırılan bir başka konuşmasında, Afganistan’ın işgalini izleyen dönemde, ülkesinin ikisi demokrat ve diğer ikisi cumhuriyetçi olmak üzere 4 başkan gördüğünü, ancak sorunun her dönemde daha da içinden çıkılmaz hale geldiğini itiraf ediyordu.

“Bugün itibariyle, ‘Afganistanımız’ daki çatışmalarda 2.448 askerimiz öldürüldü, 20.772’si yaralandı” (Bob Woodward: War: Simon&Schuster, Aralık 2024; sayfa 51).

Biden, yanı sıra kimi “şahin” emekli Pentagon generalleri (örnekse, Afganistan’daki Amerikan birliklerine komuta etmiş olan David Petraeus) Afganistan’daki direnişin toplumsal tabanının da genişlemesiyle sürekli yayıldığını, daha büyük bir askeri hezimete uğramadan ülkeyi terk etmenin gerekli olduğunu sesli olarak düşünüyorlardı.

Zaten daha önce bu durumu başkan Trump da fark etmiş, ülkesinin Afganistan’dan çekilmesi gerektiğini, bu işgalin bütçede yarattığı ekonomik ağırlığın taşınmasının zorlaştığını, bir kaç kez ifade etmişti. Ancak, Biden onunla girdiği ilk başkanlık yarışı sırasındaki kampanyada, Trump’ı bu fikri yüzden eleştirmişti.

Nitekim, Afganistan’dan ABD askerlerini çekmeye karar verdiğinde, kendisine bu eleştirisi hatırlatıldığında, mealen, ” Trump, Taliban’la anlaşmış, ben ne yapabilirdim ki” diyerek yanıt vermişti. Oysa, Trump böyle bir anlaşma yapmamıştı. Yani Biden, sık yaptığı gibi, yalan söylüyordu. Zaten yalan söylemeden hiç bir kapitalist ülkeyi, bu arada, ABD’yi de yönetemezsiniz.

2021 temmuz ayında, Amerika, işgalin ilk yıllarında yüz bin askerinin konakladığı, Kâbil yakınlarındaki Bagram üssünü bir geceyarısı sessizce terk etti. Zaten terk etme süreci bu tarihten daha önce ufak ufak partiler halinde başlamıştı.

O arada, Afganistan’ın başında bulunan ABD tarafından atanmış başkan Eşref Gani panik halinde ABD’nin ayrılmaması için çırpınıyor. Woodward’ın adı geçen kitabında, Biden’ın Gani’yi telefonla arayarak sakinleştirmeye çalıştığı, ona, melaen, “Afganistan’daki durumun ABD için giderek kötüleştiğini, bu durumu düzeltmek için ülkesinin Afganistan’dan çekilmekten başka seçeneğinin kalmadığını” söylüyor. Gani’yi sakinleştirmek için de, ” merak etmeyin, sizin iyi silahlanmış, iyi eğitilmiş 300 bin kişilik bir ordunuz var (Şunu da hatırlatayım, ABD ordusu çekilirken bu ülkeye getirdiği en gelişmiş silahları, Taliban’ın eline geçmemesi için yakmıştı), bu gücünüzle siz, toplam askeri gücü 70-80 bin kadar olan Taliban’ı darmadağın edersiniz, biz askerlerinizi iyi savaşçılar olarak yetiştirdik” diye ilave ediyor. Aynı kitapta, Gani’nin, “yapmayınız sayın başkan, bizi Pakistan’ın tam desteğini almış, aralarında 10-15 bin uluslararası savaşçının (yani cihatçının ) da bulunduğu bir ordunun işgaline maruz bırakıyorsunuz” dediği belirtiliyor (B.Woodward, WAR:2024 : sayfa 53).

Bu görüşmenin üzerinden bir hafta geçmeden, Biden ve ABD yönetimini de şaşırtan biçimde, Afganistan köy köy, ilçe ilçe, şehir şehir Taliban’ın eline geçiyor. Afgan ordusu direnmiyor. Çoğu yerde ellerindeki silahları Taliban’a teslim ediyor. Süratle, 10 gün içinde, Başkanlık Sarayı ele geçiriliyor. Gani’nin ofisinde, onu masası başında hatıra fotoğrafı çektiren Taliban askerlerinin görüntüleri hâlâ gözlerimizin önünde.

Afgan “milli ordusu” neredeyse kurşun atmadan teslim oluyor. Ülke yöneticileri de Taliban Kâbil’e ulaşmadan süratle ülkeyi terk ediyorlar.

Bu sırada, ABD’nin barış çağrıları havada kalıyor, IŞİD bombalamalarıyla 170 civarında kişi öldürülüyor. Geri çekilmenin kansız olması planlanmış olmasına rağmen 13 Amerikan görevlisi de öldürülüyor. Bunların hepsi Taliban’ın Kâbil’e girdiği 26 Ağustos’ta oluyor, 20 yıllık Amerikan işgalinin ABD aleyhine en kanlı günü de o zamandır.

IŞİD saldırıları devam ediyor. ABD’ye hizmet etmiş bir çok kişi öldürülüyor. Biden, yönetiminin “dostlarının da yardımıyla” (burada herhelde özellikle Türkiye kast ediliyor) ancak 120 bin civarında (ABD için çalışmış) görevliyi Afganistan dışına çıkartılabildiğini belirtiyor.

Sonuç olarak, neredeyse tek kurşun atılmadan, Kâbil 10 gün içinde Taliban’ın eline geçiyor. O sırada da 13 Amerikan askeri öldürülüyor. ABD medyası bunu “hezimet” olarak ilan ediyor. Biden ise “Amerikan tarihinin en uzun savaşını sona erdirdik, bu bir başarıdır; önemli olan, Afganistan’dan artık ülkemize doğrudan bir saldırının gelemeyecek olmasıdır” diyor.

Bu arada, bilindiği gibi, bu olaydan bir süre sonra Cenevre’de, Ukrayna sorunu etrafında, Biden-Putin zirvesi gerçekleşir. O zirvede Putin, hemen anlaşılacağı gibi, biraz alaylı bir edayla, Biden’a, neden Afganistan’ı terk ettiklerini sorar. Bu alaycılığı fark etmemesi mümkün olmayan Biden’ın yanıtı manidardır: “Afganistan imparatorluklar mezarlığıdır”. (Muhtemelen, Putin’in Ukrayna’ya girme kararını almasında, Biden’ın Afganistan’dan bu şekilde çekilme kararı almış olması cesaretlendirici olmuştur. Malum, Afganistan’daki Amerikan varlığı aynı zamanda NATO misyonu çerçevesindeydi. Amerika’nın bu ani ve kaotik çekilmesinin NATO üyeleri arasında da ABD’ye karşı bir tepki doğurduğu biliniyor)

Bunları niye hatırlatıyorum?

Şimdi, emperyalizm koşullarında bir hegemonya mücadelesi yapılıyor. İsterseniz, daha önceki yazıda da dediğim gibi, bunu üçüncü dünya savaşının olgunlaşma sürecinin günümüzdeki görünümü olarak da görebilirsiniz. Taraflar, mevziler kazanıp, mevziler yitiriyorlar (Sadece coğrafi anlamda değil, ekonomik, diplomatik veya siyasal anlamda da) . Bu söz konusu süreç olgunlaştıkça, bu hal daha çarpıcı bir görünüm kazanacak, daha yakıcı sonuçları olacak. Bunu öngörmek lazım.

Son olarak, bazı solcu hatta komünistlerin Suriye’de bir “iç savaş” olduğuna dair vurguları, hiçbir şekilde kabul edilemez. Suriye’de bir iç savaş yok. Kastedilen Esad ailesinin yönetimiyse, onların devri boyunca da olmadı. Suriye’de bir emperyalist-siyonist saldırı var. Bu saldırı açık olarak 2011’de başlatıldı.

Her iç savaşın arkasında belli programatik talepleriyle bir halk olur. Suriye “iç savaşı” nın arkasındaki halk nerede? Suriye halkı hiçbir zaman Esad yönetimlerine karşı ayaklanmadı.

Bize Türkiye’de sayılarının 3 milyon civarında olduğu tahmin edilen sığınmacıların kahir ekseriyetinin “rejim muhalifleri” oldukları söylendi. Öyleyse, niye gitmiyorlar. Rejim düştü. Zaten rejime muhalefet edenler Esad ailesinin devrinden beri hiç bir zaman büyük bir kitle desteği alamamış olan İslamcılardı. İktidardalar. Buradaki “muhalifler” gidecekler mi? Gitmeyecekler. Gidenleri de daha kalabalıklaşmış olarak Türkiye’ye geri dönecekler. Hiç kuşkunuz olmasın.

Gerek Türkiye’de, gerek Batı ülkelerinde bir çok Suriyeli muhalif liberal aydınla karşılaştım. Hepsi Esadları eleştiriyorlardı. Ama hemen, “yönetim düşerse, İslamcılar iktidarı alırlar, bu yüzden ikisine alternatif oluşturacak bir siyasal güç yaratılıncaya kadar, Esad’ın arkasında durmak gerekir” diye ilave ediyorlardı. Bir ara işim dolayısıyla, Suriye’ye açık saldırı başlatıldığı sıralarda, çok sayıda müslüman, hrıstiyan Lübnan’lı liberal, burjuva iş insanlarıyla görüşüyordum, hepsi Esad’ın arkasında durmanın kendi ülkelerinin geleceği bakımından elzem olduğunu belirtiyorlardı.

Bu sözünü ettiğim Suriyeli, Lübnanlı liberal insanlar, bizdeki gibi, artık tamamen bir çöplük haline dönüşmüş akademilerde, medya dünyasında “nasibini arayan”, parayı verenin düdüğünü çalan kişiliksiz tipler değil, reel hayatın içinde, onun gerçekleriyle mücadele ederek yaşayan gerçek, sahici insanlardı. Yani kişiliklerdi.

Sonra, neden bu bizdeki tiplere “liberal” deniliyor? Bunlar liberal olamazlar. Hiç bir gerçek liberal Suriye’de bu son olanları olumlu karşılamaz. Bunlar “yeni-muhafazkâr”lar. Emperyalizmin, siyonizmin organik aydınları. Efendim, bunlar “eski sosyalist” miş, elbette, hemen hemen bütün yeni muhafazârlar dünyanın her yerinde eski sosyalistler, marksistler. Özellikle de trotskistler. Zaten bu anlayışı bir siyasal akım ahline getirenlerin başındaki kişi de eski Trotskist Irving Kristol’dı.

Trotskist akımın en sefil halleri içinde varolduğu ABD’de, İngiltere’de, bu yeni muhafazakârlığın patenti de onların ellerinde.

Bunların değişmesini mi bekliyorsunuz? Dün nasıl Türkiye’ye AKP’li ve Fethullahçı islamcıların “demokrasi” getireceğini öne sürmüşlerse, bugün de islamcıların Suriye’ye “demokrasi” getireceğini iddia ediyorlar. İşleri bu çünkü. Bu bir sınıf mücadelesidir. Onlar da emperyalist sınıfın organik aydınları, bunu unutmayalım.

Son olarak, bir önceki yazıda değinmiştim. Tekrar edeceğim. Demokratikleşme bir çok alandaki görünümleriyle işleyen genel bir süreçtir. Demokrasi, bu sürecin siyasal alandaki, farklı çıkarları temsil eden görüşler arasında açık rekabeti olanaklı kılan görünümüdür.

Devlet söz konusu olduğunda, demokratikliğin tek ölçütü demokrasi değildir. Halkın kendi yazgısı üzerinde egemen olması, siyasal egemenlik hakkını “kayıtsız, koşulsuz” kullanması demek olan cumhuriyet, aynı zamanda, devlettin yurttaşlarının dinsel, etnik, ırksal, cinsel, sınıfsal ayrımlara maruz kalmaması, bütün kimlikler karşısında yansız ve aynı mesafede olması anlamına gelir. Demek ki, laiklik, sosyal haklar, kadın hakları, emekçilerin hakları, devletin kurumsal işleyişinde güçler ayrılığı ilkesi demokratikleşmenin olmazsa, olmazlarıdır. Bu anlamda, bir cumhuriyet bizatihi büyük bir demokratik adımdır.

Bizim cumhuriyetimiz de, Suriye’deki cumhuriyet de “demokrasi” ayağı aksayan (burjuva) demokratik rejimlerdi.

Üstelik, özellikle baba Esad devrinde laiklik, kadın hakları konusunda yapılmak istenen iyileştirmeler, gerici İhvancıların şiddetli direnişyle karşılaşmış, silahlı ayaklanmalarının gerekçesi yapılmıştı. Türkiye devleti de o ayaklanmaları desteklemiş, İstanbul şehri İhvancıların siyasal karargâhı haline getirilmişti. Biraz tarih bilmek lazım.

Türkiye’de, Suriye’de, demokrasi, yani siyasal alanın demokratikleşmesi sorunluydu. Bugün Türkiye’de sadece demokrasiden değil, demokratik kazanımlardan da söz edemeyiz. Seçimler bile şaibeli, “atı alanın Üsküdar’ı geçtiği” seçimler kural haline gelmiş. Sonra, adil seçim olsa ne yazar? Seçimi kazansan ne olacak, ertesi günü senin yerine kayyım atayabilirler. Laiklik, kadın hakları, işçi hakları, sosyal haklar, güçler ayrılığı ilkesi fiilen ortadan kaldırılmış. İçeriği faşist, şekli popülist olan bir rejim var ülkemizde.

Bu halinizle Esad yönetimini mi eleştiriyorsunuz? Peki oldu, şimdi oturun aynı “demokratik” masa etrafına, bir yanınıza İmralı’daki fırıldağı, diğer yanınıza faşist Bahçeli’yi, ortaya da “reis”i alın, “Kürt sorunu” nu hep birlikte müzakere edin! Size kolay gelsin!

Dünya Savaşı tehlikesi uzaklaştı mı?

Hiçbir dünya savaşı belli bir günde, belli bir olayın vesile olmasıyla, ya da tetiklemesiyle başlamaz. Hiç unutmam, bir Amerikalı tanıdığımla Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sıralarda söyleşirken, “eyvah, 3.Dünya Savaşı geliyor” demişti.

Yani dünya savaşları ( modern zamanlardaki dünya savaşlarının, iki protipi olarak görülebilecek, Napolyon Savaşları ve Kırım Savaşı da dahil olmak üzere, 1.Dünya Savaşı, 2.Dünya Savaşı’nın cereyan ettiği merkezi coğrafya Avrupa idi. Çünkü sermaye yoğunlaşmasını, merkezileşmesini kontrol eden büyük rakip güçlerin yer aldıkları coğrafya burasıydı) bir süreç içinde, rakip güçlerin kararlı olmayan ittifaklarıyla, ileri ve geri adımlarının eşlik ettiği, o arada bir takım mevzilerin kazanılıp yitirildiği farklı etaplardan geçerek olgunlaşır, ve belli bir anda, ufak bir kıvılcımla dahi patlak verir.

Bu çerçevede, mesela, siyasal olaylar bağlamında, 1.Dünya Savaşı’nın erken etaplarını, kabaca, 1870 Fransa-Prusya savaşı, 93 Harbi, 1878’te Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli ya da Balkan toprakları üzerindeki egemenliğinin erozyona uğratıldığı Berlin Konferansı, onun önünü açtığı 1912 Balkan Savaşı olarak kabaca işaret edebliriz. Tabii arada, bu anılan olaylara göre daha az önem taşıyan, 1904-5 Rus-Japon Savaşı’nı, 1906 1.Fas Krizi’ni, 1911 Agadir Krizi’ni (ya da 2.Fas Krizi) ilave edebiliriz.

Ancak bütün bu siyasal krizleri yaratan Britanya İmparatorluğu’nun kapitalist- emperyalist bir karakter kazanmış hegemonyasının, esas olarak, Almanya gibi yükselen yeni kapitalist-emperyalist bir gücün de meydan okuması nedeniyle sönme sürecinin ivme kazanmış olmasıydı. Bütün bu gelişmeler, bugün de olduğu gibi, kapitalizmin aşırı üretim, azalan kâr oranları yasasının devreye girmesinin, yani genel olarak kapitalizmin bunalımının siyasal görünümleriydi.

Bu açıdan bir değerlendirme yapıldığında, halen 3.Dünya savaşının bir süreç olarak başlamış olduğunu, devam ettiğini, koşulların farklı tempoda da olsa, sürekli olarak bu süreci olgunlaştırdığını söyleyebiliriz. Bugün için bu sürecin durdurulmasının ya da anlamlı ölçüde ötelenmesinin halen mümkün olabileceğine dair bir inancı seslendirenler var.

Bu kişi ve çevrelerin, son zamanlarda, sunabildikleri birbiriyle bağlantı iki argüman var: Nükleer silahların kullanılmasının kaçınılmaz olacağı böyle bir savaşın göze alınamayacağı, ve Trump gibi bir başkanın da bunun bilincinde olarak barışçıl bir politika vaat etmesi.

Önce şunu hatırlatmak isterim, 2.Dünya Savaşı da nükleer bir savaştı. ABD, hiç gereği yok iken, savaşın sonunda, daha çok SSCB’ye gözdağı vermek için Japonya’ya iki nükleer saldırı gerçekleştirmişti(1). Muhtemelen, eğer SSCB hidrojen bombasını üretmemiş olmasaydı, ona karşı da nükleer bir saldırı gerçekleştirilecekti.

Emperyalistlerin sadece şu son Ukrayna ve Suriye’de, Filistin’de yaptıklarına bakarak, hem geçmişte yaptıklarını hem de gelecekte yapabileceklerini daha iyi kavramak olanaklıdır.

Beşar Esad 2017’de, bir ABD haber kanalına verdiği mülakatta, ABD’de başkanların siyasal kararlarda belirleyici bir konumlarının olmadığını, başarılarının Amerikan devleti için ölçütünün Amerikan derin devletinin önlerine koyduğu politikaları uygulama kapasiteleri ya da performansları olduğunu söylüyordu. Yani Esad, ha Trump ha bir başkası fark etmez demek istiyordu. Bu arada Esad, “ABD derin devletinin müttefiki, müttefikleri yoktur. Olamaz. Onun sadece uyduları, maşaları, kuklaları vardır” diyerek, gayet önemli bir şey daha söylüyordu.

Trump, Kasım ayında seçimi kazanır kazanmaz, ABD derin devletinin hizmetindeki “çekirdekten yetişme” Biden onun kucağına, barışçı bir bir biçimde yaklaşacağını tekrar tekrar duyurduğu Ukrayna sorununu daha da tırmandıracak bombalar bıraktı.

Bilindiği gibi, bu tırmandırma hamlesi karşısında, Putin de, Oreshnik Füze sistemini Ukrayna üzerinde başarıyla deneyerek caydırma hamlesini gerçekleştirdi. Bu Oreshnik füzeleri sesten on kat hızlı, adeta bir meteroid etkisi yaparak hedefine çapıyor. Şu an itibarıyla, bu füzeyi hedefine ulaşmadan imha edebilecek bir füzesavar sistemi kimsenin elinde yok. Üstelik, konvansiyel silah kategorisinde de değil, nükleer savaş başlıkları da taşıyabiliyor.

Yani nükleer caydırıcılığın belli bir aşamada (Son Putin doktrinine göre Rusya’nın egemenliği bir askeri ittifak -NATO olarak okunmalıdır- tarafından hedef alındığında, tereddüt edilmeden taktik nükleer silahlar kullanılması seçenekler arasında olacaktır) işlevsiz kalabileceği artık telaffuz edilebiliyor.

Gelgelelim, beklenen savaşın patlak vermesini önleyecek ya da daha da öteleyecek bir eğilimin rakip güçler arasında güçlenmekte olduğunu iddia etmemizi meşrulaştıracak bir takım gelişmeler de oluyor.

Önce, Trump Ukrayna’da “acil ateşkes” çağrısında halen direniyor. Sonra, Rusya’nın konvansiyel olmayan çok etkili orta menzilli bir füzeyi ilk kez Ukrayna’da kullanması, ardından Suriye’nin feda edilmesi, rakip güçlerin, en azından bir süreliğine, kendi dar bölgesel etki alanlarına odaklanacakları izlenimini yaratıyor.

Trump, ülkesinin toparlanmak için bir süre kendi coğrafyasına çekilmesi anlamına gelen açıklamalar yapmıştı. Çin, zaten son ekonomik gelişmelere bakıldığında, bölgesine daha fazla odaklanmayı hedefliyor. Özellikle ÇKP Politbürosunun 15 yıldır kararlılıkla uyguladığı sıkı para politikasını gevşetme, faizleri düşürme kararlarıyla, iç pazarın, kamu harcamalarını da arttırarak canlandırılması gibi sonuçlar doğurması öngörülmektedir.

Öte yandan, Çin zaten kendi bölgesinde artık hemen hemen hegemonik bir güç haline gelmiştir. Sadece bölgesinin devasa ekonomik potansiyeli dahi Çin ekonomisinin, eski oranlarında olmasa da, büyümesini sürdürmesini temin edecek düzeydedir.

Bir de, BRICS var tabii. Bu yapı büyük ve reel bir ekonomik olanağa tekabül ediyor. Çok büyük bir parçası Asya’da konumlanmış (Trump bunu ekonomik araçlarla nasıl çalışamaz hale getirebilir? ).

Sonra, anti-hegemonyacı güçlerin başını çeken Çin ve Rusya (son Suriye olayı örneğinde olduğu gibi) jeo-politik bir mevzi yitirirken, aralarındaki ticareti, ve dünya ile ticaretlerini de tabii, ABD hegemonyasının reel kontrolü dışındaki çok daha ekonomik bir ulaşım yolu olan-Rusya ve Çin arasındaki deniz ulaşımı mesafesi yaklaşık 2 hafta kısalıyor- Arktik Denizi üzerinden, hiç mola vermeksizin, ilk kez hiç hız kesmeksizin gerçekleştirdiler. yani ticaret yolları söz konusu olduğunda kendilerine alternatif bir alan açtılar. Bu da çok önemli bir jeo-ekonomi-politik kazanımdır.

Rusya ve İran’ın Suriye’den çekilmeleri de içlerine daha fazla odaklanma eğilimlerinin bir işareti olarak görülmelidir. Şu an için görünüm, sanki Trump ABD’si ve rakipleri karşılıklı olarak stratejik bir denge halini kendi alanlarına çekilerek gerçekleştirmek istiyorlar. Eğer böyle bir durum gerçekleşirse, bunun ne kadar sürdürülebilir olduğunu tahmin edemeyiz tabii.

Bu açıdan bakıldığında, Rusya ve İran için çok önemli bir jeo-politik kayıp olarak görünse de, Suriye bu rekabet içinde sadece kaybedilmiş bir muharebe olarak görülmek gerekir. Bizim için elbette çok önemli sonuçları olacak gibi görünmektedir. Ancak ben genel tabloya, bu anti-hegemonya mücadelesinin asli taraflarının karşılıklı konumları açısından bakmaya çalışıyorum.

Daha çok mevziler, Suriyeler, kazanılıp kaybedilecektir(2). Belli mi olur, bir bakarsınız, Rusya, Akdeniz’de başka, çok daha önemli “Tartus’lar” bulmuş… (3)

Yalnız, şunu bileceğiz, emperyalizm varsa, savaşlar, dünya savaşları kaçınılmazdır. Altta yatan temel sorun, kapitalizmin aşırı üretim, azalan kâr oranları belasına yazgılı olmasıdır. Emperyalizm bu yazgıyı hızlandırmak gibi bir işlev görmektedir. Emperyalizm kapitalizmin en yüksek aşamasıdır demek, onun kötü kaderinin de artık en yüksek aşamasına erişmiş olduğu anlamına geliyor.

NOTLAR:

(1) Bir an için bu bombaları Stalin’in SSCB’sinin atmış olduğunu düşünelim. Emperyalist anti-komünist propaganda bunu nasıl kullanırdı? Söz konusu ABD olunca, herşeyi yapması mübah oluyor. Çünkü ne yaparsa, “insan hakları” ve “demokrasi”, “uluslararası toplum” için yapıyor. Sahte yalan belgelerle SSCB’nin Ukrayna’da, şurada burada kitlesel halde katlettiği insanlardan söz edenler, ABD’nin nükleer silahı ilk kullanan ülke olduğunun lafını bie etmiyorlar. Aynı şekilde, Gulag’da -R.Medvedev’e göre 60 milyon; Solzenitsin’e göre 110 milyon kişinin öldürülmüş olduğu yalanını yayanlar, halen ABD’nin Küba adasındaki Guantanamo esir kampında nelerin olup bittiğini, orasının nasıl cihatçı terörist eğitim merkezi olarak kullanıldığının sözünü dahi etmiyorlar.

Ha Gulag’a gelince (Gulag, zorunlu çalışma kamp ve kolonilerinden oluşan bir hapishaneler,daha doğrusu, bir cezalandırma sisteminin adıdır), şimdi Rusya’daki anti-Sovyet Putin yönetimi, Rusça wikipediada arşiv belgelerine dayanarak, yıl yıl mahkum ve ölü sayılarını yıllar önce yayınlamıştı. 1918-1960 yılları arasında ölen mahkumların sayısı yaklaşık 1,6 milyondur. Bunların kahir ekseriyeti adi mahkum ( mesela, 1951’de toplam mahkum nüfusu yaklaşık 2,6 milyon kadar, bunların 580 bine yakını politik mahkum) ve aklımda kaldığı kadarıyla, yarıya yakını Sovyet halklarının da kurbanı olduğu salgın hastalıklardan dolayı ölüyor. Mesela otuzlu yılların başındaki tifüs salgınında. Bir de tabii savaş koşullarının tüm Sovyet halkları için yarattığı beslenme sorunları vardı.

Bu arada, en az 15 ülkeden oluşan emperyalist koalisyonun yaklaşık yüz bin askerle müdahil olduğu iç savaşta öldürülen milyonlarca Sovyet yurttaşından, yine emperyalist 2.Dünya Savaşı’nda öldürülen 27 milyon Sovyet yurttaşından söz edilmez.

(2) Suriye’de bir “iç savaş” yoktu. Esad yönetimine karşı halk hiç bir zaman ayaklanmadı. Esad halkıyla savaşmadı. Türkiye’nin “liberalleşmiş” solcuları, komünistleri ısrarla, Batı liberal medyasının etkisi altında “iç savaş” demekte ısrar ediyorlar. Suriye’ye karşı emperyalist bir saldırı vardı. Madem “iç savaş” vardı, o savaşın arkasındaki halk nerede? Güya çoğu Esad yönetiminden kaçmış Türkiye’deki sığınmacılar dahi dönmüyorlar. Dönmeyecekler.

İkinci bir konu, Esad Suriyesi’nin diktatörlük olduğu. Elbette genel olarak her burjuva düzeni bir diktatörlüktür. Bu anlamda, Amerika, Fransa, Almanya, Rusya vs hepsi diktatörlük. Esad Suriyesi, Arap dünyasının en demokratik devletiydi. Hep söylüyorum, “demokratik”, “demokrasi” ye indirgenemez. Demokrasi, siyasal yapının, alanın demokratikleşmesi demektir. Demokratik olmak, halkın, kamunun ülkesinin yönetimi, ülkesinin kaderinin belirlenmesi konusunda, sınıfsal, etnik, dinsel, cinsel vb dışlanmalar söz konusu olmadan söz sahibi olabilmesidir. Egemenlik hakkını kullanabilmesidir. Bu manada, “cumhuriyet”, “laiklik” , “kadın hakları”, “işçi hakları”, “sosyal haklar” büyük demokratik adımlardır. Pekala, bir ülkede çok partili bir siyasal yapı olabilir, ama ülke bu demokratik haklardan mahrum da olabilir. Ya da demokratik haklar sadece kağıt üzerinde kalmış olabilir. Mesela, bugün Türkiye’nin geldiği yer burasıdır. Cumhuriyetle birlikte adım adım kazanılmış, demokratik haklar sürekli budanmaktadır.

Sonra, baba Esad devrinde sürekli olarak kadın hakları, laiklik gibi demokratik haklar alanında geliştirmeler yapılmak istendi. Bunlar her zaman İhvancı muhalefetin direnişleriyle karşılaştı. İşi, bölgedeki gerici Arap rejimlerinin ve İsrail ve değişmez müttefiki Türkiye’nin katkılarıyla şiddete kadar vardırdılar.

(3) ABD dışişleri bakanlığı adına politika üreten kuruluşlardan birisi olan Suriye Çalışma Grubu’nun eşbaşkanı Dana Stroul, 2019 yılında, yaptığı bir konuşmada, ülkesinin Suriye topraklarının üçte birini kontrol ettiğini, buradan çıkmayı düşünmediğini, kontrol ettikleri toprakların Suriye’nin kuzeydoğusunda yer alan ekonomik bakımdan en değerli coğrafyayı içerdiğini (Suriye’nin petrol ve en verimli tarım arazilerinin, su kaynaklarının olduğu bölge), Suriye’nin gerisinin zaten kendilerini ekonomik olarak ilgilendirmediğini açıkça söylüyordu. Ve ilave ediyordu: Esad yönetimine ekonomik değeri olmayan moloz yığınını bıraktık (Silinmemişse, halen o açıklamasının videosu youtube bulunabilir). Yani Esad yönetiminin ekonomik can damarlarını ABD ve o sahadaki maşası PYD-PKK kesmişlerdi. Esad, ülke ekonomisi yaptırımlarla, işgallerle felç edildiği için ayakta duramadı.

Cihatçılar Halep’e girdiklerinde, ilk yapılan iş, günde 2 saat elektrik verilen kente 24 saat elektrik vermeleri oldu. Bunu Türkiye temin etti. Propaganda amacıyla tabii. Halep halkı psikolojik olarak iyi şeylerin olacağına ikna edilmek istendi. Bunu da bir not olarak belirteyim.

Elbette, Irak’ta, Libya’da gördüğümüz gibi, ABD,İsrail,Türkiye ve sahadaki maşaları Suriye’de kurulu her şeyi yıkacaklar. Ülkenin zenginliklerini, varlıklarını yağmalayacaklar. Geride, birbirlerini boğazlamakla meşgul her geçen gün vahşileşecek bir güruh bıracaklar. Pek yakında!

Kim kazandı, kim kaybetti?

Suriye üzerine yapılan son tartışmalar, Suriye’deki bu gelişmeden kimin kazançlı, kimin zararlı çıktığı konusunda yoğunlaşıyor.

Öncelikle kaybeden net olarak bellidir: Suriye ve bölge halkları. Gerisi, şu ya da bu ülkenin kayıpları bu asıl kaybeden yanında önemsizdir.

Elbette emperyalist-kapitalizmin saldırganlığının, iniş-çıkışlarla da olsa, sürdüğü koşullarda, her “zafer” ya da her “yenilgi” kalıcı, ya da göründüğü şekliyle kalıcı olamaz. Mücadeleler alanından söz ediyoruz, nasıl dünün galipleri bugünün mağlupları olabiliyorsa, bugünün galipleri de yarının mağlupları olabiliyorlar.

Revizyonistler, oportünistler, genellikle sermaye sınıfının ya da emperyalizmin konjonktürel, geçici kazanımlarına dayanarak, marksizm-leninizmin, anti-emperyalizmin yenildiğini, artık ömrünü tamamladığını, veyahut “revize” edilmesi gerektiğini iddia ederler.

İşte, ekonomide göreli bir refah dönemine girilmişse, politik ve askeri olarak emperyalizm bazı geçici mevziler kazanmışsa, hemen devreye girip, diyalektik ve tarihsel materyalizmin bu gelişmeleri öngöremediği için yanlışlandığını, artık kapitalist gönencin insanlığın genelini kucakladığını, aşırı üretim krizleri iddiasının boşa düştüğünü, marksist değer kuramının kapitalizmin kat ettiği son gelişmelerle çeliştiğini, emperyalizmin askeri gücünün yenilemez olduğunu öne sürerler. Tabii bu durumda da, artık sınıf mücadeleleri, emek ve sermaye arasındaki politik savaşım ve ondan ayrı düşünülemeyecek anti-emperyalist mücadele anlamsız olmaktadır.

Şimdi de, “Suriye’nin düşmesi” teması etrafında benzer iddiaların gündeme getirildiğini görüyoruz, göreceğiz.

Elbette, bugün itibarıyla, bölgede ABD’nin, İsrail’in ve Türkiye’nin, sahada kontrol edebildikleri maşaları aracılığıyla elleri güçlenmiştir. Ancak, bu halin sürekli derinleşen bir kaos ortamında ne kadar sürebileceğini kestirmek güçtür. Ne olursa olsun, bu hakim görünen güçlerin farklı çıkarları, öncelikleri çatışmalara yol açacaktır. En önemlisi, bölgenin mevcut ve potansiyel anti-emperyalist direniş güçleri olup biteni kabullenmeyeceklerdir. Pek yakında, işlerin öyle “galipler”in iddia ettikleri gibi pürüzsüz yürümeyeceğine tanık olacağız.

Bu derinleşecek kaostan bütün bölge ülkelerini kat eden uzun süreli siyasal istikrarsızlık çıkacaktır. Bu kaostan ve istikrarsızlıktan bilindik yollarla, düzen içinde kalarak çıkmak olanaklı olmayacaktır.

O bakımdan, erkenden sevinmek veya üzülmek doğru değildir. Son gülenin kim olacağı önemlidir. Emekçi halklar mahkum edildikleri bu uzun ve genel gericilik dönemini aşmak ihtiyacını, bu son gelişmeler ve onları izleyecek daha beter olaylar karşısında siyasal bir tepki vermek zorunluluğunu yakıcı bir biçimde hissedeceklerdir.

Kimse kazandım, bitti bu iş, malı götüreceğiz diye sevinmesin. Sermayeci bir anlayışla, bu kadar farklı çıkarı temsil eden güçlerin birlikteliği çok uzun sürmeyecektir.

“Halklar”, “insan hakları”, “demokrasi” , “demokratik toplum”, “ulusların kaderlerini belirleme hakkı” vb kavramlar, sadece emperyalistlerin işlerini görürken kullanma ihtiyacı duydukları ideolojik malzemedir. Emperyalizm, kendi merkezleri dışında, ulusal olan her yapıyı yıkmaya çalışır. Bunu yaparken de, dinsel ideolojiyi, cihatçı terörünü kullanır. Dinselleştirerek, laiklik olmadan oluşturamayacağınız ulusal zemini ayağınızın altından çeker. Sizi dini, etnik-dini cemaatler olarak saflaştırır.

Türkiye’ye gelince, bugün itibariyle en uzun sınırını oluşturan Suriye’de, ABD kontrolündeki PYD-PKK; daha çok kendi kontrolünde olduğunu sandığı HTŞ ve tabii Suriye’nin kendisi için stratejik noktalarını ele geçirmiş İsrail ile komşu olmuştur. Ha bu arada, Suriye’nin çöl kısmında, ABD himayesinde varlığını sürdüren IŞİD’ı da ihmal etmeyelim. Suriye’nin kıyı bölgelerinde yaşayan heteredoks şiilerin Hizbullah’la bağlantıları da henüz kopartılamamıştır.

Bu çerçevede dikkat çekilmesi gereken bir başka mesele de, bölgedeki sınırların giderek daha belirgin şekilde belirsizleşeceğidir. Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Türkiye sınırları üzerinde kontrol giderek olanaksızlaşacaktır. Bu da mevcut istikrarsızlığı daha da derinleştirmek gibi bir rol oynayacaktır.

Bugün Türkiye’den Suriye’ye ters bir göç olacağı beklentisi vardır. Gerçekçi görünmüyor. Gidenler olabilir, vardır da, ancak, çok daha kalabalıklaşmış olarak geri gelmeleri kaçınılmaz görünmektedir.

Hani derler ya, “durmuş saat bile günde bir kez doğru zamanı gösterirmiş”, Tayyip Erdoğan da demagojik olarak, öyle (Erdoğan tipi popülist liderlerin genel olarak sık yaptıkları gibi) düşünmeden ağızdan çıkarılan laf anlamında, “İsrail bize saldırabilir” öngörüsü (!) birlikte Suriye’ye saldırmalarıyla gerçekleşmiş görünüyor. Çünkü İsrail’in Suriye’ye saldırması gerçekte Türkiye’ye de saldırması anlamına geliyor.

Erdoğan için de, Netanyahu için de bu durum sürdürülebilir değildir (1)

NOTLAR:

1) Şimdilerde bir çok yorumcu Erdoğan’ın yeni bir seçim zaferine hazırlandığını iddia ediyor. “Suriye fatihi” olmak Erdoğan’a yeni bir seçim zaferi getiremez. Vaktiyle, Ecevit de “Kıbrıs fatihi” olmuştu. Girdiği erken seçimi kaybetti. Ya da beklediği gibi, partisi tek başına iktidar olamadı. Tersine, ülkede derin bir siyasal kriz başgösterdi.

Öte yandan, Erdoğan’ın seçim kazanmak için Suriye’ye ihtiyacı yok ki. CHP, ve muhtemelen tekrar, DEM parti var.

Duygusal değerlendirmeler

Suriye’deki gelişmeler karşısında, tepkisel olarak, “Rusya ve İran artık bittiler” biçiminde değerlendirmeler yapılıyor. Çok yanlış.

Rusya ve İran halen dünyanın, özellikle de bulundukları bölgenin en güçlü devletleri arasındadır. İç ve dış etkenler yüzünden meydan okudukları hegemonik güç karşısında geri adım attılar. Olan budur. Buradan bu iki ülkenin bittiği sonucunu çıkarmak çok yanlıştır.

Emperyalist stratejiyi, Suriye’nin müttefiklerinin siyasal davranışlarını bir yana bırakacak olursak, başarılı bir direnişten sonra Suriye’nin düşmesinin gerçekçi nedenlerini Suriye devletinin kendisinde de aramak doğru olacaktır. Ta baba Esad devrinin son döneminden itibaren Baas Rejimi bürokrasisi, siyasal elitleri yolsuzluk, yağma gibi edimleriyle devleti, toplumu çürütmüştü. Oğul Esad bu durumu değiştiremedi. Üstüne üstlük, emperyalist saldırı Suriye yönetici sınıfını derinden böldü, yağma dal budak saldı.

Son 4 yıldan beri elde edilen göreli barış ortamını Esad yönetimi iyi değerlendiremedi. Muhtemelen, İran ve Rusya’dan gelen ekonomik ve askeri yardımların da önemli bir bölümü yağmalandı. Esad, devleti ve toplumu yeniden düzenlemek için bir şey yapmadı.

Rusya ve İran’ın son olayda “isteksiz” davranmasında, Suriye’deki bu iç koşulların da bir rolü olmuştur. En azından, böyle düşünmek meşrudur.

Rusya’ya gelince, önemli bir mevzi kaybetmiştir. Bununla beraber, Trump’tan beklediklerini alamazsa, boyun eğmeyeceği açıktır. Rusya’nın askeri gücünün hafife alınamayacağını en iyi ABD bilmektedir. Rusya’ya “ihmal edilebilir” bir ülke muamelesi yapmak, ahmaklık olur. Rusya, şimdilik, önemli bir mevzisinden geri çekilmiştir. Buradan onun siyaseten bittiği sonucu çıkmaz elbette.

İran’a gelince, evet bu son gelişmelerle İran da mevzilerini kaybetmiştir. O da geri adım atmıştır. Ancak İran, on yıllardan beri en ağır ekonomik yaptırımlara rağmen gücünü arttırmış, ABD’ye ve siyonizme direnmiş, meydan okumuştur. Bugün sadece ülkesinin ötesinde kurduğu direniş hatlarını yitirmiştir.

Kasım Süleymani ve ardından önceki cbaşkanı Reisi’nin öldürülmeleri, rejimin dengelerini “Batı yanlısı” tabir edilen ılımlıların lehine değiştirmiş görünmektedir. İsrail’in bu ülkeye yönelik son saldırılarıyla, “ılımlılar” daha da güçlenmişlerdir. Suriye’deki geri çekilme (Unutmayalım İran, Suriye’deki direnişte en az 4 bin insanını kaybetti) muhtemelen “ılımlıların” rejim üzerindeki kontrollerini arttıracaktır. Bunun ilk işareti, nükleer programın askıya alınması olacaktır ( MI6’ya göre, İran halen uranyum zenginleştirmesini yüzde altmış oranında gerçekleştirmiştir).

Bilindiği gibi, Süleymani ve Reisi, İran’la Rusya ve Çin arasındaki stratejik ortaklığı kesin olarak gerçekleştirmek, özellikle Rusya ile daha sonra KDHC’nin yapacağı gibi, askeri bir bağlaşma içine girmeyi planlamıştılar. Tahran’daki rejimin siyasal ve ideolojik liderliği, dahası, İran halkının büyük çoğunluğu (üstelik de rejimin başörtüsü saplantısı yüzünden gelişen kitlesel protesto gösterilerine rağmen) Reisi’yi ve onun bu stratejik planını onaylamıştı. Süleymani ve Reisi bu planı hayata geçirmemeleri için öldürülmüşlerdir.

Bugünkü cbaşkanı Pezeşkiyan ülkesinde halen Reisi’nin ölüsü kadar dahi popüler değildir. BRICS’le bir flörtü var, ama gözü ve aklı Batı’dadır.

Bu arada, İran’da da (Suriye’deki kadar olmasa da) rejimin yozlaşması bir vakadır. Reisi bunu samimiyetle dile getirmiş, yeni bir yapılanma olmadan dünyanın içinde bulunduğu kritik dönemde İran’ın savunulamayacağını açıkça belirtmişti.

Şimdi hem Rusya’da hem İran’da Trump beklenmektedir. Trump’ın izleyeceği dış siyaset bu iki ülkenin yol haritalarını belirlemelerinde belirleyici bir öneme sahip olacaktır.

Bu bakımdan, acele değerlendirmelerden kaçınmak, “yenilgicilik” hastalığımızı depreştirecek “emperyalizm kazandı” şeklindeki karamsar değerlendirmelerden uzak durmak gerekir. Bu uzun bir mücadeledir.

Aşağı yukarı, Vietnam zaferinden sonra başlayan gericilik dönemi ( sol şeritten yola çıkıp, sağ şeride geçerek park eden Kültür Devrimi’nin artık tamamlandığının Mao tarafından ilanı, başlayan yeni dönemin de ilanı olarak görülebilir) halen sürmektedir. Yani neredeyse, yarım asırlık bir dönemden söz ediyoruz.

Bugün emperyalistler kontrol edemedikleri bir ekonomik gerileme, ve kontrol edemeyecekleri bir siyasal kaos içinde debelenmektedirler. Tablo, on sene, yirmi sene, otuz sene, kırk sene öncesinden daha fazla iç karartıcı değil. Emperyalizmin her zaferi bu saaten sonra “pirus zaferi” dir.

Suriye’nin düşürülmesi Rusya için sürpriz miydi?

Değildi. Rusya en başından bu işin içindeydi. İsrail’in saldırıları başladıktan sonra Esad üzerindeki baskılar artmıştı. Türkiye’nin, Rusya’nın çağrılarını hatırlayalım.

Havlu atan diğer bir Suriye müttefiki İran da teşneydi. Süleymani ve bir önceki cbaşkanının, muhtemelen, İran iktidar bloğundaki muhalif güçlerin de dahil oldukları, emperyalist-siyonist operasyonlarla öldürülmeleri, ardından şimdiki liberal cbaşkanının seçilmesi İran’daki yönetimin çözülme sürecinin hızlanacağının işaretleriydi.

Rusya’da hegemonya mücadelesinde geri çekilme eğilimi Trump’ın kazanmasıyla güçlendi. Muhtemelen, Ukrayna sorunu etrafında Rusya’ya, sonradan kepçeyle geri alınmak üzere kaşıkla bir şeyler verilmesi karşılığında, Suriye feda edildi. Rusya’nın bu davranışının kodları, sadece iç koşullarının bastırması bağlamında değil, daha önce sözünü etmiş olduğum, kadim Rus jeopolitik, jeostratejik aklı veya perspektifi içinde de aranmalıdır.

Önce şunu belirteyim: Rusya izin vermeseydi, Suriye düşmezdi.

Rusya’nın Suriye’nin düşürülmesi sürecine dahil olduğu, sürecin başlamasından itibaren takındığı kayıtsız tutum, konunun konuşulmasını istemeyen, Suriye tartışmasını geçiştirmek isteyen tavırlarından anlaşılıyordu. En son, Doha’da bir mülakat veren Lavrov’un Suriye soruları karşısında takındığı açık tavır bu saptamayı destekler niteliktedir. Lavrov, mülakatın bir yerinde, açıkça, “bırakalım şu Suriye konusunu artık, Ukrayna konuşalım” diyerek söz konusu tavrı net olarak ortaya koydu.

Özcesi, Rusya tarafından Suriye bir pazarlık konusu yapılmıştı. İran da, bu Rusya hamlesi kendisinin de “hislerine tercüman olduğundan”, Rusya gibi hareket etti.

Hegemonya mücadelelerinde, bu tür pazarlıklar olabiliyor. Olmaya da devam edecek. Mücadele süreci içinde güç ve etki alanlarının yeniden tanımlanması vakadandır. Ancak, bu son Suriye vakasında, hem Rusya hem de İran, meram, Amerikan hegemonyasını geriletmekse, bir süre sonra epey geriye itildiklerini anlayacaklardır.

Hegemonya mücadelesi hepsi kapitalist (çok az sayıdaki hâlâ sosyalizmde direnen ülke de henüz emperyalist aşamaya evrilmemiş ya da evrilememiş hegemonya karşıtı, Rusya ve Çin gibi, kapitalist ülkelere tutunmak ihtiyacı duyuyorlar) olan devletler arasında cereyan ediyor. Bu da, aralarındaki uzlaşmaz çıkar çatışmalarının görelileştirilmesini olanaklı kılıyor. Gerilimin bu tür pazarlıklarla yer yer boşaltılmasını olanaklı kılıyor.

Yalnız, ABD’nin asıl hedefi, Rusya’yı Çin’den koparmak olacaktır. Trump liderliği bunun temini bakımından biçilmiş kaftandır. Demokratların, İngilizlerden devralıp, Brzezinski ile saplantı halinde getirdikleri, “Rusya’nın her durumda düşmanlaştırılması” stratejisini, amiyane tabirle, Trump pek iplemiyor. Yani Rusya’ya görece daha “sıcak” bakıyor diyelim. Bu bakımdan, Rusya’nın önüne, onu cezbedebilecek, başka şeyler de atılabilir.

Devrimci proletarya siyasetinin bu süreçte en dikkatli davranması gereken konu, yükselen kapitalist güçlerin (özellikle Çin’in) sosyalist siyaset adına sol camiada pazarladıkları politik ve ideolojik teoriler olmalıdır.

Bu açıdan bugünkü koşullarda en önemli tehdit, “Çin karakteristiği taşıyan sosyalizm” veya “pazar sosyalizmi” çarpıtmalarıdır. Bilindiği gibi, bunun farklı bir versiyonu olarak görülebilecek bir iddiayı Rusya bağlamında da öne çıkaranlar var. Bunları kabul edemeyiz.

Unutmayalım, emperyalist hegemonya karşıtı (Çin ve Rusya’nın başını çektikleri) bugünkü mücadelenin karakteri özsel olarak kapitalisttir. Anti-emperyalist hiç değildir.

Bu çerçevede, emperyalistleşme potansiyeli güçlü olan devletlerin de (burada potansiyelden kasıt, sermayenin yoğunlaşma ve dışa doğru -hegemonik siyasal eğilimlerle- hareket yeteneğidir) halihazırda sahip oldukları ekonomik ve politik (askeri) güçlere dayanarak sömürü ya da jeo-ekonomi-politik etki alanlarını, isterseniz dünyayı, yeniden paylaşmak talebini, şimdilik hegemonyacı anlamda değil, savunmacı anlamda, yükselttikleri açıktır. Hegemonya karşıtı mücadelenin bugün böyle siyasal bir içeriği vardır. “Çok-kutuplu” dünya düzeni talebi, hiç kuşkusuz, örtük bir biçimde de olsa, yeni bir paylaşım talebidir.

Bugün için proletarya siyasetinin mevcut ” tek-kutuplu” hegemonya yapısının çözülmesinden politik olarak menfaati vardır. Emperyalistler ve “emperyalist yolcular” arasındaki çatışmalar, kaçınılmaz olarak, emperyalistler arasındaki çatışmanın da derinleşmesini temin edecektir. Kapitalist sistemin bu şekilde siyasal olarak çözülmesi, proletarya siyasetinin mevzi kazanmasında değerli olanaklar sağlayacaktır.

Ancak bunu yaparken, kesinlikle kendi siyasal ve ideolojik kimliğimizi yitirmeyeceğiz. Maoculuğun malum “üçüncü dünyacı” anlayışının farklı bir kılıkta sunulmasından başka bir şey olmayan, “sosyalist Çin” e ve onun ÇKP’ sine öncü rolü bahşeden, “Global Kuzey” ve “Global Güney” tabir edilen dünyalar arasındaki çelişkiyi günümüzün temel veya başlıca çelişkisi olarak sunan anlayışlarla proletarya siyaseti perspektifinden mücadele etmemiz gerekiyor.

Temel çelişki, sömürülen emek ve sömüren sermaye arasında, onun emperyalizm koşullarındaki görünümlerinden birisi olan ezilen, yurtları yağmalanan emekçi halklar ve ezen, yağmalayan emperyalist devletler arasındadır.

Rusya havlu attı; Türkiye Ortadoğu’ya iade edildi

1917 düşürülünce, ona tutunarak yükselmiş 1923’de düştü. 1923’ün açtığı alanda doğan bölgenin laik cumhuriyetleri teker teker düştü.

Gorbaçov ABD’den vaatler, sözler alarak ülkesini teslim etmişti. O vaatler ve sözler elbette yerine getirilemeyecekti. Öyle de oldu. Emperyalizmle antlaşma olur mu?

Şimdi bir benzerini, Gorbaçov’la aynı soydan bir politik figür olarak, Putin yapmak ihtiyacı duydu. Buna göre, daha önceki yazılarda değinmiş olduğum olası senaryomuzu biraz daha açalım.

Putin’e verilen sözler de tutulmayacak. Rusya’nın Suriye’deki Tartus ve Himeymin üsleri elinden alınacak. Bu iki üs gidince, Kırım’ın eski önemi kalmayacak.

Dahası, Rusya’nın kendi içinde bütünlüğünü sürdürmesi zorlaşacaktır. İçindeki İslam nüfusu hareketlendirilecektir. Tekrar içiyle meşgul olmak zorunda bırakılacak. Rusya’nın bu büyük coğrafyasını savunabilmesi için büyük ve ideolojik olarak angaje bir nüfusa ihtiyacı var. O nüfus hali hazırda yok.

Putin’in, Trump’la (eğer henüz yapmamışsa) yapacağı olası antlaşmasıyla alacağı vaatler, sözler, daha önce Gorbaçov’a yapıldığı gibi, bir süre sonra tanınmayacaktır.

Ama o arada Rusya, vaktiyle Çin’in SSCB’nin çökmesinde oynadığı rolün bir benzerini ona karşı üstlenmiş olacaktır. Yani Çin’i de terk edecek gibi görünüyor (Burada Çin’in hatası da bence büyüktür. Ekonomi ve siyaseti anti-diyalektik bir anlayışla birbirinden ayırması, siyasetin önemini küçümsemesi pahalıya mal olacak).

Suriye’ye istikrar gelmez. Irak gibi, Lübnan gibi istikrarsızlaştırılacaktır.

Kürtlerin “büyük Kürdistan” hayali” boşa düşecektir. Bu bölgede, Türkiye dahil, “büyük yapılar” tasfiye edilir. Oluşmasına izin verilmez. Küçük küçük, her biri diğeriyle çatışma halinde Kürt devletçikleri, İslamcı devletçikler kurdurulur. Emperyalist gerçeklik, ona bel bağladığınızda, belki “demokratik” hayaller kurmanıza olanak verir, ama o hayallerinizi gerçekleştirmenize izin vermez.

ABD emperyalist müdahaleleriyle hiçbir yere istikrar götürmez. Demokrasi, özgürlük götürmez. Götürmemiştir. Batı Asya’da da, olabildiğince kendi kontrolünde, kaosu teşvik ediyor. Etmeye devam edecek. Dinsel ve etnik çatışmalar yayılacak.

ABD ve İsrail’in bölgemiz için kabul edebilecekleri en ideal durum, 70’lerde başlatılmış Lübnan modelidir. Dengelerin oluşturulduğu durumlarda da, bu çok kırılgan ve nispi olacaktır.

İran’daki rejim, akıllıca hareket ederek hattı önde kurmuştu. Ancak, onları ayakta tutacak uluslararası siyasal ittifakları oluşturamadı. Kendi içinde de siyasal ve toplumsal olarak yenilenmeye direndi. Şimdi düşecek ya da dönüşecek diyelim. Muhtemelen, yeni cbaşkanı Pezeşkiyan bir paratoner işlevi görecek, mümkün olduğu kadar yumuşak bir geçiş gerçekleştirilecek. İran, Batı’ya ve İsrail’e adım adım yakınlaşacak.

Türkiye’ye gelince, Tanzimat’tan beri ileri – geri adımlarla sürdürdüğü (zaten ağır bir darbe almış) Batı’yla entegrasyon süreci, aksayacak, bir süre daha Ortadoğu’daki bu kaosun içinde sürüklenmeye devam edecektir. Emperyalistler, muhtemelen şu festival dönemi sona erdikten sonra Erdoğan’ı da tasfiye edecekler. İmamoğlu veya onun benzeri bir figürü iktidara taşıyacaklar. Sonuç olarak, Türkiye’de merkezi devlet zayıflatılacak.

Peki, bütün bunlar olurken, dünya savaşı olasılığı azalacak mı? Anti-emperyalist devrimci ayaklanmalar olmayacak mı? Sosyalizm ideali tamamen marjinalleşecek mi?

Hayır. Tersine, hem dünya savaşı tehlikesi anlamlı bir şekilde sürecek hem anti-emperyalist devrimler dünyanın birçok yerinde sahneye çıkmaya başlayacaklar.

Kapitalist-emperyalizm orta yerde dururken, halkların üzerlerine her zamankinden daha ağır bir şekilde saldırırken, aksini düşünmek tarihin diyalektik mantığına aykırı olur. Emperyalistler ve yeni yükselen kapitalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesi (biraz da sonra bunun emperyalistlerarası savaşlara dönüşmesi) devrimci olanakların gerçekleştirilebileceği koşulların oluşmasına hizmet ediyor.

Bilgiççe pozlarla, “efendim 20.yy siyasal idealleri, ideolojileriyle birlikte sona erdi, gerisi fantezidir” anlayışının kendisi büyük bir emperyalist fantezidir (Malum, daha önce de “ideolojilerin sonu”, “tarihin sonu” festif bir coşku havası içinde ilan edilmişti).

Kapitalizm varsa, onun sosyalist inkâr olanağı da vardır. Emperyalizm varsa, devrimci kurtuluş savaşları da günceldir, kaçınılmazdır.

Dövüşmezsen kaybedersin

Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi dövüşmedikleri için kaybettiler. Esad bugüne kadar dövüştüğü için kazanmıştı. Şimdi dövüşmekten vazgeçti veya dövüşebilecek halde değil. Esad 2011’de dövüşmeyi göze aldığı için İran ve Rusya ona destek vermişlerdi.

Elbette, ülkelerin belli olanakları var, olanaklarının sınırları var. Bir de, halklarını dövüşe ikna etmeleri, onları bir toplumsal-siyasal ideal etrafında harekete geçirebilme arzu ve kapasitelerinin olması gerekiyor.

Suriye, şu an, bunu yapabilecek halde görünmüyor. Suriye, aradan geçen görece çatışmasız 4-5 yılı iyi geçirmemiş. Müttefiklerine fazla güvenmiş, onların içinde bulundukları zorlukları, onların olanaklarını dikkate almamış. Rehavete kapılmış diyelim.

Herkes kendi kavgasını kendi yapmak zorundadır. Suriye bu gerçeği ihmal etmiş görünüyor.

Elbette uzun süren kavgaların etapları vardır. Geri çekilmeler, ileri atılmalar olacaktır. Ancak, teslim olmaya hazırlanmak farklı bir şeydir. Bugün Suriye kavgayı bırakmış izlenimi veriyor.

Öte yandan, Rusya ve İran artık resmen de müttefik oldular. Dikkat edilirse, ikisinin Suriye’deki son gelişmelere karşı ayrı ayrı tepkileri yok, birlikte almış oldukları bir kararı uyguluyorlar. Birlikte hareket ediyorlar. Şu ana kadar ki tavırlarıyla, sanki Suriye’yi feda etmeyi kabullenmişler. Belki zevahiri kurtarmak için -eğer ABD-İsrail-Türkiye ittifakıyla başka türlü bir antlaşmaları yoksa- bir süre direniyor gibi davranacaklar.

Saldırılar başlar başlamaz, Esad Moskova’ya gitti. Putin’le görüştü. Putin’den aldığı yanıttan memnun kalmadığını tahmin etmek zor olmadı. Nitekim, Putin medyası Suriye’deki gelişmeler karşısında görülmedik derecede kayıtsızdı.

ABD karşısındaki anti-hegemonyacı güçlerin sorunu, henüz bir siyasal blok halinde gelememiş, bir ortak strateji geliştirememiş olmalarıdır. Bunu yapmadıkları veya yapamadıkları için her biri kendi içinde siyasal bütünlüğünü sağlayamıyor. Rusya ve İran böyle bir stratejik ortaklık için bir adım attılar. Nasıl evrileceğini görmek gerekiyor. Suriye’deki tavırları hattı daha geriden kurmak eğiliminde olduklarını gösteriyor. Yanlış bir tavır.

Çin siyasal-stratejik bağlaşma konusunda pek istekli görünmüyor. Ekonomik hedeflerine ulaşarak, ABD hegemonyasının üzerinde durduğu ekonomik zemini erozyona uğratma stratejisini uyguluyor. Bunda da hayli yol aldı. Ancak, ekonomiyi siyasetten ayırmanın bedelinin ağır olabileceğini hesaba katması beklenirdi.

İran ve S.Arabistan arasında yakınlaşma sağlamak, Filistin’de mücadele veren örgütleri bir araya getirmek için belli belirsiz hamleleri oldu, bunların genel ve ortak, kararlı bir stratejik planının adımları olduğuna dair bir izlenim edinmedik.

Özcesi, hegemonya-karşıtı güçler arasında siyasal olarak bir dağınıklık var. Stratejik programları yok. ABD hegemonyasıyla böyle mücadele edilemez. ABD ekonomik olarak zayıflıyor, doğru, ama siyasal ve özellikle askeri olarak hâlâ çok güçlü. Ekonomik kazanımlarınızı yok edebilecek kadar güçlü.

Amerika, İspanya, Venedik, Hollanda, Britanya emperyal geleneğini sürdüren bir ülke. Yani halen “old money” tabir edilen bu kadim gelenekten kaynaklanan sermayenin yön verdiği bir emperyal güç. Bu gücün jeo-politik manada en ayırdedici özelliği bir deniz gücü olmasıdır.

Çin ve Rusya ise tarihsel olarak denizden uzak durmaya çalışan, karanın kendileri için güvenli olduğunu düşünen, kısacası “kara” yı savunma stratejisini benimsemiş güçlerdir. Kaybetmelerinin önemli bir nedeni budur.

Bugün bu davranışlarını Suriye’de de sürdürdüklerini görüyoruz. Rusya ve Çin tarihsel olarak, her zaman, kara sınırları etrafında bir “cordon sanitaire” (“güvenlik kuşağı” diyelim) oluşturmak istemişlerdir. Rusya’nın şimdi Ukrayna’daki kavgası da bu çerçevede değerlendirilmelidir. En son, ayakta kalmış son Sovyet cumhuriyeti olan Belorusya ile yaptığı antlaşma da tamamen bu amaca yöneliktir.

Geçerken şunu da söyliyeyim, şahsen, hâlâ Rusya’nın Ukrayna’daki hedeflerini anlayabilmiş değilim. Meram, NATO’yu biraz daha geriye itmekse, böyle olmaz. Ukrayna’ya girdi. Doğru bir kararla, Kiev’e yani ülkenin beynine yürüdü. Fakat bir anda vazgeçti. Yönünü değiştirdi. Şimdi ABD ve NATO’nun Kiev’e yerleşmiş beyniyle uğraşıyor. Ukrayna coğrafyası üzerindeki taleplerinin de ne olduğunu bilemiyoruz. Kendisinin bildiğinden de kuşkuluyum.

Rusya, şimdiye kadar, SSCB’nin kredisini kullandı. Kullanmaya da devam ediyor. Onun zamanında yaptığı ekonomi-politik yatırımları hoyratça harcadı. Harcıyor. Yani kredisini yediği o geçmişiyle barışık da değil. Barışık olmadığı için SSCB’nin yanlışlarını, doğrularını soğukkanlılıkla yeniden bir değerlendirmeye tabi tutamıyor. Yanlışlarını tekrar ediyor.

SSCB, Suriye’deki üssüyle, Doğu Akdeniz’de (aklı hep Sovyet karasında olduğu için) pek etkin olamasa da, bir mevzi elde etmişti. Muhtemelen o mevzi şimdi elden gidecek. “Yeni Suriye” de , Rusya’nın o iki üssünü orada tutmazlar. Kuralları galipler koyar.

Yani Rusya, Suriye’nin kendisi için Ukrayna’dan daha az önemli olmadığını kavramamış. Kendisini pek yakında NATO gölü haline dönüşecek Karadeniz iç denizine hapsedecek. Bu halde, Montrö de NATO talebiyle devre dışı bırakılacaktır. Yani Rusya neyi feda ettiğinin farkındaymış gibi görünmüyor.

Bütün bunlar bu anti-hegemonyacı güçlerin bir türlü siyasal bir birlik haline gelememeleri, dolayısıyla, ortak jeo-ekonomi-politik hedefler etrafında, ortak bir strateji oluşturamamalarının sonuçları olarak da görülebilir.

Oysa, meydan okudukları ABD hegemonyası gayet stratejik. Jeo-politik hedefleri var. Dahası, Rusya ve Çin’in içinde yer aldığı coğrafyayı da, en az 1904’den beri resmen “pivot” ilan etmiş.